6,1K
Küçükçekmece Özgür-Der’in düzenlediği konferanslar programının bu haftaki konuğu İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’tı
Program Ramazan İleri'nin okuduğu Kuranı Kerim ve mealinden sonra "Türkiye'de değişim süreci ve Müslümanlar" konulu konuşmasına, Müslümanlara Allah'ın selamı, yardımı ve çalışmalarında bereket vermesi dileği ile başlayan Mehmet Pamak; öncelikle bilinmesi gereken temel hususun, yaşadığımız ülkede 85 yıldır toplumu cahiliye/şirk sisteminin kuşatmış olduğunun bilincine varmak olduğunu hatırlatarak başladı. Aslında ve kuruluşunda zaten çürük temeller üzerinde oturmuş olan bu cahili sistem, bu günlerde hepten tıkanmış ve bir değişim ihtiyacı kendini dayatmıştır.
"Küresel ve yerel güçlerin şirk sisteminde değişim ihtiyacı duymalarının sebebi nedir, kimler ve hangi iç ve dış sebepler bu değişimi zorlamaktadır?" sorusunu sorarak bu sorulara cevap arayan Pamak, özetle şunları ifade etti:
İçerde ve dışarıda birlikte hareket eden sistem kurucularını, yeni oluşacak egemenlik ilişkilerini, oradan hareketle yenilenecek olan güç odaklarını doğru tahlil etmeden, kapitalizme has merkez çevre çelişkisinde merkezin çevreye lütfettiği ya da vermek zorunda kaldığı görece özgürlük alanlarını ve bunun sebeplerini doğru okumadan, bu değişimin yönünü ve kotarmak istediği sonucu iyi tahlil etmek mümkün değildir. Buradan hareketle, değişim sürecinde ve neticesinde Müslümanların nerede duracaklarını bilmek ve kendi stratejilerini oluşturmak bakımından son derece önemlidir. Nihayetinde Müslümanlar olarak bizler Allah'ın kullarıyız ve hangi zamanda, hangi yerde ve hangi şartlar altında bulunursak bulunalım sadece ona kulluk-itaat için yaratıldığımızı, bu yaratılış gayemiz gereğince hayatımızı ibadet kılmamız gerektiğini ve bu uğurda her türlü fedakârlığı yaparak ölüme kadar tavizsiz, ilkeli bir mücadeleyi sürdürmemiz gerektiğini asla unutmamalıyız.
Bu sistem içi değişmelerde kendilerine görece özgürlük alanı açılan kimi Müslümanların çeşitli nedenlerle gönlü, ayakları dolanıyor, bu sefer ki değişimi kendileri açısından çok daha önemli buluyorlar, stratejik istikameti terk eden savrulmalara neden olacak kadar abartılı bir biçimde ciddiye alıyorlar. Peki, bu değişim biz Müslümanları hangi boyutta ve ne kadar ilgilendiriyor ve bizler nerede durmalıyız?
Zora dayalı modernleştirme projesi uygulandı
TC sisteminde 1923 yılında gerçekleştirilen ilk darbe ile I. Meclisteki muhaliflerin tasfiyesini müteakip kontrolu tamamen ele geçiren batıcıların jakoben modernleştirme ve batılılaştırma projesini yerli halklar üzerinde terör estirerek adım adım uygulamaya koyduğunu söyledi. Kemalist sistemin Batı ile anlaşarak üstlendiği bu misyonun gereğini yerine getirirken, kendi halkına ve komşu ülkelere karşı "yurtta Savaş bölgede savaş" şeklinde tezahür eden bir uygulamaya imza atıldı. Ülke halkları, iç düşman, dış düşman paranoyalarıyla çatışma ve oyalama ortamında sürekli baskı altında tutuldu. Saltanatı yıkıp güya cumhuriyet kurduklarında, gerçekte saltanat kurumunu aynen transfer ettiler ve kendi saltanatlarını sürdürecek bir düzen ve rejim kurdular. Onların rejimi, askeri bürokrasinin liderliğinde oligarşik bir diktatörlüktü. Pozitivizmi aydınlanma olarak dayattılar. Ülkeyi karanlıklara boğdular. Süreç içinde çoğumuzun bildiği büyük acılar yaşandı.
