İLKAV’ın düzenlediği ve Mehmet Pamak’ın konuşmacı olduğu “Türkiye’de Eski ve Yeni Statükonun Değerlendirilmesi ve Müslümanların Tutumu” konulu konferans, 15 Nisan 2012 tarihinde “İLKAV Konferans Salonu”nda gerçekleştirildi.
Türkiye’deki eski ve yeni statükoyu doğru analiz etmek ve İslami bakışla doğru sonuçlar çıkararak Müslümanlara ufuk açıcı perspektifler, tedbirler, öneriler sunmak, İslam’ın ve Müslümanların geleceği bakımından önemli ve zorunlu bir çabadır. Baskıcı, yasakçı, ideolojik dayatmacı şedit zalim, darbeci, despot eski statükonun yerine oluşturulmaya çalışılan ve görece özgürlük vadeden yeni statükoya, bu statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi içselleştirdikleri halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerin bu tutumlarının değerlendirilmesi ve ibretler çıkarılması, bu kesimin politikalarını ve örtüştükleri küresel emperyal projeleri ifşa edip, İslam’ı ve Müslümanları dönüştürmeye dair uygulamalarına itiraz edip uyarıcı olmak önemli bir sorumluluktur.
Ancak, bu sistem içi değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak, aktif destek kararı alıp eklemlenen ve giderek muhalif olma bilincini de yitirip AKP politikaları eksenli edilgen tutumlar takınan, hatta son zamanlarda daha da ileri giderek bu politikaların savunuculuğunu medyada üstelenmek suretiyle doğrudan bu cephede yerini almaya doğru evrilen kimi tevhidi uyanış öbeklerinin, tevhidi uyanış sürecine çok daha büyük zarar veren tutumlarının analizini yapmak ve bu konuda “emri bil maruf nehyi anil münker” görevimizi yerine getirmek çok daha önemli bir sorumluluktur.
Bu tür kapsamlı bir analiz, “gidişatı doğru okuyup tedbirler almamız; emri bil maruf bağlamında uyarılarda bulunmamız”; “İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz”; “gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhidi mücadelemizin istikrar ve sürekliliği” ile “içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz” gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli mükellefiyetlerimiz bakımından büyük önem arz etmektedir.
İşte bu önemli sebeplerle gerçekleştirilen “Eski ve Yeni Statükonun Değerlendirilmesi ve Müslümanların Tutumu” konulu konferans, oldukça uzun sürmesine rağmen dikkatle takip edildi ve çok sayıda soruyla daha da açılması sağlandı. Yaklaşık iki buçuk saat süren konferansın, namaz arasını müteakip gerçekleşen sorular bölümü de bir saat kadar devam etti. Büyük ilgi görmesini ve konuşma metninin çok sayıda dinleyici tarafından talep edilmesini dikkate alarak, konferansın geniş özetini muhtevi haberimizi iki bölüm halinde okuyucunun ilgisine sunmayı planladık. Konferans İLKAV’ın geleneksel çay ve simit ikramıyla sona erdi.
Son derece güncel ve önemli olan bu konferansın geniş özetini iki bölüm halinde ilginize sunuyoruz. Bu haberde, birinci bölümünün geniş özetini sunuyoruz. Daha sonra da ikinci bölümün geniş özetini ilginize sunacağız inşallah.
Konferansın ilk bölümünün geniş özeti:
Şedit zalim Kemalist eski statüko (Askeri – bürokratik vesayet) dönemi ve zora dayalı sekülerleştirme modernleştirme politikaları
Statüko: süregelen yerleşik, durağanlaşmış, yozlaşmış düzen; sahipler, egemenler üreten, onlara çıkar ve rant sağlayan ve bu yüzden de değişmesi istenmeyen durum anlamındadır.
İnsan hayatının ve toplumların handikaplarından birisi de, statüko ve konformizmdir. Kur'an-ı Kerim'deki kıssalara baktığımızda, Hak din temsilcileri ve onları yönlendiren vahiy, hep var olan statükoya ve egemen güçler oluşturup statükolaşma sürecine girmeye karşı mücadele etmişlerdir. Her statüko, egemen sınıflara iktidar ve rant sağlayan, kilitlenmiş, tortulaşmış, durağanlaşarak kokuşmuş ve geniş halk kitlelerine zulmeden, sömüren bir yapıyı içerir. Ve her statükonun sahipleri, bu sorunlu yapının insani-fıtri ve vahyi ölçülerle çözüme, adalete ve değişime zorlanmasını mutlaka dirençle karşılarlar.
Değişime ve adalet arayışlarına karşı direnen egemen statükonun sahipleri, statükonun dinî söylemiyle halkı Allah ile aldatarak, var olan statükoya sahip çıkmaya çağırıp, yönlendirmeye çalışırlar. Öyle ki, zihinleri işgal altında olan mustaz’af kitleler bile (Cumhuriyet mitinglerindeki işçi sendikaları misali), zulmeden egemenlerin çağrısına uyarak, statükonun dini olan “atalar dini”ne sarılırlar ve kendilerine daha fazla özgürlük getirecek görece değişimlerin bile karşısına dikilirler ve zulmüne, sömürüsüne muhatap oldukları statükonun savunuculuğunu bizzat yapmak aymazlığını yaşarlar.
İslam ise, inananlarını, tevhidi bir imanla, yeryüzü ilahlığını statükonun sahipleri olan tağutlara veren “atalar dini”ne (statükonun dinine) karşı itiraza, kıyama, itaatsizliğe ve adaleti ikame ederek statükoya son vermeye çağırır. Bütün insanların ilahı ve Rabbi olan Allah’ın hükümleriyle hükmederek adaleti ikame etmeyi, şura ile karar vermeyi, emaneti ehline vermeyi emreder. Emri bil maruf ve nehyi ani’l münker sorumluğunu hem devlete hem de mü’min fert ve İslami cemaatlere yükleyerek, sapma ve savrulmalara, statükolaşmaya karşı tedbirler alır. Sürekli bir değişimi, inkılabı ve yenilenmeyi hedefleyen, iki günü bir olanı ziyanda sayan, ruczdan hicreti, akıdevi ve ahlaki bütün pisliklerden, kokuşmuşluktan, yozlaşmadan, haksızlık, sömürü ve zulümlerden uzaklaşıp arınmayı ve adaleti ikame etmeyi, ölüm gelene kadar sürdürmeyi emreden bir din olarak, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden, durağanlık, zulüm ve kokuşmuşlukla özdeş olan statükolaşmaya karşı çıkar ve bu hale gelmeyi engelleyecek devrimci ölçü, ilke ve değerleri barındırır.
Buna rağmen, siyasal bir sapma olan uzun saltanat döneminde de, Kur’an’dan uzaklaşılarak Emevi, Abbasi ve Osmanlı benzeri statükolar oluşturulmuş ve bu statükoların sorgulanıp ortadan kaldırılmasını engellemek, kitleleri statüko ve uygulamaları konusunda ikna etmek için, statükoyu ve uygulamalarını meşrulaştırmaya yönelik din algıları üretilmiş, bu amaçla hadisler uydurulabilmiş, hurafelere dayalı tefsirler yazılabilmiştir. Bu saltanat sürecinde, resmi alandaki siyasal savrulmaya rağmen, ferdi ve toplumsal sivil alanda İslami duyarlılıklar ve İslami hayat tarzı uzun süre korunabilse de, zamanla bunlarda da erozyon yaşanmış, giderek Kur’an mehcur bırakılarak, Resulün (s) güzel örnekliği terk edilerek, tevhidi nitelik yitirilerek zillete sürüklenilmiş ve en sonunda Cumhuriyet dönemindeki büyük zulüm dönemine kadar gelinmiştir.
Kemalist Sistemin, Düşmanlaştırıp Yasakladığı İslami ve Kürt Kimlikleriyle Savaşı
Saltanat sürecini müteakip, Türkiye’de Cumhuriyet adı altında kurulan yeni sistem ve statüko, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve düşman algısında 1. sıraya oturtuldu. Hilafet kaldırıldı, İslami eğitim yasaklandı, medreseler kapatıldı. İslam şeriatı ile hükmetmeye son verilip, Avrupa’nın faşist yasaları, seküler hukuku ithal edilip dayatıldı.
Ancak, halkın İslami duyarlılıkları dikkate alınarak, yeni statükonun razı olacağı ulusalcı laik Kemalizme uyumlu bir resmi din algısı oluşturmak da ihmal edilmedi. Çünkü yaşanan itirazlar, tepkiler, isyanlar sebebiyle, dine açık düşmanlıkla ve cepheden din karşıtlığı yaparak halkı kazanıp sisteme eklemlemenin mümkün olmadığını kısa sürede anlamışlardı. Bu sebeple, laiklik ilkesine uygun faaliyet yapmak, laik devletin politikalarını, “Allah ile aldatarak” halka benimsetmek, yani statükoyu destekleyecek resmi din algısı oluşturmak için cami, vaaz ve hutbeleri kullanmak üzere Diyanet teşkilatı oluşturuldu. Üstelik, İslam’ı ve Müslümanları Laik devlet adına denetlemek ve halkı resmi din anlayışına yönlendirmek amacını güden Diyanet, rejimin en önemli teminatı olarak görevlendirilen Genelkurmay Başkanlığı ile aynı yasa içinde yer verilerek kuruldu.
İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalanıp, bu ortak değerlerin kaldırılması sonucunda da, İslam’dan boşaltılan ortak üst kimlik alanını doldurmak amacıyla Türk ulusalcılığına dayalı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılıp, bu resmi ideoloji bütün halklara bütün hayat alanlarında dayatıldı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi.
Çünkü aynı resmi dinin yani “ulusalcı laik Kemalizm”in diğer temel ayağı ise Türkçülük olduğu ve bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumda gören, adaletle kucaklayıp kardeşleştiren İslam ve ümmet bilinci dışlandığı için Kürt kimliği de İslami kimlik gibi ötekileştirilip dışlanmış ve aynı inkârcı asimilasyoncu politikalara muhatap kılınmıştır.
Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki “düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi.
Asker bürokratların liderliğindeki oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslamı ve Kürt kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkarcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi.Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı kadroların çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler.
Baskı ve Şiddet Eksenli Kemalist Dayatma Sonucu, Fıtri-İnsani Değerlerin Tükenişi Toplumu Çürütmüştür
Kemalizm, yaklaşık 80 yıllık uygulamasında ve halen sürdürülen jakoben baskıcı politikalarla bütün toplumsal hayatı kuşatarak büyük haksızlık ve zulümlerin altına imza atmaktadır. Bu uzun süreçte ve halen devam eden zorbalığa, militarizme dayalı bu ideolojik politikalar yüzünden ülkenin yaklaşık yüz bin insanı canını kaybetmiş, yüz milyarlarca dolar maddi kaybı olmuş, yüz binlerce masum insan ideolojik kararlarla hapishanelere doldurulmuş, yansıma yoluyla on milyonlarca insana büyük acılar ıstıraplar yaşatılmıştır.
Bir yandan ideolojik eğitim, kültür, medya kurumları aracığıyla sisteme payandalık yapacak niteliksiz nesiller yetiştirilmeye çalışılmış, bir yandan da her şeye rağmen dönüştürülememiş olanlar, yine de itiraz edip, özgürlük ve adalet talep edenler çıkarsa onları da tekrar hizaya sokmaya yönelik baskı politikaları devreye sokulmuş, İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere ve bugünkü ideolojik yargıya kadar, yargı da bu amaçla bir kırbaç gibi kullanılmıştır.
1923 İzmir kongresinden itibaren kapitalizme eklemlenme, sömürü ve adaletsizlik politika haline getirildi. Sonuçta, geniş kitlelerin sefalete mahkum edilirken, bugün TÜSİAD çevresinde toplanan yandaş burjuva sınıfının oluşturulması için, ülkenin kaynakları asker ve sivil bürokratlar ile yandaş tüccarlara peşkeş çekildi. Fakir kitlelerin, dar gelirlilerin sefaleti pahasına, onlardan alınan vergilerden ve hazineye ait imkanlardan, yandaş sermayedarlara doğru sürekli kaynak transferi yapıldı. Böylece, rejimi ayakta tutacak sermaye sınıfı oluşturuldu, medya ve kültür kurumları bu sermayedarların tekelinde toplanarak, halk, Kemalist statüko ve zulüm politikaları lehinde aldatılıp, dayatılmak istenen seküler kültüre doğru yönlendirildi.
Bu sebeple, darbeler, çeteler ve askeri vesayet rejimi süreklilik arz etmiş, ülke halkları, oligarşik güçlerin baskısı altında hizaya sokulmaya çalışılmıştır. Faili meçhuller, yargısız infazlar, birçok cana kıyan provokasyonlar, halk kesimlerini birbirine kırdırmaya yönelik kışkırtmalar, haksızlıklar, adaletsizlikler, işkenceler, insan hakları ihlalleri, ideolojik, ırkçı ve ekonomik zulümler, soygunlar, sömürüler, yolsuzluklar, işsizlik, açlık, sefalet, gelir dağılımı adaletsizlikleri hep Kemalist sistemin ürünü olarak ortaya çıkmış ve toplumu sürekli bunalımdan bunalıma sürüklemiştir.
Resmi ideolojik büyük gözaltında, bu büyük ideolojik kuşatma altında, İslami kimliğinden koparılan, ruhları kirletilen, zihinleri işgal edilen, beyni yıkanan, fıtratları bozulan nesiller, sağlıklı ve özgür bir eğitim vermeyen, “iyi insan” yetiştirmeyi değil materyalist, pozitivist zulüm ve sömürü sistemini ayakta tutacak tek tip ideolojik robotlar yetiştirmeyi hedefleyen okullarda ideolojik baskılarla öğütülerek sistemi yaşatacak kişiliksiz payandalar haline getirildiler. İmtihan dünyasında kendileri olmaktan, kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânından mahrum bırakılıyorlar. Baskılar altında değiştirilemeyenler de, ikiyüzlü olmaya zorlandılar. Sonuçta zora dayalı dönüştürme projeleri ve bu baskı karşısında yaygınlaşan çıkarcılık, oportünizm, şahsiyetlerin ve toplumun yozlaşmasına, çürümesine yol açtı.
