Ahmet Turgut Ulucak Hocanın Konuşması
Klâsik Osmanlı döneminde, tarikatlar şeklinde örgütlenmiş pek çok dini oluşumlar vardı. Ancak, bu kuruluşlar devletin güdümünde faaliyet göstermekteydiler. Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesi ile birlikte, devlet bu kuruluşlar üzerindeki otoritesini kaybetmeye başlamıştır. Böylece, tarikatlar, giderek devletin otoritesini sınırlayan roller üstlenmeye başlamışlardır. III. Selimle başlayan reformlar döneminde de, tarikatların devlet üzerindeki etkinliklerini azaltmak için bazı önlemler alınmak istenmiş ancak başarı sağlanamamıştır.
Yıl 1856. Günlerden 18 Şubat. Türkiye, tüm dünyaya Islahat Fermanını ilan eder. Öyle bir Ferman ki, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi sistemini tepeden tırnağa değiştiren ve tümü de Avrupa ülkelerinden ilham, telkin ve dayatma suretiyle iktibas edilmiş düzenlemelerle dolu. Fermanın sadece başlıklarını görmek bile bir yığın ders çıkarmaya yeterli. Bakalım:
Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namus masuniyeti vardır.
Fatih devrinden beri Gayr-ı Müslim cemaatlere verilmiş imtiyazlar ve ruhani muafiyetler devam edecektir.
Türkiye’deki dini cemaatlerin reisleri kayd-ı hayat şartıyla seçileceklerdir. Ancak bu reisler, seçildikten sonra devlete sadakat yemini edecekler. Bu dini reislere hazineden maaş bağlanacaktır.
Dini cemaatlere ait mektep, hastane, mezarlık gibi genel mekanların tamirleri engellenmeyecek, ancak yenilerinin yapılması izne tabi olacaktır.
Bütün mezhepler eşit şekilde dini serbestliklerden istifade edeceklerdir.
Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilemez.
Her din ve mezhepten vatandaşlar devlet memuru ve asker olabilecektir.
Azınlıklar, kendilerine okul açabilecektir.
Farklı din ve mezhepten olanların ticaret ve cinayet davalarını görecek yeni mahkemeler kurulacak ve yeni kanunlar çıkarılacaktır.
Gayrı Müslimlerin miras davaları, kendi kiliseleri bünyesindeki ruhani meclisler tarafından görülecektir.
Türkiye’deki hapishaneler, insan haklarına uygun hale getirilecektir.
Her türlü bedensel ceza, eziyet ve işkence yasaklanacaktır. İşkenceyi önlemek, yapanları cezalandırmak üzere Ceza Kanununda düzenleme yapılacaktır.
Yabancılar Türkiye’de mülk edinebileceklerdir.
İltizam usulü kaldırılacak, vergileri bizzat devlet toplayacaktır.
Memur maaşları düzenli ve devamlı ödenecektir.
Yolsuzlukla mücadele ile ilgili kanunlar ciddiyetle uygulanacak, memurlar bu maksatla izlenecektir.
Paranın değeri korunacak (enflasyon önlenecek), mali sistemi düzene koymak için Avrupai bankalar kurulacaktır.
Tarım ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla yeni yollar inşa edilecektir.
Batı Kültürüne önem verilecek, Avrupa’nın eğitim sistemi, ilimleri ve sermayesinden istifade edilecektir.
Bu reformların hangilerinin Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına ilişkin bulunduğu, büyük çoğunluğu oluşturan hangilerinin ise Avrupa ülkelerinin “dayatma”ları olduğu kolayca tespit edilebilir.
LE MONDE Gazetesi’nde cikan Guillaume Perrier imzalı Türkiye analizinde geçen bir iki cümleye dikkatinizi çekiyorum : Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye'den çıkabilir… Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Osmanlı Devletinden böyle bir sosyal yapıyı devir alan Türkiye Cumhuriyeti, bu yapıyı değiştirerek kul-devlet ilişkisini, yurttaş-devlet ilişkisine dönüştürmek istemiştir. Osmanlı Devletinin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, Fransa, İtalya ve Almanya’daki millileştirme politikalarından esinlenerek, ulusal sınırlar içindeki halkı birbiri ile kaynaştıracak ve entegre edecek bir millileştirme politikası uygulamıştır. Bir takım çevreler, Türkiye Cumhuriyetinin resmi dil olarak Türkçe’yi kabul etmesi varsayımından hareket ederek, bu milliyetçiliğin ırk esasına dayandığını ifade etmektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu millileştirme politikasının, 1946 yılında çok partili düzene geçene kadar taviz verilmeden uygulandığını görmekteyiz. 1946 yılında çok partili sisteme geçince, siyasi partiler halkın bu hassasiyetinden yararlanarak iktidar olmak yarışına girdiler. Örneğin, 1947 yılında toplanan Halk Partisi’nin kurultayında; dinin manevi bir gıda olduğu, toplum hayatında bu gıdadan yararlanılması gerekliliği, ülkede dinler arasında İslâm aleyhine önemli bir eşitsizlik olduğu, bu uygulamaların maneviyattan yoksun bir gençliğin yetişmesine yol açtığı şeklinde eleştiriler ve okullara din dersleri koyulması gibi öneriler olmuştur.
Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir ilâhiyat fakültesi kurarak devlet denetiminde ilk din eğitimine başlamış, ilkokullarda da din dersleri seçmeli ders olarak ders programlarına almıştır(46). 1950 yılından sonra iktidar partisi olan Demokrat Parti ise din konusunda, Halk Partisine göre daha çok ödün veren bir politika izlemiştir. Demokrat Parti’nin iktidarı zamanında da, yüksek İslâm enstitüleri, İmam hatip okulları ve Kuran kursları açılarak dine dayalı eğitim sistemi yaygınlaştırılmış, sınırlı da olsa toplumdaki dini oluşumlara tolerans gösterilmeye başlanmış, camilerde Türkçe ezan okunması zorunluluğuna son verilmiştir.
Böylece, 1950’den sonra Türkiye’ye örgütlü İslâmi akımlar hakim olmaya ve ülke siyasetinin gündemini bunlar da belirlemeye başlamıştır. Bu gelişmelere rağmen, 1946-1960 döneminde Türkiye’de siyaset yapan tüm siyasi partiler, devletin kültürel İslâm anlayışı ile örtüşen, lâik din politikasını benimseyen kuruluşlar olmuşturlar. Nakşibendi tarikatı Türkiye’de etkinliğini artırma ve devlet bürokrasisi içinde örgütlenme sürecine girdi. Bu dönemde, milliyetçi akımlar ile siyasal İslâm’ın yükselişinde, devletin solu bir tehdit olarak algılayan soğuk savaş dönemi politikası da etkili olmuştur. Örneğin, 1960’dan sonraki askeri darbeler döneminde, sol karşısında milliyetçi akımları destekleyen bir politika izlenmiş ve hatta İslâmi akımlar ile milliyetçilik entegre edilerek bu cephe güçlendirilmek istenmiştir. Bu amaçla, “Türk-İslâm Sentezi” olarak adlandırılan bir ideoloji geliştirilerek, toplum manevi değerler şemsiyesi altında birleştirilmeğe çalışılmıştır. Cevdet Sunay’ın “Biz devletin kilit merkezine yerleştireceğimiz kişileri imam-hatip okullarında yetiştiriyoruz” sözleri, devletin bu politi kanın ne kadar içinde olduğunun bir göstergesidir.Milliyetçilik algısını anlamak açısından nihalt atsızın oğluna bırakmış olduğu vasiyette dönemin ve günümüz mantığının tezahürü açısından bize bazı ipuçları vermektedir.
Yağmur Oğlum, Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romanlar, yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Zazalar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler, içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun." (N. Atsız)
Cemaatlerin, Dernek ve Vakıfların Din Anlayışları ve Ilımlı İslâm,
STK’lar, İslâmî hareket iddiası taşımaktan feragat etmelidirler ya da gerçeklerle yüzleşmelidirler.
Demokratik platformlardan, insan hakları örgütlerinden, çıkar hesapları yapanlardan, bir beklenti içine girenlerin anlamsızlığa karşı duyarlılıklarını yitirme olmamalıdır… Ümmetin yüzyıllardır gafletinin acısını bundan sonraki nesillere yaşatma haklarının olmadığını bildirmemiz gerekiyor.
İçimizdeki fire odaklarına dikkat etmemiz lazım. Tepkilerimiz, anın yansıması değil her alanda elimizi güçlendirerek şuurlu bir şekilde ümmeti mihmandarlığa doğru yönlendirecek sorumluluğu kuşanmamız gerekiyor.Kendi istikballeri için hesap yapanların Allah’ın hesabını gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatmamız gerekiyor. Müslümanların marjinal bir tutum içinde değil, ümmeti ve insanlığı kuşatacak projeler üretmesi ve mazlumların hamisi olması gereken yeryüzünde ifsadı kendilerine ölçü kabul edenlere karşı ıslahı hatta takva temelli vahiy dönüşümüne hazırlık yapmaları gerekmektedir.