Bu kadro, tepeden inme dayatmalarla bir modernleşme projesi dayattı. Alfabeden kıyafete kadar hemen her şeyi uyguladıkları terör politikaları ile değiştirdiler. En önemli değişim, ümmet bilincini düşman ilan edip, ümmet yerine bir ulus kimliği oluşturmak oldu. Bu bağlamda ilk dışlanan ve tehdit olarak algılanan kimlik İslam olurken diğer dışlanan ve tehdit olarak algılanan kimlik ise, Kürt kimliği oldu. Zaman içinde, konjoktürel olarak Alevilik, kominizm gibi diğer kimlikler de benzer tehditler altında kalacaktır. Müslümanlık ve Kürt kimliği daimi olarak düşman kaldılar, ama diğerleri ya değiştiler yahut da değiştirildiler.
Diyanet teşkilatını kurdular, böylece devlet dini kontrol altında tuttu. Laik Kemalist devletçe hazırlanan hutbeleri, vaazları ile camileri işgal ettiler, resmi ideolojilerini yaydılar. Diyanet de laik bir kurumdu oysa. Bir çarpıcı misal olarak bu sistemin dini sürekli kullanıp istismar ettiğini; askere aldıkları insanları, taarruz sırasında "Allah Allah" diye coşturup Allah ile aldatanların, oysa taarruza kadar "Atatürk Atatürk" diye eğitip koşturduklarını ve İslam şeriatını tehdit ve iç düşman ilan etmelerini hatırlayabiliriz. İnanmadıkları ideoloji uğruna savaşmak zorunda bırakılan Müslümanlar açısından ne büyük zulümdür bu?
Yaşanan tam bir ideolojik işgaldi
Eğitim kurumları, Kemalist-pozitivist kültürü gençliğin beynine boca ettiler. Cinsellik, pornografi, uyuşturucu, çeteleşme ilkokullara kadar indi. Çürümenin boyutları açısından önemli bir göstergedir bu. Okullar, pozitivist ideolojik dayatmalarla işgal edildi. Kemalizm din olarak dayatıldı. Böylece çocukların fıtratları bozuldu. Evet en büyük zulüm, paganist Kemalist resmi ideolojiyle zihinlerin işgali, ruhların kirletilmesi, şahsiyetlerin öğütülmesiyle yaşandı. Kemalist ordunun halkın vergileriyle alınan silahlarının gölgesinde yaşanan bu işgal, eğitim, ekonomi, medya ve yargı eliyle meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Düşüne biliyor musunuz, ülkenin ordusunda görevli kimi generaller kendilerine iktidar ve rant sağlayan vesayet rejimini sürdürmek için, vergileri ile beslendikleri kendi halkın camilerini bombalamayı planlayabiliyorlar. Yabancı işgal orduları bunu yapacak olsalar çok tepki alırlardı. Ama sindirilmişlik ve kanıksamışlık yüzünden yerli ordu aynı tepkiyi almıyor maalesef.
Sistem çürüdü ve toplumu çürüttü, restorasyona gidiliyor
Ne diyordu bu sistemin meşhur sloganı; "yurtta sulh, cihanda sulh". Oysa bu koca bir yalandı, uygulamada herkesi aldattılar. İçerde ve dışarıda sürekli düşman ürettiler. Toplumu ve ülkeyi sürekli savaş psikolojisi içinde tuttular. İçerde İslami ve Kürt kimlikleriyle, dışarıda bütün sınır komşuları ile savaş halinde oldular. Öyleyse, onların barış sloganları olarak attıkları deyişi, "yurtta savaş, cihanda savaş" politikası olarak okumalıyız.
Yargı, devamlı resmi ideolojiyi, oligarşik diktatörlüğü halktan korumak için çalıştı, çalışıyor. Bu, tuzun kokması demektir. Böyle bir ülke nerede var, buna rağmen halktan niye tepki yok? Çünkü bu halk korkutuldu, baskı altında susturuldu. Bu da büyük bir zulümdür.
Sonuçta oluşturduğu bu ideolojik, ekonomik, siyasi, hukuki ve sosyal zulüm bataklığında sistem tıkandı, çürüdü ve çürüttü. Pozitivizm ve Kemalizm çürüdü. Harf inkılabı ile sıfırdan oluşturdukları yeni zeminde verdikleri eğitim, öğretim sonucunda herkesi öğüttüklerini düşünürken, onların istemediklerini de okuyan, dışa açık kapılardan dünyayı takip eden, gelişmeler istikametinde değişim isteyen gruplar çoğaldı. Artık onların bellettiklerini sorgulayan, doğruları araştıran ve dillendiren halkın çığlığı açıktan açığa duyuluyor.
