Cuma, Aralık 27, 2024
Ana sayfa HABERLER İlkav’I Kapatma İstemiyle Açılan Davanın 2. Duruşması Yapıldı

İlkav’I Kapatma İstemiyle Açılan Davanın 2. Duruşması Yapıldı

by İlkav Editor
5,8K 👁
A+A-
Reset

Kartel medyasının tetikçisi M. Ali Birand’ın tahriki ve hedef göstermesi üzerine hemen harekete geçen M. Ali Şahin’in, yaptığı önyargılı ve mahkûm edici açıklamadan sonra verdiği talimatla, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından açılan İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı İLKAV’ı kapatma davasının ikinci duruşması, bugün 17. 04. 2007 saat 11.00’de gerçekleştirildi.

Vakıflar Bölge Md. Avukatının yine mazeret beyan edip katılmadığı duruşmada, İLKAV mütevelli heyeti bir savunma dilekçesi verdi. Vakıflar Bölge Md. Avukatının, önceki duruşmada İLKAV vekilinin verdiği savunma metnindeki iddialara cevap mahiyetinde dosyaya koydurduğu dilekçesinde, “Anayasaya aykırı ve TCK hükümlerince suç sayılan açıklamalar nedeniyle, … paneli düzenleyen tüm vakıf yönetiminin sorumluluğu” vurgulanarak, vakfın kapatılması ve mütevelli heyetin görevden alınması talebinin tekrarlandığı görülmüştür. Ayrıca dosyanın, değerlendirilme yapmak üzere, Vakıf hukuku konusunda uzman bir bilirkişiye sevk edilmesi talep edilmiştir.
İLKAV mütevelli heyeti de, tam metni aşağıda yer alan,
savunma dilekçesinde özetle şunları ifade etti;

“Panelimizde yapılan düşünce açıklamaları için, müfettişlerin iddia ettiği gibi, birilerini rahatsız eden “ağır eleştiri” iddiasında bulunulsa bile, suç olarak nitelenmesi yasal olarak yine de mümkün değildir. Bu kadar ağır ve yaygın zulümlerin altında bulunan sivil toplumun, sistemin zulümlerinin tesiriyle ağır ve birilerini rahatsız eden eleştiriler yapmak hakkı da vardır ve bunlar da düşünceyi ifade etme özgürlüğü olarak kabul edilmek durumundadır.

Nitekim uluslar arası sözleşmelere ve AİHM kararlarına göre, sisteme yönelik eleştiriler birilerini “şok edecek bir muhtevada” bile olsa yine de düşünce özgürlüğü sınırları içerisindedir. AİHM kararlarıyla da ortaya konan hüküm şudur, "ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen "bilgi" ve "düşünceler" için değil, aynı zamanda Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.” İşte bu sebeple böyle bir muhtevaya sahip düşünce açıklamaları bile, bugün artık Türkiye’yi de bağlayan AB mevzuatı, insan hakları sözleşmeleri, AİHM kararları ve hatta kimi Yargıtay kararları gereğince de suçlanamaz.

Ekitap için tıklayın

Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerinin raporuna ve hem de vekilinin mahkemenize sunulan dava dilekçesine dikkatli bakıldığında, aslında yargılanmak ve keyfi bir biçimde suçlu makamına oturtulmak istenenin sadece vakfımız ve bizler değil, doğrudan ülkedeki ifade hürriyeti, düşünceyi açıklama özgürlüğü olduğu görülecektir. Bu ise, takdir edileceği üzere, gelişmenin, aydınlanmanın önüne set çekmek, akletmeyi, ilmi gelişmeyi ve düşünce üretmeyi engelleyip dumura uğratmak sonucunu doğuracak, halkımızı ve ülkemizi dogmatizmin karanlıklarına gömüp, kötülüklerin girdabında boğulmasına yol açacak oldukça tehlikeli ve sakıncalı bir durumdur. Ayrıca, bu şekilde keyfi ve hukuksuz davaların, sivil toplumun örgütlenip toplumsal gelişmeye katkılarda bulunmasını engelleyici, toplumu niteliksizleştirici, edilgenleştirici bir sonucu da olmaktadır. Bu tür keyfiliklerle ve baskılarla oluşturulan korku krallığında, insanların toplumsal sorumlulukları omuzlaması engellenmekte, toplumun zindeliği yok edilip, sindirilmiş, korkutulmuş, sorgulamayan, hesap soramayan ve muhalefet bilincini kaybetmiş nitelliksiz yığınların oluşması temin edilmektedir. Böylece emperyalizme, zulme ve sömürüye karşı direnme vasfını yitirmiş, sömürüye müsait zelil bir toplum oluşturulmaktadır. Hele bu tür keyfi uygulamalarla tüzel kişiliklerin faaliyetlerini engelleyici tedbirler istenmesi, kapatılma baskısı oluşturulması, örgütlenme ve düşünceyi açıklama özgürlüğü önüne set çekmek istenmesinden başka ne anlama gelebilir ki?

Bu sebeple tamamen hukuk dışı ve mevcut yasalarda hiçbir dayanağı da bulunmayan suçlamaların ve dava dilekçesindeki (Mütevelli heyetin azli ve Vakfın dağıtılmasına dair) tüm taleplerin, mevcut yerel mevzuat ile uluslararası hukuk gereğince reddedilmesini ve hem mütevelli heyetimiz, hem de vakıf tüzel kişiliği için açılan davanın reddine karar verilmesini talep ediyoruz.”

Mahkeme, Vakıflar Genel Müdürlüğünün suç duyurusu ile takibe alınan panel hakkında Savcılık hazırlık tahkikatı sonucunun beklenmesine ve duruşmanın 24 Mayıs 2007 saat 10.40 bırakılmasına karar verdi.

Savunmanın tam metni
aşağıdadır:
17 Nisan 2007

ANKARA 26. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ HAKİMLİĞİ’NE

Esas No: 2007/41
Davaya cevap veren (davalı) :
1. Mehmet Pamak
Bağlarbaşı mah. Binkoz sokak 4/26 Keçiören/Ankara
2.Şeyho Duman
Kardelen Mh. 323. Sk. No:107 Batıkent/Ankara
3.Hayati İsaoğlu
1.Kalaba Leylak Sk.No: 10/6 Keçiören/Ankara
4.Ali Bıyık
Altıağaç Mh.45. Sk. No:26 Mamak/Ankara
5.Bilal Akın
Pınarbaşı Mh. Ağaçkakan Sk. No: 18/3 Keçiören/Ankara
6.Erdal Ardıç
Eğri sk. No: 1/16 Keçiören / Ankara
7.Hasan Altın
Ostim Mah. 88. sk 7 E Blok No: 8 Ostim/Ankara
8.Abdullah Başaran
Yargıç sk. No: 9/5 Cebeci / Ankara

Davacı : Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne İzafeten
Vakıflar Ankara Bölge Müdürlüğü
Atatürk Bulvarı No: 25/C Ulus/Ankara

Vekili : Av. Fatma Oflaz – Aynı adreste
Konu : İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfında halihazırda yönetim kurulu üyeliği görevi yapan mütevelli heyet üyelerinin bu görevlerinden alınmalarına, İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfının dağılmasına, mal varlığının tespiti ve devrine karar verilmesine ilişkin dava dilekçesine cevabımızdır.


Savunma ve Talebimiz:
İddiaların tamamı asılsız ve yasal mesnetten yoksun olup, idarenin düşünceyi ifade ve eleştiri özgürlüğüne tahammül edemeyen, keyfi ve önyargılı tutumunu yansıtmaktadırlar. Vakfımız, senedinde yazılı amacına uygun ilmi bir panel gerçekleştirmiş ve bu panele katılan akademisyenler, eğitimciler, yazarlar ve insan hakları savunucuları, şiddete çağrı ve hakaret içermeyen, düşünceyi ifade özgürlüğü çerçevesinde kalan konuşmalar yaparak, eğitim alanında yaşanan sorunlara dair önemli tespit, eleştiri ve önerilerde bulunmuşlardır. Bu sebeple, mevcut yasalar, genel hukuk kuralları ve uluslararası sözleşme hükümleri gereğince, davacı idarenin haksız yere açtığı davanın ve tüm taleplerinin reddine karar verilmesini talep ediyoruz. (Anayasa’nın 5, 13, 14, 15, 17, 24, 25, 26. maddeleri, BM İnsan Hakları Beyannamesinin 18, 19, 26 ve 27. maddeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9 ve 10. maddeleri).


