“Zulmedenler, Allah’a eş koştukları ve bunca zulmü yaptıkları halde korkmuyorlar da, biz adaleti, merhameti ve kurtarıcı mesajı temsil edenler onların Allah’a eş koştuklarından ve tağuti düzenlerinden neden korkalım?”
Büyük sorumluluğumuz; Toplumu teşkil eden bütün kesimlerin özgürlüklerinin güvencesi olan adil bir tutum ve tavırla, İslami kimlik ve ilkelerden de asla taviz vermeyen onurlu bir duruşla halkımıza gidip, adalet ve merhametle kucaklamak, zulme muhalif bir tavır ve tevhidi bir bilinç kazandıracak daveti yaygınlaştırmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek öncü Kur’an neslini oluşturmaktır.
Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi, sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun.
Değerli kardeşlerim!
Yaşadığımız ülkeyi Müslümanlar olarak çok doğru bir şekilde tahlil ederek, İslami ve insani sorumluluklarımızı son derece doğru bir şekilde tespit etmemiz ve bunların gereğini de Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, ölüm bize gelene kadar durmadan, yılmadan, bıkmadan yerine getirmek üzere hemen harekete geçmemiz gerekiyor. Bu ülke bizim ülkemiz, biz bu ülkede doğduk, bu topraklar bize Allah yolunda şehadete koşan bizden önceki nesillerin emanet olarak bıraktıkları İslam’a ve Müslümanlara ait topraklar, ama bugün maalesef Batının emperyalist seküler kültürü tarafından işgal edilmiş bulunuyor. Emperyal projeler gereğince İslam coğrafyasında egemen kılınan Batının işbirlikçisi yönetimler, yerli Müslüman halkların değerleriyle kimlikleriyle savaşarak, onlara her türlü zulmü haksızlığı reva görerek tahakküm ediyorlar. Bu durum, bizim ne kadar büyük bir sorumluluk altında olduğumuzu gösteriyor. Bu sebeple üzerimize düşeni sorumlulukları dosdoğru bir şekilde tespit etmemiz ve gereğini, şartların fıkhının ne olduğunu da doğru tespit ederek yerine getirmemiz icap ediyor.
İslam coğrafyasının büyük çoğunluğunda emperyalizmin egemenliği sürüyor. Aynı kaderi paylaşan ülkemizde de, işbirlikçi oligarşik despotizm, emperyalizmin seküler sapkın değerleri adına her türlü baskı ve zulmü yerli halka reva görüyor. “İyi çocuklar”, “bizim çocuklar” sürekli işbaşındalar. Halk seçimlerle farklı partileri “siyasi iktidar” yapsa da, Amerikan büyük elçisinin “bizim çocuklar” dediği güçlerin “devlet iktidarı”, onların koruduğu “iyi çocuklar”ın desteğinde süreklilik arz ediyor. 80 yıldır iktidarı ve rantı ele geçirmiş ve kimseyle paylaşmak istemeyen bu “çağdaş sultanlar” askeri vesayet rejimindeki egemenliklerini ne pahasına olursa olsun sürdürmek istiyorlar. Ve bu amaçla gözü dönmüşcesine, gerekirse bölgede yaşayan Müslüman halkları veya farklı inanç ve düşünceye müntesip halk kesimlerini birbirine kırdırmaya yönelik, “bölücü” “yıkıcı” politikalar izlemekten bile çekinmiyorlar. Bu tür politikaların uygulanabilmesi için gerekli provokasyonları yapan “derin güçler” en tepeden korunup teşvik ediliyorlar.
Gelişmeler gösteriyor ki, devletin içinden, “bu gidişat böyle olamaz” “devlet gücü halka karşı belli kesimlerin çıkar aracı olarak kullanılamaz” diyecek ve keyfiliklere, adaletsizliklere, hukuksuzluklara itiraz edip tepki gösterecek ve daha adil daha özgürlükçü bir siteme doğru geçişi sağlayacak bir refleks gelişmiyor/gelişemiyor. Sistemde ve devlet kurumlarında bir bütün halinde derin bir çürüme ve yaygın bir yozlaşma yaşanıyor. O halde halkın bilinçlenmesi gerekiyor, halkın uyanması ve kaderine el koyması gerekiyor. Muhalefet ve hak arama bilincini yükseltip, haksızlıklara, keyfiliklere itiraz edip, hesap sorması ve kaderi üzerinde söz sahibi olması gerekiyor. Böyle bir gelişme de, ancak, başta Müslümanlar olmak üzere, bu durumu fark edenlerin, zulme, adaletsizliğe, hukuksuzluğa muhalif olan özgürlükçü aydınların halkı uyandırması, yönlendirmesi suretiyle sağlanabilir. Bu sebeple, halkın uyanmasına, hak ve özgürlüklerinin bilincine varıp hesap sorabilme kabiliyetini kazanmasına vesile olacak çalışmaların yapılması gerekiyor. Oluşturulan “korku krallığı”nın yıllardır sürdürülen korku, gerginlik, baskı, yasak ve kaos politikalarıyla halk korkutulmuş, yıldırılmış, sindirilmiştir. Bu sebeple, bu halka muhalefet bilincini aşılayacak, bu ülkenin kendisinin olduğu bilinciyle kimsenin kendisine efendilik yapamayacağını öğretecek, kendi hak ve özgürlüklerine sahip çıkarak adalet sistemini kurma arzu ve iradesini kuşanmasını sağlayacak örnek ve önder şahsiyetlerin sayısını ve niteliğini arttırıcı faaliyetler yapılması gerekiyor. Halkımızı, bu anlamda motive edecek, bilinçlendirecek, kendi esas gündemine sahip çıkmasını sağlayacak çalışmalar çabalar göstermek, öncelikle bilinçli Müslümanlara düşüyor.
Gerçekten bir düşünün, milyonlarca insan meydanları doldursa ve asla şiddete bulaşmadan sivil itirazlarını yükseltseler ve hesap sorsalar, zalimler kaçacak delik ararlar. Milyonlarca insan meydanları doldursa ve bürokratik oligarşiye hitaben “Ben bu ülkenin sahibi halkım, siz ise benim paramla görev başındasınız. Adam gibi yerinize oturun ve maaşlarınızı ödeyen, elinize silahlarınız veren halkınıza itaat edin” deyiverse hiçbir güç böylesine haklı bir halk gücüne karşı gelemez. Haklı olan aynı zamanda güçlü olandır. Ancak halk, haklı olmaktan kaynaklanan gücünün farkına varıp bilinçli bir tutumla haklarının savunuculuğunu üstlenmeyince, edilgen ve pasif bir konumu tercih edince, görüyoruz ki, ordu ve yargı bürokrasisinin öncülüğünde elit bir kadro, ülkenin iktidarını mutlak anlamda kullanıp, halkın kimlik ve değerlerine karşı emperyalist seküler kültürü dayatabiliyor, halkın neye inanıp, nasıl yaşayacağını, nasıl giyineceğini, nasıl bir kültüre sahip olacağını ve nasıl bir eğitim alacağını bile, tespit edip dayatma cüretkarlığını gösterebiliyor ve üstelik böyle bir zulmü kendisi için hak olarak da telakki edebiliyor. Halkın zaaf gösterip haklarının bilicinde olmaması sebebiyle de, hiç kimse bunlara bir şey diyemiyor, anayasaları, yasaları ayaklarının altına kolayca alabiliyorlar. Bu anayasa ve yasa senin değil mi, bari kendi anayasana sadakat göster deseniz de, anayasa ve yasaları en çok onlar ihlal ediyorlar.