Sistem içi değişim zorunluluğu ve sistemin kendini yeniden üretme süreçleri
İşte bu sebeple de yine batı desteğinde kendini yeniden üretmeye yönelik çabalar gösteriyor. Sistemin sahipleri, sistemden beslenenler ve sistemi işleten taşeronlarda bu gerçeği görüyorlar. Şimdi sistem makas değiştirerek kendini yenilemeye, yeniden üretmeye çalışıyor. Bugün gelinen noktada artık sistemin tükendiğini fark eden görece özgürleşme peşindeki kimi yerli kadrolar ile bu bölgedeki çıkarlarını artık İslam düşmanı radikal laiklikle koruyamayacaklarını, Kürt kimliği ve İslami kimlikle savaşan radikal Kemalizmin artık Batı çıkarlarına zarar verdiğini anlayan emperyalist ülkeler (ABD ve AB) mevcut sistemi restore edecek yeni bir değişim hamlesinin şart olduğunu görerek harekete geçtiler. Böylece 85 yıldır süregelen ve aslında sistem de dahil her şeyi tüketip çıkmaza sürükleyen temel mesele olan, Kürt ve İslami kimliklerle savaşta, bir takım görece özgürleşme açılımları gerçekleştirilerek, görece bir barış sağlanmak, zulme itiraz eden kesimler rahatlatılmak ve böylece sistem restore edilerek ömrü uzatılmak isteniyor. İşte önceliği Kürt kimliğinde görece özgürleşmeye vererek başlatılan son açılım süreci de yerel ve küresel boyutta hissedilen bu ihtiyacın dayatmasıyla ortaya çıkmış bulunuyor.
Bunun izlerini geçmişte de bulabiliriz. Menderes dönemini hatırlayalım, buna Demirel'in aldatmaya dayalı ilk dönemini de ekleyebiliriz. Özal dönemi, bu değişimlerin ikinci kuşağı olarak görülebilir. Ve şimdi bizlerin yakın tanık olduğumuz üçüncü değişim dönemini yaşıyoruz. Şu hususu unutmayalım; artık sistem, rejim kendi çizdiği yolda gitmiyor. Fakat bu son değişim dönemi, biz Müslümanlar açısından en zorlu dönemdir. Çünkü değişimin öncüsü laik liberal demokratik muhafazakarlar, eşleri başörtülü, bireysel ibadetlerini yapan, halka ve halkın değerlerine bugüne kadar ki bütün hükümetlere nazaran çok daha saygılı kadrolardan oluşuyor. Hatta bir kısmı da tevhidi kesimden kaçarak oralara gitmiş olanlar. Üstelik bunlar görece özgürlük vaat ettikleri vasatlarda, makam, mansıp, kredi, ihale ve imkanlar dağıtma konumundalar. İşte bu sebeple de bu sürecin, Müslümanları dönüştürme küresel kapitalist sisteme ve yerel işbirlikçi laik demokratik sisteme eklemleme riski çok daha büyüktür.
Sistem içi değişimin iç dinamiklerini ve nedenlerini kısaca sıralarsak:
1- Bu sistemi içerden değişime zorlayan ilk sebep olarak, sistemin yaptığı seküler tercihle yaşadığı kendi iç çürümesini dikkate almalıyız. Şerif Mardin'in tespit ettiği gibi bu sistem, İslami değerleri dışlayıp tehdit ve düşman ilan ettikten sonra kendisi de "iyi, güzel, doğru" ya dair bir değer üretemedi. Eğitimde, hukukta, siyasette, bürokraside, sosyal hayatta, ekonomik ilişkilerde vs hayatın tümünde seküler ideolojinin dogmatik uygulamalarıyla zulüm, sömürü ve baskı hakim oldu. Dolayısı ile sistemin her tarafından kanalizasyon patlaması sonucunda oluşan pis kokular gibi çürüme kokuları geliyor.