Usule İlişkin İtirazlarımız ve Mütevelli Heyet ile
Tüzel Kişiliğin Sorumluluğu Hakkında Açıklamalarımız:

1 – Dava dilekçesine mesnet teşkil eden Müfettiş raporuna alıntılanan pasajların seçildiği konuşma metinleri, CD görüntülerinden yapılan çözümlemeyle oluşturulmuştur. Ses ve görüntülerdeki bozukluk, net ve doğru anlamayı engellediği gibi, bu çözümleri yapanlar ehil olmayan, konuya, konu ile ilgili terminolojiye vâkıf olmayan kişiler olduğunda ve kültürel denklik hususunda sorun bulunduğunda, ister istemez konuşmaların çözümlenmesi de sorunlu ve zaaflı olmaktadır. Panelimizde yapılan, Mehmet Pamak ve Yusuf Tanrıverdi’ye ait orijinal konuşmalardaki bir çok kelime ve kavram da, yukarıdaki sebeplerle Müfettişlerce gerçekleştirilen çözümde, son derece anlamsız, cümle içindeki yeriyle bağlantısız kelime ve kavramlara dönüştürülerek metne geçirilmiş, cümleler anlam kaybına uğratılmıştır. Bu sebeple, Müfettiş raporuna eklenen ve davaya mesnet teşkil etmek üzere oluşturulan metinleri kabul etmiyoruz. Bizim kabul ettiğimiz metin, Mehmet Pamak’a ait olan konuşma için, bizzat kendisinin çözümleyip Müfettişlere verdiği ve söz konusu raporun ekinde de yer alan çözüm metnidir. (Dosyadaki Rapor EK 11/3) Yusuf Tanrıverdi’nin konuşma metni de kendisi tarafından çözümü yapılmakta olup, tamamlanınca mahkemenize sunulacaktır.

2 – İkinci önemli husus, kimi medyanın hışmından korkarak açıldığı anlaşılan bu davada, davacı idarenin söz konusu çevreleri tatmin etmek ve kendini onlara hoş göstermek endişesiyle hareket ettiği intibaını uyandırmış olmasıdır. Böyle bir korku ve endişe ile hem topu yargıya atarak kendini muhtemel eleştirilerden kurtarmaya çalışmış, hem de bu tesirle anlamsız ve hukuksuz taleplerinde aşırılıklar sergilemiştir. Bu endişe ve korkuyla, dava için ileri sürülen gerekçeler hukuki olmasa da, “ben dava açayım da ne olursa olsun” mantığıyla hareket edildiği anlaşılmaktadır. Vakıflar Genel Müdürü Yusuf BEYAZIT, 24 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesinde yayınlanan röportajında, “İLKAV için neden kapatma davası açıldığını” sorgulayan Serdar Arseven’e, hukuki bir gereklilik sebebiyle değil de medya baskısı nedeniyle dava açmak zorunda kaldıkları, bir nevi topu yargıya atarak medyanın hışmından kurtulmaya çalıştıkları anlamına gelen açıklamalarda bulunmuştur: Bu açıklamasında, M. Ali Birant’ın programını ihbar kabul ettiklerini söyleyen Genel Müdür, “ Vakfın yöneticileri suç işlememişse, zaten bizim açtığımız dava boşa gider. Kurum işlem yapmış. Davasını takip edip değerlendirecektir. Biz kapatma davası açılmasını zorlaştıracak düzenlemeler yapmışız. Vakıflar Genel Müdürlüğüne sadece ‘amaca uygunluk denetimi’ yetkisi vermişiz” demesine rağmen, cezai soruşturma kapsamına giren hususlarda da inceleme yaparak, rapora bu alanda görüşler yazan Müfettişlere her hangi bir uyarı yapılmamış, tam tersine yetkilerini aşan müfettişlerin bu raporları işleme konulmuştur. Vakıflar Genel Müdürü, aynı açıklamasında; “Açtığımız davaların ancak % 20’si, % 30’u bizim iddialarımız doğrultusunda sonuçlanıyor. Çoğunu kazanamıyoruz” diyerek, kazanamayacaklarını bile bile, yetki aşımını da içeren böyle bir davayı medya korkusuyla açtıkları intibaını vermiştir. Ancak bu tür anlamsız ve haksız davalarla zaten büyük dava yükü altındaki yargıyı gereksiz yere nasıl meşgul edip tıkadıklarını ise hiç düşünmemişlerdir.

Aynı günkü Vakit Gazetesinde Serdar Arseven’in köşe yazısında da ifşa edilen idarenin bu çelişki ve hukuksuzluğuna, Vakıflardan Sorumlu Bakan M. Ali Şahin’in açıklamaları da ilave edilmiştir. Bakan Şahin bir yandan “Vakıf yöneticililerinin ‘düşünce ve ifade hürriyeti’nden en geniş mânâda faydalanabilmeleri için bir düzenleme yaptıklarını”, Cumhurbaşkanınca veto edilen söz konusu yasa hayata geçtikten sonra bu alanda büyük bir rahatlamanın olacağını ifade ettiği halde, medyanın tahrikiyle yaptığı ilk açıklamada, tamamen düşünce özgürlüğü alanında kalan bir panel sebebiyle, henüz hiçbir inceleme yapmadan, yargının yerine de geçerek “gerekirse kapatılır” gibi yönlendirici ve mahkum edici bir açıklama yapmaktan ve yönlendirdiği idareye, hukuka aykırı bir biçimde Vakfın dağıtılması talepli dava açtırmaktan çekinmemiştir. (24 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesi).

3 – Diğer taraftan, dava konusu yapılan eğitim panelinde, bir kısım önyargılı medyanın düşmanca hedef gösterip, tahrik etmesine ve bir hafta süreyle savcılara çağrıda bulunmasına rağmen, gerçekten hiçbir suç unsuru taşımaması ve tamamen düşünceyi ifade özgürlüğü alanında kalan ve Vakfın senedindeki amaç maddesi çerçevesinde gerçekleştirilen bir panel olması dolayısıyla, yaklaşık 3 ayı aşkın bir zaman geçmesine rağmen hiçbir savcı takibe almaya gerek görmemiştir. Bugüne kadar hiçbir cezai takibat yapılmamış ve suç tespiti söz konusu olmamıştır. Buna rağmen, vakıflar idaresi yukarıda ifade edilen endişeyle olsa gerek, hukuka aykırı bir biçimde dava açmış bulunuyor. Medyanın tahrikiyle savcılar harekete geçip suç iddiasında bulunsalardı, hatta bazı konuşmacılar ceza alsalardı dahi, sadece suç işleyenlerin yargılanması gündeme gelip, yine de vakıf için ve mütevelli heyetin tümü için dava açılmaması gerekirdi. Buna rağmen, hiçbir suç unsuru taşımayan bir panel dolayısıyla Vakıf mütevelli heyetinin azledilmesi gibi aşırı taleplerde bulunulan bir dava açılabilmiştir.

Üstelik henüz Vakfın paneli dolayısıyla bir suç isnadı ve ispatı söz konusu değilken, düşünce özgürlüğü çerçevesinde ve vakıf amaçları istikametinde düzenlenen son derece faydalı ve ilmi bir panel sebebiyle Vakıf mütevelli heyetinin sorumlu ilan edilmesi ve “olmayan bir suça zemin hazırladığı” gibi hukukun genel kurallarıyla hiçbir şekilde bağdaşmayacak bir gerekçeyle azlinin talep edilmesi, hukuk adına oldukça düşündürücü ve ibret verici bir aşırılığın boyutlarını ortaya koymaktadır. Ve bu azil talebine mesnet olarak TMK’na Göre Kurulan Vakıflar Hakkında Tüzüğün 23. maddesinin gösterilmiş bulunması da aynı derecede şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Söz konusu maddenin hiçbir bendinde, hiçbir suç isnadı ve ispatı yapılmamış bir panel düzenlemek sebebiyle Vakıf mütevelli heyetinin azlinin istenebileceği hükmü yoktur. Tam tersine eğitim alanında yaşanan ve her gün medyada yer alan büyük yozlaşma ve çürümeye dikkat çeken ve bu konularda önemli ilmi eleştiri ve öneriler yapılan bir panel düzenlemek suretiyle, son derece önemli bir toplumsal sorumluluğu yerine getiren Vakıf mütevelli heyetinin takdirle anılması ve vakıflar idaresi tarafından saygıyla karşılanması gerekirdi. Çünkü Müfettiş raporunda ve dava dilekçesinde haksız yere iddia edildiği gibi, 23. maddede ifade edilen, “yürürlükteki kanun ve nizamlara aykırılık” söz konusu olmadığı gibi, mütevelli heyetin, son derece basiretli bir idarecinin yapması gerekeni yaparak, vakıf amaçları doğrultusunda hareket edip çok önemli bir toplumsal sorumluluğu yerine getirmiş olduğu da tartışmasızdır.