Dinde tevhide karşı olan Kemalizm’in “tevhid-i tedrisat” yasasıyla, farklılıkları yok eden, tek tipçi materyalist eğitim politikalarını esas alarak gerçekleştirilen pozitivist eğitimle, fıtratlar bozulmuş, insanları ikiyüzlülüğe sevk eden, şahsiyetleri yıpratan ideolojik dayatma ve beyin yıkamalar sonucunda, çıkarcı, egoist, materyalist, niteliksiz yığınların ortaya çıkması sağlanmıştır. Başta Müslümanlar olmak üzere resmi ideoloji olan Türk ulusalcısı ve materyalist Kemalizm’i benimsemeyenlere ise, çocuklarını kendi din ve ideolojilerine göre eğitme hakkı tanınmamış, bütün kesimlerin vergileriyle finanse edilen okullar resmi dinin dönüştürme merkezleri olarak kullanılmıştır.
Cahilleştirici “harf inkılabı” da, ülke halklarının hafızasını silmek, yeni devlete payanda olacak, oligarşiye iktidar ve rant sağlayan statükoyu ayakta tutacak köksüz bir “ulus” oluşturmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu suretle, tekrar köke, kaynağa ve özgün paradigmaya dönüş imkânsızlaştırılmak ya da en azından zorlaştırılmak istenmiştir. Böylece, köksüz, tarihsiz, kimliğini, özgün inanç ve değerlerini kaybetmiş, kaynaklarına, kütüphanelerine karşı, kör, sağır ve dilsiz konuma getirilmiş, okuma yazma oranı düşük, cahil bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olunmuştur.
Okulları, paganist batı kültürüyle örtüşen Kemalizm dininin tapınakları haline dönüştürenler, ilimden uzak, resmi ideoloji ezberciliğini esas alan programlarla, toplumun eğitim ve kültür seviyesinde büyük erozyona sebep olmuşlardır. İşte Kemalist eğitim sisteminin bu hedefi, bugünkü çürümenin gerçek sebebini teşkil etmektedir. Tornadan geçirilen nesillerin fıtratlarının bozulması, şahsiyetlerinin öğütülmesi ve özgün paradigmalarından, kendisine anlam, değer ve şahsiyet kazandıran kimlik değerlerinden soyutlanması sonucunda, kendisi de, başkası da olamayan, gerçekten ne idiğü belirsiz, nev-zuhur bir toplum ortaya çıkarılmıştır.
İlahlaştırılan “kutsal ulus devlet”, her şeyin ve herkesin sahibi ve maliki olarak her şeyi belirleme yetkisine sahip kılınmıştır. Bu ilahın kulları olarak tasarlanan vatandaşlar ise, ilah devlete vergi vermek, zorunlu askerlik yaparak bu ilah ve dini uğrunda ölmek yükümlülüğü ve resmi ideolojiye sadık, itaatkâr olma zorunluluğu olan, resmi törenlerde/ayinlerde bu dinin kutsallarına ibadetle/itaatla sorumlu olan, fakat hiçbir hak ve özgürlüğü de bulunmayan köleler olarak kabul edilmişlerdir.
Üstelik vatandaşlar, kendilerine zorla dayatılan bu dinin ayakta kalması için gerekli olan bütün finansmanı da sağlamak, resmi törenlerin, inanmadıkları resmi dinin dayatıldığı seküler tapınak konumuna getirilmiş okulların, kışlaların ve seküler rahip konumundaki bürokratların bütün masraflarını da karşılamak zorunda tutulmuşlardır. Bizim vergilerimizle yapılan bu laik okullara bile kendi din ve inancımızı koruyarak, İslami kimliğimizle girmemiz yasaklanmıştır.
Kemalizm dinine bağlılık andı içirilen, seküler tapınaklar haline getirilmiş, militarizmin kışlaları konumuna indirgenmiş okulların masraflarının ve Kemalizm dininin büyük masraflarla kutlanan bayramlarının finansmanının, bu seküler dine inanmayan Müslümanlara ya da diğer din ve düşünce kesimlerine ödettirilmesi büyük bir ahlaksızlık olarak ortada durmakta ve bu dinin herkese dayatılması zulmünün yanında ikinci bir zulmü oluşturmaktadır.
Bu yaygın ideolojik kuşatma ve toplumu çok yönlü “öğütme” politikası, ilk-orta öğretimden yüksek öğretime, askeri okullardan özel okullara, medya ve kültür kurumlarından halk evlerine kadar çok geniş bir alanı kapsayacak derecede yaygın olarak halkın değerlerine ve kimliğine saldırıyı içine almaktadır. İnsanların, imtihan sebebiyle bulundukları bu dünyada, özgür iradeleriyle kendilerini gerçekleştirmelerine, fıtratlarını koruyarak tekamül ettirmelerine fırsat verilmemekte, iradelere konulan ipotekler ve körpe zihinlerde gerçekleştirilen jakoben işgallerle, fıtratlar bozulmakta, insani erdemler ve idrakler köreltilmekte, akıl ve düşünce dumura uğratılmaktadır.
İslam’a ve Müslümanlara yönelik “irtica, dogma ve boş inanç” suçlaması yapanlar, gerçek anlamda dogmatizmi ve boş inancı, eğitim kurumlarında dayatılan resmi ideolojinin temsil ettiğini göremeyecek derecede kördürler. Tevhid-i Tedrisat’la İslami eğitimin ve İslami değerlerin yasaklandığı, Kemalist dogmacılığa teslim edilen eğitim sisteminde ve İslam düşmanı laik despotizmin hamiliğini yaptığı üniversitelerde ilim ve düşünce yok edilmiş, militarizmin ve resmi ideolojinin dogmatik kalıpları içinde niteliksiz bir gençlik yetiştirilmiştir. Sonuçta insanımız kendine ve Rabbine yabancılaştırılarak, “anlam”sızlık ve “değer”sizlik bataklığında boğulmuştur. İnsanı insanın kurdu haline getiren, başkalarının haklarını gasp etmeyi kendisi için hak kabul eden materyalist, seküler egoizmin yaygınlaşması sağlanmıştır.
Toplumsal Bir Cinnetin Yaşandığını, Kemalist CHP Bile İtiraf Edip Mecliste Araştırma Önergesi Vermiştir
Her gün haberlerde yer alan ve artık münferit olaylar olmaktan çıkmış, toplumun cinnet geçirdiği imajını verecek kadar çok yaygınlaşmış şiddet olayları; annesini öldüren üniversiteli kızlar, yeğenlerini doğrayan dayılar-amcalar, kız arkadaşının kafasını kesip çöpe atan zengin-eğitimli gençler, kalabalıkları tarayan hasımlar, kendisini trafikte yaptığı hatası için uyaranı bile hemen anında bıçaklayan kabadayılar. Çoluk çocuğunu, karısını dövenler, boşananlar, cinnet geçirip bütün aile fertlerini öldürdükten sonra intihar edenler. Anasını kesen evlatlar, kızını taciz eden sapık babalar, küçük çocuklar da dâhil yaygın olarak yaşanan tâciz ve tecavüzler, tinercilerin, sokak çocuklarının ortaya çıkması ve giderek artması, genç insanların teröre itilmesi, nüfusun % 85’inin ekmek ve özgürlük arayışı içinde ülkesini terke hazır hale gelmesi kimin, hangi ideolojinin eseri?
Alkol, uyuşturucu, çeteleşme ve şiddetin, pornografinin, fuhşun ilköğretim okullarına kadar inmesi ve toplumu kuşatması, öğrenciler arası şiddetin ve çeteleşmenin önlenemez boyutlara ulaşması, öğretmen ve öğrenci arasındaki şiddet olaylarının çok sıklaşması, sevdikleri gençler uğruna birbirini bıçaklayan liseli kız olayları, Türkiye’nin çocuk pornografisi sapkınlığında dünya ülkeleri arasında ön sıralara çıkması ve bu sapkınlığın öğretmen-öğrenci ilişkilerine kadar yayılması, hırsızlığın, yolsuzluğun, yoksulluğun, suistimal ve sömürünün yaygınlaşması, zenginin daha zengin, fakirin daha fakir kılınması, lüks ve israf içinde yaşayan azgın beyaz azınlığın yanında geniş halk kitlelerinin fakirliğe, açlığa, sefalete ve işsizliğe mahkum edilmesi neyin göstergesidir?
Sürekli bunalım içinde yaşayanlar, devletin çıkarı ve ideolojisiyle adaletin tecellisi çeliştiğinde devlet çıkar ve ideolojisini tercih ederiz demekten çekinmeyen sözde adalet dağıtıcısı yargıçlar, savcılar, adalet tesis edilmediği için, kendi hukukunu kendisi ihdas etmeye kalkanlar, darbeci ve çetecilerle işbirliği yapan yargıçlar, darbe-çete yanlısı üniversite rektörleri ve Profesörleri. Kendilerine emanet edilen silahları çalıp toprağa gömerek halka karşı katliam provokasyonları yapmayı planlayan subaylar, generaller. Bunların hepsi çok yaygın ve derin bir toplumsal çürüme ve yozlaşmanın işaretleridir.
İslam düşmanlığı ve Batının materyalizmi üzerine kurulu, yozlaştırıcı, çürütücü bu kokuşmuş düzeni ayakta tutmak için, dogmatik kafa yapısı ve ideolojik bağnazlık ve taassupla sürekli darbeler yapan, yargıyı sopa gibi kullanan, şiddeti tırmandıran, terörü azdıran, mazlum halkın çocuklarını ölüme sürüp “şehid oldu” diyerek “Allah ile aldatan” hep Kemalist statüko. Ele geçirdiği iktidar ve rantı her şeye rağmen sürdürmek uğruna, Susurluk, Şemdinli, Ergenekon vb çeteleri kurup PKK ile de işbirliği halinde provokasyonlar, suikastler, katliamlar yapanların hepsi, Kemalist sistemin iktidar ve rantı gasp etmiş oligarşik güçleri.
Bütün bu çürümenin sorumlusu, şüphesiz ki, toplumun var olan İslami kimlik ve değerlerine savaş açan, “kalkınmak için, önce toplumda var olan namus ve din anlayışını kaldırmalıyız” diyerek yola çıkan[1], Şerif Mardin’in ifadesiyle kendisi de “iyi, güzel, doğru”ya dair hiçbir değer üretemeyen Kemalist resmi ideolojidir. Bütün bu yozlaşmanın ve çürümenin müsebbibi, resmi ideoloji dayatan oligarşik despotizm ve statükonun dini olarak egemen kılınan, hayatın bütün alanlarını kuşatmak üzere zorla dayatılan militarist Kemalizm dinidir.
İşte bu derin yozlaşma ve çürüme sonucunda ortaya çıkan toplumsal cinnetten bizzat bu halin sorumluları bile şikâyet etmeye başlamışlardır. 09 06 2009 tarihinde CHP, TBMM Başkanlığı’na, “Toplumu derinden etkileyen, tedirgin eden, toplumsal yapıyı tehdit eder hale gelen, hızla artan ve yaygınlaşan cinnet, cinayet ve intihar gibi şiddet olaylarının nedenlerinin ve toplumsal yapı üzerindeki etkilerinin her yönüyle belirlenerek gerekli önlemlerin alınması amacıyla” bir Meclis Araştırma Önergesi verdi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Selvi ve CHP milletvekillerinin imzasıyla hazırlanan araştırma önergesinde, ülkede yaşanan cinnet, cinayet ve intihar olaylarının her geçen gün arttığı, vahşet boyutlarına ulaştığı belirtildi. Değişik tür ve yoğunluktaki şiddet olaylarının toplumsal yaşamın hemen hemen her alanında, evde, işte, sokakta, okulda, maçta, trafikte, konserde yaşanır hale geldiği kaydedilen Meclis Araştırma Önergesi’nde yılın ilk 5 ayında basında yer alan büyük vahşet ve katliam haberleri örnek gösterildi. CHP’nin önergesinde “Vahşet boyutuna ulaşan bu yaşanan olaylar, toplumda ‘Toplumsal cinnet mi geçiriyoruz?’, ‘Cinnet toplumu mu oluyoruz?’, ‘Öfke ve şiddet toplumuna mı dönüşüyoruz?’ sorularının ciddi bir biçimde sorulur hale gelmesine neden olmuştur” denildi
Bizzat TBMM ve diğer devlet kurumlarınca hazırlanan pek çok rapor ve anket de, bu ülkede nasıl bir kültürel ve ahlaki çürüme ve yozlaşma yaşandığını sürekli haykırmakta, dibe vuran, çürüyen devlet ve toplum bu işaretlerle SOS vermektedir. Özgürlükleri yok ederek, insan haklarını ihlal ederek militarize edilmiş okul sisteminden, gençliği bunalıma iten, niteliksizleştiren bu ideolojik eğitimden vazgeçilerek, fıtri, insani erdemleri koruyup geliştiren, halkımızın öz değerlerine alan açan özgür bir eğitime geçilmesi, geç kalmış ve ertelenemez bir hak ve özgürlük talebi, hayati önemi haiz bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır.
Avrupa’nın faşist dönemini taklit ederek Kemalist sistemi kuranlar, taklide süreklilik kazandırsalardı, yani statik değil de dinamik bir taklidi esas alsalardı, Batının faşizm sonrası yakaladığı görece özgürlükçü dönem de kendiliğinden Türkiye’ye getirilmiş olurdu. Yine şirk sistemi devam etse de, hiç değilse Batıdaki görece özgürlük seviyesi yakalanarak, yaşanan yaygın zulüm bir miktar geriye çekilmiş olurdu.
Sistem İçi Değişimle Statüko Yenilenmeleri, Sopa ve Havuç Politikaları
80 yıl süresince kullanılan sopa ve havuç politikaları ile halk, Batı kültürüne uydurulmaya, Kemalizme göre terbiye edilmeye çalışılmıştır. Sopa dönemleri (sistemin ömrünün yarıdan fazlası), tek parti dönemi, CHP-DYP-ANAP koalisyon iktidarları, fiili darbe dönemleri, olağanüstü hal dönemleri ve sıkıyönetimli dönemlerdir. Bu dönemler, zora, baskıya, şiddete ve toplum mühendisliğine dayalı zorba modernleştirme, sekülerleştirme süreçleri olmuştur. Sekülerleşmenin en başarılı olduğu, en fazla sonuç aldığı dönemler ise, hep havuç dönemleri, halka yakın duran siyasi iktidar dönemleri olmuştur. Bunlar, sırasıyla Menderes dönemi, Demirel’in kısmen ilk dönemi, en belirgin olarak Özal dönemi ve bugün gönüllü sekülerleşme dönemi olan AKP dönemidir.