2- Müslümanların, Kürt muhalefetinin, Alevilerin ve sol mualiflerin hak ve özgürlük mücadeleleri ve ödedikleri bedeller de, on yıllardır birikerek sistemi değişime zorluyor… Şeyh Said'den bu yana Müslümanlar, neler çektiklerinin, İslam'a ve Müslümanlara yapıla gelenlerin hesabını sorar duruma geldiler. Katliama uğrayan Alevilerin önderi Seyyid Rıza'nın; "evladı Kerbelayık, bi hatayık, ayıptır, zulümdür, günahtır, cinayettir" haykırışı o günlerde semada yankılanırken şimdilerde her insanın vicdanında yankısını buluyor. Bu toplumda da yapılan katliamların nedeni sorgulanıyor… Acımasız katliamların, binlerce haksız öldürmelerin, sebepsiz yere yatan hapis mağdurlarının, istiklal mahkemelerinin zalimce uygulamalarının hesabı artık daha gür seslerle soruluyor… zalim Kemalist kadroların hevalarının ürünü olarak Kürt kimliği ve anadilinin reddinden ve Kürt halkına uygulanan asimilasyon ve zulüm politikalarından dolayı 40.000 insan öldü. Adı konmamış kardeş savaşından dolayı bu ülkenin fakir halklarının 400 milyar doları harcandı. Şu fakir bırakılan, yiyecek ekmeğe muhtaç kılınan, üstelikte birbirlerine düşman belletilen gariban halkın ödediği bedele bakınız. Faili meçhuller, yakılan köyler ve ormanlar, zehirlenen tarlalar, öldürülen hayvanlar, pislik yedirerek izzeti ve onuru zedelenip aşağılanan insanlar, doğduğu ve yaşadığı yerleri terke mecbur bırakılarak sefalete mahkûm edilen aileler… Diğer zulme uğrayan, katliama maruz kalan grupları da hesaba kattığımızda, bilanço ortaya çıkmaktadır. Bütün bunları doğuran sistem, Kemalist sistemdir. Dolayısı ile bedel ödeyenlerin büyük acıları ve her şeye rağmen teslim olmayan direnişleri de değişimi zorlamaktadır.
3- Liberallerin son dönemlerde başlattığı özgürlük mücadeleleri, sağdan soldan gelip liberalleşen kesimlerin, aydınların özgürlük talepleri ve taraf gazetesi gibi liberal-demokrat duruşlu medyanın ciddi eleştirileri de değişimi zorlayan katkılar sunmaktadır.
4- Muhafazakâr Anadolu sermayesinin ve geleneksel cemaatlerin, iktidar ve rantı tek eline almış oligarşiye karşı yükselttikleri ekonomik ve siyasi talepleri, örgütlü biçimde iktidardan ve ranttan paylarını istemeleri de değişimi zorlayan etkili dip dalgaları olarak görülmelidir.
Değişimin dış dinamikleri ve nedenlerine de benzer şekilde göz atarsak:
Bilindiği üzere, bir süredir devam eden küresellik ve kapitalist batı sistemine eklemleme amaçlı "demokratikleştirme" politikasının ilk uygulamaları, renkli devrimlerin yaşandığı Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan gibi ülkeler üzerinde gerçekleşmişti. Oysa ABD ve AB'nin çıkarlarının merkez üssü olduğu halde, çıkarlarının büyük tehlike altında bulunduğu Ortadoğu ülkelerinde, benzer politikalar sonuç vermeyecekti. Nitekim Lübnan denemesi başarısızlıkla neticelenmişti. Ortadoğu coğrafyasında siyasal muhalifler "radikal İslamcılar"dı. Bunların parayla satın alınmaları ve değiştirilmeleri mümkün değildi. Sivil topluma destek verilip önü açılırsa değşimin hangi istikamette gelişeceği kestirilemezdi. Dolayısı ile bu coğrafyaya dayatılan ve buralara has politikaların halen dip dalga olarak sürdürüldüğü projenin adı BOP'dur.
Buralarda askeri işgaller ve sopa politikası uygulanmaya başladı. Milyonlarca insana katliamlar yapıldı. Savaş yapılan alanlar bellidir. BOP projesinde model ülke olarak Türkiye seçildi. Bir yandan sopayla, silahla işgal ve katliamlarla tepelerine vurulan halklara, diğer taraftan Türkiye benzeri laik demokratik batıcı bir sisteme geçtikleri takdirde önlerinin açılacağı, işgal ve katliamların son bulacağı ifade edilerek havuç uzatılmış oluyordu. Fakat komşu ülkelerle gerginlik politikası yürüten, içerde kendi halkıyla, Ortadoğu'nun tüm ülkelerinde kardeşleri, akrabaları olan Müslümanlara ve Kürt, Arap gibi Türk olmayan unsurlara bu kimlikleri dolayısıyla baskı ve zulüm yapmakta olan, laik Türk ulusal kimliğini dayatmakta olan bir Türkiye, model olamazdı ve neticede de olamadı ve bu proje akamete uğradı.