Bu panel sebebiyle vakfımıza gösterilen büyük teveccüh ve önyargılı bir azınlığın saldırı ve baskılarına karşı verilen kamu oyu desteği de mütevelli heyetin basiretli davranarak önemli bir sorumluluğu yerine getirdiğinin bir başka delilidir. Ayrıca, Vakfımızı hedef gösteren despot azınlığın medyası da dahil bütün medyada yer alan panelimizden sonraki haberler bile, panelimizde gündeme getirilen tespit ve eleştirilerin haklılığını ve mütevelli heyetin bu kadar önemli bir konuyu gündemleştirerek nasıl hayra vesile olduğunu gösteren bir muhteva taşımıştır. Bu haberlerde, eğitim alanında derin bir yozlaşmanın, niteliksizleşmenin yaşandığı, öğrenci öğretmen ilişkilerine yansıyan çocuk pornosunun yaygınlaştığı, şiddet, tecavüz ve çeteleşmenin, uyuşturucu kullanımının ilköğretime kadar inerek yaygın bir çürümeye yol açtığı belgelerle ortaya koyulmuştur. Bunlarla ilgili belgeleri daha sonraki duruşmalarda mahkemenize de sunacağız.

Ayrıca, mütevelli heyetin “basiretli bir idareci gibi davranmamış olduğu” suçlaması, “bir müfettişin önyargılı, yönlendirilmiş yaklaşımıyla, son derece sübjektif bir kavram olan basiret tespiti doğru bir biçimde yapılabilir mi?” sorusunu sormayı gerekli kılmaktadır. Yani tek müfettişin basiretini, 9 kişilik mütevelli heyetin basiretini belirleyecek çapta görmek hukuk mantığı ile bağdaştırılamaz. Üstelik tek müfettişin, bir de üstlerinin ve medyanın yönlendirmesi dikkate alındığında, 9 kişilik mütevelli heyete göre daha basiretsiz davranabileceği ihtimali en az 9 kat daha fazladır ve bu tespit, en basit mantığın bile kavrayabileceği bir kesinliktedir. Hukukun objektif olma zarureti, “basiret” tespiti gibi sübjektif kavramlara ve sübjektif tespitlere kurban edilmemelidir.

Yukarıda dikkate aldığımız varsayımları biraz daha ileriye götürerek düşünmeye devam edelim, faraza panelde suç teşkil eden konuşmalar yapılsaydı ve Vakıf mütevelli heyeti de bu sonuca doğrudan yol açan bir zaaf gösterseydi bile, yine de sadece vakıf mütevelli heyeti sorumlu tutulup yargılanabilir, azli talep edilebilirdi. Ama Vakıfın Tüzel Kişiliğinin dağıtılması ve mal varlığına el konulması gibi ağır, yok edici bir talep, bu halde bile söz konusu olmamalıydı. Tüzel kişiliklerin sorumluluğu da bu kadar kolay, bu kadar basit bir yaklaşımla iddia edilemez, yok edilmesi de bu kadar kolay, bu kadar subjektif suçlamalarla gerçekleştirilemez.

Bu davada ise, ne konuşmacıların, ne mütevelli heyetin ve ne de Vakfın herhangi bir suç işlemeye yönelik, ne niyeti ve kastı, ne de bir eylemi söz konusu değilken ve hiçbir suç da işlenmemişken, tamamen düşünceyi ifade ve eleştiri özgürlüğü alanında kalan bir panel dolayısıyla, hem vakıf mütevelli heyetinin azlinin, hem vakfın dağıtılmasının ve hem de hayır sever insanlarca vakfın amacına tahsis edilmiş mal varlığına el konulmasının talep edildiği, en aşırı tutum sergilenebilmiş ve Vakfı tamamen yok etmeyi amaçlayan bir keyfilikle hareket edilebilmiştir. Bu kadar hınçla, bu kadar yok etme arzusuyla hareket edenlerde iyi niyetin ve hukuki kaygının bulunmayacağı açıktır.

Ayrıca, yaklaşık 18 yıldan beri, yüzlerce konferans, panel ve seminer gibi etkinliği gerçekleştirmiş bir vakıf hakkında, sadece bir panelindeki iki konuşmacının birkaç cümlesiyle karar vermek (ki bu konuşmalarda da hiçbir suç işlenmemiştir), hangi hukuk anlayışıyla bağdaştırılabilir?

4 – Türk Medeni Kanununa Göre Kurulan Vakıflar Hakkında Tüzüğün 23. Maddesi uyarınca Mütevelli Heyetin azlinin istenmesindeki diğer çelişki ve hukuka aykırılıklar:

a) Bir kere, 23. maddenin başında yazılı “yürürlükteki kanun ve nizamlara uymak ve genel olarak basiretli bir idareci gibi hareket etmek” genel hükmü aşağıda açılarak, bundan I ve II. Fıkralardaki unsurların oluşması ve vakıf bünyesinde yoğunlaşmasının kastedildiği açıkça ortaya konmuştur. Bu sebeple, mütevelli heyetin azlinin istenebilmesi için, 23/I. Fıkranın a-k bentlerindeki yanlışlıkların süreklilik arz edecek şekilde ve uyarılara rağmen düzeltilmeksizin sürdürülmesi ve burada belirtilen hata, istismar ve suiistimallerin vakıf üzerinde yoğunlaşarak, vakfı bu yanlışlıkların odağı haline getirmesi ve “yazılı uyarıya rağmen de düzeltilmemesi” gerekmektedir. Yoksa bu bentlerde yazılı olan hususlardan bir veya bir kaçının gerçekleşmesi halinde ve hiçbir uyarıya da gerek olmadan, hemen mütevelli heyetin azlinin talep edilmesi söz konusu hükme uygun değildir. Üstelik mütevelli heyetimizle ilgili olarak, bu bentlerde yazılı hususların hiçbirisi söz konusu değildir ve iddia da, ispat da edilememiştir. Ne müfettiş raporunda, ne de dava dilekçesinde, azil talebinin 23. maddenin I/a-k bentlerinden hangilerinin ihlali iddiasına dayandırıldığı da zikredilmemiştir. Çünkü böyle bir tespit ve iddia söz konusu değildir. Mütevelli heyetimizin durumu, bu maddede zikredilen hususlardan hiçbirine tekabül etmediğinden genel ve delilsiz bir taleple ve hukuka aykırı bir biçimde azli talep edilmektedir.

b) Diğer taraftan, gerek müfettiş raporunun 19 sahifesinde C/1-d bendinde, gerekse Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün Vakfımıza yazmış olduğu, B.02.1.VGM. 1.02.00.02.319-04-(İ-8)/00636 sayılı ve 29.01.07 tarihli yazısının C/1-d bendinde daha önceki bentlerde tespit edilen kimi usule aykırılık ya da eksiklerin belirtilmesinden sonra: “Vakıf Mütevelli Heyetinin Vakıflar Genel Müdürlüğü teftiş gereklerini zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirmesi, aksi taktirde Türk Medeni Kanununa Göre Kurulan Vakıflar Hakkında Tüzüğün 23 üncü maddesi uyarınca işlem yapılacağı yönünde uyarılması” ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade, söz konusu tespitlere uygun düzeltmeler yapılmayarak, bu eksikliklerde ısrar edilmesi halinde, mütevelli heyetin azlinin talep edileceği uyarısını içermektedir. Biz de mütevelli heyet olarak söz konusu müfettiş raporunun ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü yazısının talep ettiği bütün düzeltmeleri ve kayıtları yaparak, 12.02.2007 tarihli ve Vakıflar Bölge Müdürlüğüne 13.02.2007 tarih ve 1106 kayıt numarasıyla girişi yapılmış yazımızla Vakıflar Bölge Müdürlüğüne olumlu cevabımızı vermiş bulunuyorken, bize yazılan düzeltme ve uyarı içerikli yazının tarihini takip eden 3 gün içinde, belki de bize yazılan yazı henüz elimize geçmeden, 02.02.2007 tarihli dava dilekçesiyle, söz konusu 23. maddeye aykırılıktan azlimizin istenmiş olması, hem büyük çelişki, hem büyük hukuksuzluk, hem de medya korkusu ve Bakan yönlendirmesiyle sürüklenilen son derece vahim bir kafa karışıklığının göstergesidir.