Halk bugünkü seviyesinde bile üzerine düşeni yapmaya çalışıyor ve 360 milletvekili veriyor, ama halkın verdiği yetkiyi kullanacak ve halkın haklarını koruyacak, adaleti sağlayacak 10 tane adam gibi adam çıkmıyor. Beceriksiz, yüreksiz adamlar, halkın verdiği yetkiyi bile oligarşinin ayakları altına atıyorlar, halka dayanacaklarına, gidip oligarşiye biat ediyorlar, işte böyle acayip bir ülke burası. Darbeciler serbestçe faaliyet gösteriyor, hakimleri korkutup hukuksuzluklarına keyfiliklerine alet etmek ve illegal işlerle ilgili üzerlerine gelmesini engellemek için bomba patlatan generaller çıkıyor. Bir general, “hakim ve savcılar biraz ürksünler, korksunlar diye lojmanlarının yanında bomba patlattırdım” diye cüretkar açıklamalar yapıyor, hiçbir takibata uğramıyor. Orada birkaç kişide ölebilirdi değil mi? O zaman ne diyeceklerdi, hiç şüpheniz olmasın, bir takım “terör örgüt”lerini sorumlu tutacaklardı. İnanın, yıllardır bu ülkede patlayan bombaların çoğunun arkasında oligarşinin bu tip hesapları vardır. İsterse bir örgüt mensubunu kullansın. Nitekim, böyle kullanmaların ve belli amaçlarla provokasyonlar düzenlemenin “derin çeteler”in süreklilik arz eden fonksiyonları olduğunu artık herkes biliyor.
Hrant Dink cinayetinin arkasındaki el onlarındır. Malatya’daki cinayetin arkasındaki el onlarındır. Rahip Santoro cinayetinin arkasındaki el onlarındır. İşte son ulustaki bombayı patlatanın amcası cumhuriyet mitinglerinde slogan atanların önde gelenlerinden birisiymiş, yani cumhuriyet mitinglerinde halkın İslami kimliğine ve değerlerine karşı saldırgan üslupla konuşanlarla, bombayı patlatanın arkasındaki güçler, kaos ve gerginlikten beslenen oligarşiye istediği zemini hazırlamak hedefinde birleşiyorlar. Hakimlerin lojmanlarının yanında patlatılan bomba ile Anayasa Mahkemesine TBMM toplantı nisabıyla ilgili 367 ihtilafının gittiği gün muhtıra verilmesi aynı tesiri yapıyor. Neticede bomba patlatma ile muhtıra aynı fonksiyonu görerek Mahkemeleri ve yargıçları oligarşinin despotça arzularına teslim olmaya yönlendirmeyi hedefliyor. Bu ülkede 12 Eylül darbesi yapıldığında, yani anayasa cebren, silah zoruyla ilga edildiğinde, Anayasa Mahkemesi ne yaptı? Maaşlarını almaya ve anayasa binasında oturmaya devam ettiler. Bunu nasıl izah edersiniz? Ve hatta Anayasa Mahkemesi başkanı ihtilalci Kenan evreni ziyarete gidip tebrik kuyruğuna girdi. Suç işleyerek Anayasayı kaldırdığı için protesto edip, “Anayasasız bir ülkede Anayasa Mahkemesi olarak anlamımız kalmadı” deyip darbecileri kınayıp istifa etmesi gerekirken, onları tebrik edip, “Anayasasız ülkenin Anayasa Mahkemesi” olarak tarihe geçmeyi içlerine sindirebildiler. En üst yargı kurumlarının başkanları her fırsatta tıpkı askeri bürokratlar gibi resmi ideolojiden taraf olduklarını açıklamaktan çekinmiyorlar.
Yargı mensuplarının önemli bir kısmı, uygulamada askerle ilgili konularda tam bir asker tarafgirliği ile hareket edebiliyorlar. Özellikle siyasi ve ideolojik davalarda tam bir tarafgirlik ve ideolojik taassubla egemen oligarşinin hizmetini ve ihtiyaçlarını görüyorlar. Brifinglerle, muhtıralarla kolayca yönlendirilmeye açık bulunuyor, siyasi ideolojik kararların altına kolayca imza atabiliyorlar. Böyle durumlarda onları bağlayan ve yönlendiren asla hukuk ve yasalar olmuyor. Daha çok egemen oligarşinin istekleri ve resmi ideoloji tarafgirliği belirleyici oluyor. Askere yönelik en küçük soruşturmaya bile tahammülleri olmuyor. Darbecilere ve onların koruması altındaki derin güçlere, “iyi çocuklar”a dokunan yanıyor. Yargı, bu konularda soruşturma teşebbüsünde bulunan kendi mensuplarını, oligarşi ilahına kurban etmekten çekinmiyor. Bugüne kadar, darbeciler yada derin “iyi çocuklar” için soruşturma açmaya teşebbüs eden bütün savcılar ya görevden atıldı yada öldürüldüler. Nitekim son derece açık bir suç üstüyle yakalanmış bulunan Şemdinli sanıklarına yönelik mahkumiyet kararı Yargıtay’ın ilgili dairesinin, ucu yine sistemin ilahlarına dokunduğu için, kendi mensuplarını kurban etmesi pahasına, yerel mahkemeyi hayali suç icat etmekle suçlayan kararıyla sanıkların lehine bozmuştur. Yargıtay bunu yapmakla da kalmamış, sivil alanda işlenmiş bir suç söz konusu olmasına rağmen, davanın, sanıkların korunacağına dair emarelerin güçlü olduğu, emir komuta altında “tam bağımsız” bir biçimde görev yapan askeri mahkemede görülmesi gerektiğini de kararlaştırmıştır. Bizim düşünce açıklamalarımız bile, üstelik kitapta açıkça şiddeti dışlayan ve mahkum eden ifadelerimiz bulunmasına rağmen zorlamayla şiddete teşvik olarak nitelendirilip suçlanmaya çalışılırken, Şemdinli’de açıkça halkı birbirine karşı kışkırtmaya yönelik provokasyonda silahlar ve bombalarla şiddet fiilen kullanılmış ve halkın sokaklara dökülmesi temin edilmişken ve üstelik bunu yapanlar devlet gücünü ve silahlarını kullanarak bu suçu işlemişlerken, hayali suç icat etme iddiasıyla yerel mahkeme suçlanabilmiş, sanıkları aklamaya yönelik karar alınabilmiştir.