Bu sebeple, Türkiye'nin İslam'la ve Kürt kimliğiyle iç savaşı ve bölge ülkeleriyle gerginliği sona erdirilerek, İslam düşman radikal laiklik anlayışından kurtarılıp "ılımlı demokratik laiklik"le bireysel dini özgürlük alanının genişletilmesi suretiyle önce kendisinin değiştirilmesi sonra da bölgeyi dönüştürecek bir model haline getirilmesi önemli bir gereklilik olarak kendini dayattı. O halde Türkiye'de yapılması gerekenler belliydi. Resmi ideoloji dayatmasıyla yaşanan baskılar görece özgürlüklerle yer değiştirmeli, daha önceki konseptin baskıcı oligarşik kadroları tasfiye ya da terbiye edilmeliydi. Artık darbeci bürokratların ve çetelerinin kuşatmasından kurtarılarak Türkiye halkları görece özgürlüklerle buluşturulmalı ve rahatlatılmalı, böylece küresel ve yerel laik kapitalist sisteme eklemlenmeleri sağlanmalıydı. Ergenekoncular, Susurlukçular, Şemdinli de yapılanlar bir taraftan iç problem gibi görülse de, gerçekte bu tarz operasyonları yapanlar, bu sistemi üretenler ve yürütenler zaten ABD'nin kendi elleri ile yetiştirdikleri idiler. Bu zalim despotları, darbecileri, çeteleri üretenler artık işlerine gelmeyen bu kadroları tasfiye etmeye karar vermişlerdi.
Türkiye'de, Ortadoğu'yu dönüştürecek model olması için bazı revizyonlar yapılmalıydı. Türkiye bu dönüştürme projesinde önemli bir model konumundaydı. ABD Irak'da istediğini aldı, anlaşmalarını yaptı ama hala orada bir istikrar sağlayamadı. Kuzey Irak'daki Kürt bölgesinde ve Irak'da istikrarı sağlamak için Türkiye'ye ihtiyaç vardı. Bir sürü petrol-doğalgaz boru anlaşmaları yapıldı, projelendirildi. Birçoğunun geçiş merkezi Türkiye toprakları olarak belirlendi. Ortadoğu'da ve bölgede istikrar bunlar için de gerekliydi. Batı ve iş ortakları Türkiye'de yapılacak değişimleri bu sebeplerden dolayı zorluyor ve destekliyorlar. Bu günlerde Erdoğan'ın Ortadoğu ülkelerinde kahraman gibi algılanması ve sunulması, bölgeyi dönüştürmedeki modelliği ve bölgede batı çıkarlarının da ihtiyacı olan güvenliğin sağlanması bakımlarından da değerlendirilmelidir.
Af-Pak diye adlandırılan projede de Türkiye modeline ve Türkiye'ye ihtiyaç vardır. Türkiye burada da önemlidir. Afganistan ve Pakistan hattında sürdürülen vahşi savaşlara, katliamlara rağmen ciddi direnişler gösteriliyor. Müslümanlar direnişin ve kurtuluş mücadelelerinin önderi durumundalar. Velhasıl Türkiye olmaksızın oraları değiştirmek çok zor gözüküyor. Gül, Erdoğan ve Davutoğlu üçlüsü, oralarda çok sık görüşmeler yaptılar. İHL okulları, İlahiyat fakülteleri ve diyanet kurumu modelleri, oralarda medreselerin yerine model olarak götürülüyorlar… ABD, AB liderleri, Pakistan ve Afganistan'ın işbirlikçi liderleri ve Türkiye'deki lider üçlüsünün İfadelerine dikkat edelim; "teröre karşı ortak mücadele" içinde olduklarını beyan ediyorlar. Oralarda "terörist"ler kim, MÜSLÜMANLAR. Ortak operasyonlar yapan ordunun adı ne; NATO. Nato'nun düşmanı kim; MÜSLÜMANLAR. Orada lojistik destek verdiği söylenen Türk askeri, askeri operasyonlara da katılıyor. Katılmasa bile işgal ordusunun içinde yer alıp, katil orduya her tür desteği veriyor. Batının da Türkiye'deki, bölgedeki ve küresel ölçekteki gelişmeleri ve değişimi kaçınılmaz kılan zorunlulukları doğru okuyarak kendi faşist dönemine takılı kalan Kemalist sistemin, Batının yeni kodlarına göre kendisini yenilemesinin, Batı çıkarlarının sürekliliğini sağlamak için de gerekliliğine ve değişimi kontrollü bir biçimde batı çıkarları ekseninde yönlendirerek gerçekleştirmenin önemine inanması da bu değişimi başıboş bırakmamaları sonucunu doğurmuştur.