Her sopa dönemini müteakip, yaptığı zulümlerle, baskı ve yasaklarla, adaletsizliklerle yozlaşan, çürüyen ve çökmeye yüz tutan sistemi, halkta biriktirdiği öfkenin patlamasıyla yaşanacak isyandan ve yıkılmaktan kurtaracak bir havuç dönemi gelmektedir. Böylece, sisteme karşı öfke birikimi oluşan kitleler, bu görece özgürlükçü ve halka daha yakın politikalar uygulayan hükümetler üzerinden sisteme eklemlenmekte ve sistem her seferinde öfkeli halkın kimi taleplerini karşılayarak kendini yenilemektedir.
Sistem içi her yeni statüko oluşumu, daha önceki sopa dönemlerinde gasp edilmiş faraza 100 birimlik hak ve özgürlüklerden 5-10 tanesini havuç politikası döneminde iade ederek, statükonun din algısını halkın dini duyarlılıklarına kısmen paralel ölçülere taşıyarak ve eski statükonun sahiplerince ele geçirilmişiktidar ve ranttan kısmen halk kesimlerine ve daha çok da yandaş kesimlere pay aktararak, eski statükonun zulmünden bunalmış halk kesimlerini rahatlatmakta ve sonuçta yeni statükonun yandaşı haline gelip sisteme eklemlenmelerine yol açmakta ve böylece de sistemi yeniden üreterek ömrünü uzatmaktadır.
Sistemin çürüdüğü ve çökmeye yüz tuttuğu bu son dönemde de, yeni statüko oluşturularak sistem yeniden üretiliyor
Bir çok yazarın da tespit ettiği üzere, 28 Şubat darbesinin açtığı yaralarla, yaptığı zulüm, sömürü ve soygunlarla, zalim Kemalist sistemin çökmeye doğru sürüklendiği son süreçte AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde sistemin kendini bir daha yeniden üretmesi anlamındaki son sistem içi değişim-demokratikleşme sürecine girilmiştir.
Serdar Turgut, Haber-Türk’teki “AKP Cumhuriyeti Kurtardı” başlıklı yazısında; “Vatandaşlarının büyük bölümünü acımasızca ötekileştiren ve onların her türlü meşru talebini, çok küçük sayıdan oluşan bir oligarşinin taleplerini karşılamak için görmezden gelen iktidarlar döneminde cumhuriyet içten içe çökertilmeye başlanmıştı. Merkez medyada dönemin iktidarlarıyla kurulan ahlaksız ilişkiler dolayısıyla oligarşi-medya iktidar üçgeni arasında ülkenin vatandaşları rejimden hızla yabancılaştırılıyor ve her geçen gün insanlar bir isyana doğru yaklaşıyordu. (…) Cumhuriyet sistemi AKP iktidara gelmeden önce bu anlattığım düzen nedeniyle bütünideolojik meşruiyetini yitirmişti.” Turgut, AKP iktidarının hemen öncesinde Türkiye’de rejimin varoluşsal bir krizinin eşiğinde olduğunu, rejimle halk kitleleri arasındaki bağın neredeyse tamamen koptuğunu ve rejimin meşruluğunu büyük ölçüde yitirdiğini söylüyor.
Serdar Turgut,“Cumhuriyetin en inançlı bayramı” başlıklı bir diğer yazısında ise şu tespitleri yapıyor;“Kimse farkında değildi ki, bu rejim suni teneffüsle ayakta durmaktaydı ve içten içe çürümekteydi. Kendilerine laik diyen rejim bekçileri, bu içten içe çürümenin farkında değillerdi. Onlar sanki hiçbir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürüyorlardı. İktidar-sermaye-medya arasında bir ahlaksız ilişki kurulmuştu ve bir kısırdöngü sürdürülmeye çalışılıyordu. AKP iktidara gelmeden birkaç yıl öncesinde cumhuriyet rejimi çökmek üzereydi. Arap Baharı’nda yaşananlar az daha Türkiye’de de yaşanacaktı. Bıçağın kemiğe dayandığını hisseden çoğunluk, kendisinin mahrum kılındığı yaşam stilini ve inanca göre yaşama özgürlüğünü artık istiyordu. Bıçağın kemiğe dayandığı o ortamda, kendilerine karşı haksızlık yapıldığını düşünen çoğunluk, rejime karşı başkaldırma aşamasına geliyordu. AKP iktidara büyük umutlar vererek gelmeseydi, cumhuriyet rejimi tehlikeye düşecekti. Kendilerini bekçi sananlar, AKP’nin rejim için tehlike olduğu karşı propagandasını yayarken asıl tehlikenin kendileri olduğunu unuttular. Asıl kendi zihniyetlerinin sürmesi halinde bu rejimin tamamen çökeceğini görmediler. Aslında hâlâ bunu görmekte zorlanıyorlar. İnanılmaz bir ideolojik körlük söz konusu anlayacağınız. AKP’nin başarısının temelindeki en önemli nokta, Erdoğan’ın vizyonu sayesinde, kurucu ideoloji nedeniyle 80 küsur yıldır sistemden dışlanmış gibi yaşamak zorunda kalan insanları tekrar sistemin içine çekmek oldu; kitleleri AKP sisteme eklemledi. Bugün biz tarihimizin en inançlı Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyoruz. Artık rejim aksak, topal değil.Cumhuriyet rejiminin temelinde bir kara delik gibi durmakta olan inancın dışlanması olayı bitiridi. İnanç, cumhuriyet rejiminin esaslarına eklemlendi. Sizi bilmem ama benim gönlüm artık, Cumhuriyet Bayramı günlerinde Atatürk’ün resminin asıldığı her yerde yanına Recep Tayyip Erdoğan’ın da resminin asılmasını istiyor. Çünkü bu iki kişi arasında derin bir bağlantı olduğunu hissediyorum.”
Tabii ki, bir yandan Türkiye’nin laik demokratik cumhuriyet sisteminin çöküşünü durdurup yeniden inşa ederken, diğer yandan toplumun İslam algısı da dönüştürülüp yeni statükonun razı olacağı, hatta üzerine inşa edileceği “ılımlı laiklik”le örtüşen, kamusal alana müdahale etmeyen, ekonomik, siyasi ve hukuki alanlara yönelik iddialarından vazgeçip bireysel ibadetler alanına çekilmiş “Ilımlı İslam” ya da “Protestan İslam” haline getirilmektedir. Böylece, yeni statükonun inşasında malzeme olarak kullanılacak statüko dini de, halkın yükselen dini duyarlılık ve taleplerine uyumlu hale getirilerek yenilenmekte ve kitlelerin sisteme eklemlenmesine vesile kılınmaktadır.
Türkiye ve bölgedeki halklar, seküler despot sistemlerin yol açtığı zulüm, sömürü ve adaletsizliğe karşı, haklı isyan ve adalet arayışı zemininde, sistem içi değişime yönlendiriliyorlar
Türkiye’de tıkanan rejimin değişime zorlanması sonucunda yaşanan demokratikleşme süreci, bölgemizdeki diğer değişim süreçlerinin de öncüsü oldu. Ülkemizde 80 yıldır tahakkümünü sürdüren Kemalist laik kapitalist ulus devlet, egemen darbeci bürokratik despotizm ve ulusalcı seküler resmi ideolojisi tıkandı, çöktü.
On yıllar boyunca gerçekleştirdiği hukuksuzluklar, insan hakları ihlalleri, sömürü ve adaletsizliklerle oluşturduğu zulüm bataklığında yozlaştı, yozlaştırdı, çürüdü ve her şeyi, her kurumu ve toplumu çürüttü. Sonuçta kendisinden ve insani erdemlere, fıtrata aykırı ideolojisinden ve zulümlerinden kaynaklanan iç çürümesi yanında, bu ülkede acı çeken, zulme muhatap kılınan ve sistemin zulmüne, sömürüsüne, adaletsizliklerine baş kaldıran, itiraz eden bütün kesimlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedellerin sonucunda, sistem artık bu haliyle sürdürülemez oldu.
On yıllardır, bütün bu zulümlerine rağmen darbeci bürokratik despotizmin arkasında durup destekleyen, batılı emperyalist demokrasiler, artık İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşan, İslam düşmanlığına dayalı radikal laik ve Türk ulusalcısı niteliğiyle bu sistemin devam etmesinin mümkün olmadığını gördüler. Sistem içinde giderek güçlenen, zenginleşen, örgütlenen kimi İslami duyarlılıkları da olan kitlelerin iktidar ve ranttan paylarını almak isteyen arayış ve değişim arzularını okudular. Mevcut haliyle sistemi sürdürmekte ısrarın, bölgedeki çıkarlarına zarar verir hale geldiğini de görerek, sistem içi değişim için harekete geçip kitleleşen bu güçlü eğilime karşı diremenin anlamsızlığını ve kendilerine rağmen meydana gelecek değişimin nereye doğru evrileceğinin belli olmamasının riskini de dikkate alarak, destek verip yönlendirmeyi tercih ettiler.
Türkiye’de eski statükonun zulmüne, bakısına karşı biriken öfke, özgürlük ve adalet arayışı sonucunda oluşan sistem içi muhalif siyasi mücadeleye öncülük eden yerli bir inisiyatif, ülkedeki askeri vesayeti, baskıcı bürokratik statükoyu tasfiye edip, görece özgürlükçü demokratikleşmeyi sağlamak üzere yola çıktığında, askeri vesayeti ayakta tutan küresel güçlerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Kemalist statükoyu ve darbeci vesayeti 80 yıldır destekleyen küresel emperyalist devletler de (ABD ve AB), artık eski statükonun çıkarlarını korumada acze düştüğünü, hatta zarar verdiğini görmüşler, Türkiye’deki sistemi ve onun modelliğinde bütün bölgeyi, yine modern batı paradigması içinde kalarak değiştirecek ve bölgedeki çıkarlarının devamlılığını sağlayacak bir siyasi liderliğe ihtiyaç duymuştur. İşte bu iki arayış ve ihtiyacın örtüşmesi üzerine, Türkiye’nin AKP modeli, ılımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada doğmuş ve zamanla birbirini daha iyi anlayarak, karşılıklı talep ve beklentileri karşılayarak gelişmiştir.
Böylece Türkiye’de sistem içi değişim yol almaya, NATO’nun en önemli müttefiki TSK içinden onlarca darbeci general tutuklanmaya ve bürokratik despotizm tasfiye edilerek yerine, ılımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, liberal demokratik batı standartlarında yeni statüko inşa edilmeye başlandı. Bu konuda sonuç alındıkça aynı model, abartılı bir propaganda eşliğinde ve bölgede kahramanlaşan değişim önderlerinin söylemiyle bütün bölgeye de sunulmak üzere harekete geçildi.
Türkiye’de sistemi değişime zorlayan kesimlerin arasında, en başta merhum şehidimiz Şeyh Said’den beri bedel ödeyen Müslümanlar vardır. İstiklal mahkemelerinden bu yana, on binlerce Müslüman katledildi, on binlercesi de zindanlarda büyük acılar çektiler. Sadece bizim İLKAV ve şahsımız hakkında bile son 22 yıl içinde yaklaşık 60’ın üzerinde soruşturma ve çok sayıda davalar açıldı. Yurt dışında mülteci-muhacir olarak yaşamak zorunda bırakıldık. Daha sonra erteleme yasası ile kalkan cezalar verildi. Aynı şekilde Aleviler, Kürt sosyalistleri ve Türk sosyalistleri de hem katliamlara muhatap kılındılar, hem de zindanlarda yaşananlarla büyük acılar çektiler, bedeller ödediler. Liberaller ise, son dönemde ortaya çıksalar da, onlar da despotizme yönelik itirazları, yazıları, zulmü ifşa edip, darbecileri ve yaptıkları zulümleri topluma tanıtarak yıpratan katkılarda bulundular.
Ayrıca sistem içi değişimle iktidar ve ranttan payını alma, hak ve özgürlüklerin önünü açma mücadelesi veren muhafazakâr siyasal mücadele de, bir yandan kitleleri despot statükoya karşı muhalif bir kimliğe taşıyarak sistemi değişime zorlamada önemli katkılarda bulunurken, bir yandan da sistemin kendisini yeniden üretip sürdürerek değişmesinin istikametini de işaret etmiş, yerel ve küresel kimi güçleri buna ikna etme fonksiyonu da görmüştür.
İşte bugün sistem içi değişimi gerçekleştirenler, bütün bu kesimlerin oluşturduğu değişime zorlama vasatında sonuç alıyorlar. Yani birileri, çok kahraman oldukları, büyük bedeller ödedikleri için, sadece kendi çabalarıyla ve kendilerinin eseri olan bir değişimi gerçekleştirmiyorlar. Olgunlaşmış bir meyveyi koparıp yeme işlevini görüyorlar. Bunu da yapmaları önemlidir, ancak fazla abartılıp duygusal etkilenmelere sebep olarak, sağlanan sistem içi değişime eklemlenmeye yol açılmamalıdır.
Üstelik şu da bilinmelidir ki, bizler ve diğer bedel ödeyen kesimler, egemen zorba sistemle meydanlarda, mahkemelerde, zindanlarda, sürgünlerde hesaplaşırken, bugün liberalleşerek değişimin öncülüğünü üstlenenler, o gün devletçi, ulusal kirliliklerle malül biçimde, uzlaşmacı bir konumda bulunuyorlar, hatta Fethullah Gülen gibi önderler darbeci generallere methiyeler düzen bir zilleti yaşıyorlardı. Kenan Evren’in “zorunlu din dersi öğretimini anayasaya koymakla cenneti kazandığını iddia etmişti. Yakın çevresi 1982 anayasasına evet kampanyası yürütmüşlerdi.
Fethullah Gülen, 28 Şubat sonrasında Necmettin Erbakan'ı sert şekilde eleştirenler arasında yer almış ve Silahlı Kuvvetler'in müdahalesini demokratik bulduğunu ifade etmişti. Gülen 29 Mart 1997'de Samanyolu TV'da katıldığı bir programda silahlı kuvvetleri muhtıra vermekle eleştirenlere seslenerek, "Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi" demişti. Fethullah Gülen, 16 Nisan 1997'de Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajda ise askerlerin anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını belirtmişti: (Kaynak: Cnn Türk)
Aynı şekilde, bizler ve bir çok kesim bir zamanların meşhur TCK 312. maddesinden yargılanıp, keyfi-ideolojik yargı kararlarıyla haksız cezalar alırken, bu zulümler, kendisi de aynı maddeden yargılanana kadar Tayyip Erdoğan’ın gündemine bile girememişti.