Muhafazakârlık: Var olan durumu koruma amacını güden düşünce tarzı. Toplumun değişmesine karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin korunmasını savunan ,sağ kanat siyasi ideolojisidir.Muhafazakârlığın, değişime karşı direniş olarak tanımlanması, özellikle değişim isteyen sol ideolojiler tarafından eleştirilir. Muhafazakârlık, bir sağ ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı vardır. Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim Sovyetler Birliği'ndeki solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi muhafazakârlaşmakla suçladılar.
Muhafazakârlık, değişime tümüyle karşı değildir. Sadece devrimsel değişimlere, topyekün toplum planlarına karşıdır. Radikal, "seçkin" bir grup entellektüelin bir araya gelerek ,toplum düzenini bir anda değiştirecek devasa planlarını uygulamaya koymaları, muhafazakârlığa aykırıdır. Bu açıdan, muhafazakârlık çoğunluk yanlısıdır ve demokratik bir toplumun temel ideolojilerinden biri olduğu savunulur. Muhafazakârlık, akla şüpheyle yaklaşır. Kendi aklının sesini dinleyerek başka insanların hayatları üzerinde kalıcı bir etki yaratmaya çalışan düşünürleri eleştirir. Muhafazakârlara göre akıl; farklı sonuçlara varabilmektedir ve bireyin toplum üzerinde keyfi değişiklikler oluşturma isteklerine araç olmamalıdır. Muhafazakârlığı, sistemli bir düşünce olarak ilk savunan kişi, İngiliz filozof Edmund Burke olmuştur. Burke, Fransız Devrimi zamanında yaşamış, devrime karşıt bir düşünürdü.
O sırada İngiliz devlet adamları arasında Fransız Devrimi'nin İngiltere'ye yayılacağı endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye karşı, sistemli bir ideoloji oluşturarak, fikirsel alanda Fransız Devrimi'ne karşı bir mücadele başlattı. Muhafazakârlık ,İngiltere ve ABD gibi sanayileşmiş demokratik toplumlarda yayıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu, Çin İmparatorluğu gibi gelenek ci ülkelerde de siyasi iktidarları etkiledi.Yaşadığımız toplumda sağcılık ve muhafazakarlık İslami algı haline dönüştürüldü.Bir kısım Müslüman kendilerini bu anlam bütünlüğünde tanımladılar .Muhafazakarlık ,sahiplenmesi gereken toplumda dinin yaşama dönüşmesine saygı duyan toplum düşüncesi haline dönüştü.Özellikle milliyetçi muhafazakar söyleme sahip çıkanlar ,zaman içinde kendi tebalarını bu düşünce içinde şekillendirerek reaksiyoner olmayı değerleri korumak olarak algıladılar.
Malesef yaşadığımız coğrafyanın kahır ekseriyeti kendisini sağcı olarak tanımlamayı özellikle ortaya koyarken ,bazı dini kavramların içini boşaltarak kendi söylemlerini meşrulaştırmak adına milliyetçi söylem ile ulusalcı bir çizgiyi sahiplenme ve onu koruma güdüsünü oluşturdu.Halkı Müslüman olan batı toplumlarında ,sağcı olmak ,muhafazakar olmak, solcu olmaya yeğlendi; çünkü solculuk İslam karşıtlığı idi sağcılık ise birazda daha ılımlı yaklaşıyordu.
CHP nin tek partili baskıcı ,istibdat döneminde demokrat parti geleneği ,bu söylemi daha fazla öne çıkardı .Hatta zaman içinde bir dönemin azılı solcuları bile, komünist tehlikeye karşı sağcıları ve dini kullanma alanını tercih ettiler,ne de olsa reel politik gözetilmeliydi. Tıpkı bugün olduğu gibi!Doğu toplumları ,sosyalizm düşüncesi ile baascı rejimleri
kerhende olsa desteklerken, Batı toplumunda(türkiyede)ise sağcılık ,Osmanlıcılık ,milliyetçilik ,muhafazakarlık adı altında daha kuşatıcı ve anlamlı bir algıya dönüştürüldü.
Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dünyada tek süper güç haline gelen ABD, bu gücünü devam ettirebilmek, olası rakiplerinin siyasi ve ekonomik gelişmelerini denetim altında tutabilmek için “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan bir proje geliştirdi. Sanayileşmiş Batı ülkelerinin de desteklediği sanılan bu proje, dünya petrol rezervlerinin yüzde 69.9’a, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 34’e sahip Ortadoğu bölgesinin ABD’nin güdümüne girmesini öngörmektedir.
“Ilımlı İslâm Modeli” de, bu projenin bölge ülkeleri için uygun gördüğü bir yönetim şeklidir. Orta çağdaki devlet modellerinin görüntü değiştirmesinden ibaret olan bu yönetim modeli, bölge ülkelerindeki etnik yapı ve inanç farklılığından kaynaklanan bölünmüşlüğün devamını sağlayacaktır. Bu model, bölünmüşlüğün yarattığı örgüt liderlerinin yapılandıracağı, sözde bir demokrasi öngörmektedir. Türkiye, “Büyük Orta Doğu Projesi” içinde iki bakımdan stratejik bir öneme sahip bulunmaktadır.