Türkiye'deki değişim, ülke ve bölge Müslümanlarını dönüştürme hedefini de gütmektedir
İslami kimlik talepleri, Kürt kimliğinin ihtiyaçları ve istekleri karşısında biraz rahatlama yani havuç politikası uygulanma zamanı gelmiş olmalı! Evet sistemdeki bu görece iyileşme ve özgürleşme sağlayacak üçüncü değişim geçmiştekilere nazaran daha köklü ve bu sebeple de İslamı ve Müslümanları dönüştürme riski de daha yüksek bir değişim olacak gibi görünmektedir. Bu proje tutar mı ve bu dönüştürme riski gerçekleşir mi sorusuna, maalesef evet diyeceğim. İsrail'e "one minute" diyen ve eşinin başı kapalı olan bir Başbakan, keza başı kapalı eşi olan bir Cumhurbaşkanının olduğu, çetelerin hapse tıkıldığı, Ergenekon soruşturmalarının zorlanarak da olsa bu boyutta yürütüldüğü, açılım politikaları ile bu güne kadar aşağılanmış diğer toplumsal grupların görece önünün açıldığı konjoktürde, görece özgürlüklerin verilmek istendiğine tanık oluyoruz. Muhtemeldir ki, başörtüsü de bir süre sonra serbest bırakılacak, İHL lerde katsayı uygulamaları kaldırılacak, kuran kurslarının statüsü talepler yönünde değiştirilebilecektir. Nihayet Kürt kimliğine de belli ölçülerde özgürlük alanları açılacaktır. Tabii ki, bu tür görece özgürleşmeler bizim gasp edilmiş haklarımızın bir kısmının gasıp sistemin görece özgürlükçü kadrolarınca, küresel güçlerin de desteğinde iade edilmesinden ibarettir. Ve tabii ki yaşanan daha büyük ve yaygın zulüm sisteminin görece geriletilmesi anlamı taşımaktadır ki, bu durum bizce de görece olumluluktur. Ve hiç yoktan iyidir. Elbette bütün bunlara bir itirazımız olamaz. Zaten bizler de bu alanlardaki zulümlerin kaldırılması için yıllardır mücadele etmekteyiz. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, bu tür görece olumluluk (ehveni şer) kabilinden sistem içi değişime dair gelişmelerin. bizi stratejik hedefimiz istikametindeki özgün mücadelemizden, Kur'ani, tevhidi yoldan ayırıp, bu görece olumluluklara vesile olan laik demokrat muhafazakâr AKP'ye ve onun üzerinden sisteme eklemlenmeye sebep olması riskidir.
Üstelik henüz bunlar yapılmadı daha, sadece vaat edilmesi ve gündemde tartışılması bile pek çok "tevhidi uyanış öbeğinin" o tarafa savrulup eklemlenmesinde etkili oldu. Bir gün bu haklar verildiğinde de majesteleri bir lütufta bulunmuş olmayacaklar. On yıllardır gasp edilmiş bulunan ve büyük acılara yol açmış olan haklarımızdan sadece cüz'i bir kısmı iade edilmiş olacaktır. Henüz ciddi bir gelişme olmamasına, herkese hak ettiği verilmemesine rağmen her taraftan da büyük savrulmaları gözleyebiliyoruz.
Bu günkü şirk sistemini işletenler ve görece özgürleştirmeye çalışanlar şüphesiz ki hain ve İslam düşmanı olmayan iyi insanlar! Ancak işletilen sistemin kendisi esastır, yoksa kimin işlettiği değil, bu ayrıntıyı gözden ırak tutmamalıyız. Daha dün denecek yakın zamanda, Erdoğan'ın "one minute" vicdani itirazına sebep olan Gazze'deki katliamın mimarı eli kanlı katil İsrail Genelkurmay Başkanını, üye olmadığı halde NATO toplantısına katılmak üzere Türkiye'ye özel davetle getirenler bu Başbakanın memurları değil midir? "One minute" çü başbakan nerededir diye sorma hakkımız yok mudur? Neden itiraz edemiyor, gelmesini engelleyemiyor?
Ayrıca hatırlayalım; Erdoğan'ın Dışişleri Bakanı, "one mınute" den hemen sonra Hamas'a ne diyordu: "karar verin, ya demokratik bir parti olacaksınız yahut da silahlı bir örgüt". Yani, sen silahı bırak diyordu. Bu ne demektir: silahsız ve savunmasız kalan Filistin'e karşı ey İsrail sen işlerini rahat yürüt, demektir. HAMAS'a işgalci İsrail'e teslim ol demektir.
AKP-Gülen koalisyonunun yalnız kendi inisiyatifleriyle, dış destek ve yönlendirme olmaksızın bu değişimi yürüttüğünü söyleyenleri düşünmeye çağırıyoruz.