Evet, sistemin iç çürümesine ilaveten, tüm zikrettiğim bütün kesimlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedellerin sistemi yıpratan birikimi ve dış konjonktürel gelişmelerin zorlaması sonucunda, tüm bu iç ve dış saiklerin ortak etkisiyle sistem değişmek zorunda bırakıldı. Sistemin değişimi, başka çıkar yolu olmayan küresel sistem tarafından da desteklense de, sistem içi değişim, büyük halk desteğine sahip yerli bir inisiyatif olarak AKP-Gülen koalisyonu tarafından üstlenildi.
Küresel sistem önce AKP’nin öncülüğünden razı olmayıp, ısrarla alternatifler oluşturmaya çalışsa da, kendi destek verdiği yandaşları siyasi kadrolar, yeterli halk desteğini arkalarına alamadılar. Sonuçta küresel sistem de, AKP modelinin ülkeyi ve bölgeyi dönüştürüp küresel kapitalist seküler sisteme eklemlemede, “dindar” kimlikleriyle daha elverişli olabilecekleri vakıasını da kavrayarak, aslında doğrudan kendi zihniyetini temsil edenleri büyük medya desteği vererek (DYP’ye M. Ali Bayar’ı, sosyal demokrat kesimde ise İsmail Cem – Derviş gibi siyasi kadroları) öne çıkarmada, halka kabul ettirmede de başarısız olunca, AKP’yi desteklemek zorunda kaldı.
Şimdi, ülkede Kemalist despotizmi gerileterek ve İsrail’e söylem bazında da kalsa açık tepkiler vererek, ülkede ve bölgede kahramanlaşıp duygusal sempatiler kazanan ve bireysel ibadetleri bakımından “dindar” olarak bilinen Tayyip Erdoğan öncülüğünde, (Gülen ve diğer tasavvuf cemaatleri desteğinde) bu ılımlı laik liberal demokrat model üzerinden hem Türkiye Müslümanları, hem de tüm bölge Müslüman halkları, dönüştürülüp, küresel ve yerel kapitalist seküler sisteme eklemlenmeye çalışılıyor.
Önce Türkiye’de uygulamaya konulan, kaçınılmaz hale gelen değişimi kontrol altına alıp yönlendirmeye dair aynı oyun, bu sefer bölgede ortaya konulmaya başlandı. Daha önce ifade ettiğim üzere, Kemalist bürokratik despotizmin, halkına kan kusturan zulümlerini on yıllarca destekleyenler, artık bunun devamının çıkarlarına aykırı olduğunu fark edince, değişimi desteklemeye başlayıp, bu değişimi de önce doğrudan kendi adamlarıyla sağlamayı denemişler ve sonuç alamayınca da Erdoğan önderliğindeki AKP hareketini desteklemek zorunluluğunu fark edip, sonuçta egemen seküler kapitalist sistem içinde kalarak değişim gerçekleşmesini güvence altına almaya çalışmışlardı. İşte bugün de bu modeli bölge halklarına sunarak, ülkelerindeki zulüm, baskı, sömürü ve despotizme karşı biriken öfkenin patlamasıyla ve haklı bir adalet arayışıyla ortaya çıkan halk ayaklanmalarını, yine sistem içinde kalan bir değişime ve batı çıkarlarını güvence altına alacak seküler bir demokrasiye doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.
Hem Türkiye Müslümanlarında, hem de bölgemizdeki diğer Müslümanlarda, değişim öncesi diktatörlük rejimlerinin ve despot yönetimlerin zulmünün büyüklüğü ve şiddetinin yüksekliği, yakıcılığı, değişim sonrasında oluşmaya başlayan yönetimin ise görece özgürlükçü bir vasat sunması sebebiyle, haklı olarak duygusal etkilenmeler meydana gelmekte, ama bu etkilenme haksız olarak yeni demokratik oluşuma meyletmelerine de yol açmaktadır. İçinde bulundukları zor şartlar ve halkın İslami sistemi hak edecek bir değişim yaşamaması sebebiyle, mevcut zulüm sistemini gerileterek görece parça adaleti sağlayacak, insanlara nefes aldıracak görece özgürlüğü getirecek bir sistem içi değişimin gerçekleşmesi de görece bir olumluluk olarak nitelenebilir. Ve Müslümanlar da bu görece rahatlamadan, daha önce gasp edilmiş kimi hak ve özgürlüklerin iade edilmesi zemininden istifade edebilirler. Allah’ın sosyal yasası gereği, bir toplum demokrasiye layık olduğunda bu sistem, İslami adalet devletine layık olduklarında da İslami sistem, Allah tarafından takdir edilecektir. Toplumlar kaderleri üzerinde söz sahibi olmalı ve layık oldukları sistemle yönetilebilmeli ve hiçbir zorba güç buna dair Allah’ın yasasının işleyişini engellemeye kalkamamalıdır. Bu sebeple bizler, madem İslami sistem ikame edilemiyorsa, o halde mevcut despot sistemler ve zulümleri devam etsin diyemeyiz.
Bizim karşı çıkıp, eleştiri konusu yaptığımız husus, Müslümanların bu batıl modeli geçici bir rahatlama ve görece bir özgürleşme imkânı olarak görüp, istifade etmeyi aşan bir söylem ve pratiğe kaymalarınadır. Evet biz, İslam’ı demokrasiyle uzlaştırma çabası içine girmelerine, demokrasiyi tercih eden söylem ve pratiklere yönelmelerine, hak ile batılı karıştıran anlayışların yaygınlaşmasına yol açmalarına, en iyilerimizin bile seküler kavram ve modelleri ehvenişer olarak tercihi, ya da ödünç olarak almayı tavsiye eder hale gelmelerine itiraz ediyoruz.
Şüphesiz ki, Hakkı bildikleri ve iman ettikleri halde ülkede ve bölgede bu tür eğilimlere yönelen Müslümanların, kötü niyetli olduklarını iddia etmiyoruz. Muhtemelen büyük kısmı, kendilerini çaresiz gördükleri, önceki despot rejimlerin büyük ve şedit zulmünden bıktıkları ve sırf bir an önce ondan kurtulup görece de olsa bir özgürlüğe kavuşmak istedikleri, ya da dış güçlerin hışmından çekindikleri için, bir kısmı da ne yapacaklarını bilmedikleri için demokratikleşmeyi arzu ettiklerini ifade ediyor olabilirler. Ancak şurası iyi bilinmelidir ki, bu tür dünyevi hesaplara ve seküler mantığa dayalı çare arayışları, Allah’ı ve vaat ettiği yardımı yok sayan bir zihni kirlenmenin işareti olabilir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, dünyevi hesapları belirleyici kılan, pragmatizme sürüklenenler, onun çürütücü ve yozlaştırıcı cenderesinden kendilerini kurtaramazlar.
Tarih tekerrür ediyor, sistem Müslümanları aynı delikten bir kez daha ısırıyor
1950’de Türkiye’nin tek partiden çok partili demokratik hayata geçmesi de, yine tıkanan sistemin kendisini konjonktüre uygun biçimde yenilemesi, yeni iç ve dış şartlara uyumlu hale getirmesiydi. Celal Bayar’ın ifadesiyle, “patlamak üzere olan rejim barajına direnaj kanalları açılarak patlamanın engellenmesi”sonucunda, toplumun dini duyarlılıklarına ve beklentilerine görece olumlu cevaplar verilmek, görece özgürlükler getirilmek suretiyle geniş kitlelerin sisteme eklemlenmesiydi. Sonuçta yaşanan, sistemin kendisini yeniden üretmesi ve ömrünü uzatmasıydı.
O zamanki değişimin arka planında da, tek parti politikalarıyla ortaya çıkan patlamaya hazır ortam ve sistem içi tıkanmaya çözüm üretmek yanında, dış konjonktürün yönlendirmesi de vardı. O zamanki dış konjonktürel gelişme, 2. Dünya savaşı sonrası büyük paylaşımda Türkiye’nin Batı payına düşmesiyle alakalıydı. Faşizmin, Nazizm’in tasfiyesi sonucu demokratikleşme batının öne çıkarttığı yeni durumun adıydı. Üstelik NATO standartları artık demokratik bir ülke olmayı gerektiriyordu. Kemalist tek parti zihniyetindeki CHP kadrolarının bağnaz bakış açılarıyla bakıldığında, yaşanan devrim karşıtlığıydı, Atatürk devrimlerine ihanet ediliyordu. DP’yi destekleyen halkın gözüyle bakıldığında ise, ezanın Arapça okunması ve halka daha sıcak davranılması, tek parti zulümlerinin geriletilmesi gibi muhteşem devrimler yaşanıyordu. Halbuki objektif bakıldığında ise görünen şuydu; sistem içi değişimle yeni bir statüko oluşuyor ve beklentilere görece olumlu cevaplar vererek, kimi talepleri karşılayarak halktaki öfke birikimini yok edecek bir değişimle sistem kendini yeniliyor ve kimi talepleri karşılanan kitleler sisteme eklemleniyordu…
Ancak, Menderes ve Özaldöneminde daha çok geleneksel Müslüman kesimler, kendilerine yakın duran ve görece özgürlük getiren hükümetler üzerinden yerel ve arkasındaki küresel sistemle eklemlenmişken, bireysel dindarlığı diğerlerinden çok daha ileride olan Erdoğan döneminde ise, bunlara ilaveten maalesef “tevhidi öbek”lerin çok büyük kısmı sistem içi demokratikleşmeye eklemlenmiş, muhalefet duyarlılıkları törpülenip edilgenleşmiş, batıl kavramları, modelleri kullanan ve özgün kavram, ilke ve modellerini büyük ölçüde öne çıkarmaktan uzak düşmüş bir görünüm sergilemektedirler.
Halbuki, hiçbir kavram nötr değildir, her kavram kendi medeniyetinin, kendi düşünce sisteminin değer yargılarını yansıtır. Evrensel olduğu iddia edilen (oysa küresel olmayı bile başaramayan) birtakım batıl kavramların İslam’ın asli kavramlarıyla yer değiştiriyor olması, ödünç kavramlarla düşünüyor, siyaset yapıyor olmak, Müslüman’ın ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Sorumluluğumuz, kavramlarımıza ve kaynaklarımıza yeniden dönmek, özgün kimlik, ilke, kavram ve değerlerimize dayanarak, özgün düşünsel ve eylemsel çabalar göstererek, hem kendimizi, hem de bütün insanlığı kurtaracak Kur’ani modeli üretip, tüm dünya insanlığına sunmaktır.
Tarih Boyunca Yaşana gelen “Statükonun dini” ya da “dine karşı din” stratejisi, Günümüzde “Ilımlı İslam” Adıyla Yürürlükte
İnsanlık serüveni boyunca, iktidar ve rantı ele geçiren egemenlerin çıkarları istikametinde oluşan statükonun sahip çıktığı ya da kullandığı bir din algısı olmuştur. Egemen statükolar, yönettikleri kitleleri her dönemde “statükonun dini” diyebileceğimiz bu din algısına inanmaya çağırmış, yönlendirmiş, hatta zorlamışlardır. Her dönemin egemenleri, kendilerine çıkar sağlayan düzeni sürdürmek için, yönettikleri kitleleri bu din algısıyla statükoya itaate ikna etmişlerdir. Sömürü düzenlerini sürdürürken, kitleleri bu din algısını kullanarak aldatıp, oyalamışlardır.
Üstelik, egemen statükoya meşruiyet sağlamak için kullanılan bu din, her dönemde insanlar nezdinde saygınlığı olan ve yaygın kabul gören Allah’ın dini adına ortaya çıkmış, çıkarılmıştır. Çünkü insanlar ancak bu şekilde daha kolay ve daha etkili biçimde aldatılabilmekte, Kur’an’da buna “Allah ile aldatmak” nitelemesini yapmaktadır. Bu din algısı, statükonun çıkarlarına göre Hak dinde yapılan değişlikler sonucunda ortaya çıkarılmış, hak ile batılın karışımı muharref bir din niteliğindedir. Kitleleri Allah ile aldatmak amacıyla Hak din olarak takdim edilse de, aslında şirke bulaşmış batıl bir din algısıdır. Kur’an bu dine “atalar dini” de demektedir. İşte statükonun dini olan, ancak şirkle nitelenebilecek bu din algısı, günümüzde tevhid dini olan İslam’ın karşısına, “ılımlı İslam” adı altında çıkarılmaktadır. İnsanlık serüveni boyunca hep statükolara hizmet etmiş, kitleleri aldatıp statükolara boyun eğdirme işlevi görmüş olan “dine karşı din” stratejisinin bugünkü versiyonu, “radikalizme/terörizme/aşırılığa karşı, ılımlı İslam” şeklinde ortaya konmaktadır.
Her dönemin statüko dininin hedefi, kozmik (evrendeki, göklerdeki, fıtrattaki) hakimiyeti Allah’a bırakıp, yeryüzü ilahlığını tagutlara vermek şeklinde ortaya çıktığı gibi, bugünkü statüko dini “Ilımlı İslam”ın da hedefi, aynı istikamette belirginleşmektedir. “Ilımlı İslam” da, göklerdeki, evrendeki ve fıtrattaki ilah olarak Allah’ı kabul etmekte, kozmik hakimiyetin Allah’a ait olduğunu itiraf etmekte, ancak yeryüzündeki toplumsal hayatın, kamu alanının yönetimindeki nihai yasa yapıcılığı, mutlak kural koyuculuğu, heva ve zanna, laik demokratik parlamento ve hükümetlere bırakmaktadır. Yani yeryüzü ilahlığını Allah’tan başka ilahlara vermektedir. Anlaşılan odur ki, bugünün statüko dini “Ilımlı İslam”, yeryüzündeki ekonomik, siyasal, hukuki toplumsal ve kamusal hayattaki ilah olarak laik demokratik parlamentoları ve hevayı kabul etmekte, Allah’ın ilahlığını ise, vicdanlara, bireysel ibadetlere ve uhrevi alana hasretmektedir.