Bunlardan ilki, Türkiye’nin Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz kaynaklarına birkaç saat içinde müdahale edebilecek kadar yakın olması ve bunların ulaşım yollarını denetleyebilecek bir coğrafi noktada bulunmasıdır. İkincisi ise, Türkiye’nin lâik ve ulus esasına dayanan devlet yapısının Ortadoğu ülkelerine örnek teşkil etmesi, bu ülkeleri de böyle bir siyasi yapılanma arayışına sürükleyebilme olasılığıdır. Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri bu iki nedenden ötürü, Lâik Türkiye Cumhuriyetini ılımlı İslâm modeli ile yönetilen bir devlete dönüştürmeyi arzulamaktadırlar.
Türkiye’nin AB üyelik sürecini de bu dönüşümün alt yapısını oluşturmak için kullanmak istemektedirler. Bölge için uygun görülen ılımlı İslâm modeli’nin, ABD ve müttefikleri bakımından bu bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarının kullanım süresi ile sınırlı bir yönetim modeli olduğu kanısındayız. Çünkü, ılımlı İslâm modeli uzun dönemde radikal İslâmi akımları yaratacak ve bu gelişme de bölgenin bütününü Filistinleştirebilecektir. Bu ihtimali gören ABD ve yandaşları, kuzey Irakta İsrail ile stratejik ortaklık ilişkisi içinde olan bir Kürt devleti kurmaya ve böylece İsrail’in geleceğini güven altına almaya çalışıyorlar.
Ahmed KALKAN Hocanın Konuşması
“Ilımlı İslâm” Kavramının Tanımı ve Konunun Kur’ânî ve İtikadî Bakışla Yorumlanması
“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilımlı İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır.
Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP eşbaşkanlığı, “model ortaklık” ve “küresel terörle mücadele eşbaşkanlığı” ile başta Amerika olmak üzere Batı ile T.C. ılımlı İslâm projesinde işbirliği yapmaktadır. Bu projeyi Türkiye’de hormonlu şekilde büyü(tül)müş dernek ve cemaatlere ve cemaat önderlerine kabul ettirdikleri gibi, Erdoğan aracılığıyla Ortadoğuya da yaymaya çalıştıklarına hepimiz şahit oluyoruz. Bugünkü T.C. yöneticileri daha yönetime gelmeden Batı tarafından İslâm devleti olmadığına, olsa bile bugünün reel politiğine uymadığı, başarı şansı bulunmadığına ikna edildiler. Sonra cemaatler, dernek ve vakıflar ikna edildiler. Aynı ikna odaları Ortadoğuda açılmış, T.C’nin de katkısıyla oralarda da İslâm sulandırılmış, o su da ılımlı hale getirilmişti. Ortadoğu’daki kimilerinin “intifâda” diye yücelttiği, despot diktatörlere karşı ayaklanmanın yarım bırakılıp yıkılanın yerine İslâmî bir yapının getirilmesi için yeterince çaba sarf edilmemesi, biraz da bu ılımanlaştırma politikalarıyla izah edilmelidir. ABD abdi gibi görmek istediği Türkiye yönetimini de hem demokrasiyi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul ettiğini dosta düşmana ilan etmekte beis görmemektedir. Model T.C. düzeni, namaz kılan yöneticileri eliyle “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini, Ortadoğu ülkelerine de pazarlama görevini üstlenmiştir. ABD, Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.
Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.
Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli. Bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor?
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)
“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir.Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir. “İslâm”ın terim anlamı ise: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir kanundur. Dünya hayatını düzene koyan İlâhî sistemin özel ismidir İslâm. İnsanla Allah’ın arasındaki ilâhî bağdır. Mutluluğun, barışın, şeref ve izzetin sağlandığı yaşama biçimidir. Allah’ın insanlara, onları mutluluğa ve yüceliklere yükseltmek için gönderdiği İlâhî kanun ve ilkeler bütünüdür.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur.Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O'na karşı din üretmek anlamına gelir (Bak. 42/Şûrâ, 21)
İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz konumdadır. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle, bir ülkede ya dinin devleti, ya da devletin dini vardır. Ilımlı İslâm, zâlim devletlerin, işgalci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için prensiplerini belirledikleri kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak; ilim, iman ve takvâ ile zihin ve gönlünü süslemek; tebliğ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması, inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icat edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir.
“Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır."(5/Mâide, 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsrâ, 73-75)
Allah'la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.
Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah'ın evi olması, sadece Allah'a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (72/Cinn, 18), devlet dairesi; Peygamber'in vârisi ve Allah'ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah'ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.
Uslandırma ve Sulandırma:Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar (2/Bakara, 120), Müslümanları hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar.Müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın “radikal” ve “fundamentalist” diye tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.
Küfre, şirke, putperestliğe isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü'nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur'an'ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur'an'ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.
Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.
Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir." (2/Bakara, 256)
İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı, onun dünya görüşüyle sentez oluşturmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla mücadele etmişlerdir.
Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse… Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın hükmüdür.
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” (4/Nisâ, 13- 14)
"…De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120).
"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49).
Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur. Kur’an’ın haber verdiği gibi İbrâhim (a.s.) müşriklere şöyle diyerek putperestlere ve yersiz korkuya tavır alıyordu: “Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden mi korkacağım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" (6/En’âm, 80-81)
Necmeddin IRMAK Hocanın Konuşması
Günümüzde siyasal ve toplumsal bir proje haline getirilen ve İslam dünyasında bir zihniyet yapısı olarak karşımıza çıkan ılımlı İslam olgusunun izdüşümünü İslam tarihinde görebilmekteyiz.
Bazen mevcut siyasal yapının kontrol ve yönlendirmesi ile bazen bireysel değişim ve dönüşümler neticesinde, bazen de toplumsal zeminde elde edilen refah düzeyinin tesiri ile, ayrıca Moğol İstilası gibi etkenlerle altüst oluşlar, kırılmalar ve dağılmalar ile sahih İslam anlayışından sapmalar olmuştur.
Müslümanlara itidali emreden İslam’dan her şeyi mümkün kılan ve meşrulaştıran bir anlayış devşirmek, sapmadan başka bir şeyle ifade edilemez. İslam’ın gerçekliğine teslim olmaktan ziyade gerçekliği (!) İslamlaştıran ve içinde bulunduğu hali meşrulaştıran bir yaklaşım tarzı olarak ılımlılık hep var olmuştur.
Uzun saltanat asırları içerisinde bir koruyucu (muhafazakâr) refleks olarak karşımıza çıkan ılımlılık, geleneksel bir yapı kazanarak özellikle bazı tasavvufî akımlar içersinde bir söylem tarzına da sahip olmuştur.
Günümüzde ister ılımlı İslam projesi dâhilinde olsun ister haricinde olsun söz konusu yaklaşıma sahip olanların referanslarının da bu geleneksel yapı olduğunu görürüz. Bu günü doğru anlamanın ve doğru tahliller yapabilmenin zeminini, kendisine gönderme yapılan referansları ve yaşanılan süreci tespit etmek oluşturmaktadır.
Mehmed PAMAK Hocanın Konuşması
Tarih Boyunca Her Statükonun Dini ya da “Dine Karşı Din” Stratejisi,
Günümüzde “Ilımlı İslam” Adıyla Yürürlükte
İnsanlık serüveni boyunca, iktidar ve rantı ele geçiren egemenlerin çıkarları istikametinde oluşan statükonun sahip çıktığı ya da kullandığı bir din algısı olmuştur. Egemen statükolar, yönettikleri kitleleri her dönemde “statükonun dini” diyebileceğimiz bu din algısına inanmaya çağırmış, yönlendirmiş, hatta zorlamışlardır. Her dönemin egemenleri, kendilerine çıkar sağlayan düzeni sürdürmek için, yönettikleri kitleleri bu din algısıyla statükoya itaate ikna etmişlerdir. Sömürü düzenlerini sürdürürken, kitleleri bu din algısını kullanarak aldatıp, oyalamışlardır.
Üstelik, egemen statükoya meşruiyet sağlamak için kullanılan bu din, her dönemde insanlar nezdinde saygınlığı olan ve yaygın kabul gören Allah’ın dini adına ortaya çıkmış, çıkarılmıştır. Çünkü insanlar ancak bu şekilde daha kolay ve daha etkili biçimde aldatılabilmekte, Kur’an’da buna “Allah ile aldatmak” nitelemesini yapmaktadır. Bu din algısı, statükonun çıkarlarına göre Hak dinde yapılan değişlikler sonucunda ortaya çıkarılmış, hak ile batılın karışımı muharref bir din niteliğindedir. Kitleleri Allah ile aldatmak amacıyla Hak din olarak takdim edilse de, aslında şirke bulaşmış batıl bir din algısıdır. Kur’an bu dine“atalar dini” de demektedir. İşte statükonun dini olan, ancak şirkle nitelenebilecek bu din algısı, günümüzde tevhid dini olan İslam’ın karşısına, “ılımlı İslam” adı altında çıkarılmaktadır. İnsanlık serüveni boyunca hep statükolara hizmet etmiş, kitleleri aldatıp statükolara boyun eğdirme işlevi görmüş olan “dine karşı din” stratejisinin bugünkü versiyonu, “radikalizme/terörizme/aşırılığa karşı, ılımlı İslam” şeklinde ortaya konmaktadır.