Doğruyu bulmak için herkes şu soruları sormaya ve cevaplamaya çalışmalı: A- "one minut" çü Başbakan, varlık gerekçesi evvelden "kominist" bloka bağlanan ama Sovyetlerin yarıştan çekilmesi ile varlığı tartışmalı hale geldiği için bu defa varlığı açıkça "İslam" düşmanlığı eksenine oturtulan, fakat sonradan bu gerekçeyi kamufle edecek "terör" kavramı öne çıkarılan Nato'dan Türk askerini neden çekmiyor? B- Günümüzde sadece Müslümanlarla savaşan ve halen işgal edilen Afganistan'da olmadık şiddete ve vahşete sebep olan savaşa neden asker gönderiyor? C- Afganistan'daki katliamlara, kültürel yorumu ve çıkarımı farklı da olsa Müslümanlıklarını tartışamayacağımız ama bize "öcü" gösterilerek "terörist" likle yaftalanan Taliban'a karşı yapılan haksızlıklara bilerek ve isteyerek mi katılmaktadır? D- Hamas'a söylemde de kalsa destek vererek Ortadoğu da kahramanlaşanlar, Ortadoğu üzerinde imaj parlatması yapanlar, işgal edilen ülkeleri ve savunmasız halkı için İslam adına direnen Taliban'ı "terörist" olarak tanımlayan Batılılarla neden aynı noktada durmaktadırlar?
Ergenekonu tasfiye ettiğini söyleyenler hani neredeler? Ergenekonu tasfiyeyi güç yetirenlerin ABD ve NATO'nun İslam'la ve Müslümanlarla savaşında işbirlikçiliği sona erdirmeye güçleri mi yetmiyor? Hala adı var ama kendisi ortalarda yok olan reformları kim yapıyor ya da yapacak? Yalnız AKP-Gülen koalisyonu inisiyatifi mi? Yukarda açıklananlar doğrultusunda bu koalisyon, bir yandan ülkede görece bir özgürleşmeye vesile olurken, aynı zamanda kime ve hangi projelere hizmet ediyor?
Neden darbe amaçlı terör örgütü yöneticisi olmaktan yargılanan emekli kuvvet komutanları serbest bırakılmakta, Genelkurmay Başkanı'nın bile "kanuna göre hakkında dava açılan komutanların Milli Savunma Bakanınca görevden alınabileceği" hususu açıkça ifade edildiği halde, AKP hükümeti yasayı uygulamada aciz kalmakta, ürkek davranmakta, terör örgütü yöneticisi olma iddiası ile yargılanan komutanlar hâlâ orduya komuta etmeye devam etmektedirler.Bu siyasi irade mi, Ergenekon çetesini ve darbecileri tamamen kendi inisiyatifi ile tasfiye edecektir? Bunları sormak ve cevabını bulmak Müslümanlar olarak bize düşmez mi? Türkiye'nin önemli ülke olarak yer alacağı ve oluşturulmaya çalışılan küresel kapitalist yeni düzende, kendi geleceğimizi ve ümmeti düşünmek, ona göre strateji üretmek için bu soruları sormak, değerlendirmeleri doğru yapmak yalnız Allah'a kulluğumuzun ve İslami sorumluluğumuzun bir gereği değil midir?
Statükocu ve değişimci taraflar
Değişime karşı duranları, statükoyu savunanları; CHP, MHP, ordu, cuntacılar, Kürt ve Türk Ergenekoncuları, mafya, medya, besleme sermaye olarak sıralayabiliriz. Buna karşı değişimcileri; AKP-Gülen hareketi, muhafazakâr kapitalist MÜSİAD, "ortak akıl"cı yandaş STK'lar, yandaş medya, liberal aydınlar ve DTP olarak sıralayabiliriz. Bunların kendi içlerinde homojen olmadıklarını, ancak laik demokratik liberal özgürlükçü bir hedefte ittifak ettiklerini söyleyebiliriz.
Yani biz Müslümanlar, sistemin zulmünü geriletmeye yönelik hak ve özgürlük mücadelesinde, kendi özgün İslami kimlik, değer ve ölçülerimizi koruyarak, kendimizi kendi kavramlarımızla ifade ederek, diğer değişimci kesimlerle hak ve özgürlük mücadelesinde fiili müttefik konumunda görünsek. Hatta zaman zaman da onların gölgesinde kalmadan ve onların kavramlarını, ölçülerini kullanmadan kendi özgün İslami kimlik ve ilkelerimizi koruyarak, sadece zulmün tespiti, telini ve nötr bir hak talebini birlikte gündeme getirsek de, kendi özgün stratejimizi ısrarla sürdüren ve sistem içi gündemlere eklemlenmeyen bir istikameti mutlaka korumalıyız. Bizim için sistem içi araçları kullanmak da, sistemin zulmünü gerileterek görece özgürleşme imkânlarını elde etmeye çalışmak da, sadece, Müslümanların davet ve şahidlik çabalarını daha özgür ortamlarda yerine getirilebilecekleri ve davetimizin muhataplarının da özgürce karar verebilecekleri, içinde yaşadığımız toplumun bu imtihan dünyasında kendisini özgürce gerçekleştirebileceği, iradelerin zorbaların baskı ve ipoteklerinden azade olduğu görece adalet vasatlarına ulaşabilmek amacı ile sınırlı taktik ve konjonktürel bir ihtiyaçtır. Bu tür taktik ihtiyaçları ve buna yönelik sistem içi çabaları abartılı ve ilkesiz bir biçimde öne çıkaran ve yalnız Allah'a kulluk yaparak sadece O'nu razı etmeyi esas alan stratejik hedefimizden ve tevhid eksenli mücadelemizden taviz veren, onu erteleyen ya da ikinci plana iten yönelişlerden sakınmalıyız.