Değerli Kardeşlerim!
Evet işte böylesine “bağımsız” bir yargının bulunduğu bir ülkede, doğal olarak darbeciler ve yandaşları “devlet içi çeteler” serbestçe faaliyet gösterip, yeni provokasyonlara, yeni cinayetlere ve yeni kaoslara hazırlanırken, bunların hukuksuzluklarını, keyfiliklerini eleştirenler, herkes için adalet ve özgürlük isteyenler ise sadece düşüncelerini ifade ettikleri için yargılanıp cezalandırılıyorlar. Nokta dergisi ne yaptı, sadece darbe hazırlıklarının belgelerini ifşa ettiler, vay sen misin bunu yapan diye darbecilerin üzerine gideceklerine, Nokta Dergisinin üzerine gittiler ve hala gidiyorlar, şimdi yeni bir dava daha açmışlar. Ama yayınlanan günlüklerde yazılı darbe programının gerekleri tek tek uygulamaya konuyor. Muhtıra veriliyor ve onu desteklemek üzere, generallerce yönlendirilen “Mitingler” tertip ediliyor. The Obsorver Gazetesinin tespiti şu, mitingleri askeri çevreler tertipliyor. Düşünün emeklileri zaten işin öncüsü, emekli olmayanlarda arka planda destekliyor. Cumhur Başkanı köşkten destekliyor, para yardımı da yapıyor. Ve halkın İslami değerlerine ve kimliğine saldıran mitingler düzenleniyor. Ondan sonra bombalar patlatılıyor. Bir kaos, bir gerginlik, bir terör havası estiriliyor. Gerekirse halkı birbirine düşürecek provokasyon ve tahriklerden bile kaçınılmıyor. İşte biz “bu kışkırtmalar, halkı birbirine kırdıracak tahrikler yapılmasın, herkes farklılıklarıyla, iyi komşuluk ilişkileri ve barış içinde bir arada yaşayabilsin” diyoruz. Ve bu sebeple başımıza gelmedik kalmıyor.
Zalimler bu zulümleri yapmayın, buna hakkınız yok, bu ülkenin insanları, hangi dinin, hangi ideolojinin, hangi ırkın müntesipleri olurlarsa olsunlar, kendilerini özgürce ifade etsinler, özgürce tanımlasınlar ve tercihleri doğrultusunda farklılıklarını doğal karşılayarak özgürce yaşasınlar. Farklılıklarımızı doğal karşılayarak iyi komşu olalım, merhaba Atatürkçü, merhaba laik bende Müslümanım diyorum. Merhaba komşu, iyi komşu olalım diyorum ve bunları dediğim için ben yargılanıyorum, ceza alıyorum. Zulmedenler, keyfiliği, hukuksuzluğu esas alanlar, kan dökenler, halkı birbirlerine karşı gerçekten kışkırtanlar, kin ve düşmanlığa hem de şiddeti de kullanarak tahrik edenler, ta tepeden korunuyor. Genelkurmay bildirisiyle, ülkedeki en büyük bölücülüğü yapanlar ise ülkeyi yönetiyorlar. Yargı onların karşısında, boynu eğik, hatta verdiği ideolojik kararlarla destekçi konumunda duruyor. Diyarbakır cezaevinde neler yaşanmış. İnsanlıktan çıkmış görevliler, askeri cezaevinde ne utanç verici işkenceler yapmışlar, bilseniz, inanın tüyleriniz ürperir, yüreğiniz yanar, insanlık adına, insanlık onuru adına utanırsınız. Vallahi utançla başınızı yere eğer ve devamını getiremezsiniz. Ne işkenceler ne katliamlar yapıldı bu ülkede. İşte biz diyoruz ki, bu zulümler olmasın, bu haksızlıklar olmasın laik Kemalist sistem, 80 küsur yıllık uygulamasıyla, darbeleriyle, muhtıralarıyla, devlet içi çeteleşmeleriyle, faili meçhul cinayetleriyle, yargısız infazlarıyla, o kadar çok zulümler yaptı, o kadar çok haksızlıklar yaptı ki, bizde bunların bir kısmını, kitabımıza alıntılayarak eleştirdik.
Değerli kardeşlerim!
Bildiğiniz gibi, “Kemalizm Laiklik Şehitlik” kitabında biz bu tip devlet içi çeteleşmeleri ve devletten güç alarak, devlete sırtını dayayarak, hem de devlet adına hukuksuzluk yapanları ifşa edip, bunlar zulümdür, haksızlıktır yapılmasın, bu ülkenin bütün halkları, bütün kesimleri, bütün ırklar, bütün dinler, bütün diller, bütün bölgeler, bütün sosyal sınıflar ve bütün mezhepler bu ülkede iyi komşuluk ilişkileriyle ve barış içinde yaşasın istedik. Bu kitap, bildiğiniz gibi Sivas televizyonunda yine bu konularda yaptığımız bir konuşmadan sonra açılan davanın savunmasıdır. Kitabın kendisi bir savunmadır, bu kitabın yargılanmasında bir daha savunma yapınca bu sefer savunmanın savunmasını yapmış oldum. Sonra bu savunmadan dolayı yargıç beş ayrı TCK maddesinden soruşturma açılması için suç duyurusunda bulundu ve şu anda takite olan bu dosyadan dolayı da savcılığa verdiğim ifadede şöyle yazdım, “bu ifadem savunmanın savunmasının savunmasıdır”. Düşünebiliyor musunuz, bir dava dolayısıyla savunma yapıyorum, bilahare kitap haline geliyor, bu sefer bu savunmadan dolayı yargılanıyorum, bu kitaptaki savunmayı savunurken yaptığım yeni savunma dolayısıyla tekrar savunmam alınıyor. Bütün bunlar, sadece, “şiddete bulaşmadan, kimseye haksızlık etmeden, bu ülkenin bütün insanları özgür olsun, herkes için adalet gelsin, bu ülkede barış içerisinde herkes kendi dinini inancını yaşayabilsin” dediğim, adalet ve özgürlük istediğim için, zulme ve haksızlığa, kim yaparsa yapsın karşı çıktığım ve Kemalist sitemi haklı olarak eleştirdiğim, itiraz ettiğim için başıma geliyor. Zulme karşı itiraz edenler yargılanıyor, zulmü yapanlar ülkeyi yönetiyor.