Her dönemin statüko dininin hedefi, kozmik (evrendeki, göklerdeki, fıtrattaki) hakimiyeti Allah’a bırakıp, yeryüzü ilahlığını tâğutlara vermek şeklinde ortaya çıktığı gibi, bugünkü statüko dini “Ilımlı İslam”ın da hedefi, aynı istikamette belirginleşmektedir. “Ilımlı İslam” da, göklerdeki, evrendeki ve fıtrattaki ilah olarak Allah’ı kabul etmekte, kozmik hakimiyetin Allah’a ait olduğunu itiraf etmekte, ancak yeryüzündeki toplumsal hayatın, kamu alanının yönetimindeki nihai yasa yapıcılığı, mutlak kural koyuculuğu, hevâ ve zanna, laik demokratik parlamento ve hükümetlere bırakmaktadır. Yani yeryüzü ilahlığını Allah’tan başka ilahlara vermektedir. Anlaşılan odur ki, bugünün statüko dini “Ilımlı İslam”, yeryüzündeki ekonomik, siyasal, hukuki toplumsal ve kamusal hayattaki ilah olarak laik demokratik parlamentoları ve hevâyı kabul etmekte, Allah’ın ilahlığını ise, vicdanlara, bireysel ibadetlere ve uhrevi alana hasretmektedir..
Resulullah (s) döneminde, talep ve hedef çıtası, bütün bireysel ve toplumsal alanlara Allah’ın hükümlerinin hakimiyetini esas alan en zirve noktada tutuldu. Bu zirvedeki söylemde şunlar vardı; “yaratmak da emretmek de Allah’a aittir”, “Göklerde olduğu gibi, yerde de hüküm ve ilahlık Allah’a aittir”, “toplumun Allah’ın hükümleriyle yönetilmesi gerekir”, “topluma hevalarıyla yaptıkları yasalarla hükmedenler, hevalarını ilahlaştırmış ve küfre girmiş olurlar ve Allah’tan başkasının hükümlerini benimseyenler de onları ilah edinmiş olurlar”. İşte çıta buraya konup, bu mesaj tavizsiz bir biçimde topluma yayılmaya başlayınca, yeryüzü ilahlığını tagutlara veren statükonun dini ve onu kullanan egemenler çok büyük tepki gösterip saldırıya geçtiler. Zulüm, baskı ve şiddetle vazgeçiremeyince, bu sefer uzlaşma teklifleriyle tavize karşı taviz istemeye yöneldiler. Alınacak tavize karşılık, kendileri de taviz verip hak-batıl karışımı ortak bir paydada buluşup, devlet başkanlığını da Resulullah’a vermeyi teklif ettiler. Yani statükonun dinini, Resulullah’ın getirdiği vahiyden de bazı unsurları kabul edip ekleyerek yenilemeyi, ama yeryüzü ilahlığını elde tutarak, kendilerine çıkar sağlayan statükoyu yeniden üretip sürdürmeyi planladılar.
Ama Allah © “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun, istikametinizi koruyun”, “zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur, cehennemlik olursunuz”, “Allah’ın emrinden oluşan şeriata uyun, onların hevalarına uymayın”, “Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık” gibi uyarılarıyla onları istikameti korumaya, uzlaşmazlığa, kafirlere ve onların hevalarına itaatsizliğe yönlendirdi. (Hud 112-113, Casiye 18, İsra 73-75, Kafirun, Kalem 8-10 vb.).
Bugün ise, statükonun karşısına ilkeli İslami kimlik, tevhidi bir duruşla, açık, net ve tavizsiz bir tebliğle çıkamayanlar, din algılarını kendiliğinden statükonun rahatsız olamayacağı bir noktaya çekmeleri, hedef çıtalarını da sistem içi görece özgürleşme ve kimi çıkarlar devşirmek noktasında tutmaları sebebiyle sisteme tehdit oluşturmadıkları için, statükonun sahipleri onları ciddiye almamakta ve onlara uzlaşma teklifi götürmek gereği de duymamaktadır. Bu yüzden, bugün henüz statüko tarafından istenmeden verilen peşin tavizlere dayalı uzlaşma tekliflerini, kendini İslam’a nispet eden kesimler statükonun egemenlerine götürmekte, yaranmaya, uzlaşmaya çalışmaktadırlar.