Vakıadan ve toplumsal sorunlara özgün çözümler üretmekten kopmadan, Tevhid eksenli mücadeleye yoğunlaşıp kendi işimize bakalım.
Türkiye'de yapılan değişimlerden sonra, mevcut daha zalim şirk sistemi, olsa olsa görece özgürleşmenin sağlandığı bir şirk sistemi olur. Ama bir Müslüman olarak, tevhid ehli ve sorumlu bir kul olarak Hak'tan yana olmak ve batılla bütünleşmemek, uzlaşmamak, batılın hiçbir türevine razı olmamak durumundayız. Yapılan değişimlerden hareketle olup bitenleri adil değerlendirelim, görece özgürleşmeyi de teşvik edelim ama gündemin kuyruğuna takılıp, beyhude beklentilere kapılıp kendi gündemimizi unutmayalım. Kendi davamızı, tevhidi nitelikli mücadelemizi tavizsiz bir biçimde ısrarla sürdürmeye ve bu yeni durumda ne yapılması gerektiğine yoğunlaşalım. Özgün projelerimiz hazırlayıp sosyalleştirmeye çalışalım. Velhasıl biz kendi işimize bakalım.
Değişimcilerin temel talepleri ve arzuları; ülkede demokratik bir rejim olsun, Batı tipi laiklik yerleşsin, ekonomik rantlar paylaştırılsın, STK'lar rahat çalışsın, din-etnik farklılık-cinsel özgürlük-kültürel çoğulculukla özgürlükler verilsin. Birey kimliği korunsun ve herkes dilediği kimliği çoğulculuk esasına göre seçebilsin. Tam bir seküler ideoloji çerçevesinde şirk sistemi içinde görece daha özgürce bir yaşam biçimi gelsin.
Sadece yerli inisiyatife dayalı sistem içi değişim bile olsa, bizim şirk sistemini görece daha az zalim hale getirerek sürdürmeyi temsil eden bu değişime eklemlenmememiz gerekirken, üstelik bu tür bir değişimle, bölge halklarının ve İslam algılarının da dönüştürülmesinin hedeflendiğini görerek çok daha dikkatli ve tedbirli olmalıyız. Sonuç olarak, şirk sistemi içinde görece özgürlükçü bir değişiminin gerçekleşmesine razı olmak, bu değişimi sağlayanlarla bütünleşmek, laik-demokrat bir mücadelenin içinde yer almak, o istikamette mücadele etmek, sırat-ı müstakimi terk edip, tevhid mücadelesinden vazgeçip, şirk sistemi içindeki gri yollara savrulmak riskini görerek gerekli tedbirleri almalıyız. Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin sopa ve havuç politikalarının tümüne karşı çıkıp özgün Tevhidi Projemizi gündemleştirmeliyiz. Dönüştürme projelerine alet olmamalıyız. Sekülerleşme, bireyselleşme, liberalleşme tehlikesine dikkat etmeliyiz. Zalimlere meyletmemeli, yaratmanın da emretmenin de Allah'a ait olduğunu unutmamalıyız. Bilgilenmeli ancak sahip olduğumuz bilgi ile böbürlenmemeliyiz. Bilgilenmeyi ahret için ameller yapmak amacıyla gerçekleştirmeli ve bu bilgiyle hayatımızı ibadet kılmaya çalışmalıyız. Şirk sistemine karşı, sistem içi hak ve özgürlük mücadelesini de ekseninden asla çıkarmayacağımız tevhid ve adalet mücadelemizi, vahyin belirleyiciliğinde Kur`an`ın hükümleri hâkim olana kadar sürdürmeliyiz.
Kalabalık bir topluluğun katılımın yaşandığı konferans, sorulan sorulara verilen cevaplarla son buldu.