Statükonun dini “Ilımlı İslam”ın üretiminde iki taraf rol oynamaktadır
Statükoya din oluşturmaya katkı sunan birinci taraf, bizzat statükonun sahipleridir. Statükodan beslenenler, konumlarını meşrulaştırıcı din algısını bizzat kendileri üretip dayatırlar. Hatta zaman zaman halkın dindarlaşma seviyesindeki değişime paralel olarak, halkın yeni konumuna uygun olan statükoyu oluşturmak amaçlı sistem içi yenilenme çabalarında, statükoyu-sistemi yeniden üretecek malzeme olarak kullanmak üzere de bu tür ılımlı İslam algısı üretimine ihtiyaç duyarlar. Bu amaçla camileri, hutbeleri, din görevlilerini, saray ulemasını, Samiri ve Bel’am rolündeki kimseleri kullanarak, konumlarını, tercihlerini, kararlarını ve yönetimlerini meşrulaştırmaya çalışırlar.
Statükonun razı olacağı “Ilımlı İslam”ın üretimine katkı sunan ikinci taraf ise, egemen zorba statükonun hışmından korunmak, zararını defetmek ya da bazı imkanlara kavuşmak, çıkarlar sağlamak gibi endişe ve hesaplarla, statükoyu rahatsız etmeyecek din algısı üreten sivil alandaki bir takım alim, aydın, önder ve cemaatlerdir. Bunlar da, baskı ve zulümlerden korunmak, çıkar, zenginleşme ve görece özgürleşmeimkanlarına kavuşmak için iktidar sahiplerine yanaşarak, karşıtına sığınarak var olmaya çalışırlar. Bu kesimler, söz konusu korkularla ya da çıkarcı pragmatizmle, kendiliklerinden din algılarında statükonun razı olacağı bazı değişikliklere gitmek, ya da statükonun sahiplerini razı edecek bazı unsurlara da söylemlerinde, tutumlarında yer vermek suretiyle din algılarında değişime giderler. Sistemden çok alt seviyede kimi sistem içi haklar talep ederler ve sistem tıkandığında bu tür hakları iade ederek bu kesimleri razı eder ve sonuçta sisteme eklemler.
Resulullah (s) döneminde ise, talep ve hedef çıtası, bütün bireysel ve toplumsal alanlara Allah’ın hükümlerinin hakimiyetini esas alan en zirve noktada tutuldu. Bu zirvedeki söylemde şunlar vardı; “yaratmak da emretmek de Allah’a aittir” (Araf 54), “Allah’ın emrinden oluşan şeriatına tabi olunmalı, bilmeyenlerin hevalarına değil” (Casiye 18), “Göklerde olduğu gibi, yerde de hüküm ve ilahlık Allah’a aittir” (Zuhruf 84), “toplumun Allah’ın hükümleriyle yönetilmesi gerekir”, “Allah’ın izin vermediklerini yasa haline getirenlere benimseyerek itaat etmek, onları hüküm konusunda Allah’a eş koşmaktır” (Şura 21), “topluma hevalarıyla yaptıkları yasalarla hükmedenler, hevalarını ilahlaştırmış ve küfre girmiş olurlar ve Allah’tan başkasının hükümlerini benimseyenler de onları ilah edinmiş olurlar” (Casiye 23). İşte çıta buraya konup, bu mesaj tavizsiz bir biçimde topluma yayılmaya başlayınca, yeryüzü ilahlığını tagutlara veren statükonun dini ve onu kullanan egemenler çok büyük tepki gösterip saldırıya geçtiler.
Zulüm, baskı ve şiddetle vazgeçiremeyince, bu sefer uzlaşma teklifleriyle tavize karşı taviz istemeye yöneldiler. Alınacak tavize karşılık, kendileri de taviz verip hak-batıl karışımı ortak bir paydada buluşup, çoğulcu bir yönetimde devlet başkanlığını da Resulullah’a vermeyi teklif ettiler. Yunus suresi 15. Ayette bildirildiği üzere, “bu Kur’an’ı değiştir ya da statükoya uyumlu yeni bir Kur’an getir” dediler. Yani statükonun dinini, Resulullah’ın getirdiği vahiyden de bazı unsurları kabul edip ekleyerek yenilemeyi, Resulullah (s) ile uzlaşmayı, ama yeryüzü ilahlığını elde tutarak, kendilerine çıkar sağlayan statükoyu yeniden üretip sürdürmeyi planladılar.
Ama Allah ©, “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun, istikametinizi koruyun” (Hud 112), “zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur, cehennemlik olursunuz” (Hud 113), “Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık” (İsra 73-75) gibi uyarılarıyla onları istikameti korumaya, uzlaşmazlığa, kafirlere ve onların taptıklarına, onların hevalarına, tapmamaya ve itaatsizliğe yönlendirdi. (Kafirun suresi, Kalem 8-10 vb.).
Bugün ise, statükonun karşısına ilkeli İslami kimlik, tevhidi bir duruşla, açık, net ve tavizsiz bir tebliğle çıkamayanlar, din algılarını kendiliğinden statükonun rahatsız olamayacağı bir noktaya çekmeleri, hedef çıtalarını da sistem içi kimi görece özgürleşme talepleri ve kimi çıkarlar devşirmek noktasında tutmaları sebebiyle sisteme tehdit oluşturmadıkları için, statükonun sahipleri onları ciddiye almamakta ve onlara uzlaşma teklifi götürmek gereği de duymamaktadır. Hatta tam tersine önleri açılmakta, akredite olmaları sağlanmakta, yeni statükodan ve yandaşlarından itibar görmektedirler. Bu yüzden, bugün henüz statüko tarafından istenmeden verilen peşin tavizlere dayalı uzlaşma tekliflerini, kendini İslam’a nispet eden kesimler statükonun egemenlerine götürmekte, yaranmaya, uzlaşmaya çalışmaktadırlar. Sonuçta yeni statükonun politikalarına endekslenmiş bir gündemi takip etmekte, özgün İslami stratejilerle gündem oluşturmaktan giderek uzaklaşmaktadırlar.
Cumhuriyet döneminde, statükonun dinini oluşturma çabaları
Cumhuriyet döneminde, önce İslam’la savaş esas alınmış, ancak İslam’ı yok etmenin mümkün olmadığı, yer altına çekilerek de olsa devam edeceğinin fark edilmesi üzerine, statükonun dini haline dönüştürülen “Ilımlı İslam” oluşturmaya yönelinmiştir. Böylece laik devlet adına dini ve dindarı sürekli denetim altında tutan bir konumda Diyanet İşler Başkanlığı kurulmuş ve kullanılmıştır. Camiler, vaazlar, hutbeler laik devletçe belirlenip, bu amaçla kullanılmışlardır.
Sonra da, korku ve çıkar sebebiyle, sivil alandaki dindarlar, önderler, cemaatler, statükoya sığınarak var olabilmek için, kendiliklerinden statükoya uyumlu din anlayışı üretmeye yönelmişlerdir. İlk dönemden itibaren statükonun zorlaması ya da karşıtına sığınarak var olmak için, sistemin zararını defetmek, devletten kaynaklanan zulümlerden korunmak, korkuları aşmak ya da imkanlara kavuşmak adına, din algılarındaki statükoyu rahatsız edecek unsurları ayıklamaya ya da geri plana çekmeye, statükoyu memnun edeceğine inandıkları unsurları ise dine katmaya ve öne çıkarmaya çalışmışlardır. Özellikle de, İslam’ın statükoyu en fazla rahatsız edecek, toplumsal, siyasal, hukuki, ekonomik hükümlerini gündemlerine almayarak, zamanla da yaşadıkları gibi inanmaya başlayıp, din algılarından da çıkarıp bireysel ibadetler, ahlak ve arınmayla sınırlı bir din algısını içselleştirmişlerdir.
Diğer yandan da, yerel ve küresel statükoyu razı etmek üzere, var olan diğer batıl dinlerle uzlaşmayı, eşit şartlarda çoğulcu bir vasatta topluma birlikte yön vermeyi, birbirine saygı duyarak eşdeğer konumda olmayı kabullenmeyi, dini pluralizmi (çoğulculuğu), post modern din algısını, hakikatin çokluğunu kabullenmeye ve zamanla içselleştirmeye yönelinmiştir.
Cumhuriyet döneminde giderek İslami tonu daha fazla olan yeni statükolara doğru dönüşüm yaşanmıştır
Statüko, toplumdaki dini duyarlılığın seviyesi yükseldikçe kendi din algısında yenilemelere giderek, toplumun razı olacağı yeni unsurları eski statüko dinine katarak kendini yenilemekte ve böylece kitleleri razı ederek yeni statükoya eklemlenmelerine zemin hazırlamakta ve sonuçta kendini yeniden üreterek ömrünü uzatmaktadır.Bu sebeple, Cumhuriyet döneminde İslami uyanışın seyri ilerledikçe, duyarlılıklar ve İslami bilinç yükseldikçe, İslami tonu daha yüksek statükolara doğru değişim yaşanmış ve her yeni statüko daha duyarlı İslami kesimleri dönüştürüp statükoya eklemleme işlevi görmüştür.
Belli bir statükonun işleyişi ve zulmü devam ederken, sistem içi taleplerle sınırlı hedeflere yönelmiş “İslami” muhalefetin itiraz ve mücadelelerinin seviyesi yükselip sistem bir tıkanma yaşadığında, statükoyu sistem içi kalarak yenileme amaçlı bir siyasi söylem ortaya çıkmaktadır. Bu siyasi kadro, söz konusu muhalif kitlelerin desteğini de ardına alarak, bu kitlelerin sistem içi taleplerine de cevap verecek, İslami tonu da biraz daha yükselmiş yeni bir statüko oluşturmakta, kitlelerin yükselen sistem içi taleplerini de önemli ölçüde karşılayarak, onları razı ederek sisteme eklemlemekte ve sistemi yeniden üretmektedir.
Halbuki, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bu muhalif gruplar, hedef ve talep çıtasını Resulullah’ın (s) örnekliğinde olduğu gibi, sistemin köklü Kur’ani bir değişim geçirmeden asla veremeyeceği noktaya koysalardı, bunun dışında, devlet başkanlığı dahil verecekleri hiçbir taviz, ya da hiçbir talebin karşılanması, onları razı edip, sisteme eklemleme işlevi göremezdi.
İşte Cumhuriyet döneminde Menderes, ÖzalvenihayetAKP-Gülen koalisyonu sürecinde hep bu serüven tekrarlanıp durdu. Toplumun dindarlık seviyesi ve talepleri yükseldikçe, sistem hep bu duruma uygun yeni bir statüko oluşturup, buna uygun bir din algısını da yeni statükonun dini olarak kurgulayıp, her seferinde muhalif yeni kitleleri sisteme eklemleyerek kendini yeniden üretti ve böylece hayatiyetini sürdürdü. Sistem içi değişimdeki statüko yenilenmelerinde, Menderes, Özal ve Erdoğan’ın öncülük yaptıkları her merhale sistem içi yeni bir statüko oluşturmakta, zulümat içinde kalan ve koyu tonlardan gri tonlara doğru değişimi ifade eden her statüko, halkta yükselen itiraz ve sistem içi talepleri belli ölçüde karşılayarak, sisteme eklemlenmelerine yol açmakta, o zamana kadar oluşan muhalif kimlikler de yandaş kimliğine dönüştürülmektedir.
Bugün gelinen noktada oluşturulmakta olan, geçmiştekilere nazaran İslami tonu çok daha yüksek bir statükodur. Bu yüzden tevhidi kesimi bile yanına çekme başarısı göstermiştir. Statükonun dininde ve yönetim kadrolarında İslami motifler ve renk arttıkça, daha ileri bilince sahip kesimler bile statükoya yanaşıp imkan devşirmek, zulmü geriletip kazanımlar elde etmek adına, sivil alanda statüko dininin oluşumuna katkı sunar ve bu gidişe aktif destek verir hale gelmekte ve daha çok Müslüman’ın statükonun din algısına doğru kaymasına yol açmaktadırlar. Tam bir Yahudileşme süreci yaşanmaktadır.
Cahiliye Toplumunu Değiştirme Zorluğu, Verili Şartlarda, Hak-Batıl Karışımı Birlikte Yaşama Projelerine Yöneltiyor
İçinde yaşanılan cahiliye toplumu şartlarını değiştirme ve toplumu tevhidi istikamette dönüştürme mücadelesinin zorlu ve uzun soluklu bir süreç olması nedeniyle, her şeye rağmen tevhidi ilkelere bağlılığı sürdürmekte ısrar yerine, kolayca ve hemen sonuca ulaştıracak, kısa vadede birtakım kazanımlar sağlayacak olana eğilim yaygınlaşmaktadır. Bu sebeple, toplumu dönüştürme iddiasıyla uzun soluklu bir yola çıkanlar, zorlu tevhidi mücadelede azmedip direnmek yerine, yılgınlığa düşerek cahiliye toplumunun değerleriyle sentez arayışları içine girmektedirler. Böylece iktidar ve ranttan bir an önce pay kapma ve görece özgürlüklerle yetinme eğilimi içine girilmekte, sonuçta da bu pragmatizmin çürütücü ve çözücü etkisi altında, Mü’minler olarak bizi biz yapan, bizim varlığımızı anlamlı ve değerli kılan tevhidi temel ilkeler bile (bazen tevil edilerek, çoğu kez buna bile gerek duymadan) kolayca terk edilebilmektedir.
Artık cahiliye toplumu şartları değiştirilemez, kabullenilmesi gereken veriler olarak görülmekte, te’vil edilerek ya da sentezci, uzlaşmacı yaklaşımlarla İslami değerlerle karıştırılarak, eklektik, “ılımlı” İslam algıları oluşturulmakta ve mevcut şartlar kabullenilmek suretiyle hak-batıl karışımı sistemlerde birlikte yaşama projeleri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Giderek, toplumsal hayat, sistem, “adalet” ve “rejim” konularında, vahye dayalı olma, İslam’a uygun olma şartı, itaat edilmesi gereken yöneticiler bakımından da ilahi vahye/tevhide iman etme vasfı aramayanlar artmaktadır.