İnsanların sapmalarına ya da zalimlere meyletmelerine, statükoya eklemlenmelerine yol açan önemli bir etken; çıkar, menfaat, zenginlik, makam, mevki, ikbal, iktidar vb dünya nimetlerine kavuşmak, bu tür imkanları devşirmek amacıdır. Sonuçta, çıkar elde etmek amacıyla, statükonun dinine eklemlenir, ya da mevcut din algılarında statükoyu razı edecek değişimlere giderler. Böylece muhalif olmaktan, yandaş olmaya doğru savrulurlar. Eklemlendikleri ve imkanlar devşirdikleri statükoyu, menfaatlerinin devamlılığı için sürekli kılmak amacıyla ve yeni konumlarını meşrulaştırarak rahatlamak ihtiyacına binaen, statükoya teolojik alt yapı hazırlamaktan, dini dayanaklar üretmekten de geri durmazlar. Halbuki Allah Kur’an’da, dünyada ve ahrette lütfettiği ve edeceği nimetlerin, meyledilen zalim taguti statükolardan devşirilecek imkanlarla mukayese bile edemeyecek kadar büyük ve geniş olduğu üzerinde düşünmeye çağıran bir çok ayete yer verir.
Ilımlı İslâm projesiyle bütün dinlerden soyutlanmış bir devlet tahayyül edenler, sonuçta devleti bütün dinlerin temsilcilerince yapılacak yeni ve ortak bir dine tabi kılmaktan başka bir şey yapamamışlardır, çünkü din ya da ideolojilerden tamamen soyutlanmış bir devlet mümkün değildir. Üstelik böyle bütün din ve inanç sahiplerinin konsensüsüyle hukuk sistemi yapmak, pratikte uygulama şansına da sahip görünmemektedir. Mesela gerçek bir Müslüman Ahzab 36. ayetteki temel anayasal hüküm gereğince, Allah ve Resulünün hüküm verdiği bir konuda farklı bir tercih yapma hak ve yetkisine sahip olmadığı için bu tür hükümlerde direnmek, taviz vermemek durumundadır, bu takdirde diğer dinlerin müntesipleriyle İslam’ın hükmü olan alanlarda konsensus sağlanamayacağı ve kamu alanı için ortak bir hukuk üretilemeyeceği de açıktır.
Modern paradigmanın ürettiği seküler bir model olan demokrasiyi, insanın hevasını, aklını ilahlaştıran felsefi ve ideolojik tanımı çok belirleyici olmasına, laiklikle ayrılmaz bir bütün oluşturmasına rağmen, sanki bütün insanlığın sahiplenmesi gereken evrensel adil bir model gibi algılayıp, demokrasiyle İslam arasında uzlaşma sağlama çabası içinde olan kimi Müslüman siyasetçi, aydın ve yazarların ortaya attıkları düşünceler giderek kanıksanıp yaygınlaşıyor. Bu bağlamda “İslam demokrasisi”, “demokratik hilafet” gibi yaklaşımlarla İslam-demokrasi sentezi eğilimlerinin yaygınlaştığı, bu sebeple de İslam toplumunu gayrimüslimlerin de yönetebileceği iddialarının kolayca dillendirildiği ve bu sentezci anlayışlardan kalkarak, “liberal İslam”, “demokratik İslam”, “İslami sol” gibi uyduruk eklektik kavramların da sıkça kullanılmaya başlandığı, dinin bireysel alana indirgenmesi ve kamusal, toplumsal, siyasi, ekonomik, hukuki alanların seküler değer ve normlarla düzenlenmesi fikrinin “ılımlı İslam” olarak yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir süreçten geçmekteyiz.
Daha Bush döneminde raporlara yansıyan “Ilımlı İslam”ı destekleme projesini OBAMA gündemine aldı, İslam’ı radikal ve ılımlı olarak kategorize ederek, , İslami kendi içinde çatıştırarak, ılımlıyı diğerine karşı desteklemek suretiyle, radikalleri ılımlılara tasfiye ettirmek hedefine yönelindi. Artık dine karşı din stratejisiyle, küresel ve yerel statükoya uyumlu din algısı olan “Ilımlı İslam”ın önü açılacak, her türlü imkanlar desteklenecek ve küresel sistemle birlikte aynı eksende oluşturulan yerel sistemler, yeni oluşturdukları, kendi tanımladıkları ılımlı İslam algısı üzerinden İslam ile uzlaşıp, yeni statükoları inşada bu İslam algısını bir malzeme olarak da kullanacaklardır. Tıpkı Hıristiyanlığın Roma dini haline gelirken değiştirilip Roma’yı yeniden inşanın bir malzemesi olarak kullanılması gibi.
Böylece, öteden beri süren Gülen cemaati öncülüğündeki dinler arası diyalog ve küresel ve yerel liberal demokrat ılımlı laik sisteme uyumlu ılımlı İslam algısı oluşturmaya dair hazırlık, siyasal planda da AKP ile karşılığını bulmuş ve medeniyetler arası uzlaşma eş başkanı konumuna Tayyip Erdoğan getirilerek, İslam coğrafyasında tevhidi İslam’a karşı sürdürülen yok etme ya da dönüştürüp sisteme eklemleme projesi birlikte sürdürülür olmuştur. Bir çok tevhidi öbek ve şahsiyet de, bu süreçte manevi ve maddi iki tür duygusallıkla bu sistem içi değişime aktif destek verme ve giderek ılımlı İslam oluşturma çabalarını da görmezden gelme, hatta olumlu gelişme sayma konumuna sürüklendiler.
2007 yılında ABD merkezli Rand Corporatinon’ın hazırladığı 217 sayfalık "Building Moderate Muslim Networks" (Ilımlı Müslüman Ağı Oluşturmak) başlıklı raporda ise; Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı küresel kapitalist sistemin müttefiki olarak kullanılan “ılımlı İslam”ın, bugün de “radikal İslam”a karşı kullanılması teklif ediliyor. ABD’ye “aşırılık yanlılığına karşı ılımlı Müslümanlar ağını daha fazla desteklemesi" öneriliyor. Rapora göre, ABD ve Batının razı olacakları “ılımlı İslam”ın en temel şartları, Demokrasinin benimsenmesi, kamu alanına dinin müdahalesine ve İslam prensiplerine göre kurulan bir devlete karşı çıkılması, “şeriat” uygulamasından vazgeçilmesi, laik devlete ve devleti yönetecek kadrolara gayri müslimlerin de gelmesine rıza gösterilmesi olarak zikrediliyor.
Yine 2004 ya da 2005 yıllarında olsa gerek, ABD’de yapılan ABANT toplantısında ABD li yönetime de yakın bir Profesör,“İslam’la savaşan radikal Kemalist laiklik artık batı çıkarlarına zarar vermektedir, dinlere saygılı batı standartlarında ılımlı laiklik öne çıkmalıdır” diyordu.
Yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da aynı amaçları güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam”, “ılımlı laiklik” ya da “liberal İslam” ve Protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.
Bugün artık, “evrensel”(!) olduğu iddiasıyla, küresel olmayı bile başaramamış olan batının seküler batıl değerleriyle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri ihtiva eden vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır. Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Gülenci bu “Müslüman demokrat” yazar Zaman gazetesinde yazdığı diğer iki makalesinde de şunları söylemektedir: “Dindarların demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır… AB'nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir”. “Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak demek.”
Bizim esas rahatsız olduğumuz şey, İslam anlayışının tahrif edilmesi
ve Müslümanların edilgen tutumudur
1. Bu tepkileri vermemizin sebeplerinden birisi, yeni statükoyu oluşturanların, hepimizin müntesibi olmaktan şeref duyduğumuz Allah’ın dinini rahat bırakmamalarıdır. İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme ve kendi statükolarına hizmet edecek ve küresel kapitalist emperyalist sistemle de örtüşen statüko dini “ılımlı İslam” oluşturma çabalarıdır.
2.İkincisi ise, iki tür maddi ve manevi duygusallık sonucunda, yeni statükonun sağladığı görece özgürlük ve imkânları esas alıp abartarak, sistem içi demokratikleşme çabalarına eklemlenen kimi Müslümanlarca, sivil alanda yeni statükoya teolojik alt yapı oluşturma amaçlı zorlama yorumların gündeme getirilmesi ve sonuçta demokratik yeni statükonun ihtiyaç duyduğu ılımlı İslam algısına katkı sunan yaklaşımların tevhidi kesimi de kuşatması ve tevhidi uyanış sürecinin istikameti kaybetmesi, eksen kayması yaşamasıdır. Giderek muhalif olma vasfının yitirilmesi, edilgen hale gelinmesidir.
Bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına razı olmayı asla kabul etmeyiz. Bu dönüştürme ve sekülerleştirmeye karşı mücadele eder, bunu sağlama aracı olan siyasi parti ve iktidarları da ifşa ederek, insanların bu oyuna kanmamaları için çaba sarf ederiz. Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz.
Sonuçta; despotizme karşı mazlumların yanında yer almak mükellefiyetimiz olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak, dünyada gerçek adalete ulaşmanın ve ahrette kurtuluşa ermenin, ancak bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hakimiyetiyle mümkün olduğunu, mazlum Müslüman halklara bir daha hatırlatmalıyız. Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlikten arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahrette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidi adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilmelidirler. Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar, karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.
Kaynak: Kalemder