Ali Şükrü bey cinayeti ve Mustafa Suphi ver arkadaşlarının Karadeniz de boğdurulmasından bugüne, Şemdinli provokasyonu ve Hrant Dink cinayetine kadar binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş bu ülkede. Ben mi işledim bu cinayetleri? Bunca yargısız infazları ben mi yaptım? İstiklal mahkemelerinden DGM’lere kadar binlerce siyasal kararla, haksız yere binlerce cana kıyıldı, bir sürü katliam ve cinayet işlendi, ben mi yaptım bütün bunları? Ben sadece bunlara üzülüyorum. Bu ülkenin, düşünen araştırmacı bir ferdi olarak, adaleti temsil eden bir Müslüman olarak, bütün bu zulümleri tespit ettikçe yüreğim yanıyor ve hala ısrarla sürdürülen bu zulümler dursun, akan kan ve gözyaşı artık bitsin diye uyarılarda bulunuyor, halkımızın özgürlüğü ve huzuru için çırpınıyorum. “Bütün bunlar niye?” sorusunu soruyorum. Yazık değil mi bu ülkenin insanlarına, on binlerce insan bu ülkede 163. ve 141-142. maddelerden dolayı, yani sadece düşünce ve inançlarından dolayı on yıllarca hapislerde yatırıldı. Yansıma suretiyle milyonlarca insan haksızlık ve zulme uğradı. Bu ülkede, niye bunlar yapılıyor, artık yapılmasın diyorum ve diyeceğim, demeye de devam edeceğim. İstiklal Mahkemesi hâkimi hatıratında yazıyor, “Şeyh Said’in mahkeme sürecinde 25 yaşlarında bir Kürt gencini getirdiler, Türkçe bilmiyordu, sorulara cevap veremiyor, çünkü Türkçe bilmiyor Kürtçe bir şeyler söylüyordu, bunun üzerine mahkeme heyeti, suçu olup olmadığını araştırmadan, ‘Türkçe bilmeyenden zaten memlekete hayır gelmez’ diyerek idamına karar verildi” diyor ve ogünden beri geceleri rüyalarına girdiğini itiraf ediyor. Şapka kanunu dolayısıyla da bu ülkede, binlerce insan katledildi. İskilipli Atıf efendinin ne suçu vardı? Allah rahmet eylesin İskilipli Atıf üç yıl önce bir şapka risalesi yazmış, Şapka Kanunu üç yıl sonra çıkıyor. Üç yıl önce yazdığı risaleden dolayı idama mahkûm oluyor. Bu nasıl devlet, bu nasıl sistem, bu nasıl hukuk? Aynı kanuna muhalefet ettiği iddiasıyla bir başkası idama mahkûm ediliyor, o süreçte de mahkum hastalığı sebebiyle ölüyor ve ailesi tarafından defnediliyor. İstiklal Mahkemesine de bildiriliyor. Heyet öldüğüne inanmıyor, güvenmiyor ve köyüne gelip mezarını açıp cesedini çıkarıyorlar ve hakikaten ölmüş olduğunu tespit ediyorlar, ancak hınçla cesedini asıyorlar. Bu nasıl kin ve düşmanlık, insanlık onuruna yönelik bu kadar vahşi saldırılara itiraz etmeyeceğiz de ne yapacağız? Bütün bu zulümlere seyirci kalıp, zalimlere karşı hakkı haykırmaktan imtina ederek, zulme rıza göstererek, haksızlık karşısında dilsiz şeytan olma konumuna razı olarak onursuz yaşamaktansa, vallahi ölmek daha iyidir. Bunların karşısında susmaktansa, adalet ve özgürlük mücadelesi vererek hapse girmek daha iyidir. Bunları bilip de susmak, yakışır mı bir insana, hele de Müslüman’a.
Süleyman Demirel diyor ki, “nedir derin devlet, devletin kendisidir derin devlet, askerdir derin devlet, hükümet siyasi kurumdur MGK devlettir” diyor. Süleyman Demirel gibi devletin kırk elli yılına hükmetmiş olan en tepedeki adam; çıkarılan kargaşanın, kaosun, kardeş kavgasının, çoğu kere, yönetime el koymak amacıyla devlet güçleri tarafından devlet adına çıkarıldığını itiraf ediyor. Ve Ecevit bunu sürdürüyor, 1977 yılında Kahramanmaraş, Çorum, Sıvas, Malatya hadiselerini, mezhep çatışmalarını, halkı birbirini kırdıran olayla kontr-gerilla adı verilen sonra özel harp dairesi adını alan kuruluşlara bağlı devlet içi illegal örgütlenmelerce gerçekleştirildiklerini itiraf ediyor. Biz de işte bu hukuksuzluklara karşı çıkıyoruz ve diyoruz ki, bu ülkede insanlar özgür olsun barış içerisinde, adalet zemininde özgürce yaşasınlar, kimse kimseyi öldürmesin, kimse kimseye karşı şiddete başvurmasın, kimse kimsenin canını yakmasın, kan dökmesin, özgürce kendimizi ifade edelim, inancımızı dinimizi özgürce tercih edip, özgürce yaşayalım ve birbirimize de güzellikle anlatalım, “dinde zorlama yoktur”. Yine bakın istiklal mahkemesi hâkimlerinden birisi diyor ki, “bizim amacımız belli, ulusal amacımız vardır, ona varmak için ara sıra kanun üstüne de çıkarız”. Acı itiraflar bunlar, kanun dışına çıkmak, kanun üstüne çıkmak diye bir şey var mı? Ama maalesef bu ülkede bunlar var ve üstelik çok sık yaşanan durumlar. Mesela askeri hâkim Ümit kardaş’ın bir itirafı var diyor ki, 12 Eylül döneminde Kenan Evren ve arkadaşları geldiler Diyarbakır ordu evinde yargı mensuplarını ve askeri görevlileri toplayıp bize dediler ki, “Siz bu olaylara bir hukukçu gözüyle değil başka bir gözle bakacaksınız. Çünkü memleket elden gidiyor, hukuku bir tarafa koyun”. Yani yapılan hukuksuzluklara göz yummalarını, işkenceleri, katliamları görmemelerini istediklerini beyan ediyor. “Ben ise bir işkenceyi sorun yaptım ceza verdim ve ondan dolayı başıma gelmedik kalmadı” diyor. İşte hakimlerin bağımsızlığı ve özgürlüğü bu kadar. Demirel de diyor ki, “bizim ülkemizde iki devlet var, bir derin devlet var, bir de devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır. Derin devlet askerdir”. Bu sözlere karşı, Kenan Evren de şöyle diyor; “sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz, devlet zaafa uğradığında el koyarız.” Tüm bunlar açık açık basında röportajlarda ve bu kadar cüretkarca söyleniyor. Ben de işte bu itirafları almışım, bunlar böyle olmamalı, hukuk olmalı, adalet olmalı, insan hakları olmalı, özgürlük olmalı, insani erdemler ve insanlık onuru ayağa kalkmalı diyorum.
12 Eylül öncesinde sağcıyı solcuyu birbirine kışkırtıyorlar, Demirel’in itirafı ile de kan gövdeyi götürüyor, ondan sonra ihtilal yapıyorlar, bütün çatışmalar bir anda diye kesiliyor. Halbuki ondan öncede sıkıyönetim var ve asker her tarafa hakim durumda. O zamanın İkinci ordu komutanı Orgn. Bedrettin Demirel diyor ki, “biz diyor çok daha önce darbeyi yapacaktık, ancak biraz daha olgunlaşsın, darbe zemini olgunlaşsın diye bekledik”. Yani halkın çocukları birbirini kırsın, iyice olgunlaşsın ki, biz darbeyi yaptığımızda haklı olalım diye bekleniyor. Ve sonuçta yine en üst yetkililerden birisi diyor ki, “iti ite boğdurduk”. Sağcı- solcu gençleri birbirine kırdırıyorlar, ondan sonra iti ite boğdurduk diyorlar. Ve ben savunmamda bütün bunları söyledim. Belgeleriyle ortaya koydum. Buna rağmen, sistemin zulümlerini eleştirdiğim için ve mevcut TCK’ya da aykırı olarak 18 ay ceza verebildiler.
Değerli kardeşlerim!
Yaklaşık 15 Yıldır. Onu aşkın mahkemede yargılandım. Neredeyse Müslüman olduğumdan beri yargılanıyorum. Daha önce devletin en üst kademelerinden görev yapan bir adamdım. Kimseye bir kötülüğüm olmadı, sadece LAİLAHE İLLALAH MUHAMMEDUN RESULULLAH dedim. Hiç kimseye haksızlık etmedim, zulmetmedim, hakaret etmedim, baskı yapmadım, işkence yapmadım, bütün bunları yapanlar hep kendileri. Ben sadece bir Müslüman olarak, İslami kimliğime sahip çıkmaya, onu savunmaya ve bu ülkede Müslümanca, insanca ve özgürce yaşayabilmenin önünü açacak bir mücadele vermeye çalışıyorum. Ama sürekli baskı altında tutuluyorum, sürekli yargı kırbacıyla sindirilmek isteniyorum. Bugüne kadar, iki kez iki yıl, bir kez bir yıl ve şimdi de 18 ay aldım. Ve böyle devam eden bir sürü mahkeme vardı, bir süre yurtdışından içeri giremedim. Bir konferans için gittiğim Almanya’da iken, kapılara talimatlar verildi, tutuklama kararları verildi, tam bir terör estirildi. Bir süre yurda giremedim, sonra malum erteleme yasası çıkarıldı. Bütün bu cezalar ve devam eden mahkemeler kalktı. Tekrar döndüm ve geldiğimden beri yine bu tür davalar açılıyor. Bir sürü mahkemeler, bir sürü baskılar. Allah’ın izniyle, bütün bunlar bizi asla yıldıramayacak. Bizi susturmak için bu baskıları yapanlar, bilsinler ki, Allah’ın izniyle başarısız olacaklardır. Onlar, bizim mücadelemizin, yaradılış gayemizin kaçınılmaz gereğini yerine getirmekten ibaret, asla vazgeçemeyeceğimiz bir kulluk mücadelesi olduğunu bilmiyorlar. Beni dört duvar arasında hapishaneye de koysalar bırakamayacağım bir mücadele bu. İçeriye kapatsan da, dışarıya bıraksan da sadece Allah’a kulluk yapmaktan engelleyebilir misin beni? Allah’tan Resulü’nden, Kur’andan koparabilir misin, gücün yeter mi buna? Öldürebilirsin. O zaman da Rabbime döneceğim. Zaten inşallah ölüm yakaladığında dolu dolu Allah için yaşanmış bir ömrü tamamlayarak O’na dönmeyi Rabbimiz hepimize nasip etsin. İnşallah, Allah yolunda ve sadece O’nun rızasını kazanmak amacıyla verilen bir mücadele sürecinde ve sadece O’nun için ölmeyi Rabbimiz hepimize nasip etsin. Ne pahasına olursa olsun, inşallah Allah yolundan dönmeyeceğiz. Ne yaparlarsa yapsınlar, biz asla Allah’tan, Resulü’nden ve Kur’an’dan vazgeçmeyeceğiz. Biz hepimiz böyle olmak zorundayız. Biz Müslümanız, vahye şahitlik yapacak Kur’an nesli olmak ve örnekleri çoğaltmanın çabasını hakkıyla yerine getirmek zorundayız. Biz Allah içiniz ondan geldik ve ona döneceğiz. Hiçbir tehdit ve hiçbir baskı ölüme doğru akan bu hayat yolculuğunda bizi vahyin aydınlık yolundan asla ayıramayacaktır.
Değerli kardeşlerim!
Rabbimiz Hadid süresi 20. Ayetinde, “bilin ki, dünya hayatı, bir eğlence, bir süs, aranızda övünme, bir mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir” tespitini yaptıktan sonra şöyle bir benzetmeyle bizi uyarıyor: “Öyle bir yağmura benzer ki, yağınca ekinin nasıl yükseldiğini, nasıl yeşillenip, güzel bir görünüm verdiğini ve ekincinin çiftçinin çok hoşuna gittiğini, ama sonra bu ekinin sararıp çer çöp olup bittiğine” dikkatimiz çekiyor. Çok muhteşem ve düşündürücü bir örneği önümüze koyduktan sonra dikkatimizi ahiret yurduna yöneltiyor. Ahiret yurduna gelince “orada iki şey var, birisi Allahın rızası ve mağfireti, diğeri ise şedit azabı.” O halde bu uyarı gereği, dünyada çıktığımız yola diiak etmeliyiz, tuttuğumuz bu yol bu iki sondan birine çıkacaktır. Hangi yolu tutarsanız tutun, bu iki sondan başka çıkış yok. Ya şedit azap, ya mağfiret ve rıza. İşte biz akledip öyle bir yola sarılalım ki, Allah’ın mağfiret ve rzası ile son bulsun. Allah Sıratı müstakimde ayaklarımızı sabit kılsın. Rabbimiz, Ankebut süresi 64. ayette de “Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence” tespitini yaptıktan sonra diyor ki, “gerçek yurt ahiret yurdudur. Keşke bilselerdi”. Keşke kullarım, gerçek ve kalıcı yurdun, asıl yurdun Ahiret yurdu olduğunu bilselerdi de, şu dünyanın süslerine takılıp, zillete razı olmasalardı. İnşallah Rabbimizin bizim için hazırladığı bu kutlu sonuca ulaşırız.
Mahkeme koridorunda beklerken, Allah kendisinden razı olsun, Şeyho Duman hocamız Bakara 214. ayeti okuyup hatırlatıyordu. “Yoksa sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete girivereceğinizimi sanıyorsunuz? Onlar, Allah Resulü ve beraberindeki mü’minler o kadar darlandılar, o kadar sıkıntılar çektiler ki, Allah’ın yardımı ne zaman diyecek hale geldiler…” O kadar kolay mı, o kadar basit mi, sınanmadan, bedelini ödemeden, fedakarlık yapmadan ve en azından bedel ödemeyi göze almadan Allah’ın rızası ve onun sonucu olan cennet kazanılabilir mi? İşte bunun sürekli düşünmemiz ve gündemimizden asla çıkarmamamız lazım.
Tevbe süresi 24. Ayette de, Rabbimiz; “babalarınız, anneleriniz, kardeşleriniz, evlatlarınız, zevceleriniz akraba ve aşiretleriniz, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, mallarınız ve hoşunuza giden evleriniz, eğer sizin için Allah’tan, Resulünden, Allah yolunda cihat etmekten daha sevimli geliyorsa, Allahın (azap) emrini bekleyin, Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez” hükmünü vazediyor. Bu sevgilerinin hiçbirisi, Allahtan, Resulunden ve Allah yolunda cihat etmekten daha daha sevimli olamaz. Mü’minler için, bütün bu dünyevi şeyler Allah yolunda feda edilebilecek, her an terk edilebilecek bir konumda olmalıdır. O halde bu dünyada, kalıcı ve sürekli olan tek hesabımız olmalı, o da Allah’ın rızasına talip olmak ve ahiret eksenli bir hayat tasavvurunu oluşturmak ve yaşamaktır. Biliyoruz ki, bize yapılanlar, Peygamberlere ve onların güzide ashabına yapılanlarla mukayese edilemeyecek kadar basittir. Ne yapıldı ki bize şu ana kadar, en fazla yargılıyorlar, mahkum ediyorlar, baskı kuruyorlar, kapatmak istiyorlar, tehdit ediyorlar. Mekkede yaşayan ilk nesil mü’minleri düşünün, ekonomik ve sosyal boykotları, işkenceleri, katliamları, uzuvları parçalanacak şekilde yapılan işkenceleri düşünün, buna rağmen imanına şirk bulaştırmıyor o ilk nesil. İmanına zulüm bulaştırmıyor. Allah için direniyor mücadele ediyor. O ilk nesli örnek alarak peygamberlerin yolunda tavizsiz bir şekilde yürümeyi Allah hepimize nasip etsin.
Hud Suresi 112. Ayeti kerimeyi hatırlayın. Sen ve beraberindeki tevbe etmiş olanlar “emr olunduğunuz gibi dosdoğru olun” sakın ha başka yollara sapmayın ve dosdoğru yürüyün, emri veriliyor. Allah Resulü (S.A.V.) ne diyor, “beni hud süresi kocalttı”. Ümmetim bu istikameti koruyabilecek mi, istikamet üzere dosdoğru yürüyebilecek mi?” endişesi Peygamberimizi sarsıyor. Gerçekten mü’minin hayatındaki en büyük sorun, istikameti korumak meselesidir. İşte çoğunlukla bu konuda laçkalaşma yaşanıyor. İstikameti korumak, yolu ve yoldaki işaretleri yerli yerine oturtup dosdoğru yürümek çoğu kez başarılamıyor. Bu sebeple bu konuyu gündemimizin birinci maddesi konumun getirip, sürekli bir duyarlılıkla halimiz sorgulayıp ıslah çabası göstermeliyiz. İstikamet üzere ayaklarımızı sabit kılacak onurlu ilkeli bir duruşu, ilk Kur’an neslinde olduğu gibi ortaya koymalı, iman ettiği ilkeler, değerler uğrunda bedel ödemeyi göze alan, kimseye zulm etmeyen, ama kendine ve dinine zulüm yapılmasına da asla rıza göstermeyen mü’min şahsiyetler olmaya çalışmalıyız. Ve böyle örnek şahsiyetlerin çoğalması, insanlara vahyin şahitliğini yapması için gece gündüz çaba göstermeliyiz. İşte İslam, bu onurlu, ilkeli ve tavizsiz duruş ve mücadele ile dosdoğru temsil edilebilecektir.
Tabiî ki, hepimiz insanız. Kimi zaaflarla malulüz, bu sebeple korkuda bizler içindir. Bir mü’minin, zalimden ve zulmünden çekinip, korkması da insani bir haldir, kınanamaz. Ancak, bir mü’mine yakışan şudur; biraz önce sevgi için söylediğimiz gibi, hiçbir korkuyu Allah’tan ve Allah’ın azabından korkmaktan daha öne geçirmemektir. Nasıl ki, hiçbir şey Allah’tan, Rasulünden ve Allah yolunda cihattan daha çok sevimli olmamalıysa, hiçbir sevginin bu değerlerimize duyulması gereken sevginin önüne geçirilmemesi gerekiyorsa, aynı şekilde, Allah’ın azabından daha fazla korkulacak hiç bir korkuya hayatımızda yer vermememiz gerekiyor. Nihayet bizler de insanız ve normal şartlar altında bizde zulüm görmek istemeyiz yada zulüm yapılmasından korkabiliriz, endişe edebiliriz. Yani bunlar insan olmamızın doğal sonuçlarıdır. Ama asla her hangi bir korkuyu, Allah’ın azabından korkacak kadar ileri götürmemeliyiz. Rabbimiz. Ankebut 10. ayette şöyle buyurur; “İnsanlardan ‘Allah’a iman ettik’ deyip, O’nun uğrunda bir eza gördükleri zaman, insanların eziyetini Allah’ın azabıyla bir tutanlar vardır.” İbakın burada Rabbimiz çok önemli konuda bizi uyarıyor ve diyorki, insanlardan öyleleri vardır ki, iman ettiklerini söylerler, ama başlarına insanlardan kaynaklanan bir baskı, bir zulüm, bir eziyet gelecek olsa, sanki insanların yaptıkları bu eziyeti, bu baskıyı, bu zulmü Allah’ın azabı gibi tutarlar. Rabbimiz, iman mantığıyla düşünmeye çağırıyor bizi. Biri insanların eziyeti, biri de Allah’ın azabı olan iki tane azaba dikkat çekerek, hangisinin daha şiddetli olduğu hakkında karar vermemizi, tercihimizi yapmamızı istiyor. “Eğer siz insanların eziyetinden korkup onların sapkınlıklarına, batıl düşüncelerine meyl ederseniz, onların eziyetlerinden korkarak benim şeriatım yerine bilmeyenlerin hevalarına uyarsanız, ben de size azap edeceğim” diyor. İman mantığıyla karar verin, benim azabım mı daha şedit ve daha çok korkulmaya layık, yoksa insanların eziyeti mi? Eğer Allah’ın azabının daha şedit ve daha çok korkulmaya layık olduğuna işnanıyorsak, o zaman Allah taraftarı olmayı tercih edip, insanların batıl tekliflerini, dayatmalarını reddetmeliyiz. Şüphesiz ki, insanların eziyetini belirleyici kılanlar, onlardan korkup onların inanç, düşünce ve ideolojilerini Allah’ın dinine tercih edenler de zaten şeytan ve dostlarının tarafında yer almış olurlar. Belki böylece, dünyada insanların eziyetinden kurtulup, onların sağladığı bazı menfaatlardan faydalanabilirler, ama ahirette, dünyadayken ciddiye almadığı Allah’ın yakıcı azabına müstehak olmaktan kurtulamazlar. Tabiî ki, zulüm talep edilmez, tabiî ki gelin bize zulüm yapın denmez. Bu iman mantığıyla da, insani erdemle de, insani şahsiyetle de, İslami ahlakla da bağdaşmaz. Evet zulüm talep edilmez, ama zulüm göreceğiz endişesiyle İslami kimliğimizden taviz de verilmez, yani ben zulüm görmek istemem ama zulüm göreceğim endişesi ile İslami kimliğimden tavizde vermem.
Değerli kardeşlerim!
Aslında bizler İslami kimliğimizin gerektirdiği İbrahimi bir tavırla korku kırallığını yıkmalı, korkuların bizi esir etmesine fırsat vermemeliyiz. Zalimler, bizim korkularımızı kullanarak ve sürekli korkacağımız baskılar, zulümler üreterek bizi kuşatırlar ve çevremizdeki korku krallığının duvarlarını bizim korkularımızla örerler. Korkmadığımızı ve gerekirse inancımız uğrunda bedel ödemeye hazır olduğumuzu gösterdiğimizde ise, korku krallığının surlarında gedikler açılmaya başlar ve bir gün bu surlar krallığın üzerine çöker. Müslümanlar olarak, korkmamıza, çekinmemize ve sinmemize yol açacak hiçbir şeyimiz yoktur. Biliyor ve inanıyoruz ki, sadece Rabbimize kulluk yapmak üzere yaratıldık. Yine biliyor ve inanıyoruz ki, bu kısacık dünya ömrümüzde, imtihandan geçirilmekteyiz. Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki, Rabbimiz, dünya hayatımızda uygulamamız gereken hükümleri, ilke, ölçü ve mizanı, ahlaki, hukuki norm ve değerlerimizi vahiyle bize bildirmiş olup, bunlar kıyamete kadar geçerli hükümler olarak Kur’an’da toplanmıştır. O halde yapacağımız şey belli olup, değişmez boyutlarıyla elimizdeki temel kaynağımızda yer almaktadır. Kur’an’ı, İslam’ı sahih bir yöntemle öğrenmek, yaşamak ve yaymaktan ibaret olan İslami mücadele programımız, hiçbir şart altında vazgeçemeyeceğimiz ve hayatımızda hiçbir zaman belirleyici olmaktan çıkaramayacağımız kulluk görevimizi oluşturmaktadır.
Kulluk eksenli hayat tasavvurumuz, İslami hayat nizamımız, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarını kuşatan bir muhteva arz etmektedir ki, işte hiç gündemimizden çıkmaması gereken tevhid budur. Tevhid, bireysel ve toplumsal hayatımızın hiçbir alanını (insan hakları alanı dahil), Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlamamak ve hayatta, başka ilahlarca doldurulacak boşluklar bırakmamaktır. Ve sonuç olarak biz Müslümanlar, bu sorumluğumuzun gereklerini yerine getirmekle, hiçbir sebeple İslami kimlik ve ilkelerimizden vazgeçmeden ve taviz vermeden bu yolda yürümekle mükellef olduğumuzu aklımızdan ve hayatımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rızasını kazanabilmek için, kulluk görevimizi yerine getirirken, ödemek zorunda bırakılacağımız bedelleri de Allah rızası için ödemeyi göze almak mecburiyetindeyiz. Bize şahsiyet ve onur kazandıracak, zillete düşmekten koruyacak olan, “izzet ve şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğuna” (Nisa Suresi, 139) dair samimi bir tevhidi iman eşliğinde, işte böyle bir adanmışlık ruhudur.
O halde, herkesin cennete gitmesine vesile olacak bir daveti ve tüm insanlara yönelik merhameti, adaleti temsil eden bizler neden korkacağız? Kimseye zulümden yana değiliz ve şiddete dayalı yöntemler yerine, merhamet, adalet ve hikmet eksenli daveti esas alıyoruz. Kimseye şiddet kullanarak ve terör estirerek dinimizi dayatmıyoruz. “Dinde zorlama yoktur”, “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Bakara Suresi, 256; Kehf Suresi, 29) ayetleri çerçevesinde, sadece merhamete dayalı bir daveti götürmekle görevliyiz. Üstelik, dinimize ve bize savaş açmayan her türlü inanç ya da düşüncenin müntesiplerine, iyilik yapmaktan, müsamaha ve adalet ölçüleri içinde davranmaktan yanayız. (Mümtehine Suresi, 8)
Bize egemen olan zalimler ise, bunca haksızlığı, zulmü, sömürü ve talanı gerçekleştirdikleri için, gerçekte korkması gerekenler kendileri olduğu halde, onlar korkmuyorlar da, bizler, hak, adalet ve merhamet temsilcileri olarak, neden korkacak mışız? Bu konuda, Hz. İbrahim (a)’de de bizim için güzel bir örnek vardır. O, kendisine zulmeden müşrik kavmine ve şirk yönetimlerine şöyle sesleniyordu: “Allah’ın üzerinize, hakkında bir delil ve belge indirmediği şeyi siz Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım” (En’am Suresi, 81) Ancak, işte böyle İbrahimi bir tavırla, çağdaş Nemrutların oluşturdukları korku krallıklarının temellerini sarsabileceğimizi ve onurlu bir duruşla özgürlüğe kavuşabileceğimizi unutmamalıyız. Kimseye zulmetmemeli, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmamalıyız. Ancak, kendimize de haksızlık ve zulüm yapılmasına asla müsaade etmemeliyiz. Zulme rıza göstermemeliyiz; kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın her türlü zulme karşı itirazın, başkaldırının, direnişin onurunu kuşanmalı ve mazlum kim olursa olsun mazlumdan yana adil bir duruşu sergilemeliyiz. Diğer yandan dinimizin tahrif edilmesine, egemen zorbalarca kullanılıp istismar edilmesine, İslami kavram ve değerlerimizin İslam düşmanlarınca içinin boşaltılıp değişime uğratılmasına da katiyetle müsaade etmemeliyiz.
Haklı olmak, adil olmak ve hak çizgide bulunmak, bize büyük ve yenilmez bir direniş gücü, yüksek bir azim ve cesaret sağlayacak olan büyük güç kaynağımızı oluşturmaktadır. Haklı olmanın, Hakk’a iman edip, hak yolda sebat etmenin ve adaleti temsil etmenin sağlayacağı bu gücü, uzun vadede alt edebilecek hiçbir dünyevi güç ve silah icat edilmemiştir, icat da edilemeyecektir. Yeter ki, haklı olmaktan, hak yolda bulunmaktan hiçbir şartta vazgeçmeyelim ve her yerde başımız dik olarak savunabileceğimiz adil İslami kimliğin izzetli çizgisinden hiçbir sebeple ayrılmamaya büyük özen gösterelim. O halde, haklı olmanın ve hak yolda bulunmanın kazandırdığı bu güçle, zalimleri ve zulümlerini, sömürülerini, yüksek sesle ve korkusuzca sorgulayıp, itiraz etmeli, hak ve özgürlüklerimizi ise sonuna kadar savunmalıyız. Özgürlüklerin hediye edilmeyip, ancak fethedilerek, bedeli ödenerek elde edilebileceğinin bilinciyle, hak ve özgürlüklerimiz uğruna bedel ödemeye hazır olduğumuzu gösterecek onurlu ve şahsiyetli duruşlar sergilemeliyiz.
Mevcut hak ve özgürlük alanlarımızı sonuna kadar kullanmadan yeni özgürlük alanları elde edemeyeceğimizin bilinciyle, önce mevcut hak ve özgürlük alanlarımızı, sınırlara dayanana kadar kullanıp, sınırları esnetmeye ve surlarda gedikler açmaya çalışmalıyız. Sorun çıkarmaz, konulan hudutlara ve yasaklara, itirazsız riayet edersek, yeni özgürlük alanları kazanabilmemiz ve gasp edilmiş haklarımızı geri alabilmemiz mümkün olmayacaktır. O halde gasp edilmiş hak ve özgürlüklerimizle ilgili sürekli sorun çıkarmalı, tartışma açmalı, şiddete bulaşmadan sivil itirazlar yükseltmeliyiz. Bu anlamda, sürekli yeni gündemler oluşturacak tarzda, yeni hak ve özgürlük taleplerimizi gündemleştirmeliyiz. Bu ülke ve bu topraklar, dedelerimizin şehadeti pahasına kazanılarak bize intikal etmiş öz vatanımızdır. Bu topraklar, İslam’a aittir, Müslüman topraklarıdır. Yani bizler ay’dan gelmedik, bu vatanın öz evlatlarıyız. O halde kendi öz vatanımızda, insanca, Müslümanca ve özgür bir biçimde yaşamamıza engel olmaya kimin hakkı ve yetkisi olabilir? Gasp edilmiş haklarımızı, Allah’ın izniyle, mutlaka geri alacağımız bilinmelidir. Kendi topraklarımızda, bizi yaratan ve arzının bu bölgesine bizi iskan eden Rabbimizin, Kur’an’la bildirdiği hükümlerine uygun bir biçimde, özgür ve adil bir hayatı yaşamak talebimizden neden korkalım?
Tam tersine, esas korkması gerekenler, Rablerine de baş kaldırarak bize zulmeden ve inancımız istikametinde bir hayatı özgürce yaşamamıza engel olan zalimlerdir. Ülkemizin kaynaklarını talan edip, halkımızı sefalete mahkum edenlerdir. Esas korkması gerekenler, halkımıza büyük zulümler yaparak, İslami kimlik, kültür ve değerlerini zorla terk ettirerek, emperyalist Batı’nın seküler, paganist medeniyet ve kültürünü kan dökerek, “kelleler kopararak” dayatanlardır. Pozitivist, materyalist eğitim politikalarını dayatarak ve İslam dininin eğitimini de yasaklayarak halkımızı köklerinden koparanlardır. Allah’ın emirlerinden oluşan şeriatını birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan edenlerdir. İşte bu sebeple, gerçekten korkması gerekenler, halka batı kültür ve medeniyetini dayatarak akıl almaz zulümleri planladıkları için, o gün bugündür, halkı düşman konumuna oturtanlardır. Esas korkup utanması ve Müslüman halktan özür dilemesi gerekenler, İslam dinini ve Müslümanları denetlemek, laik devletin politikalarına göre kontrol edip yönlendirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak ve on binlerce cami ve mescidimizi zorla kamu alanına alarak, en büyük çelişkiyle laiklik adına “bizantinizmi” hakim kılıp, dine ve dindara yönelik en büyük zulmü gerçekleştirenlerdir. Üstelik, tesettüre yasak koydukları “kamu alanlarında” utanmadan din istismarcılığı yaparak, fitre ve zekat toplayanlardır. Laik alanlarda, İslam’ın şehidlik kavramını kullanarak, bu büyük çelişki ve tutarsızlığı, hem de hiç rahatsız olmadan sürdürenlerdir.
Korkması, utanması ve halkımızdan özür dilemesi gerekenler, yargısız infaz yapanlardır. Kendi yasalarına, anayasalarına bile sadakat göstermeyenlerdir. Hertürlü işkenceyi bu halka reva görenler, halkın ortasında bomba patlatanlar, halkı birbirine karşı kışkırtıp kırdırmak isteyenlerdir. Halkın kaynaklarını talan eden, bankaları batıran, halkı sefalete mahkum edenlerdir. Emekçileri, işçileri, dar gelirlileri ezenlerdir. Halka efendilik, sahiplik taslayanlar, halkın nasıl düşünmesi, nasıl giyinmesi, ne zaman yatması gerektiğini, ne zaman kalkması gerektiğini, ne yapması gerektiğini ben belirlerim diyen zalimlerdir. Bizim korkacak bir şeyimiz yok, biz zalimlerin bile özgür olmasını, onların bile zulüm görmemesini, onlara bile şiddet kullanılmamasını, baskı yapılmamasını istiyor, onların bile insanca yaşamasının güvencesi olmayı temsil ediyoruz. Biz barışı/silmi, adaleti, özgürlükleri, insani erdemleri, insanlık onurunu temsil ediyoruz. Biz niye korkalım? Biz herkes Cennete gitsin diye ortaya konan samimi bir çırpınışı temsil ediyoruz. Merhamet ve adaleti temsil ediyoruz. Niye korkacağız biz? Biz, iyi komşuluk ve barış içerisinde yaşamayı temsil ediyoruz ve buna çağırıyoruz. “Bırakın şiddeti, silahı, rütbeleri, gelin özgürce toplanalım, konuşalım, tartışalım ve bu ülkenin insanlarını özgürleştirelim. Barış ortamına kavuşturalım diyoruz.” Biz niye korkacakmışız? Korkması gerekenler zulüm yapanlar, onlar korkmuyorlar da biz onların Allaha eş koştukları otoritelerden niye korkacakmışız? Niye biz tağutlardan korkacakmışız, tağutlaşanlar korkmaz iken. İbrahimi bir tavırla korku kırallığına karşı böyle bir itirazı, hemel haklara riayatkâr sivil bir yöntemle, onurlu bir şekilde gündeme taşımamız gerekiyor. Asla şiddete bulaşmadan, asla savaşa, kavgaya, çatışmaya, halkı birbirine kırdırmaya bulaşmadan, bütün halk kesimlerini adalatle kucaklayan ve herkesin haklarını adaletle savunan bir örneklik oluşturmalıyız. Toplumu teşkil eden bütün kesimlerin özgürlüklerinin güvencesi olan adil bir tutum ve tavırla, ama İslami kimlik ve ilkelerden de asla taviz vermeyen onurlu bir duruşla halkımıza gidip, adaletle, merhametle kucaklayarak, muhalif bir duruş ve tevhidi bir bilinci kazandıracak daveti yaygınlaştırmamız ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek öncü Kur’an neslini oluşturmamız gerekiyor.