İslami toplumların yönetim sistemlerinin, rejimlerinin İslami olmayabileceğini ve yöneticilerinin gayrimüslim de olabileceğini iddia edenler çoğalmakta ve bu süreçte seslerini daha fazla çıkarmaktadırlar. Böylece vahyi esas almadan, hatta vahyi hasım gibi ötekileştirip, düşmanlaştırarak, dışlayarak, heva ve zannı ilahlaştırarak üretilen laiklik, demokrasi, liberalizm, sosyalizm vb modellerin, insanlığın ortak tecrübesi olduğunu ve bu sebeple İslam toplumlarınca da benimsenebileceğini ifade eden eklektik anlayışlar yaygınlaşmaktadır.
Bir yandan laiklik ve demokrasiyle İslam’ı uzlaştırma çabaları yaygınlaşarak sürdürülürken, diğer yandan dinsel çoğulculuk eksenli, hak-batıl ayrımını yok eden anlayışlar yeniden keşfediliyor. Eskiden beri cılız iddialar halinde ifade edile gelen, ancak bu konjonktürde yeniden ısıtılıp gündem yapılmaya çalışılan bir başka konu ise, adaletin de, cennetin de Müslümanların tekelinde olmadığı, Hristiyan ve Yahudilerin de, Hristiyan ve Yahudi kalarak, hem adil sistemler kurabilecekleri, hem de cennete gidebilecekleri iddialarıdır.
Hak-batıl ayırımı yapmadan, bütün dinlerin ortak değerler etrafında uzlaşmalarına dayalı, farklı din ve ideolojilerin ortak yönetimiyle hayatı daha yaşanabilir kılmanın mümkünlüğü ifade edilmekte, hatta barış ve adalet içinde yaşamanın ancak böylece mümkün olabileceği gündemleştirilmektedir. Yani dini çoğulculuk anlayışıyla, hakikatin bütün dinlerde temsil edildiği iddia edilerek, ancak hepsini kuşatan uzlaşmacı bir yaklaşımla ve ortak bir yönetimle barış içinde birlikte yaşamın mümkün olabileceğini iddia edenler tevhidi uyanış süreci öbekleri arasında da çoğalmaktadır.
Özellikle son referandum süreci, bu konuda oldukça ayrıştırıcı olmuş ve bu sistem içi değişim sürecine, farklı saikler ve maslahatlarla da olsa yeni katılımlar gerçekleşmiştir. Bu süreçte, bu tür anlayışları kolay kabul ettirebilmek için de, özellikle evrensel ölçüler vazeden ilahi vahyi günün şartlarına uydurmaya yönelen, aklı vahye egemen kılmaya kalkışan aşırı yorumcu “İslam rasyonalizmi”nin meşrulaştırılmaya, Kur’an’ın herkese farklı şeyler söylediğini iddia ederek, ümmet olmayı sağlayacak ortak paydayı yok eden “rölatvist”/göreceli, postmodern din algısının yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Tağuti sistemin batıl niteliklerini koruyan ve vahye karşıtlığını aynı ölçülerde sürdüren ve kimi tağuti kurumları, aynı laik hükümlerle hükmetmek işlevini değiştirmeden yeniden yapılandıran şirk anayasası değişikliğine, abartılı çağrılarla aktif destek verilmesi, söz konusu dönüşüm ve sekülerleşme sürecine yeni ivmeler ve hız kazandırmıştır. Maalesef, tevhidi uyanış sürecinden gelen kesimlerden “evet” oyu vererek destekleyenlerin önemli bir kısmı bu yaptıklarını, “ibadet, Allah’a teslimiyet, devrim, cihad” gibi kavramlarla İslamileştirmeye çalışmışlardır. Kimi İslami kavram, şiar ve argümanları, şirk sisteminin anayasasına destek amellerini meşrulaştırmak için kullananlar, aslında bu değişim sonucunda kurulmaya çalışılan demokratik yeni statükoya meşruiyet sağlama konumuna düştüklerinin farkında değiller mi?
Bu tür düşünce ve yaklaşımların çoğu da, tıkanmışlıklara, çözümsüzlüklere cevap aramak ve sorunlara çözüm getirmek amaçlı projeler üretmek ve çağımıza hitap eden fıkıh geliştirmek amaçlı ve iyi niyetli ama zaaflı çabalar olarak ortaya çıkmaktadır. Birçok Müslüman, Kur’an’da siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal alanları kuşatacak mütekâmil bir proje, model ya da sistem önerisi göremeyince, bu boşluğu bu tür arayışlarla, dünyada var olan seküler modellerle İslam’ı sentez ederek doldurmaya çalışmaktadırlar.
Bunun yanında bir kısmı da pragmatizmin, uzun soluklu inkılabi yoldan umudu kesmenin, bir an önce iktidar ve ranttan pay alma telaşının, korku, endişe, yılgınlık, fikri değişim ve dönüşümün ve birçok dünyevi hesapların etkisiyle böyle tutum ve tercihlere yönelebilmektedirler.
Türkiye’deki Değişimin Öncüleri ve Destekçileri, Kendi İnisiyatifleri ile de Olsa, Empeyalist Projelere Uyumlu Söylem ve Pratikler Ortaya koyuyorlar
Komünizmin çöküşü ve İslam’ın emperyalist blok tarafından küresel tehdit ve düşman ilan edilmesini müteakip hazırlanan raporlar ve emperyal projeler istikametinde gerçekleştirilen uygulamalarla, İslam coğrafyasını işgal ederek sopa ve havuç politikalarıyla terbiye etme, İslam’ı reforme etme ve Müslüman halkları küresel kapitalist sisteme eklemleme operasyonu başlatılmıştı. Bu amaçla hazırlanan bir çok emperyal proje ve rapor elimizde bulunmaktadır. Bu proje ve raporlarda çok özet olarak;
- “ABD ve Avrupa için güven telkin edenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir".
- Ilımlı Müslümanlar Enternasyoneli oluşturulması;radikal birlikteliklerin zayıflatılıp, dağıtılması; medrese ve cami reformu yapılarak modernleşmenin sağlanması; Batı çıkarlarına aykırı ve direnişe sevk eden içerikten arındırılmış İslami eğitim programlarının uygulamaya konması;
- Bu proje için tahsis edilmiş yüklü fonlar kullanılarak, bölgenin yazar, aydın, akademisyen, cemaat ve vakıflarından önemli bir kısmı, sekülerleştirme amacına uygun faaliyetler göstermek üzere seferber edilmiş durumdadır. Patani’den Pakistan’a, Suudi Arabistan’dan Mısıra, Afganistan’dan Irak’a ve Türkiye’ye kadar her yerde ABD direk ya da dolaylı eğitim programlarına müdahale edip, kendi arzu ettiği İslam anlayışına uygun programlar dayatıyor.
- 2005 yılında TC İçişleri Bakanlığının okullarda: “Cihad, tevhid, tagut, Biat, Cemaat, Hizbullah, Hizbuşeytan, İmam, İmamet, Kafir, Karun, Medrese, Mücahid, Şehid, Şeriat, Tebliğ, Tekke, Bel'am, Beyt'ülmal, Dar'ül Erkam, Emir (lider), Emir'ül mü'minin, İnfak, Mü'min, Münafık, Mustaz'af, Müstekbir, Şehadet, Şirk, Şûra", vb İslami kavramları yasaklatıp, ders programlarından çıkarttırıyor.
- “radikal” Müslümanları sisteme eklemlemek için şu teklifler yapılıyordu: Para verin, kredi, ihale verin ticaret yapsınlar. Demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar.
- Bu tür raporlara göre, ABD ve Batının razı olacakları “ılımlı İslam”ın en temel şartları, Demokrasinin benimsenmesi, kamu alanına dinin müdahalesine ve İslam prensiplerine göre kurulan bir devlete karşı çıkılması, “şeriat” uygulamasından vazgeçilmesi, laik devlete ve devleti yönetecek kadrolara gayri müslimlerin de gelmesine rıza gösterilmesi olarak zikrediliyor.
- Söz konusu raporlarda, 'İslamî köklere sahip bir partinin din ve devlet arasındaki sınırlara riayet ederek laik demokratik sistemde icraat yapma kabiliyeti, İslam'ın modern laik demokrasi ile bağdaştırılamayacağı argümanını çürütür'deniyor. Bu deneyimin akim kalmasının 'daha büyük laik-İslam kutuplaşmasına sebebiyet vereceği, Türkiye dışındaki İslam ülkelerine ve gruplara olumsuz yansımaları olacağı anlatılıyor…. Türkiye'deki mutedil ve çoğulcu İslam anlayışının diğer Müslüman ülkeler için örnek oluşturabileceği notu düşülüyor. Raporda, 'Eskiden Kemalistler Batı'yla bağların ve Batı'ya entegrasyonun ana destekçileriydi. Ancak yakın geçmişte bu rol artan şekilde AKP tarafından ifa ediliyor' deniyor.
Bütün bunların da ortaya koyduğu ve artık herkesin bilip gözlemleyebildiği gerçeklik, küresel proje ve desteklerin yanında, pek çok iç saiklerin değişimi zorlaması ile militarist-laik vesayet rejiminden, demokratik-laik liberal bir modele doğru değişim yaşanmaktadır. Türkiye’deki bu değişim sürecinin öncülüğünü, iktidar ve ranttan pay almak üzere örgütlenmiş yerli özgürlük arayışlarının siyasi, bürokratik ve medya alanındaki temsilciliğini üstlenen, liberal destekli, liberal-mufazakâr sentezli AKP-Gülen koalisyonu yapmaktadır.
İşte bu süreci yöneten siyasi ve bürokratik kadrolar, gerek yerli etkenlere dayalı özgürlük arayışının tetiklemesi ve nispi özgün inisiyatifle, gerek dış konjonktürdeki gelişmelerin, yönlendirmelerin etkisiyle, gerekse uzlaştıkları küresel projeler içinde rol kaparak yakaladıkları imkânları değerlendirerek bu değişimi götürmeye çalışıyorlar.
Sahip olunan iyi niyet ve nispi inisiyatif, sonuçta küresel projelerce yönlendirilmeyi, kullanılmayı engellemeye yetmemektedir. Mesela Ahmet Davutoğlu, var olduğunu bildiğim samimiyeti ve iyi niyetiyle, ciddi bir performans ortaya koyarak, özgün yerli politikalar üretmek istese de, hatta küresel kuşatmaya rağmen kimi roller kaparak, inisiyatifler oluşturarak ülke ve bölge halkları lehine kimi açılımları gerçekleştirmek istese ve hatta kısmen bunda başarılı olsa da, sonuçta güçlü olan küresel ve yerel sistemin kırmızı çizgilerinde durmak ve uyum sağlamak zorundadır. Yapabileceği şey en fazla, bu güçlerden ve projelerinden kapabildiği rol kadar ve şartları zorlayarak kullandığı inisiyatif oranında, küresel ve yerel sistemin şirke dayalı temel kodlarına riayet ederek, kırmızı çizgilerini fazla yıpratmayarak, sistem içi görece bir özgürleşmeye vesile olmaya çalışmaktan ibarettir. Bu değişimi sağlayabilmek için verilecek tavizler de, sonuçta İslam’ı ve Müslümanları laik-demokratik-liberal sisteme entegre etmektedir. Yani iyi niyetli olmak yetmemekte, İslami olmayan yöntemlerle ve İslam dışı sistemlerde şirk ilkeleriyle hükmetmek üzere yönetime gelenler, kısa vadede elde edilecek birtakım maslahatlar, görece zenginleşme ve özgürleşme karşılığında, uzun vadede, İslami kimlik ve değerler alanında çok büyük kayıplara yol açabilmektedirler.
Evet bu değişimci kadrolar, zaman zaman, küresel proje sahiplerini, stratejik olmasa da, taktik değişikliklere ikna edebilecek yerli inisiyatifler de geliştirebilmektedirler. Yani üretilen kimi yerli politikaların, sonuçta kendi işlerine de yarayacak olumlu neticeler vereceğini anlayınca, küresel emperyal proje sahipleri, bu projelerinde söz konusu gelişmeleri dikkate alan taktik değişikliklere giderek, yerli inisiyatifi takdir eden açıklamalar da yapabilmektedirler. İster yerli kadroların daha dirayetli olmalarından, isterse dünyadaki konjonktürün kendilerini zorlamasından kaynaklansın, sonuç olarak emperyal güçler, yerli siyasi kadroları yok sayıp, geçmişte olduğu gibi onlara her hususu teferruatıyla dikte ettiren dayatmacı bir siyaset yerine, daha fazla inisiyatif tanımak ve “kırmızı çizgileri” aşmayan alanda özgün yerli politikalar üretmelerine saygılı olmayı kabullenmek pozisyonunda bulunuyorlar.
Aslında bu hal, sonuçta oluşturmayı hedefledikleri “laiklik-demokrasi-ılımlı İslam” sentezli Türkiye modelinin ve öncülerinin ülkede ve bölgede daha etkili ve güvenilir hale gelmelerine de yol açmaktadır. Böylece Türkiye’nin yeni bölgesel aktör olarak gelişmesinin ve bölgeyi Batı değerleri istikametinde dönüştürecek rolünü daha etkin biçimde oynamasının önü kontrollü biçimde daha fazla açılmaktadır.
Yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da, küresel projelerle aynı amaçları güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam” ya da “liberal İslam” ve protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.
Aslında AKP-Gülen çizgisi, Kur’an merkezli düşünmeyi ve tevhidi ölçülerde inanmayı hiçbir zaman başaramamış, bu sebeple hep ulusalcı sağcı kirliliklerle ve geleneksel hurafelerle malül eklektik, karışık, sentezci İslam algısıyla, devletçi reflekslerle hareket etmişler, tevhid eksenli bir adalet ve özgürlük anlayışını yakalamaktan uzakta durmuşlardı. Ancak batıyla ve yerli batıcı liberallerle kurdukları ilişki, onlara hiç değilse liberalleşerek de olsa görece özgürlüklerden yana olma görüntüsü kazandırmıştır. Gönül isterdi ki, görece de olsa özgürlüklerden yana olma ve devletçi ulusalcı kirliliklerden nispeten kurtulma konumuna liberalleşerek ulaşacaklarına, sahici anlamda adalet anlayışına, tevhidi bir akıdeye yönelerek ulaşsalardı. Şüphesiz ki, Kur’an’ı hakkıyla okuyup sosyalleştirme çabası gösterselerdi, çok ileri ve sahici bir adalet ve hukuk anlayışını kazanacaklardı.