5 – Dava dilekçesi ve müfettiş raporunda yer alan bir başka aşırılık da, 28 Şubat sürecinde kapatılan MGV’nin dağıtılmasına yönelik Yargıtay kararının İLKAV’ın kapatılması için de emsal alınmasının mahkemenizden talep edilmiş olmasıdır. Söz konusu karar metni okunduğunda görülecektir ki, bu karardaki suçlamalar ile İLKAV’ın panelinde yapılan konuşmalar arasında bir ilinti kurmak da, aynı gerekçeyle İLKAV’ın kapatılmasını talep etmek de, hukukun en temel ilkelerine aykırıdır. Ayrıca farklı konumları ve faaliyetleri birbirine karıştıran bir kafa karışıklığının sonucunda ortaya çıkan bu tutum, vakfımızın dağıtılma talebini yasal gösterebilmek, tabiri caizse kılıfına uydurabilmek ve yapılan hukuksuz iddialara suni dayanaklar oluşturabilmek için yapılan aşırı bir zorlamanın ifadesidir.

6 – Ayrıca, vakıflar Müfettişlerine yazdığımız yazıda da ifade ettiğimiz gibi; “Panel ve konferans konuları ve konuşmacıları vakfımızca belirlenmekle beraber, sonuçta vakfımız yetkilileri de dâhil tüm konuşmacılar, tespit edilen konular hakkında kendi özgür düşüncelerini ilmi bir çerçevede özgürce ifade etme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu sebeple, değerli konuşmacılarımız, vakfımızın katılmayacağı görüşler açıklama özgürlüğüne de sahiptirler. Ancak bu son panelimizde, tüm konuşmacılar genel hatlarıyla vakfımız yönetiminin de savunduğu adil ve haklı tespitler, düşünce özgürlüğü çerçevesinde kalan eleştiriler ve öneriler yapmışlardır. Sadece Müslümanlar için değil, herkes için özgürlük talep eden, son derece ilmi ve özgürlükçü bir üslupla, fikir ve ifade özgürlüğü sınırları içinde kalarak görüşlerini ortaya koymuşlardır. Vakfımızın temel amaç ve ilkelerine ters düşen bir muhteva bulunmadığı gibi, AB Kriterlerine uyumlu hale getirilen mevcut yasalar ve artık TC anayasasının üzerinde işlev gören uluslar arası sözleşmeler dikkate alındığında suç sayılabilecek bir söylem de söz konusu olmamıştır.” (Raporun Ek 11’inde yer alan yazımız)

İşte bu yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, düzenlediği paneldeki konuşmacılardan ikisinin, suç içermeyen, eğitim alanında ideolojik kuşatma ve baskılardan arınmayı, özgürleşmeyi gündemleştiren düşünce açıklamaları gerekçe gösterilerek, hukuka aykırı bir biçimde vakfımızın kapatılması talep edilmektedir. Hem de dava dilekçesinde haklı bir tespit olarak “… açıklanan görüşlerin, öncelikle bu görüşleri açıklayan kişiyi bağlayacağı…” tespiti yapıldığı halde, konuşmalarda suç işlenseydi dahi bu yaklaşımın esas alınması gerekmesine rağmen, hiçbir suç unsuru taşımayan konuşmalardan dolayı Vakıf, eğitim sistemine yönelik eleştiriler içeren “konuşmalara zemin ve ortam hazırladığı” için suçlu ilan edilmektedir.

7 – Usule ilişkin yanlışlık ve aşırılıklardan birisi de, 7 konuşmacıdan sadece ikisinin konuşmalarının incelemeye esas alınması ve 7 konuşmacıdan sadece ikisinin konuşmalarından keyfice seçilen bir takım cümlelerle panel ve vakıf hakkında kanaat oluşturulması ve üstelik bunun vakıf mütevelli heyetinin azledilmesine, vakfın kapatılması talebine mesnet olarak kullanılmasıdır. Söz konusu konuşmalardan alınan pasajların, art niyetli bir ön yargıyla seçilmiş olması da üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Vakıflar Müfettişlerine aşağıdaki uyarıyı yapmış olmamıza rağmen, kendilerince iddialarını destekleyeceğini zannettikleri cümleleri alt alta sıralayıp aleyhte bir kanaat oluşturmayı zorlamışlardır. Halbuki onlara yazdığımız ve Müfettiş Raporunun 11 sıra sayılı ekinde dosyaya konmuş bulunan 18. 12. 2006 tarihli yazımızda şunları söylemiştik:

“Bilindiği üzere, konuşmaların bütünlüğü içinde yer alan cümle yada cümlecikler, kendilerinden önceki ve sonraki cümle yada cümleciklerle bütünleşerek ve birbirlerini tamamlayarak, konuşmacının amaçladığı anlamı verirler. Konuşmacının ifade etmeyi arzu ettiği gerçek anlam ancak bu bütünlük içinde oluşabilir. Bu bütünlükten koparılıp kendi başlarına bırakıldıklarında, yada farklı paragraflardan alınan aynı şahsa ait cümle ve cümlecikler, konuşmacının iradesine rağmen farklı montajlarla birleştirilip ifade edildiğinde, aynı konuşmacıya ait aynı cümleler, konuşmacının gerçek ifade etmek istediğinden farklı imajlar ortaya koyabilirler. En azından konuşmacının vermek istediği mesajı provoke edecek tahriklerin vesilesi kılınabilirler… Bizim sahiplendiğimiz ve arkasında da durduğumuz ise, adil, haklı ve ilmi bir muhtevaya sahip olan kendi konuşma metnimiz ve bu metnin bütünlüğü içinde gerçek anlamını bulan eleştiri ve önerilerimizdir.”

İşte bu sebeple, konuşmalardan iddiayı desteklemek amacıyla seçilen kimi cümle ve paragrafların yönlendirici bir biçimde yan yana getirilmesi, hem konuşma bütünlüğünü zedeleyerek yanıltmaya ve adaletsizliğe yol açar, hem de aynı konuşma içinde yer alan, müfettişlerin iddialarını çürütücü muhtevanın görmezden gelinmesi sonucunu doğurduğu için de art niyetli davranarak zoraki suç oluşturma çabası gösterildiğini kanıtlar. Bu davada iddia makamı olan idarenin, CMK 170/5 de yer alan “iddianamenin sonuç kısmında, şüphelinin sadece aleyhine olan hususlar değil, lehine olan hususlar da ileri sürülür” hükmünün gerektirdiği duyarlılığı göstermesi gerekirdi. Yargının yanıltılmasına yol açacak tarzda yönlendirici bir tutumla, kendince iddiasını destekleyeceğini zannettiği cümleleri konuşma bütünlüğünden kopararak öne çıkarmaktan uzak durması ve konuşmacıların olumlu, herkes için adalet, özgürlük talep eden, hiç kimseye hakaret ve şiddet uygulanmamasını savunan görüşlerini de rapora ve dava dilekçesine almak suretiyle objektif bir kararın ortaya çıkmasına zemin hazırlaması gerekirdi. Ama Vakıflar Müfettişleri ve idare, maalesef bunun tam aksi bir tutum sergilemiş ve konuşmalarda geçen, lehte olan hiçbir paragrafı dikkate almayarak, adeta önyargılı bir düşmanlıkla hareket edildiği intibaını vermiştir.

Esas Hakkındaki Savunma ve İtirazlarımız:

Vakfımızın, Ankara 26. Noterliğinde 24 Haziran 1988 tarihinde düzenlenen senedinde yer alan amacı, özetle; “İslami ilimler alanı başta olmak üzere, ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili konularda araştırma ve yayınlar yapmak, gerek bu konularda, gerekse kültürel bozulma ve ahlaki yozlaşma başta olmak üzere çeşitli toplumsal sorunlarla ilgili olarak seminer, konferans, panel ve sempozyumlar düzenlemek suretiyle halkı bilinçlendirmek, ana kaynaklara dayalı sahih İslami esasları ortaya çıkarmak ve toplumu İslam dini konusunda aydınlatılmaktır.”

Vakıf senedimizin 4. maddesinde yer alan bu amaç istikametinde, başta İslami ilimler alanı olmak üzere, eğitim, kültür sahasında ve diğer toplumsal sorunlarla ilgili olarak araştırmalar, konferanslar, seminerler, paneller düzenlemekte; vakıf senedi ile üstlenmiş olduğumuz bu toplumsal sorumluluğumuzun gereği olarak, yaşanan toplumsal sorunlarla ilgili uyarılar ve ıslah amaçlı öneriler yapmaktayız. Ayrıca, değişik toplumsal alanlardaki yozlaşmaları, ahlaki çürümeleri, kültürel kirlenmeleri ıslah amaçlı önerilerimizi ve bu bağlamda yaşanan haksızlıklara, insan hakları ihlallerine tepkilerimizi ve adalet, özgürlük taleplerimizi ortaya koyduğumuz basın bildirileri de yayınlamaktayız.