Gelinen noktada, “küresellik” nitelemesini bile hak etmeyen, Batının, kendi pozitivist modernleşme tecrübesiyle ve vahiyden uzaklaşmış aklıyla sınırlı bölgesel şartlarında, heva ve zanna dayanarak ürettiği seküler değerleri, maalesef pek çok kimse tarafından “evrensel” olarak nitelenmektedir. Bugün gelinen noktada ise, artık bu “evrensel”(!) iddialı değerlerle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri muhtevi vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir.
Zaman’dan Hüseyin Gülerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğunu hatırlatmaktadır.[2]Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Bu “Müslüman demokrat” yazar başka iki makalesinde de şunları söylemektedir: “Dindarların demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır… AB'nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir”.[3] “Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak demek.”[4]
İşte, Gülen hareketinin organize ettiği bütün etkinlikler, “dinler arası diyalog” ve Abant toplantıları hep bu amaca hizmeti hedeflemiş bulunmaktadır. Neredeyse 15 yıla yaklaşan bir süreçte, Abant toplantılarında başından beri, laiklik ve demokrasinin ve batının ürettiği seküler değerlerin, liberal değerlerin, laik pozitif hukukun, seküler insan hakları anlayışının İslam’la uyumlu olduğu ispat edilmeye ve topluma kabul ettirilmeye çaba gösterilmektedir.Daha doğrusu inançlar, zihinler, toplumun İslam algısı, egemen yerel ve küresel seküler sistemin ekonomik, hukuki ve siyasi model, kavram, ölçü ve değerleri istikametinde dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Mesela bir dönem Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz,bu hareket için"Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi'dir" tanımını kullanıyor ve Gülen'in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam'ı üretme çabasında olduğunu savunuyor.Hakan Yavuz’a göre:“Gülen hareketi, dinin ve Tanrı'nın; kapitalizmin ve Türkiye'nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”. Yine Yavuz’a göre;“Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”[5]
Rum Patriği Bartholomeos“ekonomik, demokratik liberalleşme için Gülen’le çalışıyoruz’ diye açıklama yapmakta ve bu açıklama Gülen çevresince kabullenilmektedir.
Aynı şekilde AKP öncüleri de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenip ekonomik, siyasi ve hukuki alanları da düzenleme iddialarından vazgeçmiş bir din algısı oluşturma istikametinde katkı sunmayı başından beri sürdürmektedir.
Bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı olduğu süreçte, kendisini kuşatan olayların, baskı ve yönlendirmelerin, çevrenin ve kimi ilahiyatçı akademisyen ve aydınların etkilemesiyle, İslam’ın siyasal, hukuki ve ekonomik düzen iddiasının olmadığı konusunda ikna edildi ve değişim yaşadı. Bu konularda var olan sınırlı sayıda Kur’an hükmünün de o günkü toplumun tarihsel şartlarıyla ilgili olduğu, bugün daha farklı hükümlerin, bu bağlamda laik pozitif hukukun önerdiği hükümlerin, seküler liberal siyasal düşüncelerin önerdiği modellerin de kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı, tam tersine bunun çağdaş bir zorunluluk olduğu, zaten şeriatın değişmeye mahkum olduğu konularında yönlendirildi ve siyasi iktidar yürüyüşüne bu değişimden sonra başladı. İşte bu süreçte, bu konulardaki eserleriyle tanınan meşhur tarihselci Fazlurrahman’ın düşünce ve fikirlerinin ele alındığı bir sempozyumu İstanbul’da ilk defa organize eden de Tayyip Erdoğan oldu.Bu değişim sonucunda, onun için laiklik ve demokrasi ile İslam’ı uzlaştırmak, ekonomiyi, siyasi sistemi ve hukuku din alanının dışına çıkarmak çok daha kolay oldu.
Bu sebeple, mesela gün geliyor, Oxford Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada; inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, Mısır ve Tunus’a laiklik önerisi götürüp, “laiklik ve İslam uzlaşır, aksini iddia edenvarsa beni ikna etsin” diyebiliyordu. Gün geliyor, MÜSİAD’da yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, Cidde’de söylediği ve sürekli tekrar ettiği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan, buna mukabil kapitalizme alan açan başka sözler sarf edebiliyor. Bir yandan İslam’ı ve bölgenin Müslüman halklarını dönüştürme projelerinde rol üstlenerek BOP’ta eş başkan olurken, diğer yanda da aynı amaçlı “Medeniyetler Arası Uzlaşma” çabalarının öncülüğünü üstlenebiliyordu.
Türkiye, İslami Tevhidi Uyanışa ve direnişe karşı, BOP’tan sonra ABD ile yeni bir Projede Eş Başkanlık Görevi Üstleniyor
Yıllarca sivil alanda oluşturulmaya çalışılan toplumsal, siyasal, hukuki iddialarından vazgeçerek, bireysel ibadetler alanına çekilmiş, yerel ve küresel statükonun razı olacağı“Ilmlı İslam”, liberal, kapitalist ılımlı laik demokratik sistemle uyumlu bir boyutta tanımlanmış ve geniş kabul görmeye başlamıştı. Küresel ve yerel yeni statüko razı olacağı dinine kavuşmuştu. Artık ülkede, bölgede dönüşüm bu istikamette yaşanıyordu.
Artık küresel ve yerel statükolar yıllardır savaştıkları İslam ile barışmış ve uzlaşmış sayılacaklar, yeni oluşturdukları bir yapıyla da tevhid dini İslam ve müntesipleri olan muvahhidlerle savaşlarını, “terörle mücadele” kamuflajı altında sürdüreceklerdir.
Gazete haberlerine göre, “Türkiye ABD ile köktendinci avına çıkıyor! Türkiye ve ABD, Arap Baharı çerçevesinde otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş başlatan ülkelerde 'terörle mücadele' amacıyla yeni bir girişim başlatıyor. Diplomatik kaynaklara göre, Küresel Terörizmle Mücadele Forumu olarak adlandırılan yeni girişim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton eş başkanlığında BM 66. Genel Kurulu marjında 22 Eylül'de yapılacak toplantıyla başlayacak ve bu süreç ileriki dönemlerde de sürecek. Hillary Clinton, Libya, Mısır, Tunus gibi otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkelerde kökten dinci terörist olduğu iddia edilen kişileri engellemek amacıyla başlatılan forum çerçevesinde militanların takibinde strateji paylaşımı, bu ülkelerdeki tehdit ve zafiyetleri belirleme konusunda beraber çalışılacağını ifade etmişti. Clinton, forumla bu ülkelere yeni terörle mücadele yasaların oluşturmaları, yasaların evrensel insan hakları çerçevesinde uygulanması için polis, savcı ve hakimleri eğitmeleri konusunda destek olma imkanına sahip olacaklarını belirtmişti. Foruma 30 kadar ülkenin de destek vermesi bekleniyor.” (Kaynak: AA)
Görüldüğü üzere, İslami uyanışı, tevhidi süreci engellemek için sürekli farklı projelerle Müslümanların karşısına çıkıyorlar. AKP hükümeti ise, ABD’den gelen bu tür projelerin öncüsü olmaktan hiç çekinmemekte, adeta Müslüman halkları batının seküler değerleri istikametinde terbiye etme misyonu üstlenmiş gibi davranmaktadır. Özellikle Afganistan’da ve kısmen de Irak’ta, onurlu direniş karşısında yenilgiye uğrayıp bölgeyi terke hazırlanan ABD ve Batı yeni projelerle yeni ataklara kalkmakta ve Müslüman halkları batı değerleri istikametinde dönüştürüp küresel sisteme eklemleyerek, İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak hedefini hiç terk etmemektedir. BOP bitti denirken Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton yeni bir projeyle ortaya çıkıveriyor.Küresel Karşı-terör Forumu (Global Counterterrorism Forum). Geleneksel Amerikan müttefiki, özellikle halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerle yeni bir oluşuma imza atarak karşı terörizm stratejisi geliştirmeyi amaçladıklarını açıkladı. Ve bu zamana kadar hiç gerçekleşmemiş olan bu işbirliğinin eşbaşkanı olarak da Türkiye'yi uygun bulmuşlar.
Akif Emre’nin katıldığım tespitiyle: “Yeni sömürgeciliğin ideolojik aygıtları, küresel kapitalizmin ekonomik ve siyasal kuşatması ve toplumsal yapıyı temelden sarsıcı etkisiyle her anlamda İslam âleminin kendi medeniyetini yeniden inşa etme imkânını elinden almaya çalışıyor. Küresel terörle provoke edilen Ortadoğu, küresel emperyal amaçların ideolojik aygıtlarınca da kuşatılmak isteniyor. Clinton'un bir devlet politikası olarak açıkladığı; çok da yeni unsurlar içermeyen karşı terör programı Müslüman dünyada tam bir zihinsel dönüşümü hedeflemektedir. Pakistan'daki geleneksel medreselerden, Kenya'daki Müslüman azınlığın ders halkalarına, İstanbul ve Kahire gibi merkezlerde entelektüel oluşumları hedef alan bir zihniyet dönüşümü hedefleniyor. Modern dünyaya uyumlu, küresel kapitalizmin üretim bandına hizmet edecek, bu coğrafyayı kapitalizmin pazarı haline getirecek kapsamlı bir kampanyadan bahsediyoruz. İslam'ın Protestanlaştırılarak liberal İslam kılığında dünya sistemine uygun ve uyumlu bir din haline getirildiği bir anlayış pazarlanıyor. Liberal İslam projesinin 11 Eylül'den çok önceleri entelektüel ve akademik olarak hazırlıkları yapılmıştı. Şu anda ise bunun doktriner hale getirilerek, içerden yerli isimler marifetiyle pazarlanması aşamasına gelindi… Amaç, İslam'ın alternatif olmaktan çıkartılıp küresel sisteme müşteri yapılmasıdır.”
Erdoğan, Rolü Gereği, Mısırlılara Türkiye Modeli Olan Laik Demokratik Devlet Yapısını Öneriyor ve Israrla Onları İkna Etmeye Çalışıyor
Erdoğan’ın “Arap Baharı Turu”ndaki tutumu ve söylemleri bu arka planla değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın Mısır halkına yönelik sözleri: “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir.” “Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” “Bu süreçte inanıyorum ki Mısır halkı ülkede demokrasinin güçlenmesi için laik bir anayasayı benimseyecektir. Laik anayasa, ülkenin daha demokratik hâle gelmesini sağlar ve bu sayede devlet, ülkedeki bütün dinlerin mensuplarına eşit mesafede yaklaşır.”
Halbuki, dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir zaman diliminde, bütün dinlere eşit mesafede duran ve hepsine aynı dini özgürlükleri tanıyan, laik demokratik bir devlet yoktur ve olmamıştır. İslam hepsinde horlanıp dışlanmış ve İslam’ın saltanat sürecinde bile gayrimüslimlere tanıdığı hak ve özgürlükleri Müslümanlara da tanıyan tek bir laik demokratik model ortaya çıkmamıştır.
Erdoğan, Tunus’ta da bölgeye laik demokrasi teklifinin ve Türkiye modelini önermesinin arkasında duran ve ısrar eden açıklamalar yaptı: "Laiklik konusunda, Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil; kişi laik olmaz devlet laik olur. Bir Müslüman laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir, şunu bilmemiz lazım laik devlet her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun ister Hristiyan, ister Musevi ister Ateist olsun hepsinin güvencesidir olayın da aslı budur." “Tunus, şunu ispat edecektir; İslam ile demokrasi yan yana olabilir. Türkiye halkının yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke, biz rahatlıkla bunu yapabiliyoruz, bir sıkıntımız yok. Oldu ve oluyor, demek ki olabilir.”
Görülüyor ki, baskıcı, jakoben, İslam düşmanı Kemalist laiklik yerine, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlere bireysel özgürlük tanıyan ama devlet ve kamu alanını hevaya göre yapılan yasalarla düzenleyen Anglosakson batı laikliğini savunuyor ve benimseyerek, önemseyerek ve içselleştirmiş olarak bölge halklarına öneriyor.
Bu tutum, siyasi, ekonomik ve hukuki kamusal alanları düzenleyen Kur’an hükümlerinin tarihsel olduğu, bugün geçerli olmadığı ve bu alanlar için yeni hükümler ihdas edilebileceği şeklinde özetlenebilecek sapkın tarihselci anlayışın ve İslam’ın devlet modeli ve siyaset projesi, sistemi yoktur anlayışının yol açtığı sonuçtur. Kimi “İslamcı” yazarların da oluşturdukları “Devletin imanı olmaz, Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.” düşüncesinin yer aldığı teolojik zeminde gelişiyor bu fikirler.
Bölge halkları ve Türkiye Müslümanları AKP modeliyle, sekülerleşmeye ve küresel liberal sisteme entegre olmaya yönlendirilmekte ve böylece İslam, bölge ve dünya için alternatif olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır.Mısır ve Tunus ziyaretlerinde, ayaklanan halklara laikliği teklif etmiş, bununla da yetinmeyip, “laiklik ve İslam uzlaşır, aksini iddia edenvarsa beni ikna etsin” meydan okumasına kadar gitmiştir. Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaadettikleri görece seküler “adalet”i tesis etmeye çalışsalar, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecektir. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça bu konularda da sürekli görüş açıklayarak, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar.
AKP öncüleri sürekli İslam ile demokrasi ve laikliğin bağdaştığı, uyumlu olduğu vurgusunu gündemde tutarak, ülke ve bölge halklarının din algısını bu istikamette değiştirmeye çalışmaktadırlar. Devlet Bakanı Babacan da, ''Yaptığımız reformlar sayesinde, İslam, demokrasi ve laikliğin bir arada olabileceğini gösterdik. Birçok ülkede gençler, işleyen bir örnek gördüklerinde bundan cesaret alıyorlar. İlham kaynağı olmanın dışında, biz bu dönüşüm sürecine ekonomik ve siyasi reformlardaki tecrübelerimizle yardım ediyoruz” açıklamasıyla aynı istikamette katkılarda bulunmaktadır.
Taha Akyol şu tespiti yapmaktadır; “Hukukumuzun Avrupaileşmesinde ve laikleşmesinde en hızlı adımların atıldığı ikinci dönem, “AB uyum süreci”dir ve bunda AKP iktidarının payı büyüktür! AK Parti döneminde hem dindarlık hem hukukta sekülerleşme gelişti. Hatta Binnaz Toprak ve Ali Çarkoğlu’nun araştırmasında görüyoruz ki, AKP’nin on yıllık iktidarı, muhafazakâr kesimde laikliğin en çok benimsendiği dönem oldu! Çünkü hem laiklik hem dindarlık özgürlükçü yönde değişmektedir. Artık biri diğeri için tehdit olmaktan çıkıyor. Devlet ve hukuk açısından baktığımızda ise, iki kesim de şaşırtıcı bulabilir ama şu bir gerçektir: Atatürk ve Erdoğan dönemleri devlet ve hukuk sistemimizin en hızlı Avrupaileştiği iki dönem oldu! Bugünkü Batı daha liberal olduğu için değişimimiz de daha liberal yönde, aradaki fark bu.”
Önce İslam ve Demokrasi’yi uzlaştırmaya, örtüştüğünü iddia edip sentez yapmaya kalkıştılar, oldukça önemli bir mesafe aldıktan sonra şimdi de sıra Laiklikle İslam’ı uzlaştırma çabalarına geldi
Abant toplantıları, TGTV etkinlikleri ve SDP (Sivil Dayanışma Platformu) içinde yer alan bir çok kuruluş, aydın ve kanaat önderi, uzun yıllardır, demokrasiyi benimseyen ve İslam ile uzlaştıran yaklaşımları artık kanıksamış olarak sürdürüyorlardı. Tevhidi kesim arasından bile, demokrasi İslam ile özdeştir, Peygamber’in yönetimi en demokratik yönetimdir diyenler de, ehvenişer olarak tercih edilebilir, ödünç olarak alınabilir, başka çaremiz yok, modelimiz kavramımız yok, denize düşen yılana sarılır diyenler de çıktı. Hem ülkede hem de bölgede demokrasi ileri boyutta ve yaygın bir biçimde içselleştirildi.
O zaman kimse laikliği de sahiplenmiyor ve hatta laiklik olmadan da demokrasi olur demeye getiriyorlardı. Şimdi ise, bizzat bu dönüştürme misyonunu taşıyanların ağzından laiklik olmadan demokrasi olmaz, aynı zamanda yeni bir tanımla da olsa laikliği de benimsemek gerekir diyorlar. Kendisini İslam’a nispet eden bir çok siyasetçi, akademisyen, aydın ve yazar şimdi de, tarihselci sapmadan da beslenen ılımlı İslam algısının, yani ekonomi, siyaset ve hukuk alanına müdahale etmeyen İslam’ın ılımlı laiklikle, bütün dini kesimlere eşit uzaklıkta duran ve hepsinin dini özgürlüklerinin güvencesi olan laiklikle uzlaşabileceğini ispata çalışıyorlar.
Geçmişte tevhidi uyanış sürecinin bilinçli bir öncüsü iken bugün yandaş medyada yazar olan bir akademisyen, Başbakan’ın laiklik İslam ile bağdaşır açıklamasını normalleştirmek ve hatta olumlu sonuçlara yol açacak bir açılım olarak göstermek için şunları ifade edebilmektedir: “Başbakan'ın formüle ettiği ve Türkiye için Müslümanlar da dahil olmak üzere her kesimin razı olabileceği bir laiklik henüz sadece bir proje. Bir Müslüman’ın tam bir din ve vicdan özgürlüğüne ve dinler arasındaki ihtilaflarda tarafsızlık ilkesine dayalı bir laiklik tanımı Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin özgün bir modeli olabilir ve laiklik teorisine bir katkısı olarak tarihe geçebilir. Bunun Müslüman siyaset teorisi için de bir tür içtihat tetikleyici girişim olarak değerlendirilmesi ve tartışılması mümkün”.
Yeni Demokratik Statükoya Teolojik Alt Yapı Hazırlanıyor ve “Abant Konsili” Kararları Tevhidi Kesimi de Kuşatıyor
İşte bu sistem içi değişikliğe, teolojik dayanak sağlayıp meşruiyet kazandırmak istercesine, değişime aktif taraf olmayı, laik anayasa değişikliğine “evet” oyu ile destek vermeyi, Allah’a teslimiyetin bir gereği ve İslami bir ibadet olarak niteleyenler, aynı süreçte Allah’ın muradının adalet olduğunu, adaleti sağlayacak sistemin İslami olmasının ve yöneticilerinin (emir sahiplerinin) Müslüman olmalarının zorunlu olmadığını da iddia edebilmektedirler.
Abdullah Gül de, adil devlet vurgusu yaparak demokrasi İslam uyumunu işliyor. Demokrasi ile İslami esaslı bazı partilerin öne çıktığı Tunus veya başka ülkeler için Türkiye'nin ilham kaynağı olarak nasıl bir rol oynayabileceğine dair soruya Gül,''Adil bir yönetim kurmak, Allah'ın en çok emrettiği şey değil midir? Adil bir yönetici, dürüst bir yönetici, buna dinimizde ne kadar çok övgü vardır…. Din üzerine siyaset de yapmamak gerekir.'' Görüldüğü üzere, tevhidi uyanış sürecinden gelen kimi öbekler ve öncüleriyle, sistem içi seküler demokratik değişimin öncüleri, birbirine yakın söylemlerle, bir yandan yeni statükoya İslami meşruiyet sağlamaya, yeni statükoyu inşa edecek statüko dinine teolojik alt yapı hazırlamaya, diğer yandan da İslam’ı dönüştürüp, siyasal ve ekonomik alana müdahale etmeyen, bireysel ibadetlerle sınırlanmış bir boyuta indirgemeye çalışmaktadırlar.
Aynı zamanda bu tür sistem içi değişime eklemlenen kimi “tevhidi öbekler” ve kimi “İslami şahsiyetler” bile artık altına imza attıkları, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, “Türkiye laik, demokratik, hukuk devletidir ne bir eksik, ne bir fazla” içerikli bildiri ve afişleri tüm ülkeye yayacak kadar ileri gidebilmektedirler. Bu kesimlerin öncü şahsiyetleri, “Totaliter, yasakçı bir anayasa istemiyoruz. Darbe anayasası istemiyoruz Demokratik irade ile yapılmış, ayrımcılık yapmayan, yeni demokratik sivil anayasa istiyoruz” diye açıklamalar yapmayı artık çok doğal ve olması gereken buymuşçasına yapabilmektedirler.[6]Tevhidi uyanış sürecinden gelen bu kesimler, laiklik ve demokrasiyi kendilerince farklı tanımlayarak sempatik göstermeye, İslam’la uzlaştırmaya, liberal tezlere uyum sağlamaya, kanun yapmada halk iradesinin nihai otorite sayılmasını, cahiliye toplumunun halk iradesiyle sivil özgürlükçü bir anayasa yapmasını meşrulaştırmaya yönelik açıklamaları gündemleştirebilmektedirler.[7]
İlk Abant toplantılarının yapıldığı yıllarda, yayınlanan uzlaşmacı sonuç bildirilerinde; laiklik ve demokrasiyle İslam’ın nasıl uzlaştırılmaya ve sentez edilmeye çalışıldığını, “Allah’ın hâkimiyetinin kozmik alandaki hakimiyetle sınırlanıp”, “yeryüzündeki hakimiyetin kayıtsız şartsız halka verilmesinin” İslam’a aykırı olmadığını ve İslam’ın, bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet ve kamu alanı oluşturmaya uyumlu olduğunu ispat ile demokrasi ve laikliğin nasıl meşrulaştırılmaya çalışıldığını, hep birlikte tespit edip, birlikte eleştirdiğimiz tevhidi kesimler, bugün aynı şeyleri yapmaya yönelmiş bulunuyorlar. Şirk sistemine, seküler anayasa taslakları hazırlama yarışına giren bu kesimler, bu konuda imza kampanyaları açmakta, çeşitli illerde şirk anayasasının daha özgürlükçü boyutlarda nasıl olması gerektiğini gündem yapıp TBMM’ye teklifler hazırlamakta, ilahi vahye dayalı olmadıkça en özgürlükçü içeriğe sahip kılınsa da, böyle bir anayasanın taguti olması sebebiyle Müslümanlarca benimsenmemesi gerektiğini unutmaktadırlar.
Geçmişte Abant toplantılarıyla kotarılmaya çalışılan, laiklik ve demokrasiyle uzlaşmayı savunan “ılımlı İslam” algısına birlikte tepki gösterip eleştirdiğimiz tevhidi uyanış süreci müntesiplerinden büyük kısmının bugün aynı şeyleri söylemeye başlamaları gerçekten ibret vericidir. Bu kesimin en iyileri bile, başka çaremiz yok, kavramlarımız modelimiz yok gibi yanlış ve abartılı yaklaşımlarla, demokrasiyi savunmaya, ‘ehven-i şer’i tercih fıkhı geliştirmeye, batıl kavram ve modelleri ödünç almaya dair söylemleri, tevil ederek de olsa “hakimiyet Allah’ın değil halkın”, “hüküm Allah’ın değil ümmetin” vb düşünceleri yaymaya başlamışlardır.
Bugün bunlardan kimilerini, yıllardır ‘ABANT Konsilleri’nde kotarılmaya çalışılan sentezci, uzlaşmacı aynı söylemlere kaydıkları, kimilerini de o istikamette eğilimlere girdikleri için, geçmişte Abantçılara yönelttiğimiz aynı konularda eleştirmek zorunda kalıyorsak, gerçekten çok çarpıcı ve iç acıtıcı bir dönüşüm süreci içinden kan kaybederek geçiyoruz demektir. Yaklaşık 15 yıl gibi bir süreçte bu kadar keskin bir dönüşümün, hem de Peygamber (s) ve ashabının çektikleri sıkıntılar, acılar ve ödedikleri bedellerle, hatta bu ülkedeki devrimci solcu ve PKK gibi çevrelerin yaşadıkları, çektikleri acılar ve ödedikleri bedellerle bile mukayese edildiğinde, çok büyük sıkıntılar, altından kalkılamayacak acılar çekilmeden, büyük ve ağır bedeller ödemek zorunda kalmadan yaşanmış olması düşündürücü ve üzücü değil midir? Bu hal, Türkiye’deki tevhidi kesimin ne kadar niteliksiz, ne kadar sabırsız ve azimsiz, inandıkları değerler uğrunda fedakârlık konusunda ne kadar geri, imânî noktada ne kadar zaaflı olduğunun göstergesi değil midir?
Halbuki, tevhidi bilinçten yoksun halk kitlelerinin, zulumatın (karanlıkların) koyu tonlarından gri tonlarına doğru yönelmeleri, sistem içi görece özgürlükçü değişimlere meyletmeleri fıtri bir özgürlük arayışı anlamında görece bir olumluluk olarak değerlendirilebilecek iken, tevhidi bilince ulaşmış, zulumattan nura sıçrama yapmış olan Müslümanların, görece özgürlükler için, kimi sistem içi taleplerinin karşılanması ve kimi kazanımlar sağlanması hatırına Nurdan zulumatın gri tonlarına geçiş yapmaları, tam anlamıyla bir geriye gidiş, yani sözlük anlamıyla irticadır. Hatta bu tür pragmatik sebeplerle, kimi kazanımlar elde etmek için, Nur’daki tevhidi mevzilerini, ilke ve stratejilerini terk etmeleri, ganimet için görev yerlerini terk eden Uhud’taki okçular misali bir yanlış, tevhidi uyanış sürecine büyük zararlar verecek büyük bir hatadır.
Üstelik artık devletle özdeşleşen yeni statükonun sahiplerinin yaptıkları zulümlerin bile tevil edilmeye ya da suskunlukla geçiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu dönemde, bir çok tevhidi uyanış süreci öbeğinin bile edilgenleşip muhalif olma özelliğini yitirmeye başladığını, hatta yeni statükoya teolojik alt yapı ve meşruiyet kazandırmaya ya da yeni statükoya destek vermeyi meşru göstermeye yönelik dini yorumlara, zorlama çıkarımlara meylettiklerini ibretle gözlemlemekteyiz. İslami bir sistemde bile “emri bil maruf” sorumluluğuyla, zulümlere, haksızlıklara itiraz ve muhalefet etme konumunda olması gereken Müslüman davetçiler, bugünkü taguti sistemin gri tonunu temsil eden kadrolar, sırf daha despot ve zalim olanı tasfiye ettikleri, bireysel ibadetlerini yaptıkları ve kendilerine kimi çıkarlar sağladıkları için, onların politikalarının savunuculuğuna soyunarak, zulümlerine karşı edilgen kalarak muhalif olmaktan çıkmışlar, muhalefeti de liberallere bırakmışlardır.”
[1]Bugün “paranın, ekonominin dini, imanı yoktur” diyen Tayyip Erdoğan’ın yaptığı da, aslında 80 yıl önce MustafaKemal’inKazım Karabekir’e ifade ettiği “kalkınmak için, önce toplumda var olan namus ve din anlayışını kaldırmalıyız” beyanını yeni dönemde tekrar üretmekten başka bir şey değildir. Bu sebeple yeni model Kemalizmin seküler, maodern, laik, din dışıekonomi, siyaset ve hukuk projesinin görece daha özgürlükçü versiyonu olacaktır.
[2]Hüseyin Gülerce, “Müslüman Demokratlar”, 01. 07. 2010, Zaman
[3]Hüseyin Gülerce, “Okyanus ötesinin adı ve 'evet'in zaferi…”, 16. 09. 2010, Zaman,
[4]Hüseyin Gülerce, “Gülen ve evet…”, 10. 09. 2010, Zaman
[5]Prof. Hakan Yavuz, Tempo Dergisi,21-28 Ekim 2004
[6]Bu tür sistem içi değişim ve demokratikleşme çalışmalarında hangi tevhidi öbek ve öncülerinin yer aldığını görmek isteyenler, TGTV ve SDP (Sivil Dayanışma Platformu) sitelerine bakabilirler. (www.sivildayanismaplatformu.org- http://www.tgtv.org/web/guest/tgtv-uye-listesi
[7]“Ortak akıl” ve “TGTV” çerçevesinde hareket eden bu tür gruplara, son anayasa açıklamalarında katılan ve görece bir üslup farklılığıyla da olsa, sonuçta evet oyuyla referanduma aktif destek açıklaması yapan, ancak tevhidi ilkelerini çoğunluğa nazaran koruma duyarlılığını sürdüren ve şirk sistemi ile şirke dayalı anayasasını tümden reddettiğini ve İslami taleplerini açıkça dillendiren bir kesimin, daha farklı bir kategoride değerlendirilmesi gerekmektedir.