İşte vakfımız bu amacı istikametinde, çok önemli toplumsal sorunlarımızdan olan eğitim konusunda da bir panel düzenlemiştir. 3 Aralık 2006 tarihinde yapılan, tam gün ve iki oturum halinde gerçekleştirilen “Resmi ideoloji kıskacında eğitim sistemi ve din eğitimi” konulu panelde; aralarında akademisyenlerin, yazarların, eğitimcilerin ve insan hakları savunucularının da yer aldığı konuşmacılar, genel olarak, Resmi İdeoloji kıskacındaki eğitim siteminin toplumda meydana getirdiği çürüme ve yozlaşmaya dikkat çekerek, bu büyük ve yaygın bozulmanın sebeplerini ilmi bir muhtevayla irdelemişlerdi. Araştırmalar, raporlar ve anketlerle ortaya konan bu çürümeye ve gençler arasında giderek yaygınlaşan uyuşturucu, şiddet ve tecavüz eğilimlerine, şahsiyetleri öğütme, dönüştürme ve tektipleştirmeyi hedefleyen militarist resmi ideoloji dayatmasının ve dini dışlayan seküler-pozitivist eğitim programlarının sebep olduğuna dikkat çekmişlerdi. İdeolojik ritüeller, baskılar ve yasaklarla kuşatılmış bulunan okullarda, ideoloji ezberlemeye ve seküler kutsallara tazime zorlanan nesillerde meydana gelen yaygın bozulma ve çürümeye değinmişlerdi. Sonuçta, kimlik ve şahsiyet alanında bunalımlı, değerler alanında yozlaşmış, kültür seviyesi düşük ve niteliksiz nesiller yetiştirildiği eleştirisini yapmışlardı. Kimi konuşmacılar, bu büyük çürümenin ve niteliksizleşmenin önüne geçebilmek için, eğitim sisteminin bütün din ve ideolojilerden soyutlanarak, din ve ideolojilerle ilgili derslerin, talep edenler için seçmeli hale getirilmesi ve bu seçmeli dersler dışında kalan alanda fıtri-insani erdemler ortak paydasını öne çıkarıp iyi insan yetiştirmeyi esas alan ve insan hakları zeminine oturan nötr eğitim programları uygulamasına geçilmesi teklifinde bulunmuşlardı. İdeolojilerden arındırılması istenen kamu okulları dışında, her din yada ideolojinin kendi eğitim kurumunu açmasına da fırsat verilmesi ve bu bağlamda laik devletin eğitiminden bağımsız dini eğitim kurumlarının da, tıpkı AB ülkelerindeki gibi, açılabilmesi gerektiğini ifade etmişlerdi.

Eğitimin ideolojik ve militarist kuşatmadan kurtarılarak özgürleştirilmesi talep edilen panelde, sistemin model aldığı Batı'da da olduğu gibi, çocuğun nasıl bir eğitim alması konusunda devletin değil ailelerin söz sahibi kılınması önerilmişti. Devletin laiklik ilkesine de aykırı bizantinist bir tutumla din ve diyanet üzerinde vesayet ve hakimiyet oluşturması eleştirilmiş, devletin kendi tercihine sadakat göstererek, hiç değilse batılı anlamda laikliğe uyması istenmişti. Ayrıca, toplumu teşkil eden bütün kesimler için özgürlük ve adalet talep edilerek, insanların hangi dini ya da ideolojiyi tercih edeceklerinin kendi özgür iradelerine bırakılması gerektiği ifade edilmişti. Bu bağlamda, eğitim, din ve düşünce özgürlüklerinin önündeki tüm engellerin, yasakların ve okullardaki, fıtratları bozan militarist ve ideolojik dayatmaların kaldırılması gerektiği gündemleştirilmişti. Ayrıca kimi konuşmacılar tarafından, veliler özgürlükleri yok eden dayatmalara karşı sivil itiraza, hak ve özgürlüklerini elde etme amacıyla, insani erdemlere dayalı hukuki mücadeleye davet edilmişlerdi.

İşte özetle bu muhtevada düşünce açıklamaları yapılan, şiddet ve hakaret içermeyen ilmi tespit, eleştiri ve öneriler ortaya konulan bir paneldeki 7 konuşmacıdan sadece ikisinin kimi cümleleri öne çıkarılıp bağlamından koparılıp saptırılarak, Vakfımız için bu kapatma davası açılmış bulunuyor.

Dava dilekçesindeki iddialara
cevaplarımız:

1 – Mehmet Pamak ve Yusuf Tanrıverdi’nin konuşmalarından kimi cümlelere atıfla, bu konuşmalarda; “resmi ideoloji olarak tanımlanan Atatürk ilke ve inkılapları ile getirilen laik eğitim sistemi, Anayasanın 42. maddesi ve diğer mevzuatta tanımlı bulunan “eğitim ana dilinin Türkçe olması” ve “zorunlu eğitim” karşıtı görüşlerin ön plana çıkartıldığı, bu kapsamda laik eğitim sistemine, eleştiriyi aşan ve zaman zaman hakarete varan düzeyde ağır ithamlarda bulunarak (Atatürk’ün getirdiği) laik eğitim sisteminin değiştirilmesi”nin talep edildiği, bu eğitim sisteminin değiştirilmesi için, “sivil itaatsizlik ve benzeri şiddet içermeyen, ancak tanımı gereği yasal olmayacağı da anlaşılan eylemlerin önerilmesinin, doğrudan anayasanın ilgili hükümleri ile Medeni Kanunun hükümlerine aykırılık teşkil ettiği, böylesi bir ortamın Vakıf mütevelli heyetinin sorumluluğunda ve denetiminde yaratıldığı” iddia edilmiştir. Bu sebeple de, kusurlu bulunan Vakıf mütevelli heyetinin azledilmesi talep edilmiştir.

Bu iddiaların hepsi hukuka aykırılığın ve suç oluşturmak için zorlama çabalarının mahsulüdür. Bu iddialara yönelik daha kapsamlı belge ve delillerimizi daha sonraki duruşmalarda sunacağız. Ancak bugün de, delillerini bilahare daha kapsamlı olarak sunacağımız itirazlarımızı kısaca ifade etmek istiyoruz.

a) Yapılan konuşmalarda hiçbir hakaret kastı olmadığı, hatta konuşma bütünlüğü içinde sık sık hiç kimseye karşı şiddete, hakarete ve zulme başvurulmaması, adalet ve özgürlüğün herkes için talep edilmesi gerektiği vurgusu yapılmasına rağmen, laik eğitim sistemine yönelik olarak, direkt hakaret olduğu iddia edilemeyen ve hiçbir örnek de gösterilemeyen, “eleştiriyi aşan ve zaman zaman hakarete varan düzeyde ithamlarda bulunulduğunun” iddia edilmesi ve bu subjektif, zorlama iddiaya herhangi bir delil de gösterilememiş olması dikkat çekmektedir. Hiçbir konuşmacı, hiçbir kimseye, kesime ve düşünceye hakaret içeren bir konuşma yapmadığı, çünkü İslami kimlik ve değerlerimiz her türlü hakaretin önüne en büyük engeli koyduğu halde, velev ki bir konuşmacı “laik eğitim sistemine hakarete varan düzeyde ithamlarda bulunsaydı” dahi, (ki müfettişler bile bu kadar zorladıkları halde, doğrudan “hakaret” kavramını değil, “hakarete varan itham” ifadesini kullanıyorlar) böyle bir söylemi suç sayıp cezalandıran hiçbir yasa hükmü de yoktur. Panelimizdeki konuşmalarda hiçbir kimse, kesim ve düşünceye hakaret yapılmadığı gibi, tam tersine müfettişlerin kasten görmezden geldikleri şu satırlar, rapora Ekli 11/3’deki konuşma metninin sonunda yer almaktadır:

“Bu ülkenin insanlarının birbirleri ile sorunları yok, hepsi aynı sistemin mağdurları. Herkes özgür olsun ve her fikir, her düşünce serbestçe kendini ifade edebilsin. Dileyen dilediği dini, ideolojiyi özgürce tercih edip yaşayabilsin. Dileyen Atatürkçü, dileyen Hıristiyan yada Yahudi olsun. Dileyen sosyalist, dileyen liberal olsun. Ama dileyen de Kur’an’nın belirlediği anlamda bir Müslüman olabilsin. Ve kimse kimseye kendi tercihlerini dayatmasın. Kimse kimseye zulmetmesin, kendi ideolojisini ve dinini dayatmasın. Biz bu ülkenin tüm insanlarının, özgür olmasını, kimsenin kimseye baskı ve şiddet uygulamamasını savunuyoruz. Baskılar yasaklar zulümler kalktıkça özgür ortamlarda özgürce tercihler yapıldıkça, insanlar kendilerini özgürce tanımlayıp, özgürce ifade edebildikleri zaman gerçek sivil, adil ve daha barışçı ilişkiler, iyi arkadaşlıklar ve komşuluklar kurulması mümkün olacaktır. Barış ve adalet zemini kalıcı hale gelebilecektir. Bu ülkenin tüm kesimleri, adil ve barışçı şartlarda ve iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşama hakkına sahiptirler. Bu, bütün kesimlerin elinden alınmıştır. Şimdi bütün kesimler bütün erdemli insanlar hangi düşüncenin, hangi fikrin, hangi ideolojinin müntesibi olursa olsunlar, hatta diğer insanlara kendi ideolojisini dayatmayan Kemalistler varsa, onlar da fıtratın sesine kulak versinler, gelsinler bu ortak paydada buluşalım. Özgürlüğü, barışı, adaleti birlikte tesis etmenin mücadelesini verelim. Bütün provokasyonlara rağmen, bu ülkenin insanları çatışmaya yönlendirilememiştir. İnşallah bundan sonra da başaramayacaklar. Bu ülkenin insanları bütün kesimler özgürlük mücadelesini, insani erdemlerin ve fıtratın sesine kulak vererek, adaletin tesisi mücadelesini inşallah ittifak ederek birlikte sürdüreceklerdir. İnşallah tüm kesimler ittifak ederek özgür bir sisteme geçişi birlikte sağlayacaklardır.”

Buna benzer herkes için adalet ve herkes için özgürlük talep eden sözlerin sık sık tekrar edildiği bir konuşmada hakarete varan ithamlar yapıldığı iddiası asılsız ve önyargılı bir suçlama olmaktan öte gidemeyecektir. Velev ki böylesi düşünce açıklamaları için, hakaret olmayan, fakat birilerini rahatsız eden ağır eleştiri iddiasında bulunulsa bile, suç olarak nitelenmesi yasal olarak yine de mümkün değildir. Bu kadar ağır ve yaygın zulümlerin altında bulunan sivil toplumun, sistemin zulümlerinin tesiriyle ağır ve birilerini rahatsız eden eleştiriler yapmak hakkı da vardır ve bunlar da düşünceyi ifade etme özgürlüğü olarak kabul edilmek durumundadır.

Nitekim uluslar arası sözleşmelere ve AİHM kararlarına göre, sisteme yönelik eleştiriler birilerini “şok edecek bir muhtevada” bile olsa yine de düşünce özgürlüğü sınırları içerisindedir. AİHM kararlarıyla da ortaya konan hüküm şudur, "ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen "bilgi" ve "düşünceler" için değil, aynı zamanda Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.” İşte bu sebeple böyle bir muhtevaya sahip düşünce açıklamaları bile, bugün artık Türkiye’yi de bağlayan AB mevzuatı, insan hakları sözleşmeleri, AİHM kararları ve hatta kimi Yargıtay kararları gereğince de suçlanamaz. Bu konulardaki belge ve delilleri daha sonraki duruşmada mahkemenize sunacağız.

b) “Resmi ideoloji olarak tanımlanan Atatürk ilke ve inkılapları ile getirilen laik eğitim sistemi, Anayasanın 42. maddesi ve diğer mevzuatta tanımlı bulunan “eğitim ana dilinin Türkçe olması” ve “zorunlu eğitim” karşıtı görüşlerin ön plana çıkartıldığı, (ve) Atatürk’ün getirdiği laik eğitim sisteminin değiştirilmesi” iddiasına gelince, tüm bu konularda eleştiriler yapıp değişiklik talep etmenin suç teşkil ettiğine dair bir tek yasa hükmü gösterilemez. Özellikle de, laik eğitim sistemine yapılan eleştiri ve değişim taleplerinden bahsederken, “Atatürk’ün getirdiği” vurgusunun, bizim konuşmamızda yer almamasına rağmen araya sokuşturulması, tamamen kasıtlı bir yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Üstelik Mehmet Pamak konuşmasında iki ayrı yerde, Kemalizme ve Kemalist sisteme yönelik eleştirilerinin önyargısız bir biçimde anlaşılmasını temin etmek amacıyla şu sözlere de yer vermişti: “Atatürk ilke ve inkılaplarının sadece fikir boyutunda değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi gerektiği” ifade ediliyor, bir hayat tarzı olarak kabulü dayatılıyor. Atatürk’ün bile böyle bir iddiası yoktur. O günün şartlarında pragmatik bir takım kararlar vermiş, arkasından bu ideolojileştirilmiş, dinleştirilmiş. Şevket Süreyya şöyle diyor: “Biz Atatürk’ü putlaştırmak, ilahlaştırmak zorundaydık, yoksa bu inkılapları tutturamazdık”. Yani daha sonra gelenler ona (Atatürk’e) rağmen de bir çok şeyler yapmışlar ve bunu şimdi bir din gibi insanlara dayatıyorlar.” “Kemalizm ve Atatürkçülük, Mustafa Kemal’den sonrakilerin, onu da aşan uydurmaları ve zoraki doktrinleştirme çabalarıdır.” (Rapor eki 11/3’de yer verilen Mehmet Pamak’ın konuşma metni).

c) Diğer taraftan, laik eğitim sistemini, Anayasanın 42. maddesinde yer alan “eğitim ana dilinin Türkçe olması”nın ve “zorunlu eğitim”in eleştirilmesini suç sayan bir tek yasa hükmü yoktur. Bu hükümler geçerliyken onlara aykırı faaliyet göstermek ile bu hükümlerin eleştirilmesine dair düşünce açıklamak birbirine karıştırılmaktadır. Bu konudaki kapsamlı delil ve belgelerimizi de bilahare sunmak üzere bugün de kısa bazı örnekler verecek olursak, laik zorunlu eğitime aykırılık, bu okullara çocukların gönderilmemesini temin suretiyle kendi açtığımız illegal okullara öğrenci kaydı yapmak ve fiilen eğitim kurumu açıp işletmektir. Mevcut okullara çocukları gönderip, ancak buradaki yozlaşmayı, çürümeyi, geriliği, niteliksizliği eleştirip düzeltilmesini istemek ise aykırı faaliyet göstermek değil eleştiri ve düşünce açıklaması çerçevesinde değerlendirilecek bir durumdur. Eğer aksi iddia edilirse bu ülkede yaşayan her yaş ve seviyeden 70 milyon insanın ezici bir çoğunluğunun mevcut eğitim sisteminden şu yada bu şekilde memnun olmadığı ve bunu her fırsatta gerek bireysel gerekse de kurumsal olarak eleştirdiği gerçeği dikkate alındığında, müfettişlerin gerekçelerinden yola çıkarak, vatandaşların önemli bir bölümüne dava açmak gerekir.

d) “Sivil itaatsizlik ve benzeri şiddet içermeyen, ancak tanımı gereği yasal olmayacağı da anlaşılan eylemlerin önerilmesinin” suç sayılmasına gelince; “sivil itaatsizlik” kavramı ortak bir tanıma ulaşılamayan ve bütün dünyada henüz tartışılmaya devam eden hukuki bir kavramdır. Bizim konuşmamızda yer alan “sivil itaatsizlik” kavramı ise yine aynı konuşma içinde boşlukta bırakılmayıp tanımlanmış, altı doldurulmuştur. Rapor ekindeki konuşma metninde bu konu şöyle açılmıştır: “Şiddete bulaşmayan sivil itirazlar gerçekleştirmeliyiz. Kavga ve şiddete yönelmeden, barış ve özgürlük mücadelesi için sivil zeminlerde haklarımızı gündemleştirmeliyiz.”

2 – Dava dilekçesinin sonunda, Vakıflar Genel Müdürlüğü adına, Medeni Kanununun 101 ve 116. maddeleri gereğince, “Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen niteliklerine ve anayasanın temel ilkelerine,………aykırı …. Vakıf kurulamaz” hükmü ile “yasak amaç güttüğü ve yasak faaliyetlerde bulunduğu sonradan anlaşılan vakıf, denetim makamının… başvurusu üzerine duruşma yapılarak dağıtılır” hükmüne dayanılarak vakıf tüzel kişiliğinin dağıtılması ve mal varlığına el konulması talep edilmiştir.

En temel hukuksuzluk da bu taleple gerçekleştirilmiştir. Hukuk formasyonu olmayan yada yasaların hükümlerini doğru bir biçimde anlama yeteneği ve birikimi sınavlarla kanıtlanmayan kişilere, bu konularda denetim yetkisi vermek büyük hukuksuzluklara yol açmakta, telafisi mümkün olmayan yasa ihlallerinin bizzat yasaları uygulayacak kimselerin eliyle gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olmaktadır.

Bu iki maddenin müfettiş raporunda ve dava dilekçesinde anlaşıldığı gibi anlaşılması, ancak hukuku yok sayan bir keyfiliğin, ideolojik bir taassubun, ya da bir yerlerden korkarak suç icat etme zorlamasının ifadesi olabilir.

Dava dilekçesinde açıkça ifade edildiği üzere, Vakfımızın düzenlediği panelde yapılan iki konuşmadan bazı cümleler öne çıkarılarak, MK 101. maddesinde geçen “Cumhuriyetin anayasa ile belirlenen niteliklerine ve anayasanın temel ilkelerine… aykırı vakıf kurulamaz” hükmünün ihlaline ve “yasak faaliyet gösterilmesi”ne delil olarak sunulan üç husus şunlardır:

a) “Resmi ideoloji olarak tanımlanan Atatürk ilke ve inkılapları ile getirilen laik eğitim sisteminin, ağır ithamlarla eleştirilip, değiştirilmesinin talep edilmesi;”
b) “Anayasa’nın 42. maddesi ve diğer mevzuatta tanımlı bulunan “eğitim ana dilinin Türkçe olması” karşıtı görüşlerin ön plana çıkartılması;”
c) “Zorunlu eğitime” karşıtı görüşlerin ön plana çıkartılması;”

Bu konularda “ağır eleştiriler” yapılarak, değişiklik taleplerinin gündeme getirildiği ve bu değişimlerin gerçekleşmesi için şiddet içermeyen sivil itirazlara çağrı yapıldığı iddia edilmiştir.

Şimdi bunları teker teker ele alalım;

a) Tevhidi tedrisat yasasıyla, resmi ideoloji kuşatması altında tektipçi laik eğitimin dayatılmasını eleştirip değiştirilmesini, eğitim alanının ideolojilerden arındırılıp özgürleştirilmesini talep etmek, mevcut yasalar ve uluslararası sözleşmeler zaviyesinden, tamamen düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde kalan ve suçlanamayacak bir söylemdir. Vakfımızın panelindeki konuşmalar da bu çerçeve içinde gerçekleşmiştir. Mevcut yerel mevzuat çerçevesinde laik eğitim sitemine ve tevhidi tedrisata aykırılık ise, yasak olmasına rağmen devlet okulları dışında, cari mevzuata aykırı eğitim programları uygulayan okullar açmak ve fiilen işletmektir. Yasak faaliyette bulunmak da ancak budur. Vakfımızın böyle eğitim kurumları, illegal okulları yoktur ve zaten iddiada da yer almamaktadır.

b) Anayasa’nın 42. maddesinde ifade edilen “Eğitim ana dilinin Türkçe olması” hükmüne aykırılığın iddia edilebilmesi için de, örneğin izinsiz “Kürtçe yada Arapça eğitim veren okulların açılması ve fiilen işletilmesi” gerekir. Böyle bir faaliyet de mevzuat gereği yasak bir faaliyet olacaktır. Ancak, Vakfımızın böyle bir faaliyeti de, alternatif Kürtçe yada Arapça eğitim veren okulları da yoktur ve bu husus iddia da edilmemektedir. Vakfımızın ve mütevelli heyetimizin bu konudaki sorumluluğu ise; bir konuşmacının, ifade özgürlüğü içinde kalan bir düşünce beyanıyla, “isteyen vatandaşlara okullarda ana dillerinin öğretilmesi imkanının tanınması ve ana dilde eğitim yasağının kaldırılması”nı önerdiği ilmi bir paneli düzenlemiş olmaktan ibarettir. Görülüğü üzere “eğitim ana dilinin” değiştirilmesi değil, sadece isteyen vatandaşlara okullarda ana dillerini öğrenme imkanının tanınması ve ana dilde eğitim yasağının kaldırılması önerilmiştir. Ayrıca bu tür düşünce açıklamalarını suç sayan bir yasa hükmü de yoktur. Nitekim, aynı konuda yaptığı bir panelde ve bilahare yayınladığı bir kitapta, “ana dilde eğitimin serbestliğini savunan” Eğitim-Sen DGM’de yargılanmış, beraat etmiş ve bu beraat kararı Yargıtay’da da onaylanmıştır. Bu konudaki kapsamlı delillerimizi bilahare mahkemenize sunacağız. Diğer taraftan, Türkçe yerine İngilizce eğitim veren okulları bizzat devletin açmakta olduğu da unutulmamalıdır.

c) Son iddia da, anayasa hükmü olan “zorunlu eğitim”in eleştirilmesi ve değişim taleplerinin gündemleştirilmesidir. Bilindiği üzere “zorunlu eğitim” hele Türkiye’deki gibi resmi ideoloji kuşatması altında kişilikleri öğüten boyutuyla bütün dünyada ve Türkiye’de uzun zamandan beri tartışılmakta, onlarca araştırma yazısı ve makale yayınlanmış bulunmaktadır. İşte bizim düzenlediğimiz panelde de, bazı konuşmacılarımız, aynı yaklaşımla sakıncalarını ve yol açtığı büyük erozyonu dile getirerek zorunlu eğitimi eleştirip, model alınan Batıda da geliştirilen örnekleri de zikrederek kimi önerilerde bulunmuşlardı. Bu tür düşünce açıklamalarını suç sayan hiçbir kanun hükmü de yoktur.

Biz, çocukların mevcut zorunlu eğitim kurumlarına gönderilmeyerek, kendimizin illegal olarak açtığımız okullara kayıt yaptırmalarını istiyor ve böyle illegal eğitim kurumları işletiyor da değiliz. Bu olsaydı, belki işte o zaman yasalara aykırılıktan ve yasak faaliyet göstermekten bahsedilmesi mümkün olabilirdi. Böyle bir durum ise varit olmadığı gibi, iddia da edilmemektedir.

Sonuç ve Talep:

Tamamen sivil alanda, hayırsever insanların bağışlarıyla ve sivil, ilmi, kültürel, sosyal faaliyetler göstermek üzere kurulmuş ve senedinde yazılı amaç dışına çıkmadan, ilmi ve kültürel alandaki faaliyetleriyle topluma son derece yararlı hizmetler sunan vakfımız ve mütevelli heyetimiz hakkındaki bütün iddiaları ve suçlamaları reddediyoruz. Mütevelli heyetimizin azledilmesi ve vakfımızın dağıtılıp malına el konulması talebiyle açılan hukuka aykırı davanın gerekçesi kılınan eğitim panelinde, yukarıda da açıklandığı üzere, tamamen düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebilecek konuşmalar yapılmış, şiddete çağrı ve hakaret içermeyen, eleştiri özgürlüğü kapsamında kalan, eleştiri ve önerilerin getirildiği ilmi bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Sivil toplum kuruluşlarına resmi ideoloji dayatmanın, onların sivil olma, resmi alanın dışında bulunma vasıflarını yok edeceğini ve bunun insan hakları sözleşmelerine, AB uyum yasalarına, altına imza atılan Kopenhag Kriterlerine da aykırılık teşkil edeceğini hatırlatarak ifade etmek istiyoruz ki, mevcut yasalara aykırı, yasak faaliyette bulunmak ile bu yasaları ve bunlardaki, hukuka, insan haklarına aykırılıkları ve bu yasaların haksızlığa, adaletsizliğe yol açan uygulamalarını eleştirip değiştirilmeleri gerektiğini ifade etme özgürlüğü birbirine karıştırılmamalıdır.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde, Anayasa Mahkemesi’nin 37 Kuruluş Yıldönümünde, düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğünü şu cümlelerle açıklamıştır:

“Genelde "temel hak ve özgürlükler" olarak belirtilen insan hakları kavramı, ulusal hukukların sınırlarını aşmış, içeriğini insan haklarını oluşturan çok taraflı uluslararası anlaşmalarla ulusal bir sorun olmaktan çıkmış, uygar toplumların olmazsa olmaz koşulu durumuna gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ni kabul etmiş; insan haklarıyla ilgili pek çok sözleşmeyi de imzalamıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde, "insan haklarına saygı", Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez nitelikleri arasında sayılmıştır… Düşünceyi açıklama özgürlüğünün önemi, her şeyden önce onun başka birçok özgürlüğün kaynağını veya temelini oluşturmasından ileri gelmektedir. Kişinin varlığının temeli olan düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, demokrasinin de temeli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Çağdaş demokrasilerde, düşünceyi açıklama özgürlüğüne, diğer özgürlüklerin gerçekleştirilebilmesi yönünden taşıdığı önem gözetilerek daha ayrıcalıklı ve üstün bir yer verilmiştir. Düşünce özgürlüğünün bu konumu onun en az sınırlandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Çoğulcu demokratik ülkelerde, toplumun yerleşik değerlerine ters gelen düşünceler de tam bir özgürlük içinde açıklanıp tartışılabilmektedir. Düşünce özgürlüğü, insanın serbest biçimde bilgiye ve düşünceye ulaşabilmesi, düşüncesini serbest biçimde açıklayabilmesi, başkalarına iletebilmesi, düşünce ve kanaatleri nedeniyle suçlanamamasıdır. Kişinin iç dünyasında kalan, açıklamadığı veya açıklayamadığı düşüncelerinin korunması düşünceyi açıklama özgürlüğü olarak kabul edilemez. Asıl özgürlük düşüncelerin serbestçe açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir. Diğer hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilebilmesi yönünden de düşünce özgürlüğünün bugün ayrıcalıklı bir konumu bulunmaktadır… Düşünceyi açıklama özgürlüğü, bireysel bir özgürlük olmasına karşın, demokrasinin işlemesi yönünden de toplumsal bir önem taşır. Demokrasinin vazgeçilmez öğesi olan çoğulculuk, kişilerin siyasal örgütlenmesi yanında, toplumsal örgütlenmesini de gerektirir. Demokratik bir örgütlenmenin olanaksız olduğu durumlarda, kuşkusuz düşünceyi açıklama özgürlüğünden de söz edilemez. Kişinin siyasal görüşlerini açıklayabilmesi, demokratik bir toplumun temellerinden birini oluşturur. Kamuoyu, olaylar ve sorunlar üzerinde herkesin özgürce düşünce açıklayabildiği, eleştiri yapabildiği, değişik yorumların, tezlerin tartışıldığı bir ortamda gelişip olgunlaşabilir. Başka bir anlatımla, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü, kamuoyunun da temelini oluşturur. Görüldüğü gibi düşünce özgürlüğünden, düşünce ve kanaatlerin çeşitli araç ve yollarla serbestçe açıklanması ve yayılması anlaşılmaktadır. Düşünce özgürlüğü sosyal gelişmelerin temel koşuludur. Toplumun demokratik yapısının en önemli göstergelerinden birisidir. Bu özgürlük, tüm anayasalarda güvenceye alınmıştır. Anayasa'nın 15. maddesine göre de, düşünce ve kanaat özgürlüğü, savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü durumlarda da ortadan kaldırılamayacak özgürlüklerdendir. Anayasa'nın 15. ve 25. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, olağanüstü durumlarda da dokunulamayan düşünce ve kanaat özgürlüğünün olağan dönemlerde de sınırlandırılmasının olanaksız olduğu sonucuna varılır. İnsanın iç dünyasına, akıl ve sezgilerine dayanan düşüncesini açıklamadan başkaları tarafından bilinmesi olanaksızdır. Bu nedenle, düşünce özgürlüğü sınırlanamayan mutlak bir özgürlüktür….Çağdaş demokrasilerde, düşünce özgürlüğü yönünden önemli olan, düşüncelerin özgürce açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir….. Düşünce özgürlüğü, düşünceleri serbestçe açıklama özgürlüğüdür. Düşüncelerin başkalarına iletilebildiği durumlarda düşünce özgürlüğü bir anlam taşır. Demokratik ülkelerde, salt düşünce açıklaması cezalandırılamaz. Maddî eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamasının cezalandırıldığı durumlarda, demokrasiden söz edilemez. Kimi düşüncelerin açıklanmasının yasaklanması, o düşüncedeki kimselerin özgürlüğünü ortadan kaldırır. Özgürlüğün düşünce açıklanmadan önce sınırsız olduğu, düşünce açıklandıktan sonra bunun suç oluşturabileceği görüşü demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmaz. Açıkça eyleme ve suç işlemeye tahrik niteliği taşımayan, somut bir tehlike yaratmayan düşünce açıklamalarının sınırlandırılmaması gerekir… Özgürlüğe getirilen sınır, insan kişiliğine sınır sayıldığından bu konuda çok özenli davranılması gerekir… Mahkemeler, kanıtlanmayan, yasal dayanağı olmayan istemleri yerine getirme aracı olamaz. Olursa, yargı, hukuk dışına çıkarak özünden yoksun kalır.”

Bu bakımdan, yukarıda izah edildiği gibi, Vakfımızın düzenlediği panel, anayasa ve uluslararası sözleşmelerin güvencesi altında olması gereken, örgütlenme ve düşünceyi açıklama özgürlüğü çerçevesinde kalan bir faaliyettir. MK 101 ve 116. maddelerine dayandırılan suçlama ise, vakfımızın faaliyetleri ve son paneliyle ilişkisi kurulamayacak hukuksuz ve keyfi bir iddiadır. Bu şekilde yasaları zorlayarak suç icat etme çabası, idarenin temel hak ve özgürlükleri içine sindirememiş olmasının ifadesidir. İdarenin, sivil toplum kuruluşlarını resmileştirme, ideolojik baskı altına alma ve özgürlüklerini yok etme çabaları engellenmelidir. Yargı, sivil toplumun ve hakların, özgürlüklerin korunup geliştirilmesini, düşünce ve eleştiri özgürlüğünün önünün açılmasını sağlayıcı bir rol üstlenmeli, yasakların, baskıların devam etmesinin değil, hukukun gelişmesinin vesilesi olmalıdır.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğünün müfettişlerinin raporuna ve hem de vekilinin mahkemenize sunulan dava dilekçesine dikkatli bakıldığında, aslında yargılanmak ve keyfi bir biçimde suçlu makamına oturtulmak istenenin sadece vakfımız ve bizler değil, doğrudan ülkedeki ifade hürriyeti, düşünceyi açıklama özgürlüğü olduğu görülecektir. Bu ise, takdir edileceği üzere, gelişmenin, aydınlanmanın önüne set çekmek, akletmeyi, ilmi gelişmeyi ve düşünce üretmeyi engelleyip dumura uğratmak sonucunu doğuracak, halkımızı ve ülkemizi dogmatizmin karanlıklarına gömüp, kötülüklerin girdabında boğulmasına yol açacak oldukça tehlikeli ve sakıncalı bir durumdur. Ayrıca, bu şekilde keyfi ve hukuksuz davaların, mahkemelerin haksız yere meşgul edilmesine yol açmanın yanı sıra, sivil toplumun örgütlenip toplumsal gelişmeye katkılarda bulunmasını engelleyici, toplumu niteliksizleştirici, edilgenleştirici bir sonucu da olmaktadır. Bu tür keyfiliklerle ve baskılarla oluşturulan korku krallığında, insanların toplumsal sorumlulukları omuzlaması engellenmekte, toplumun zindeliği yok edilip, sindirilmiş, korkutulmuş, sorgulamayan, hesap soramayan ve muhalefet bilincini kaybetmiş nitelliksiz yığınların oluşması temin edilmektedir. Böylece emperyalizme, zulme ve sömürüye karşı direnme vasfını yitirmiş, sömürüye müsait zelil bir toplum oluşturulmaktadır. Hele bu tür keyfi uygulamalarla tüzel kişiliklerin faaliyetlerini engelleyici tedbirler istenmesi, kapatılma baskısı oluşturulması, örgütlenme ve düşünceyi açıklama özgürlüğü önüne set çekmek istenmesinden başka ne anlama gelebilir ki? Anayasa’nın 15. maddesinde yer alan “kimse din, düşünce ve kanaatlerinden dolayı suçlanamaz” şeklindeki açık hükme rağmen idarenin mahkemenizden talep ettiği şey, Anayasa’nın ilgili maddesinin ve aynı konudaki uluslar arası sözleşmelerin hükümlerini alenen ihlal ederek, düşünce ve ifade hürriyetinin engellenmesini istemekten öte bir anlam ifade etmemektedir.
 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon