İLKAV’ın 03.05.2013 tarihli Cuma KonferansındaMehmet Pamak “Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecinin İslami Ölçülerle ve Müslümanların Sorumlulukları Açısından Değerlendirmesi”ni yaptı.
Pamak, “akan kanın hemen durması, şiddet sarmalından bir an önce kurtulunması ve kavgasız bir ortamda fikir ve düşünce alışverişinin özgürce gerçekleşebilmesi için sistem içi çözümle görece bir rahatlamanın sağlanmasının da gerekli olduğunu, ancak sahici, bütüncül adalet ve gerçek anlamda ‘barış’ın ancak İslami adalet sisteminde gerçekleşebileceğini” ifade ettiği konuşmasında özetle şunları söyledi:
“Bilinmelidir ki, laik Kemalist ulusalcı şirk sisteminin en temel düşmanı yüzyıllarca halkların arasında kardeşliği tesis etmiş olan İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Çünkü kavmi ve dini diğer kimliklere adil bir zeminde yaşama ve kendini gerçekleştirme imkânını en sahici biçimde tanıyan sadece bütün insanların Rabbi olan Allah’ın dini İslam’dır. Bu sebeple, farklı kimlikleri, kutsadıkları Türk kimliği içinde eritmeyi hedefleyen bir resmi ideoloji dayatmak isteyenlerin ilk karşı çıkıp ortadan kaldırmak isteyecekleri şey İslam hukuku oldu. Bu birinci kimliğin ve onun adil hukuku olan İslam şeriatının reddedilmesi ikincil olarak ve bu ilk reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmıştır ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, birinci mesele çözülse, yani İslami kimliğin reddinden ve İslam hukuku/şeriatı ile savaşmaktan vazgeçilip, İslam’ın adalet sistemi tekrar tesis edilse, Kürt sorunu da otomatikman çözüme kavuşabilecektir.
Özgün İslami çözüm; kalıcı, adil ve uzun vadeli bir çözüm olarak tartışılmaz üstünlüğünü ve alternatifsizliğini korumakla beraber, sistemin yöneticilerinin, hiç olmazsa batının ulaştığı kriterler çerçevesinde görece bir iyileşmeyi kısa vadeli çözüm olarak sağlamaları da teşvik edilmeli, hatta adalet ve özgürlük mücadelesiyle buna zorlanmalıdırlar. Bu acil sistem içi çözüm, zulmün devamında görece bir iyileşme de sağlasa, zalimleri kısmen de olsa geri adım attırsa sonuçta mazlumlara bir nebze nefes aldırması bakımından görece bir olumluluk olarak görülmelidir. Taklit ettiği Batının faşist dönemine takılı kalan Kemalist sistemi yine Batının görece özgürlükçü dönemine göre güncelleyerek İslami kimlik ve Kürt kimliğine yönelik zulüm politikalarında geri adım atmasını sağlamak isteyenler, bu çabalarında sonuç alabilirlerse sistem içi görece bir olumluluğa vesile olabilirler. Daha zalim şirk sistemi yerine zulmü görece olarak azaltılan bir şirk sistemine geçmeyi sağlayabilirler. Yani karanlıklar içinde bir değişimle zulümatın koyu tonlu kulvarlarından gri tonlarına doğru geçiş yapılabilir.
Hiçbir güç, bir kavmin kimliğini ve anadilini asimile etmek hak ve yetkisine sahip değildir. Kim böyle bir azgınlık yaparsa, Allah’ın ayetlerine karşı savaş açmış olur. Türkiye’de Kürt kavminin varlığı ve anadili bu anlamda bir savaşın muhatabı kılınmıştır. Bir an önce bu tâgûti savaş durdurulmalı ve azgınlıkla gasp edilmiş bütün hakları Kürt halkına iade edilmelidir. Düşünce ve inançları ifade etmenin, eğitim özgürlüğünün, farklılıkları özgürce ibraz etme, yaşatma ve geliştirmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.Yerel ve yerinden yönetimlere fırsat ve geniş inisiyatif veren bir sistem oluşturulmalı, bu çerçevede Kürdistan coğrafyasında yaşayan halkların da siyasi hakları tanınmalı, yöneticilerini özgürce belirlemesine ve yönetime katılımına imkân veren şartlar oluşturulmalıdır.
Türk ulus Devleti, zulmü doğrudan ve tek taraflı olarak kendisi başlattığı gibi, karşıdan (silah bırakma dahil) hiçbir adım beklemeden ve hiçbir şart da koşmadan, bu zulmünü yine tek taraflı olarak kendisi durdurmalı, kendisiyle ve zulümleriyle yüzleşmeli ve gasp ettiği bütün haklarını Kürt halkına, tek taraflı olarak ve hiçbir şart ileri sürmeden geri vermelidir. Kürt halkının gasp edilmiş temel hakları, çoğunluğu kendisini Müslüman olarak tanımlayan bu halkın tamamını temsilden çok uzak olan laik ulusalcı sosyalist PKK ile pazarlık konusu yapılmadan verilmelidir. Bu sebeple, devlet sorunu başlatırken, zulme yönelirken ilk adımı kendisi attığı gibi çözerken de zulmünü kaldıracak ilk adımı şartsız bir biçimde kendisi atmalıdır. Ayrıca gasp edilen hakların iadesi için şart koşulamaz.
Önemli olan; insanların, halkların adaletle yönetilmesi ve huzurlu, mutlu olacakları bir barış ve kardeşlik ortamının oluşturulmasıdır. Şirk ve zulüm sistemleri içinde tam ve sahici bir adalet gerçekleştirilmesine imkân bulunmasa da, zihinlerde ideal olarak durması ve iyiliğin istikametini göstermesi anlamında yapılması gereken; tüm insanların, kendilerini, şahsiyetlerini, dillerini ve kültürlerini tekâmül ettirmelerine, kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerine uygun hukuki vasatı sağlamak ve bütün bunlar için en sahici, kalıcı, adil şartları sunan, insanları kula kulluktan kurtarıp onurlandıran, insani erdemleri ve insanlık onurunu yücelten bir adalet sistemini oluşturmaktır.
Bu bağlamda asla taviz verilmeden gözetilmesi gereken hedef; bütün kavimleri ve insanları yaratan ve imtihan amacıyla dünyaya gönderen Allah’ın koyduğu ölçülere uygun davranmak ve O’nun tüm insanların mutluluğu ve kurtuluşu için vazettiği hükümlere riayet ederek insan onurunu yüceltmektir. Ayrım gözetmeden tüm insanlara, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatını sağlamaktır. Bu sebeple de, kavim ayrımı gözetmeksizin tüm insanların, Allah tarafından verilmiş tüm haklarını özgürce kullanabildikleri adil şartları oluşturmak, tüm kavimlerin ve insanların kendilerini özgürce ifade edip gerçekleştirmelerine imkân veren yönetim biçimini kurmaktır.
İşte şirk sistemi içinde görece iyileştirmelerle bu hedefe ne kadar yaklaşılabilirse, halklara o kadar nefes aldırma ve zulmü o kadar geriletme imkânı bulunabilecektir. Bu hedefe tam olarak varmak, gerçek boyutlarıyla, sahici bir hukuk, adalet ve özgürlük ortamına ulaşmak için yapılması gereken ise, Peygamber ve ilk Kur’an neslinin yolunda ısrarlı bir mücadeleyi sürdürerek, cahili sistemi kökten değiştirerek, bütün kavimleri ve dillerini eşdeğer, saygıdeğer kabul eden ve Allah’ın ayetleri olarak niteleyen vahyi belirleyici kılmaktır. Ve bütün kavimlerin, farklı renklerin ve dillerin Rabbi olan Allah’ın, ayrım yapmadan hepsinin hukukunu adaletle gözeterek vazettiği hükümleri ihtiva eden Kur’an’a dayalı tevhid/adalet sistemini kurmak amacıyla fedakârca çaba sarf etmektir. İşte bütün bunları yerine getirmek ise, en temel insani ve İslami sorumluluktur.
Gerçek anlamda barış ve adalet
ancak Allah’ın hükümlerinin hakimiyetiyle sağlanabilir
Rabbimiz Kur’an’da Bakara suresi 208. Ayette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (silme-İslâm'a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin.Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”
Barış ve adalet ancak fıtrat ile vahyin bütünleşmesi sonucu, herkesi yaratan, yarattığı bütün kullarının hukukunu gözeten ve imtihan dünyasında ihtiyaçları olan temel haklarını lütfeden Allah’ın hükümlerinin hakimiyeti ile gerçekleşebilir. Allah’a ve vahye teslim olunmadan barışa girilemez, bütüncül ve sahici anlamda adalet tesis edilemez. Şeytanın adımları izlenerek gerçek anlamda barışa/silme ulaşılamaz. Allah’ın, kamu-özel ayırmadan hayatın tüm alanlarını düzenleyen, hükümlerini dışlayarak, tagutlaşarak ya da sistemin taguti niteliğini sürdürerek, laik, Kemalist, ulusalcı seküler yapı devam ettirilerek gerçek anlamda barış da, bütüncül ve sahici anlamda adalet de tesis edilemez. Çünkü Kur’an’da Rabbimiz bildiriyor ki, “şirk büyük bir zulümdür.”
Lokman 13 – Lokman, oğluna öğüt vererek: “Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür”, demişti.
Laik liberal demokrasiler de, tıpkı diktatörlük ve oligarşiler gibi ilahi vahyin ortaya koyduğu hükümleri dışlayarak ve nihai anlamda yasa yapma yetkisi verilerek ilahlaştırılmış meclislerdeki temsilcilerin heva ve heveslerine göre yaptıkları yasalarla yönetimi esas alırlar. Bu sebeple, bu tür vahye değil de hevaya tabi şirk sistemleri hem bizatihi kendileri zulüm olacak, hem de kaçınılmaz olarak başka zulümlere de kaynaklık edeceklerdir. Şirk devam ettiği sürece hem Allah’ı bırakıp da başka ilahlar edinme zulmü devam edecek, hem de bunların hevaya tabi yönetiminde başka zulümlerin oluşmasına yataklık edecek, bunun için verimli bir ortam hazırlayacak demektir.
Ayrıca Allah’ın siyasal, sosyal, ekonomik ve hukuki bütün bireysel ve toplumsal hayat alanlarını düzenleyen hükümler vazettiği hakikatinden hareketle bilinmelidir, idrak edilmelidir ki, kim bu hükümleri düzenleyen Allah’ın ayetlerinden yüz çevirirse, Rabbimiz onlara bir şeytanı musallat edeceğini ve şeytanlar onlar saptırdıkları halde onların hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedip, öyle iddia edeceklerini bildirmektedir.
Zuhruf 36-37- “Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Bakara 11 -12: “Bunlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, "Biz ancak ıslah edicileriz!" derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.”
Allah’ın özel ve kamu ayırımı yapmadan bütün hayat alanlarını kuşatan ayetlerinden yüz çevirenlere, Allah, şeytanları musallat edeceğini ve şeytanlar onları saptırdığı halde onların kendilerini doğru yolda olduklarını zannedeceklerini, arzda fesad çıkaranlar oldukları halde kendilerinin ıslah ediciler olduklarını iddia edip sureti haktan görünmeye çalışacaklarını açıkça ifade etmektedir.
Bu sebeple, hem Allah’ın siyasi, hukuki ve ekonomik toplumsal alanlara yönelik Allah’ın ayetlerinden/zikrinden yüz çevirerek laik tuğyanı savunmayı ve seküler ilkelerini esas alıp Atatürk’ü ilah edinmeyi sürdüren, hem de “Kutlu Doğum” haftalarında boy gösterip kendilerinin de Resulün (s) bağlısı ve yolunda oldukları imajı oluşturmaya çalışanların durumu tıpkı bu ayetlerle örtüşmekte ve Bakara 11. ayette ifade edilen konuma uygun düşmektedir.
Toplumu laik devletin seküler politikalarına ikna etmek, dini ve dindarı laik devlet adına kontrol ve denetim altında tutmak ve Allah ile aldatıp yönlendirmek için kurulmuş diyanetin “Kutlu Doğum” haftasını bu tür laik siyasetçilerin halkı Allah ile aldatmalarının zemini olarak sunması sonucunda bu liderler orada neler söylemişlerdir bir bakalım:
Sürekli “ekonominin dini, imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi olmaz”, “din bireyseldir”, “laiklikle İslam bağdaşır” diyen ve Mısır’ın, Tunus’un Müslüman halklarına laiklik teklifi yapacak kadar bu konuda mutmain görünen Başbakan Tayyip ERDOĞAN: “Bizim her meselede başvuru kaynağımız Kur'an-ı Mecid, rehberimiz Hz. Peygamberdir. Kanın aktığı, canların yandığı, ocaklara ateşlerin düştüğü bu meseleyi çözmek varken karşısında duranlar Hz. Peygamberin değil, Ebu Cehillerin yanındadır.”
Kuruluşundan itibaren esas aldığı ilkeleriyle Allah’a ve Resulüne başkaldırıyı temsil eden, laikliği ülkeye zorbalıkla egemen kılan ve bu uğurda istiklal mahkemelerinin ideolojik kararlarıyla pek çok cinayete imza atan, İslam şeriatnı isteyen ya da ülkesinde insanca ve Müslüman’ca yaşamak isteyen halk kesimlerine yönelik çok sayıda kitlesel katliamı gerçekleştiren ve bugün hâlâ aynı konumunu ısrarla sürdüren, üstelik şimdi de İslam şeriatının amansız düşmanı Ergenekon vb derin darbeci çetelerin hamisi kesilen CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da aynı yerde yaptığı konuşmasında şunları söyleyebilmiştir:“Ademoğlu'nun en hası, insanların en üstünü ve en mükemmeli olan Hazreti Muhammed'in kutlu doğumunun 1442'nci yılını idrak ediyoruz, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'e ehl-i beytine, ashabına ve tüm müslümanlara selam olsun.Hz. Muhammed haksızlık karşısında susmayı dilsiz şeytanlık olarak görmüş ve açıklamıştır.Adaleti hep yüceltmiştir. Adaletli bir toplumun yaşayabileceğini görmüştür, adaletli bir toplumda insan onurunun korunabileceğine inanmıştır.” “Hz. Muhammed tevhid dininin peygamberi olarak şirkin açığına da gizlisine de geçit vermedi."
Irkçı ve bu anlamda bütün kavimleri Türk kimliği içinde asimile etmeye dair laik resmi ideolojinin, ırk ayırımcılığını ve Türk’ün üstünlüğünü esas alan, buna dayalı derin devlet çetelerinin katliam ulus devlet politikalarının CHP ile birlikte yılmaz savunucusu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise aynı toplantıda, dinleyenlerle dalga geçercesine şunları söyleyebiliyor: “üstünlüğün ırka, mezhebe, soya göre belirlenmediğini” belirterek,” Allah katındaki üstünlüğün takvada olduğunu” ifade debiliyor. “İslam'ın özünde kardeşlik, gerçek anlamıyla barış ve huzur içinde birlikte yaşama ülküsü olduğunu” söyleyen Bahçeli, Peygamber hakkında "Doğruluğu ile insanlara örnek olduğu gibi, bu alandaki hikmetli sözleriyle de ümmetini yanlıştan ve sapkınlıktan azami derecede muhafaza etmeye çalışan yine kendisi olmuştur. Efendimiz'de insanları ayırmayan, insanları farklılaştırmayan muazzam bir birliktelik iradesi yer almıştır" diye konuşabiliyor.
Görüldüğü üzere, Türkiye’de siyasi liderler “Kutlu Doğum” adı verilen bir programda Allah’ın vahyinin örnekliğini, şahidliğini yaparak insanlığa ulaştıran Hz. Muhammed (s)’i anma toplantısında bir araya gelip din istismarı yapmakta ve Peygamber’e (s) bağlılık gösterisinde bulunmakta yarışıyorlar. Ama aynı zamanda her biri Allah’a ve Resulüne isyanın, tuğyanın adı olan laikliğin teminatı kendilerinin olduğunu söylemekte ve bu tuğyanın hakimiyetini sürdürmekte de yarışıyorlar. Halbuki “Kutlu Doğum” haftalarında ve sair zamanlarda Diyanet teşkilatının kuruluş amacı gereği sunduğu dini istismar alanını kullanarak bu sahte gösteriyi yapmak yerine, Allah’a ve Resulüne (s) samimi bir bağlılık içine girseler ve vahyi fıtratla bütünleştirip toplumsal, siyasal hayata hakim kılsalar, hevayı ilahlaştırma anlamında tuğyanı temsil eden seküler sistemin yol açtığı bütün zulümler, sömürüler ve katliamlar kendiliğinden bitecek ve gerçek sahici adalet ve barış Müslim-gayrimüslim bütün insanları kuşatacaktır.
Diğer yandan bazı Müslümanlar bile sistem içi çözüm arayışı hakkında yaptıkları açıklamalarda barışın, adaletin tesisi yolunda büyük beklenti oluşturacak ve sanki laik sistem içinde de barış ve adalet sağlanabilirmiş gibi ifadeler kullanabilmektedirler. Tabii ki, akan kanın ve yaşanan bunca acıların kısmen de olsa azalması, silahlı çatışmaların son bulması ve sonuçta da artık anaların ağlamaması ihtimali sebebiyle iyi niyetle böyle bir heyecana kapılmak anlaşılabilir bir şeydir. Ancak Müslümanlar her şartta söylemlerini vahyi ölçülere uygun olarak sürdürmeli ve batıl, laik taguti bir sistem içinde gerçek barış ve adaletin tesis edilebileceği gibi anlamlar çıkarılabilecek cümleler kurmaktan da kaçınmalıdırlar.
Seküler-laik sistem içi görece iyileştirme çabaları, kanı durdurma ve silahlı çatışmaları önleme çabaları ve gasp edilen haklardan hiç değilse bir kısmının iadesine yönelik çalışmalar görece olumluluklardır ve görece bir rahatlama getirmek bakımından mevcut duruma göre ileri ve olumlu bir adımdır. Ancak kalıcı ve bütüncül adalet ve gerçek anlamda barış ancak fıtrat, evren ve insan hayatı arasındaki gerçek barışın/‘silm’in sağlanması ile mümkündür. Yani gerçek barış ve adalet ancak Allah’a teslimiyetle ve yaratanın yaratılmışların hayatı için vazettiği kurallarının, ne yapıp ne yapmamaları gerektiğine dair hükümlerinin esas ve belirleyici kılınması ile sağlanabilir.
Rabbimiz, Kur’an’da bütün varlıkların Allah’ı hamd ile tespih (yani Allah’a itaat) ettiklerini, (İsra 44, Hadid 1, Haşr 1, Nur 41) yalnız Allah’a secde (itaat) halinde bulunduklarını (Hac 18“Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor…”) bildirerek, insanların da bütün varlıklar gibi kendisini hamd ile tespih (itaat) ederek, secde edenlerle birlikte secde (itaat) edenlerden olmaları ve ölüm gelene kadar da yalnız Allah’a ibadet etmeyi sürdürmeleri gerektiğini emretmektedir. (Hicr Suresi 98-99). Çünkü hükümranlık Allah’a aittir (Tegabun/1), göklerin, yerin bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır (Maide 120), sadece kozmik hakimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur (Zuhruf 84). O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahrette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz. (Kasas 70).
Allah'ı hamd ile tesbîh etmek, tıpkı evrendeki ve arşdaki bütün varlıklar gibi Hakk'a secde edenlerle birlikte secde etmek, onlara uyum sağlayarak, evrendeki ahenge ayak uydurmak, fıtrat (bütün fizyolojik-biyolojik yapımız) ve evrenle (evrendeki bütün varlıklarla) aynı frekansı yakalayıp, aynı ilaha kul olarak, aynı ilahı hamd ile tesbih ederek, aynı ilaha secde/itaat ederek, evren-fıtrat ve insan hayatı arasında olması gereken uyumu ve barışı sağlamak emredilmiştir.
Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Mülk 1-2). Yaratmak da, imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında emretmek de Allah’a aittir (Araf 54). Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevalarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir (Casiye 18). Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır (Şura 21).
Allah, dosdoğru yolu olan sırat-ı müstakımini takip etmeye, Kur’an yoluna uymaya, Hakka tabi olmaya, bizi, Nur (aydınlık) olarak nitelenen bu hak yoldan ayıracak olan ve zulümat (karanlıklar) olarak nitelenen, batıl yollara uymamaya çağırmaktadır. (En’m 153). Kesin bir inançla iman eden bir topluluğun, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otorite tanımamaları gerektiğini, (Maide 50), hükmün sadece Allah’a ait olduğunu ve müminlerin sadece O’nun hükümlerine itaat edip, yalnız O’na ibadet etmekle mükellef olduklarını ve dosdoğru dinin de bu olduğunu (Yusuf 40), bir ihtilaf vukuunda, onu Allah’a ve Resulüne götürmeleri gerektiğini (Nisa 60), sonuçta Allah ve Resulü bir hüküm vermişse, müminlerin kalplerinde hiçbir darlık hissetmeden tam bir teslimiyetle ona iman edip, teslim olarak gereğince amel etmekten başka bir alternatiflerinin olmadığını (Nisa 65), Allah ve Resulü bir meselede herhangi bir karar/hüküm vermişse, mü’min bir kadın ve erkeğin aynı konuda farklı bir tercih yapmak hak, özgürlük ve yetkisinin bulunmadığını (Ahzap 36), Rabbimiz Kur’an’da bildirmektedir.
İşte Allah’ın adil hükümleriyle (şeriatıyla) hükmetmekten uzaklaşılarak, toplumsal, siyasal, hukuki ve ekonomik alanları düzenleyen vahyin hükümleri dışlanarak, hatta İslam şeriatı tehdit ve düşman edilip savaş açılarak ve egemen oligarşik odakların arzu ve isteklerini ilahlaştıran laik sistem içinde onların hevalarına dayalı yasalar dayatılınca bütün bu zulümler yaşandı. Emperyalist Batının seküler, laik, pozitivist şirk paradigmasını esas alan Jöntürk ve İttihat Terakki kadroları ve onların devamı olan Kemalist kadrolar bu ülkenin insanlarına büyük acılar yaşattılar, büyük katliamlar yaptılar. Bu süreçlerde de hep emperyalist Batı devletlerince desteklendiler.
Dolayısıyla bu topraklarda gerçekleştirilen, İslami kimliğe, Müslüman halklara, fıtri Kürt kimliğine, Kürt halkına ve 20. yy başlarında Ermeni halkına yönelik bütün katliamların, baskı, yasak, inkâr, asimilasyon ve çok boyutlu zulümlerin, sömürülerin altında aynı batının seküler ulusçu zihniyetinin imzası vardır. (Ermenilere yönelik katliamı Müslüman halkın iradesine rağmen bu ulusçu laik zihniyeti temsil eden despot İT çetesi yaparken, Müslümanlara yapılan kimi katliamları da, Ermeni halkı değil de Batı desteğinde ortaya çıkan aynı zihniyetin temsilcisi Ermeni çeteleri yine Batı desteği ve kışkırtmasıyla yapmışlardır.)
Bu sebeple Müslümanlardan da, Kürt halkından da, Ermenilerden de özür dilemesi gereken ve onlara karşı borçlu olan bu seküler batı zihniyeti ve bu zihniyetin İT’ten Kemalistlere, Ergenekon çetelerinden Ermeni çetelerine ve darbeci generallerle kadar ülkedeki işbirlikçileridir. Bugün hâlâ bu zihniyeti sürdürme yanlısı olanlar da sorumludurlar. Bu zihniyet katil, insanı insanın kurdu haline dönüştüren sapkın bir zihniyet olarak, bundan sonra da aynı zulümlerin potansiyel taşıyıcısıdır. Bu sebeple seküler sistem içinde, bu zihniyetin yol açtığı sorunlara köklü, kalıcı ve adil çözümler gerçekleştirilemez.
Ancak ahiret, kulluk ve ibadet eksenli bir hayat tasavvuru, ahirette verilecek hesap bilinci, kul hakkı duyarlılığı ve İslam kardeşliğinin hasbi derinliğiyle, sevgi, saygı, kardeşi için fedakârlık, merhamet ve adalet kavramlarının yönlendiriciliğindeki kuşatıcılıkla, Allah rızasını gözeten adanmışlıkla, vahyin ölçülerini, hükümlerini belirleyici kılan İslami bir sistem ve ümmet bilinciyle soruna köklü, kalıcı ve adil çözüm getirilebilecektir.”
Konferansın Tam Metnini Buradan pdf formatında indirin
Bilgi: Tam metni indirmek için linke sağ tıklayıp "Farklı Kaydet" seçeneğini seçiniz
Özeti yukarıda verilen, videosu İLKAV sitesinde yayınlanan Cuma Konferansının ve ses kaydı Denge Radyo sitesinde (http://dengeradyo.com/) yayınlanan radyo konuşmasının tam metni:
Kürt Sorununa Sistem İçi Çözüm Arayışları ve Gerçek, Kalıcı, Adil Çözümün Adresi İslami Adalet Sistemi
Mehmet Pamak
Kemalist Sistemin Düşmanlaştırıp Yasakladığı İki Kimlik
Öncelikle, soruna ve nasıl oluştuğuna dair kısa da olsa bazı tespitler yapalım. Türkiye’de kurulan sistem, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve düşman algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalanıp, bu ortak değerlerin kaldırılması sonucunda da, İslam’dan boşaltılan ortak üst kimlik alanını doldurmak amacıyla Türk ulusalcılığına dayalı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılıp, bu resmi ideoloji bütün halklara bütün hayat alanlarında dayatıldı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi.Çünkü aynı resmi dinin yani “ulusalcı laik Kemalizm”in diğer temel ayağı ise Türkçülük olduğu ve bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumda gören, adaletle kucaklayıp kardeşleştiren İslam ve ümmet bilinci dışlandığı için Kürt kimliği de İslami kimlik gibi ötekileştirilip dışlanmış ve aynı inkârcı asimilasyoncu politikalara muhatap kılınmıştır.
Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki “düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi. Üst rütbeli kimi asker bürokratların liderliğindeki oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslam’ı ve Kürt kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkarcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi. Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı kadroların çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler.
Allah’ın şeriatına karşı açılan savaş sonucunda Kemalizm dini kendisini Türk ulusalcılığı üzerine oturtunca, bu resmi dinin dili olarak saydığı Türkçeyi de resmi kurumlarda, eğitimde, basın yayın hayatında ve hatta uzun yıllar sokakta da dayatmayı ve diğer dilleri de yasaklamayı önemli bir vecibe olarak görmüştür. Bu bağlamda, tıpkı Türkçe gibi Allah’ın saygıdeğer ve korunması gereken ayetlerinden olan Kürt dili yasaklanmış, yıllarca süren yasak sürecinde Kürtçe konuşanlar, yazanlar ağır cezalara çarptırılmış, Kürt kimliği asimilasyon ve şiddete dayalı politikalarla yok edilmeye çalışılmıştır. Halbuki, insanlar kendilerini ancak dille ifade edebilir, ancak dille, kelime ve kavramlarla düşünce üretebilir ve bu düşüncelerini de ancak bu vasıta ile açıklayabilirler. Bu konuda en önemli fonksiyonu da anadiller görmektedir. Çünkü çocuk daha ana rahminde iken anadiliyle muhatap olup tanışır ve onu içselleştirerek dünyaya gelir. Ondan sonra da ilk kelimeleri annesinin dilinden öğrenip, dünyaya o kelimelerle bakar, o kelimelerle öğrenir, tanımlar ve düşünmeyi, konuşmayı o kelimelerle gerçekleştirir. İnsanların kendilerini geliştirme, ifade etme, düşünce üretme ve yaymalarının en önemli aracı olan diller ise, ancak eğitimde, kültürde ve yazıda kullanılarak kendilerini yeniden üretebilir ve geliştirebilirler. Bu sebeple 85 yıldır ana dilde eğitimin yasaklanması sebebiyle, resmi dil dışındaki diller gelişme ve yaşama imkânından mahrum bırakılarak, düşünceyi ve tefekkürü dumura uğratan büyük bir zulmün altına imza atılmıştır.
İşte başta İslami kimlik sonra da Kürt kimliği olarak belirlenen bu iki “iç düşman”a karşı takip edilen şiddet eksenli inkâr, asimilasyon politika ve uygulamalarıyla, katliamlar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, mecburi iskânlarla büyük, yaygın ve derin zulümlergerçekleştirilerek ülke tam bir zulüm bataklığına dönüştürüldü. İşte büyük acı ve ıstırapların biriktiği, sürekli kanayan yaraların oluştuğu ve artık kangrenleştiği Kürt sorunu böyle oluştu.
Bu sebeple bilinmelidir ki, şirk sisteminin en temel düşmanı yüzyıllarca halkların arasında kardeşliği tesis etmiş olan İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Çünkü kavmi ve dini diğer kimliklere adil bir zeminde yaşama ve kendini gerçekleştirme imkânını en sahici biçimde tanıyan sadece bütün insanların Rabbi olan Allah’ın dini İslam’dır. Bu sebeple, farklı kimlikleri, kutsadıkları Türk kimliği ve seküler Batı kültürü içinde eritmeyi hedefleyen bir resmi ideoloji dayatmak isteyenlerin ilk karşı çıkıp ortadan kaldırmak istedikkleri şey İslam hukuku oldu. Bu birinci kimliğin ve onun adil hukuku olan İslam şeriatının reddedilmesi ikincil olarak ve bu ilk reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmıştır ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, birinci mesele çözülse, yani İslami kimliğin reddinden ve İslam hukuku/şeriatı ile savaşmaktan vazgeçilip, İslam’ın adalet sistemi tekrar tesis edilse, Kürt sorunu da otomatikman çözüme kavuşabilecektir.
Bu bakımdan, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami sistemin kurulması ve tabii ki, Türk ulusalcısı resmi ideolojinin ve dayandığı modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir. Onun için, Kürt, Türk bütün Müslüman halkların, aslında bu sorununun da en köklü çözümünü sağlayacak İslami mücadeleyi öncelemeleri gerekmektedir. İslami adalet sisteminin kurulması taleplerini öne çıkarıp, bu amaç doğrultusunda, insanları hemcinslerine kul olmaktan kurtarıp sadece yaratıcıya kulluğa ulaştırarak insanlık onur ve şerefine kavuşturacak olan Kur’an vahyiyle toplumu yeniden inşa etmeye yönelmeleri, tüm bölge halkları için, hem dünyada adaleti hem de ahrette kurtuluşu getirecek en akıllıca tercih olacaktır.
Kürt Sorununun Çözümünde Sistem İçi Çabalar
ve İslami İnkılabi Yöntem Neyi Hedefliyor?
Bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalı sorusunun cevabı iki boyutta ele alınabilir. Birincisi, Batılı kodlara göre inşa edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre ıslah edilmesi suretiyle yapılabilecek, sistem içi görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki ertelenemeyecek bir aciliyetle kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma ya da azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır. Bu konudaki çabalar, sistemin, hiç olmazsa ait olduğu Batı dünyasının ulaştığı görece olumlu hak ve özgürlük anlayışı çerçevesinde de olsa bu sorunun yol açtığı ıstırapları kısa vadede durdurmasını, bir an önce zulüm politikalarına son verme eğilimine girmesini ya da azaltmasını sağlayabilir.
İkincisi ise, gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslami alternatifin gerçekleştirilmesidir. Bu ise, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölge halklarının özdeki kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren, ilk Kur’an neslinin Mekke-Medine sürecinde oluşturduğu özgün tevhidi modele dayalı olarak yeni bir inşayı gerçekleştirmek ve vahyin ölçülerini hâkim kılacak adalet sistemini kurmaktır. İslami ölçülerle toplumsal bir inkılabın yaşanmasına dayalı bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin ve köklü bir biçimde sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur.Bu inkılabi çözüm yolunda, egemenleri ikna ve razı etmek gerekmemekte, toplumu teşkil eden halklar kaderlerine el koymaktadırlar. Zalim egemenlere rağmen, halklar kaderleri üzerinde söz sahibi ve belirleyici olmaktadırlar. Edilgen olmaktan çıkıp iradeleriyle kaderlerini belirleyici hale gelmektedirler. Halklar, özlerindekini vahiyle değiştirmek suretiyle layık olacakları adalet sisteminin yaratıcı tarafından takdir edilmesinin sebebini hazırlamakta, bugün egemen olan güçlerin ise, Allah’ın takdiriyle kurulacak bu adalet sitemini engellemeye güçleri yetmemektedir.
Sahici ve Kalıcı Adil Çözüme Kadar
Mazluma Nefes Aldıracak Kısmi Çözümlere de İhtiyaç Var
Gerçek ve kalıcı adil çözüm olan İslami sistemin kurulmasına kadar, tabii ki zulmün devamına seyirci kalınamaz. İslami davet, eğitim ve insan haklarını savunma amaçlı kuruluşların seferber olmasıyla, bir yandan mazlum halkın yok edilmek istenen İslami kimliğiyle yeniden buluşmasına vesile olunmalı, İslami kardeşlik ve ümmet bilinci için sahih bilgilenme ve bilinçlenmeye zemin hazırlanmalı, bir yandan da zulmü ve zalimi ifşa ederek, zalime karşı mazlumdan ve haklarından yana tavır koyma çabaları sürekli gündemde tutulmalıdır. Böylece hem halk mazlumdan yana zalime karşı bilinçlendirilmeli, hem de zalimler geri adım atmaya zorlanmalıdırlar.
Egemen oligarşi, on yıllardır yaptığı zulüm ve haksızlıklar sebebiyle mazlum Kürt halkından özür dilemeye ve gasp ettiği tüm hakları iade etmeye zorlanmalıdır. Irkçı, ekonomik ve kültürel tüm ayrıcalıklara, baskı, yasak ve engellemelere son verilmesi için çaba gösteren sistem içi çözüm arayışları yüreklendirilip teşvik edilmelidir. Ancak bilmeliyiz ki, heva ve zanna dayalı modern ya da post modern seküler değerler ve seküler mantık, sisteme ve siyasi, hukuki, sosyal, kültürel yapıya ve eğitime yön vermeye devam ettiği sürece, çıkarcı, dünyevi hesap eksenli yaklaşımlar, nefsani, egoist tutumlar, tahakküm arzuları, hevanın yönlendirmeleri sürecek, ulusalcı eğilimler sürekli beslenecek ve farklı kavimlere ait bu tür eğilimler sürekli birbirlerinin zayıf halini kollayacaklardır. Fırsatını bulunca, kendisini güçlü hissedince de, derhal harekete geçecekler, güçlü taraf diğerini kendi çıkarlarına göre ezmeyi, bastırmayı, sömürmeyi, kendinden saydığını diğerinin aleyhine kayırmayı mutlaka yeniden deneyecektir. Ve sonuçta, birbirine tahakküm etme mücadelesi ve zulüm asla bitmeyecektir. Çünkü heva ve hevesin ilahlığında zanlara dayalı fikirlerin, yani en büyük zulüm olan şirkin egemenliğinde bazı zulümlerden geri adımlar atarken yeni zulümlere sürüklenmek kaçınılmazdır. Ancak ahiret eksenli, kulluk ve ibadet eksenli bir hayat tasavvuru, ahrette verilecek hesap bilinci, kul hakkı duyarlılığı ve İslam kardeşliğinin hasbi derinliğiyle, sevgi, saygı, kardeşi için fedakârlık, merhamet ve adalet kavramlarının yönlendiriciliğindeki kuşatıcılıkla, Allah rızasını gözeten adanmışlıkla, vahyin ölçülerini, hükümlerini belirleyici kılan İslami bir sistem ve ümmet bilinciyle soruna köklü, kalıcı ve adil çözüm getirilebilecektir.
İki Müslüman toplum arasındaki ırk asabiyetinin tek ilacı; birleştirici, taraflara onur kazandırıcı ve tüm cahili kalıntılardan, sapmalardan arındırıcı bir fonksiyon gören İslam dini ve bu dinin adalete ve eşit hukuka dayalı kardeşliği olduğu açıktır ve tarihi uygulama ile de ispatlanmıştır. Ancak buna rağmen, daha baştan yaptıkları seküler-laik-ulusalcı tercihle İslam’ı siyasal, hukuki ve ekonomik toplumsal hayattan dışlayan taraflar ise (Devlet ve PKK), Kur’an hükümlerine ve İslam Şeriatına dayalı bu nihai, adil ve kalıcı çözüme kapalıdırlar, hatta düşmandırlar.
Ancak, şirk sistemi devam etse de hiç değilse zulmünü azaltacak sistem içi değişimle görece bir özgürleşme sağlama çabası içindeki değişimci güçlerin Kürt kimliği ve İslami kimliğe yönelik baskı ve yasaklarda kısmi geri adımlar atmak istemeleri de teşvik edilecek görece bir olumluluktur.Ergenekon davasıyla,radikal Kemalistlerin İslam karşıtı laikliğini ılımlılaştırma, Kürt kimliğine yönelik tutumlarını yumuşatma, şiddet yanlısı emekli kadrolarını tasfiye ve muvazzaf kadrolarını da bu istikamette terbiye süreci başlatılmış ve bunun öncülüğünü de, şartların zorlamasıyla ve liberal-sol kesimin desteğinde AKP-Gülen koalisyonu üstlenmiş olsa da, bunun arkasında küresel güçlerin yer alıp destekledikleri de bir gerçektir.
Kemalist TC treni, emperyalist devletlerin istasyonundan kalkmış ve batı yanlısı bir istikamete yönelerek, hep Batının seküler, kapitalist, laik, ulusalcı rayları üzerinde yoluna devam etmiştir. Hep Batı istikametinde ilerleyen Türkiye treninin, batıdaki gelişmeleri takip edip dinamik bir taklidi gerçekleştirememesi sebebiyle, her geri kalışında ve Batının yeni görece özgürlükçü konumunu taklit etmek isteyen kadrolar iktidar olduğunda, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak, görece özgürlükçü yeni Batı standartlarını da kazandıracak bir ray değiştirmesi sağlanmakta ve böylece Batı yanlısı sistemin ömrü uzatılmaktadır. Ancak bir yandan da önceki sistemin baskıcı zulüm politikalarından bunalmış, haksızlıkların, adaletsizliklerin zirveye çıktığı faşist dönemlerin uygulamalarına artık dayanma gücü kalmamış, sisteme ve Batıya düşmanlığı tırmanmış, isyana ramak kalmış olan kitlelere görece bir özgürleşme imkânı da getirilerek, bu görece özgürleşme ve gasp edilmiş hakların kısmi iadesi karşılığında, bu kitlelerin yerel ve küresel sisteme entegrasyonu yeniden temin edilmiştir. Bugün gelinen noktada ise, halk kitlelerinin eski statükonun zulmünden en çok bunaldığı ve en fazla kitlesel tepkiyi verebilecek hale gelmeleri sebebiyle, daha kapsamlı bir sistem içi değişim gerçekleştirilmektedir. Bu sefer genelde daha geniş kesimleri, özelde ise muhaliflerden en fazla tepkiyi biriktirenler olarak İslami kimlik ve Kürt kimliği sebebiyle zulme uğrayan kesimleri de razı edecek ve sisteme eklemlenmelerine yol açacak değişiklikler yapılmaya çalışılmaktadır.
Bizler, Kürt ve İslami kimliklere yönelik düşmanca tutum, baskı ve yasaklardan geri adım anlamına gelecek sistem içi görece özgürleşmeyle, bu gasp edilmiş haklarımızın kısmen iadesini de bir imkân olarak değerlendirmeliyiz. Ancak, zaten bizden gasp edilmiş olan hak ve imkanların kısmen bize iade edilmesi karşılığında AKP-Gülen koalisyonu üzerinden küresel ve yerel tağuti sisteme eklemlenmeden, sadece Rabbimize şükür ve hamd ederek zaten bizim olan bu imkânları da kullanmalıyız. Sonuçta, bir yandan esas zalim ve gerçek faşist iktidar olmayı sürdüren Kemalizmin zulmüne karşı adalet mücadelesi verip, tasfiyesini teşvik ederken, bir yandan da yerine ikame edilmek istenen yeni sekülerleştirme, dönüştürme projelerini ve yerli değişim çabalarıyla eski statüko yerine ikame edilmeye çalışılan ve görece olumluluklarına rağmen şirk ve zulüm sistemi olmayı sürdüren laik liberal demokratik yeni statükoyu da ifşa edip karşısında durmalıyız. Ve bu zeminde tevhidi stratejimizi hiç terk etmeden Kur’an’i akıdeye davet, şahitlik, eğitim ve adalet mücadelemizi ilkeli bir biçimde sürdürmeli ve toplumun önünde, gerçek adalet ve kurtuluş yolunu gösteren SAHİCİ tek alternatif olduğumuzu göstermeliyiz.
Bugüne Kadarki Tüm Açılım Çabaları, Oligarşinin
ve Resmi İdeolojinin Bağnazlık Duvarına çarparak durdu
Yerel ve emperyal ölçekteki bütün girift projelere, hesaplara, hesaplaşmalara, çıkar eksenli çatışma ve uzlaşmalar üzerine kurulmaya çalışılan dengelere rağmen, bugüne kadar sistem içi görece özgürleşme çabaları hep oligarşinin ve resmi ideolojinin dogmatik ve bağnaz duvarına çarparak geri dönmüştür. Nitekim Özal’ın “federasyon dahil her şey konuşulsun ama sorunun çözümüne katkı sunulsun” mealindeki açıklaması oligarşi tarafından ağzına tıkılıvermiş ve sistem içinde kalarak mutlaka çözmek istediği “Kürt sorunu”nu bir daha da ağzına alamadan aniden ölüvermişti. Tansu Çiller’in “Bask modelini” çözüm için öne sürdükten sonra sert bir tepkiyle karşılaşıp geri adım attığı gibi, Demirel de “Kürt realitesini tanıyoruz” “bir ırka dayalı olmayan anayasal vatandaşlık tanımı yapılmalı”, Mesut Yılmaz da “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözünü sarf ettikten sonra bir daha aynı istikamette konuşmamak üzere geri adım atmışlar ve hatta bu zulmü oluşturup sürdüren Kemalist Türk ulusalcısı laik statükonun emrine girerek tam anlamıyla bütünleşmişlerdi.
Bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın 2005 Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşma da önemli bir adımdı ve bu çıkışta üç yenilik vardı. Birincisi, sorunun bir Kürt sorunu olduğunu ve yalnızca Kürtlerin değil herkesin sorunu olduğunu ifade etti. İkinci olarak da sorunun bu derece büyümesinde devletin de hataları olduğunu söyledi, “güçlü devlet geçmişiyle yüzleşebilen devlettir” diyerek, devletin geçmişteki hatalarıyla yüzleşmesi gerektiğine vurgu yaptı. Üçüncü olarak da, “sorun ancak daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla hukuk ile çözülebilir” dedi. Başbakan’ın o güne kadar ki devlet politikalarına aykırı düşen bu görece özgürlükçü ifadeleri Kürt halkından büyük bir destek aldı. Ancak bu söyleme rağmen, AKP’nin Kürt sorunu hakkında üzerinde çalışılmış, somut ve uygulanabilir bir projesi yoktu. Ayrıca, AKP içerisinde bulunan “milliyetçi-muhafazakâr” kanat Kürt meselesinin çözümü için atılan özgürlükçü adımlardan hoşnut değildi. Oligarşinin etkisi ve kapatma davasıyla oluşturulan baskı da bunlara eklenince, sonuçta AKP bu söylemlerinin altını dolduramadı, arkasında duramadı ve Kürt sorunu hakkında somut bir çözümü mümkün kılacak bir siyasî irade ortaya koyamadı.
Tayyip Erdoğan da, 2007 Temmuz seçimlerinden sonra, önceki görece özgürlükçü politikasından vazgeçti ve klâsik devlet söylemine geri döndü. “Kürt sorunu”nu kabul eden ve devletin hata yaptığını itiraf eden bu söylemine tamamen aykırı ulusalcı çizgiye prim veren söylemleri öne çıkartan bir tutum içine girdi. Kürt bölgelerinde yaptığı son konuşmalarında “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” sloganını sık sık tekrarlayarak ve “ya sev ya terk et” sloganını çağrıştıran ifadeler kullanarak, daha önce ayak sürüdüğü sınır dışı operasyonlara kolayca izin vererek, Kürt halkına verdiği umudu yok eden “milliyetçi/ulusçu” “devletçi” statüko çizgisine doğru kaydı. Bu sebeple de bir umut olarak görüldüğü 2007 de bölge halkından gördüğü desteği, umut olmaktan çıktığı 2009 Mart seçimlerinde büyük ölçüde kaybetti.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın öncülüğünü yaptıkları İçişleri Bakanının yürüttüğü 2009’da başlatılan “Kürt açılımı” süreci ise geçmiştekilere göre daha umut verici gibi görünse de, Genelkurmay Başkanının “kırmızı çizgileri” çekme cüreti gösteren çıkışından sonra AKP yetkililerince yapılan ve yine geri adım anlamına gelecek, çekingen ve ilkesiz açıklamalarla umutsuzluğa yol açmıştı.Üniter ulus devletten, “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek vatan” sloganının ifade ettiği ulusalcılıktan vazgeçilemeyeceği, ana dilde eğitimin söz konusu olamayacağı, anayasa değişikliğinin ve affın söz konusu olmadığı açıklanarak, bugüne kadar “Kürt açılımı” denilen şeyin, aslında Kemalist ulusal birlik projesi olduğu ortaya konmuştur. Kemalizmle hesaplaşmadan, resmi ideoloji kuşatması ve askeri vesayet sona erdirilmeden, Genelkurmay Başkanına ve asker bürokratlara hiç değilse anayasal hadleri bildirilip, siyasetten ellerini çekmeleri ve kışlalarına dönmeleri sağlanmadan, özgürlükler alanında bir adım dahi atılamayacağı bir daha anlaşılmıştı. Bu gelişmeler ortaya koymuştur ki, cesaretli ve ilkeli siyasetçilerden yoksun olan sistem içi görece özgürleşme süreci bile her an akamete uğrama riski altındadır.
Türkiye’de başından beri oluşturulan ve halen ısrarla sürdürülen tüm dini, ırki, ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki ve kültürel sorunların, yozlaşma ve çürümelerin temelinde işte bu askeri bürokratların öncülüğündeki oligarşi (Hiçbirisi kendi sistemlerine göre de hukuki olarak bulunmaları gereken doğru yerde durmayan TSK, Yargı, TÜSİAD, MEDYA vb) yer almakta ve dayattığı politikalarla sorunları oluşturmakla kalmayıp, halkın taleplerinin, özgürleşme imkanlarının önünü keserek, halkın seçtiği siyasileri vesayet altında tutarak, baskıyla yönlendirerek çözüm üretilmesinin de tek engelleyicisi konumunda bulunmakta idiler. Bu sebeple var olan hukuka da aykırı bu olgu aşılmadan, bu despot bürokratlara ve oligarşinin diğer unsurlarına hukuki hadleri bildirilip halkın hizmetkarları oldukları bilinci kazandırılmadan hiçbir sorunun çözülmesi de, sistem içi görece özgürleşmenin sağlanması da mümkün değildi.
Kürt halkına yönelik büyük zulümlerin zemininde, resmi ideolojinin inkârcı, asimilasyoncu şiddete dayalı politikalarının zulüm bataklığında yetişen Kürt ulusalcısı PKK’nın kimi öncüleri ile TSK içinden çıkan Türk ulusalcısı Ergenekon çetesinin perde arakasındaki işbirliğine ve halkları birbirine çatıştıracak terör provokasyonlarını zaman zaman yardımlaşarak yaptıklarına, iki tarafın da şiddeti tırmandırarak, cesetleri çoğaltarak kandan beslendikleri ve bu kaos ortamından iktidar, güç ve rant devşirdiklerine dair iddia ve belgeler iddianamelere de girmiş olmasına rağmen, henüz bu konularda ciddi bir yaptırım söz konusu olmamıştır. Üstelik bir daha aynı konuma gelmelerini engelleyici hukuki bir alt yapı da oluşturulmuş değildir.
Silah ve şiddeti tercih eden, hem de bunu ilkesiz ve ahlaki olmayan ölçülerde kullanan yöntemi sebebiyle PKK’da büyük bir çıkmaza sürüklenmişti. Tıpkı derin güçler gibi o da çatışmadan besleniyordu. Uğrunda mücadele ettiğini iddia ettiği halkının hakları bakımından bir takım açılımların, zayıf ve güvenilmez bir biçimde de olsa gündeme geldiği süreçlerde bile, düşman kardeşi derin devletle birlikte iş tutabiliyordu. Silah ve şiddet, bir süre sonra artık kendini tercih edenleri esaret altına alıp yönlendirmeye başlamıştı. Artık bütün mantıklar iflas ediyor ve hiçbir ölçü tanımayan silahın mantığı ya da mantıksızlığı hâkimiyetini ilan etmişti. Başlangıçta gündeme gelirken taşıdığı bütün iddialardan, taleplerden, düşüncelerden bağımsız bir biçimde kör, amaçsız, ilkesiz ve hedefsiz bir şiddet tahakküm etmeye başlamıştı. Bunun oluşmaması için, evrensel vahyi ölçülerin esas alınması, adaletin tesisini, insani erdemleri, temel hakları ve insanlık onurunu tartışılmaz kabul eden evrensel vahyi değerlerin belirleyici kılınması gerekirdi. PKK ise bizzat bu değerleri yok sayan seküler anlayışı sebebi ile bu açmazlara ve ne yapacağını bilmez bunalımlı konumlara kolayca sürüklenmişti. Ve böylece başlangıçta önde ve belirleyici olan Kürt halkının uğradığı haksızlıklar, zulümler ise, artık bu kör şiddete kurban ve bağnaz liderinin kişisel otoritesini sürdürme adına istismar edilen unsurlar halinde çok gerilerde kalmış görünüyordu.Kör şiddetin egemen olduğu süreçleri iyi tahlil ettiğimizde, ulusalcılığın, haklarını savunmak için yola çıktığını iddia ettiği kavmini ve yaşadığı zulümleri bile nasıl istismar edip bir metaya indirgeyebildiğini ibretle görüyoruz. İşte sekülerizmin, ulusalcılığın ve ulusal mücadelenin acı ve ibret verici sonu budur.
Son çözüm süreci, şiddet ve kanın durması bakımından daha umut verici görünüyor
Daha sonraki süreçte, askeri ve bürokratik vesayeti, gerekse diğer eski statüko güçlerini tasfiye ve terbiye etme anlamında bazı olumlu adımlar atıldı. Asker ve yargı bürokratları ve kurumsal yapıları, büyük sermaye ve medya, hiç değilse şimdilik kısmi bir değişime uğratıldılar, bu tür “demokratik açılımları” engelleyecek güçleri bir ölçüde tırpanlandı. Ancak henüz tam anlamıyla yapılması gereken hukuki düzenlemelerle bir daha aynı konuma gelmelerini engelleyecek ciddi tedbirler de alınmadığı için hâlâ risk devam etmektedir. Hükümet bu konularda ayak sürümekte, Rabovski (Uludere) katliamı sonrasında olduğu gibi zaman zaman askerlerin yanında saf tutarak, darbecileri koruyan açıklamalarla mahkemeleri etkilemeye teşebbüs ederek devletçi refleksler ortaya koymak suretiyle bu konudaki olumlu beklenti ve umutları boşa çıkarabilmektedir.
Yine de eskiye nazaran kısmen de olsa vesayete şimdilik geri adım attırılmış bulunmakta, yeni çözüm arayışları geçmişe göre çok daha güvenli biçimde sürdürülebilmektedir. Ayrıca dünyada ve bölgede oluşan yeni konjonktür, bunalımlar, ayaklanmalar, siyasi ve ekonomik boyutu olan krizler ve bunlara paralel olarak her yanda esen değişim rüzgarları da, bir yandan emperyalist devletlerin eskisi gibi emir komuta ile bölgeye yön verme imkanını yitirmelerini sağlarken, diğer yandan da hem Türkiye’nin bölgedeki önemini, hem de hükümetin inisiyatif alma imkanını arttırmış bulunmaktadır. BOP çökmüş, W. Bush dönemi ve Neo-Con’ların sopa politikalarının yerini Obama ve ekibinin “havuç” politikaları almış, Irak ve Afganistan işgallerinden dersini almış olanlar bölgeden çekilirken doğacak boşluğu bölgeye modellik niteliği de kazanan Türkiye ile doldurmak ihtiyacını duymuşlardır. BOP sürecinde, komşularıyla kavgalı, İslami ve Kürt kimlikleriyle kavgalı, tesettürle bile savaşan bir Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olması mümkün değildi. Obama politikası gereği öne çıkarılan yeni “model ortaklık” çerçevesinde ise, İslami ve Kürt kimliğine yönelik bireysel haklar ve özgürlükler alanında kısmi iyileştirmeler yapılarak, sınır komşularıyla ilişkiler düzeltilerek, İslam’la cepheden savaşan Kemalist radikal laiklik yerine, bireysel özgürlüklere alan açan “ılımlı laiklik” öne çıkarılıp “ılımlı İslam” ile uzlaştırılarak bölgeyi etkileyecek bir model ortaya çıkarılmaya çalışılmakta. Bu çerçevede emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun halkının çoğu “Müslüman” olan coğrafyadaki tek üyesi Türkiye’ye bölgede yüklenen misyon ve bölgede esen büyük değişim ve dönüşüm rüzgarları dikkate alındığında, şartların Türkiye’yi de, PKK’yı da zorlayıp yönlendirdiği bir aşamaya gelindiği taraflarca idrak edildi.
Sonuçta tüm bu gelişmelerin, değişimlerin, krizlerin oluşturduğu şartlarda ve ülkedeki vesayetçi yapılarda güven vermeyen zemin devam etse de şimdilik sağlanan ve henüz yeterli olmayan haddini bilme ve kendi hukuki sınırlarına çekilme süreci yaşanmakta. İşte tüm bu şartlar altında, Kürt sorununa dair yeni bir “çözüm süreci” çok daha iddialı ve sistem içi çözüm bakımından bugüne kadarkilere nazaran en çok umut vadeden bir içerikle başlatılmış bulunmaktadır.
Daha önce de belirttiğim üzere biz Müslümanlar, akan kanın durmasına, görece bir rahatlamaya ve zulmün geriletilmesi suretiyle mazlum halkların bir nebze nefes almasına yol açması halini de görece bir olumluluk olarak değerlendirip teşvik etmeliyiz. İnşallah bu ülkenin mazlum halklarının çocukları, şirk sisteminin oluşturduğu zulüm bataklığında birbirinin kanını dökmek pozisyonlarını terk ederek iyi komşuluk ilişkileri içinde kavgasız ortamlarda birlikte yaşama imkanına kavuşurlar. Hiç değilse serbestçe fikir alışverişinde bulunabilecekleri vasatlara kavuşurlarsa, hakikatin mesajına ulaşma imkanını da yakalarlar.
Sistem İçi Değişimcilere Somut Öneriler
Tabii ki, ancak bütün kavimlerin ve tüm insanlığın yaratıcısı ve haklarının, hukuklarının belirleyicisi olan Allah’ın hükümleriyle hükmedilecek olan adalet sisteminde bütün kavimler sahici anlamda eşit haklara sahip olacaklardır. Sistem içi görece özgürleşme yanlıları da, İslami adalet sisteminde bütün kavimlerin sahip olacakları bu hakları dikkate alarak, mevcut laik sistem içinde de bunlara ne kadar yaklaşılabilirlerse o kadar görece olumlu bir sonuca ulaşılabilecekleri bilinciyle çaba sarf etmelidirler. Böylece, İslami bir sistemde adaleti temin için gerçekleştirilecek gerekliliklerden hareketle, İslami olmayan bir sistemde de nelerin talep edilebileceğinin fikri oluşturulabilir. Tabii ki vahye tam mutabakat sağlanmadan gerçek anlamda ve bütüncül olarak bir adalet sağlanamaz. Ancak, sistem kökten değişmeden mevcut seküler paradigma içinde sahici biçimde “iyi, doğru ve güzel”e ulaşılamasa da, sistem içi değişim çabasıyla zulümatın “koyu” tonlarından “gri” tonlarına doğru bir geçişle, bu hedefe doğru görece bir olumluluğun ve nispi bir adaletin temini, hiç değilse fıtri erdemlerin, vicdani değerlerin ve insani ahlak ölçülerinin belirleyici kılınmasıyla sağlanabilir.
İşte bu bağlamda. sistem içi değişimcilere aşağıdaki somut önerileri yapabiliriz:
1 –Öncelikle muhataplar konusundaki önerimiz şudur; Kürt sorununa çözüm aranırken, BDP ve PKK’nın muhatap kabul edilip, çözüm için görüşlerinin dikkate alınması önemli olmakla beraber, onlar dışında geniş tabanı olan diğer Kürt kesimleri, PKK ve BDP tarafından asla temsil edilemeyecek olan Müslüman Kürtler de muhatap kabul edilmeli, onların konu hakkındaki tespit ve önerileri de dikkate alınmalıdır. BDP ve PKK, Müslüman Kürt halkının tek temsilcisi ve gasp edilen haklarının tek savunucusu konumuna getirilmemelidir. Aslında bugün bile bir çok göstergeyle açıkça anlaşılan bu gerçeklik, PKK’nın silahlı baskısı kalktığında Kürt halkının tercihi özgür ortamlarda ortaya çıkma imkanı bulduğunda PKK’nın Kürt halkı içinde ancak bir azınlığı temsil ettiği çok daha net biçimde ortaya çıkacaktır.
2 –Diğer öncelikli önerimiz de; Kürt halkının Kürt kimliği yanında İslami kimliğinin de dışlanıp düşman ilan edilerek asimile edilmeye çalışıldığı gerçeğinden hareketle, gasp edilen İslami ve Kürt kimliğiyle ilgili bütün hakların iadesi için çabalar gösterilmesidir. Özellikle laik materyalist PKK ve BDP öncü kadrolarını rahatsız edecek bile olsa, İslami kimlikle ilgili hakların iadesi Kürt, Arap ve Türk halkları başta olmak üzere, bütün ülke halklarını birlikte sevindirecek bir gelişme olacaktır. Böylece Kürt olmayan Müslüman kesimlerin de rahatlatılacağı top yekun bir özgürlük ve adalet paketinin açılması sağlanabilirse, bu durum, “Kürt sorunu çözüm süreci”nin de daha yaygın bir tasvip almasını kolaylaştırıcı bir zemin oluşturacaktır. Bu sebeple, biri dini, diğeri ise fıtri olan İslami kimlik ve Kürt kimliğinin, her bakımdan özgür olması, özgürce ifade edilebilmesi, özgürce geliştirilebilmesi ve özgürce sosyalleştirilebilmesi için gerekli adalet ve özgürlük vasatını temin edecek tedbirler alınmalı, tüm engeller, yasaklar kaldırılmalıdır. Sistem, yol açtığı zulüm bataklığını kurutup sebep olduğu sorunları çözmek ve barış ortamı sağlamakta samimiyse, sadece Kürtlüğü ötekileştirip tehdit ve düşman ilan etmesinden, bu amaçla uyguladığı baskı, yasak, inkâr ve asimilasyon politikalarından doğan sorunları çözmekle yetinmemelidir. Aslında Kürt halkı da dâhil bütün Müslüman halkları kuşatıp ezen, İslami kimliğin ötekileştirilmesi, tehdit ve düşman ilan edilmesi ve bu sebeple uygulanan baskı, yasak ve çok boyutlu zulüm politikalarına da son vermelidir. Bu bağlamda İslami eğitim ve başörtüsü yasakları da kaldırılmalı ve kapsamlı bir özgürleşme sağlanmalıdır.
3 –. Her kavmin kimliğine, ilahi, fıtri ve insani olanı tahrip etmeye kalkışmayan örf, adet ve geleneklerine, yaratıcının tanıdığı fıtri, insani haklarına saygı gösterilmelidir. Kavimlerin varlığı ve anadilleri Allah’ın ayetlerindendir. Hiçbir güç, bir kavmin kimliğini ve anadilini asimile etmek hak ve yetkisine sahip değildir. Kim böyle bir azgınlık yaparsa, Allah’ın ayetlerine karşı savaş açmış olur. Türkiye’de Kürt kavminin varlığı ve anadili bu anlamda bir savaşın muhatabı kılınmıştır. Bir an önce bu tâgûti savaş durdurulmalı ve azgınlıkla gasp edilmiş bütün hakları Kürt halkına iade edilmelidir. İnsanların kendilerini geliştirme, ifade etme, düşünce üretme ve yaymalarının en önemli aracı olan diller, ancak eğitimde, kültürde ve yazıda kullanılarak kendilerini yeniden üretebilir ve geliştirebilirler. Bu sebeple, her kavmin kendi ana dilini özgürce konuşabileceği, medya ve eğitimde yasaksız ve kısıtlamasız kullanabileceği bir vasat sağlanmalıdır. Ana dilde eğitimin, her türlü basın-yayının ve örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bir yandan Kürtçenin önündeki tüm engeller kaldırılırken, diğer yandan ciddi destekler verilerek, bu dilin yaklaşık yüz yıllık açığını kapatarak kendini yeniden üretmesi, geliştirmesi, eğitim, ilim ve kültür dili vasfını yeniden kazanmasını sağlayacak, pozitif ayrımcılık anlamında destekler verilmelidir. Öncelikle de bu dili öğretecek, bu dilde eğitim verecek kadroları yetiştirecek zemin hazırlanmalıdır.Kürtçe yasaklandığı, horlandığı, dışlandığı, eğitimden ve kültürden uzaklaştırıldığı, hatta zaman zaman sokaktan bile kovulduğu için gelişemedi, köreldi. İnsan fıtratının en önemli özelliği olan bir ana dile sahip olmaktan mahrum edilen, başkasını da yeterli öğrenemeyen Kürt insanı, büyük ıstırap, zulüm ve kayıplara muhatap olmuştur. Bu sebeple bu dilin gelişmesi, kendini yeniden üretmesi ve yaygınlaşması, eğitim ve kültür dili haline gelmesi için her türlü tedbir alınmalıdır.
4 – Laik devlet adına dini ve dindarı kontrol altında tutmak ve yönlendirmek üzere kurulmuş laik bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işgali altındaki cami ve mescidlerde yıllardır sürdürülen Türk ulusalcılığına dayalı resmi din propagandası sona erdirilmelidir. Camiler ve mescidler, resmi ideolojinin ve laik devlet politikalarının kuşatma ve işgalinden kurtarılarak, sadece Allah’ın isminin yüceltildiği, bütün kavimleri ve dillerini eşdeğer ve saygıdeğer kabul edip haklarını veren tevhid dininin ve ümmet bilincinin hâkim olduğu mekânlar haline getirilmelidir. Bu bağlamda, Cami ve mescidlere egemen kılınan, Türk kavmini ve egemen resmi ideolojiyi temsil eden bayrak, slogan ve simgeler kaldırılmalı, sadece vahye uygun ve ümmet bilincini temsil eden söz ve şiarlar bırakılmalıdır. Geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığının, Türk ulusalcılığını dini bir unsur gibi takdim edip, “Türk-İslam sentezi” istikametinde propaganda yapa geldiği gerçeği görülerek, hiç değilse bu açılım sürecinden itibaren bu zulümlere son verilmelidir. Bugün hâlâ, minareler arasına mahya olarak, Kemalizm dininin amentüsü olduğu ırkçı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından açıkça ifade edilmiş bulunan “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” ya da seküler kutsallara ait olan “Önce Vatan” gibi sözlerin asıldığı da dikkate alınarak, Diyanet’in hiç değilse kapatılana kadar başka din ve ideolojilere hizmet sunma zulmü engellenmelidir. Diyanetin bu ırkçı yaklaşımlarla ırkçılığı reddeden tevhid dinine şirk bulaştırmaması, ümmet bilincini yaralayıcı tavır ve açıklamalardan uzak durması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Camilerde gerçekleştirilen vaazlar ve okunan hutbeler merkezden belirlenmemeli, ulusalcı laik devletin denetiminden çıkarılıp, vahyin denetimi altına girmesini sağlayacak sistem kurulmalıdır. Vaaz ve hutbelerde bölgede yaygın olan dil esas alınmalı, Kürt halkına Kürtçe, Arap halkına Arapça, Türk halkına da Türkçe hitap edilmesi sağlanmalıdır. Bir caminin cemaati içinde yeteri sayıda değişik dillerden Müslümanlar varsa vaaz ve hutbeler bu dillerde tekrarlanarak gerçekleştirilmelidir. Ayrıca Diyanet Türkçe meal yayınladığı gibi Kürtçe Kur’an meali de yayınlamalıdır. Laik devlet camilerden, vaaz ve hutbelerden elini ve dilini çekmelidir.
5 –Sistem içi bir değişim amacıyla yapılacak Anayasa’da eğer görece özgürlükler tanıyarak bugüne kadarki zulüm azaltılmak hedefleniyorsa, “Türk” kelimesi yerine “Türkiye” veya “Anadolu” benzeri daha kuşatıcı sözcükler kullanılarak, diğer kavimleri bir kavmin kimliğini kabule zorlayan dayatmalara son verilmesine dair talepler de makul karşılanmalıdır. Düşünce ve inançları ifade etmenin, eğitim özgürlüğünün, farklılıkları özgürce ibraz etme, yaşatma ve geliştirmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.Mevcut darbe anayasası yürürlükten kaldırılmadan, tüm bu baskılar, yasaklar, özgürlükler önündeki engeller kaldırılarak, anayasa Kürtlük, Araplık ve Türklük arasında hiçbir ayrıcalık kalmayacak şekilde yeniden düzenlenmeden, resmi ideolojiden ve askeri vesayetten arındırılmadan ve sistem içi özgürleşmenin önünü açacak, hiç değilse bağlı bulunulan batının ulaştığı anlamda insan haklarını ve hukuku esas alacak ve halkın isteklerini yansıtacak bir anayasa yapılmadan, şirk sistemi içindeki görece özgürleşme de sağlanamaz ve bu soruna ciddi bir çözüm de getirilemez.
6 – Yerel ve yerinden yönetimlere fırsat ve geniş inisiyatif veren bir sistem oluşturulmalı, bu çerçevede Kürdistan halkının da siyasi hakları tanınmalı, yöneticilerini özgürce belirlemesine ve yönetime katılımına imkân veren şartlar oluşturulmalıdır. Bu bağlamda, her bölgenin kendi doğal ve tarihi sınırları içinde bir nevi özerk yönetim biçimine geçmesi de düşünülebilmelidir. Bu amaçla, ümmet bilincini, bütünlüğünü ve İslam kardeşliğini yok etmeyecek tarzda bir nevi eyalet modeli ya da Kürt halkının diğer halklarla eşit ve adil şartlarda kendini yönetmede söz sahibi olacağı ve mutlu olacağı bir başka yönetim biçimi geliştirilmelidir.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken önemli bir konu da şudur: bölgede kurulacak özerklik yada buna benzer bir yönetimde, KCK yapılanması içinde “öz savunma güçleri” adı altında isimlendirilen PKK silahlı güçlerinin bölgenin resmi silahlı güçleri haline gelmesine asla müsaade edilmemelidir. Aksi takdirde, 1923’den sonraki dönemde seküler ulusalcı Türk Kemalistlerinin ülke halkına yaptıkları büyük baskı, zulüm, katliam ve istiklal mahkemeleri cinayetlerinin, İslami kimliğe yönelik baskı, yasak ve zulümlerin benzerini bu sefer seküler ulusalcı Kürt Kemalistleri PKK silahlı güçlerinin baskısıyla Müslüman Kürt halkına yapacaklardır. Bu halkın aynı delikten bir daha ısırılmaması için uyanık olunmalı ve gerekli tedbirler alınmalı, toplum içine dönen PKK militanları sade vatandaş olmalı ve Müslüman Kürt halkı kaderi üzerinde söz sahibi kılınmalı ve geleceği hakkında özgürce karar verebilmelidir.
Ancak böylece sistem içi özgürleşme ve adaletin tecellisi için şimdilik alınacak bu tedbirlerin, ileride gönüllü ortaklık çerçevesinde, tüm kavimlerin eşit ve adil katılımıyla, şûrâya, emaneti ehline vermeye ve adalete dayalı ortak bir İslam toplumunun ve sonuçta küresel çapta ümmetin ve şartlar olgunlaştığında İslam birliğinin inşa edilmesinin hayata geçmesine engel olmayacak, tam tersine uygun zemin hazırlayacak muhtevada olmasına dikkat edilmelidir.
7 – Kimlik ve kültür dayatmalarının sona erdirilmesi, en azından Müslümanlar için İslami kimlik dışında üst kimlik tanımlamasına gidilmemesi, Müslüman olmayan kavimler açısından da “Türkiyeli halklar” ya da “Anadolu halkları” misali ortak kimliklerin öne çıkarılması, mahalli renk ve inisiyatiflerin önü açılarak, ulus devlet yapılanmasının sona erdirilmesi ve merkezi yönetimin her tarafa yayılan, her alanı kuşatan ve farlılıkları yok edip tek tipleştiren otoritesinin sınırlandırılması mutlaka sağlanmalıdır. Devlet, baba ve kutsal sıfatları taşımamalı, halkların emrine tabi kılınmalı, haddi bildirilmeli, her şeyi belirleyen efendi ve ilah olmaktan çıkarılıp, halklara hizmetkârlık yapması gereken bir hizmet aygıtı haline dönüştürülmelidir. Bütün devlet kurumları, insanlığın ortak fıtri insani erdemleri ve doğal temel hakları eksenli olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Vahyi esas almadan düzenlenen hukuk sistemi, bu seküler sistem içinde bile hiç değilse fıtri doğal hukukla özdeşleştirilerek hak ve özgürlük yanlısı köklü bir değişime tabi tutulmalı, devlet küçültülüp sivil alan güçlendirilmelidir. Çocukları bile TMK kapsamına alan, hak ve özgürlük düşmanı faşist ceza kanunu, hak ve özgürlük eksenli bir reforma tabi tutulmalı, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü alanı insanların kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri vasata getirilmelidir. Terörle mücadele kapsamında yargılanan çocuklar, süreç beklenmeden derhal serbest bırakılmalı, kendilerinden ve ailelerinden özür dilenmeli ve bu çocuklara psikolojik destek sağlanmalıdır.
8 – Faşist muhalefetin ve statükocuların baskıları sonucu hükümetçe yapılan “PKK’lılar için affın söz konusu olmadığı” açıklaması ise anlamsız ve saçma bir açıklama olmuştur. Geçmişte işlevsiz kalan “Pişmanlık” yasası misali “Af” konusu üzerinde de düşünülmelidir. Önce kim pişman olmalıdır? Kim kimi affedecektir?Bunca yıl Kürt halkına bunca zulmü yapanlar, asimilasyon, inkâr, köy yakma, pislik yedirme, göçe zorlama, sefalete mahkum etme politikalarıyla, işkence ve katliamlarla, faili meçhul ve yargısız infazlarla, aşağılama, hakaret, baskı, ideolojik yargı kararları ve yasaklarla Müslüman mazlum Kürt halkının geleneksel de olsa dindar çocuklarını Stalinist – Marksist bir örgütün saflarında dağa çıkmaya, ölmeye ve öldürmeye zorlayanlar dururken bu zulmün muhatapları mı “pişman” olup “af” dileyecekler? Öncelikle pişman olup af ve özür dilemesi gerekenler, öncelikle işte bu büyük zulüm bataklığını oluşturan Kemalist Türk ulusalcısı zalim kadrolar ve sonra da laiklik ortak paydasında kardeşleri ve işbirlikçileri olan PKK öncü kadrolarıdır. PKK’nın oluşum ve yönlendirilmesinde de rol alıp daha fazla insanın ölmesini özellikle temin eden derin devlet çetelerinin, devlete egemen faşist, militarist despotların, darbeci zihniyeti temsil eden asker-sivil bürokratların ve PKK öncüleri içindeki işbirlikçilerinin hep birlikte, işbirliği halinde zulmedip dağa çıkmaya zorladıkları Kürt çocuklarından ve karşılarına sürdükleri Türk ve diğer halkların çocuklarından özür dilemeleri gerekir.
Devletin ideolojik oligarşiyi oluşturan yönetici kadrolarının ve PKK içindeki seküler işbirlikçi ideolojik kardeşlerinin hep birlikte, iktidar ve rant uğruna ve ideolojik taassupla yürüttükleri zulüm politikalarıyla ürettikleri Kürt sorununun çözümü sürecinde, hem zulmederek, işkence ederek dağa çıkmaya, ölmeye, öldürmeye zorladıkları ve böylece hayatlarını kararttıkları Kürt çocuklarından ve ailelerinden, hem de zorunlu askerlikle onların karşısına çıkardıkları ve ellerine pimi çekilmiş bombalar verip ölmeye ve öldürmeye zorladıkları asker çocuklardan ve ailelerinden özür dileyip af talep etmeleri gerekir. Evet işte bu sebeple, zulüm politikalarına isyan ettikleri için ceza evlerine tıkılan ya da dağa çıkmak zorunda bırakılan insanlardan, (onlar içinde, hatta öncü kadrolarında yer alan derin devlet-Ergenekon işbirlikçileri hariç) özür dilenmeli ve hiçbir takibat yapılmadan ailelerine dönmeleri sağlanmalı ve hayatlarını normalleştirecek psikolojik destek verilmeli, maddi imkanlar sağlanmalı, iş ve meslek sahibi olmaları temin edilmeli, iş temin edene kadar da geçimleri sağlanmalıdır.
9 – Devlet kurumlarındaki, özellikle de TSK, Yargı ve eğitim alanındaki bürokratlar arasında çoğunluğu teşkil eden, ulusalcı ideolojik bağnazlığın esiri dogmatik kafalı kadrolar, toplum arındırıcı, inşa edici ve gerçek adaleti tesis edici İslam hukukuna layık bir değişim geçirene kadar hiç değilse bağlı olunan batı hukuku ve insan hakları anlayışı ve insani erdemler eksenli bir rehabilitasyon programından geçirilmelidir. Militarizme, ideolojik taassuba şartlanmış ve yeni görece daha hukuki konsepte ayak uyduramayacak olanlar, yani insan hakları açısından ıslah olmayanlar tasfiye edilmelidir. Bugünkü tüm sorunların kaynağı olan oligarşinin diğer ayakları olan büyük sermaye çevreleri, onların elindeki medya ve çoğunlukla resmi ideolojinin güdümünde sarı niteliği kazanmış ve işçi haklarından ziyade ideolojik ortak paydada patronlarla bütünleşerek resmi ideoloji kavgası veren sendikalar da hukuk ve insan hakları eksenli yeniden yapılandırmalarla ıslah edilmelidirler.
10 – Uzun yıllardır süregelen büyük ihmalin sonucunda yoksulluk ve işsizlikte diğer bölgelere nazaran mukayese edilmez bir geriliğe ve tam bir ekonomik sefalete mahkûm edilmiş bulunan Kürdistan halkının, ekonomik durumunu diğer bölgelere eşitleyecek, en zaruri ihtiyaçlardan olan sağlık ve eğitim alanında, diğer bölgelere nazaran oluşmuş bulunan büyük uçurumları kapatacak, özellikle de büyük göç olgusunun yol açtığı derin yaraları saracak, yaygın ıstırapları dindirecek tedbirlerin bir an önce alınması mutlaka ve acilen sağlanmalı, bölgeyi diğer bölgelere yetiştirecek, yaklaşık yüz yıldır açılan mesafeyi kısa sürede kapatabilmeye fırsat verecek ayrıcalıklar tanınmalıdır. Göç olgusunun yol açtığı tüm sorunlar giderilmeli, bu süreçte kaybedilen tüm imkânlar, mallar, haklar da hak sahiplerine iade edilmelidir.Köyleri yakılan ya da boşaltılanlarıntüm hakları tazmin edilmeli, korucularca gasp edilen mallar sahiplerine iade edilmeli ve isteyenlerin köyleri imar edilerek köylerine geri dönmeleri ve güvenlikleri sağlanmalıdır. Bu sorunun aşılması için özendirici ve teşvik edici politikalara ilave olarak, bazı alanlarda olumlu ayrımcılık politikası da uygulanmalıdır.
11 – Kürt halkının gasp edilmiş bütün haklarının iadesi yukarıda zikredilen değişimlerle sağlanırken, baskıyla değiştirilmiş bütün yerel coğrafi isimlendirmeler de iade edilmelidir. Kürt halkına küfreder gibi Kürdistan dağlarına yazılan “Ne Mutlu Türküm diyene” yazıları ve her sabah Kürt ve diğer halkların çocuklarına baskıyla söyletilen “Türk’üm.., varlığım Türk varlığına armağan olsun” ifadelerini ve “Atatürkçülüğe bağlılık” sözünü içeren Kemalizm dininin amentüsü mahiyetindeki and, Kürt çocuklarının hem Kürt hem de İslami kimliklerine aykırı, Türk çocuklarının da İslami kimliklerine aykırı olduğu için bütün ülkedeki eğitim sisteminden bir an önce kaldırılmalıdır. Bir Müslüman ve Kürt çocuğuna “varlığım Türk varlığına armağan olsun”, “ey ulu önder Atatürk çizdiğin yolda yürüyeceğim”, “ne mutlu Türküm diyene” sözünü zorla söyletmekten daha büyük bir zulüm, daha vahşi bir dayatma düşünülebilir mi? Müslüman varlığını ancak Allah yoluna adar ve sadece Allah’ın belirlediği Kur’an yolunda yürür ve sadece bundan mutlu olur. Bunun yerine şirke dayalı batıl yol ve sözleri Müslüman’a,Türklüğü de Kürt’e dayatmak insanlık onuru ile bağdaşmayacak bir alçaklıktır.
12 –Daha önce Kürt halkının varlığını, kimlik ve dilini inkâra dayalı bütün uyduruk bilgiler, ilk ve ortaöğretimden üniversitelere kadar bütün eğitim müfredatı taranarak ayıklanmalı ve yeni ders programları, eğitim müfredatları Kürt varlığını ve dilini kabule uyarlanmalıdır. Okullar resmi ideoloji ve militarizmin kuşatmasından kurtarılıp, insani fıtri erdemleri koruyup geliştiren, hiçbir kavmi kimliğin ve ideolojinin dayatılmadığı özgürlük adaları haline getirilmeli, eğitim tek tip insan yetiştirmeye yönelik öğütüm mekanizması olmaktan çıkarılmalıdır. Ayrıca Türk Dil Kurumu da, sözlük ve gramer kitaplarında ayrımcılığa yol açan ifadelerin tamamını çıkarıp atmalıdır.
13 – Bugüne kadar yapılan zulümlerden dolayı Kürt halkından özür dilenmeli, zulmedenler Tarih önünde mahkûm edilmelidir. Devlet, PKK’yı doğuracak zulüm bataklığını oluşturduğu ve Kürt gençlerini silahlanıp dağa çıkaracak her türlü teşviki (masum insanlara potansiyel suçlu muamelesiyle, akıl almaz zulümleriyle, Diyarbakır ceza evi işkenceleriyle) yaptığı için, üstelik bir takım derin kadrolarının derin çalışmalarıyla PKK’nın kurulup yönlendirilmesinde rol oynadığı için, hem PKK’nın yaptıklarının da birinci sorumlusu, hem de devlet politikaları ve çetelerinin yaptığı zulümlerin sorumlusudur. Bu sebeple devlet, zulmü doğrudan ve tek taraflı olarak kendisi başlattığı gibi, karşıdan (silah bırakma dahil) hiçbir adım beklemeden ve hiçbir şart da koşmadan, bu zulmünü yine tek taraflı olarak kendisi durdurmalı, kendisiyle ve zulümleriyle yüzleşmeli ve gasp ettiği bütün haklarını Kürt halkına, tek taraflı olarak ve hiçbir şart ileri sürmeden geri vermelidir. Kürt halkının gasp edilmiş temel hakları, çoğunluğu kendisini Müslüman olarak tanımlayan bu halkın tamamını temsilden çok uzak olan laik ulusalcı sosyalist PKK ile pazarlık konusu yapılmadan verilmelidir.
Bu sebeple, devlet sorunu başlatırken, zulme yönelirken ilk adımı kendisi attığı gibi çözerken de zulmünü kaldıracak ilk adımı şartsız bir biçimde kendisi atmalıdır. Ayrıca gasp edilen hakların iadesi için şart koşulamaz. Zulme tek taraflı son verirsin, gasp ettiğin hakları iade edersin. Ve bunca yıl zulmettiğin halktan ve dağa çıkmak zorunda bırakıp hayatlarını kararttığın çocuklarından özür dileyip, eksik bir hak iadesi kalıp kalmadığını da sorarsın, yeni talepleri varsa dinler hak olanlarını yerine getirirsin. Böylece kimse PKK’nın ardından gitmez hale gelir ve onu doğuran şartlar kalkınca PKK da kendiliğinden biter. Onlarla ancak silah bırakmanın pazarlığını yapabilirsin ama Kürt halkının haklarının pazarlığını yapamazsın.
Üstelik Kürt kimliği ile ilgili haklar bütün Kürtlerin en temel insan haklarıdır, birileriyle çatışma olduğu için, çoğunluğu bu çatışmanın dışında duran Kürtler de dâhil bütün Kürtlerin haklarını yok saymak insani, hukuki ve ahlaki değildir. Devlet, ancak gasp ettiği hakları iade ettikten ve zulmüne son verdikten sonra, Kürtlerden hâlâ terör ve şiddete başvurmak isteyen olursa, işte o zaman şartlar koşmak, karşı şiddete başvurmak hakkını kendinde görebilir. Zaten devlet bu şartları yerine getirip, vatandaşına zulmetmeyi bırakarak, onu öz yurdunda özgürce ve adalet içinde yaşama imkânına kavuşturduktan sonra, aklı başında, insani değerlerini koruyan tek bir Kürt’ün şiddete ve terör yapmak isteyenlere meyletmesi de mümkün olmayacaktır.
14 – On yıllardır acımasızca uyguladığı zulüm politikalarını ısrarla sürdürerek, kendi tercihlerini ülke halklarına dayatarak bunca zulmün altına imza atan, halkları birbirine karşı kışkırtan kanlı provokasyonlar gerçekleştiren, binlerce insanı yargısız infazlarla, faili meçhullerle katleden, masum insanları asit kuyularına atan, hukuksuzlukları, keyfilikleri ve ideolojik karar ve uygulamalarıyla ülkenin on binlerce insanını katleden, yüz binlerce insanı ceza evlerine dolduran, cezaevlerinde ancak hayvandan aşağı sapkınların yapabilecekleri alçakça işkencelerle insanları ruhen ve bedenen sakatlayan ve sonuçta dağa çıkmak zorunda bırakan kadrolarından dolayı devlet mazlum halklar önünde utançla başını yere eğmeli ve hizmet etmekle yükümlü olduğu halklara yaptığı bunca zulümden dolayı özür dilemelidir. Bu tür sapkınlıkların bir daha tekerrür etmemesi ve ibret olması için ve mazlum halkların (kayıplarını geri getiremese de) ruhen huzura, sükunete ermesi, sonuçtan razı olması için sorumlular mutlaka adil bir biçimde yargılanıp mahkum edilmelidir. Kürt halkını birbirine kırdırma sonucu doğuran, JİTEM’le birlikte suç örgütü haline dönüşen “koruculuk” uygulamasına son verilmeli, “JİTEM” kuruluşu dağıtılmalı, Ergenekon gibi devlet çetelerinin PKK ile ilişkileri ortaya çıkarılmalı, adil bir yargılama sonucunda tüm suçlular cezalandırılmalıdır.
15 – Önemli olan; insanların, halkların adaletle yönetilmesi ve huzurlu, mutlu olacakları bir barış ve kardeşlik ortamının oluşturulmasıdır. Şirk ve zulüm sistemleri içinde tam ve sahici bir adalet gerçekleştirilmesine imkân bulunmasa da, zihinlerde ideal olarak durması ve iyiliğin istikametini göstermesi anlamında yapılması gereken; tüm insanların, kendilerini, şahsiyetlerini, dillerini ve kültürlerini tekâmül ettirmelerine, kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerine uygun hukuki vasatı sağlamak ve bütün bunlar için en sahici, kalıcı, adil şartları sunan, insanları kula kulluktan kurtarıp onurlandıran, insani erdemleri ve insanlık onurunu yücelten bir adalet sistemini oluşturmaktır.
Bu bağlamda asla taviz verilmeden gözetilmesi gereken hedef; bütün kavimleri ve insanları yaratan ve imtihan amacıyla dünyaya gönderen Allah’ın koyduğu ölçülere uygun davranmak ve O’nun tüm insanların mutluluğu ve kurtuluşu için vazettiği hükümlere riayet ederek insan onurunu yüceltmektir. Ayrım gözetmeden tüm insanlara, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatını sağlamaktır. Bu sebeple de, kavim ayrımı gözetmeksizin tüm insanların, Allah tarafından verilmiş tüm haklarını özgürce kullanabildikleri adil şartları oluşturmak, tüm kavimlerin ve insanların kendilerini özgürce ifade edip gerçekleştirmelerine imkân veren yönetim biçimini kurmaktır.
İşte şirk sistemi içinde görece iyileştirmelerle bu hedefe ne kadar yaklaşılabilirse, halklara o kadar nefes aldırma ve zulmü o kadar geriletme imkânı bulunabilecektir. Bu hedefe tam olarak varmak, gerçek boyutlarıyla, sahici bir hukuk, adalet ve özgürlük ortamına ulaşmak için yapılması gereken ise, Peygamber ve ilk Kur’an neslinin yolunda ısrarlı bir mücadeleyi sürdürerek, cahili sistemi kökten değiştirerek, bütün kavimleri ve dillerini eşdeğer, saygıdeğer kabul eden ve Allah’ın ayetleri olarak niteleyen vahyi belirleyici kılmaktır. Ve bütün kavimlerin, farklı renklerin ve dillerin Rabbi olan Allah’ın, ayrım yapmadan hepsinin hukukunu adaletle gözeterek vazettiği hükümleri ihtiva eden Kur’an’a dayalı tevhid/adalet sistemini kurmak amacıyla fedakârca çaba sarf etmektir. İşte bütün bunları yerine getirmek ise, en temel insani ve İslami sorumluluktur.
Anayasa ve yasa değişikliği gerekmeden
hemen gerçekleştirilebilecek öneriler
Burada şunu ifade etmek isterim ki, açılım çabaları göstererek, hiç değilse Kürt sorununun bütün boyutlarıyla tartışılmasına vesile olarak, çok az da olsa kimi değişimler de sağlayarak görece olumlu adımlar atan AKP hükümetinin konumu şüphesiz ki geçmiş hükümetlere nazaran daha iyi, halka daha yakın, halkın görece özgürleşmesine daha uygun bir konumdur. Ama buna rağmen de, ister çeşitli hesap, korku ve endişelerden, ister kimi ulusalcı kirliliklerin ve devletçi zihniyetin etkisi altında olmaktan, isterse hazırlığını iyi yapmamış olmasından ya da beceriksizliğinden kaynaklansın, birkaç kez tekrarlanan açılım süreçlerinde büyük beklentilere yol açan bir çıkışlardan sonra dağ fare bile doğuramadı dedirtecek bir duruma gelindiği de bir vakıadır. İnşallah bu sefer mazlum halkların akan kanını durduracak bir sonuca ulaşılır ve halkın gasp edilmiş temel hakları sahiden ve bütüncül olarak iade edilir.
Eğer bu süreçte samimi olarak bu sonuca ulaşılmak isteniyorsa, PKK’nın silah bırakması pazarlığına bulaştırılmadan hakların iadesine dair somut adımlar atılmalı ve buna karşı tarafın da bazı adımlar atması beklenmeden, ertelemeden ve hiçbir şart koşmadan hemen başlanmalıdır. Hükümet, bu samimiyetin göstergesi olacak, sürece ivme ve güven kazandıracak şeyler yapmalı, bu bağlamda yukarıda sıraladığımız öneriler içinde yer alan ve herhangi bir anayasa ya da yasa değişikliği gerektirmeyen ve eğer samimi olarak istenirse İçişleri, Milli Eğitim ve Devlet Bakanlıklarının inisiyatifiyle bir hafta içinde gerçekleştirilebilecek, ama tesiri bakımından halk tarafından büyük bir değişim olarak algılanacak bazı basit bazı adımları hemen atabilmelidir. Eğer anayasa ve yasa değiştirmeyi gerektirmedikleri için değiştirilmeleri basit olan konulardaki bu adımları atma cesaretini gösteremiyorlarsa, anayasa ve yasa değişiklikleri gerektiren konulara hiç cesaret edemeyeceklerini bilmelidirler. Diğer konulardaki daha büyük adımlara da bu küçük adımlarla ulaşılabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1 – İçişleri Bakanlığı Valilere bir genelge göndererekKürdistan bölgesindeki ilçe, belde, köy vb. yer isimlerinin istendiği takdirde Belediye veya diğer yetkili meclis ve mercilerin kararlarıyla eski isimleriyle değişiminin mümkün olduğu bildirilmeli ve ilk uygulama AKP’li belediyelerce başlatılarak BDP’li Belediyelerin de eğer varsa “bu tür kararlar alamıyoruz” bahanesi ortadan kaldırılmalıdır.
2 – İçişleri Bakanlığıbütün valiliklere hitap eden bir genelgeyi derhal yayınlayarak, Kürdistan dağlarından başlamak suretiyle bütün ülkedeki, geriliği, bağnazlığı, ilkelliği ve zulmü ifade eden “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” yazıları silinmeye başlanmalıdır.
3 – On yıllardır zihinlere yönelik Kemalist ideolojik işgalin, fıtratlara yönelik vahşi zulmünün ifadesi olan ve bu ülkenin bütün çocuklarına, genelde bütün Müslümanlara ve özelde Türk olmayanlara ilköğretimde her sabah katmerli yalanlar söyletme ve ruhları kirletme anlamına gelen, “Kemalizm dininin amentüsü” olduğu Kemalist Adaletsizlik Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ve TDK tarafından itiraf edilen, çocuklara zorla “Türk oldukları ve bu yüzden mutlu oldukları” yalanını söyleten ve“varlığını Türk varlığına armağan” etme putperestliğine zorlayan kepazelik ve zulüm en kısa zamanda sona erdirilmelidir. M.E.Bakanlığının yayınlayacağı bir genelgeyle, Alman çocuklarına yalan söyletmeme gerekçesiyle bir süre önce Türkiye’deki Alman okullarından kaldırılmış olan bu and saçmalığı, artık tüm okullarda sona erdirilmiş olmalıdır.
İslami Çözüm Hakkında Bazı Tespit ve Öneriler
İslami çözüm bağlamında yapılması gereken, Kur’an ayetleri ve Resulün sünneti istikametinde, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerinin zulümlerine karşı, bütün ülke Müslümanları topluca itiraz edip direnmek ve İslami davet, şahidlik ve Kur’an’la büyük cihad sorumluluklarını yerine getirip toplumsal bir inkılaba zemin hazırlayarak İslami adalet sisteminin oluşumunu birlikte hedeflemektir. Aklı, hayatı, çevreyi, insanı kirleten ve insanı kendine ve Rabbine yabancılaştırıp, “insanı insanın kurdu” haline dönüştüren, sorumsuz, soysuz ve ahlaksız hale, hayvanlardan aşağı konumlara sürükleyen ve sonuçta etnik kimliğini yok etmek için Kürt halkına ve İslami kimliğini yok etmek için bütün Müslümanlara yapıldığı gibi büyük zulümlere ve acılara yol açan seküler değerlerin kirletici, dönüştürücü tasallutuna karşı birlikte vahiy eksenli bir inşayı başlatmaktır. Öncelikle kendimizden başlayarak ümmeti, Kur’an’la yeniden inşa etmek ve hiçbir sebeple bu özgün projeyi ertelememek, bu evrensel vahye dayalı projeden hiçbir şartta asla dönmemek, vazgeçmemektir. Bu kurtarıcı yoldaki onurlu ve ilkeli yürüyüşten asla taviz vermemek, kınamacıların kınamasına aldırmadan, Nuh (as) misali, tevhid gemimizi inşa etmeyi, uzun soluklu bir mücadele ve direnişle, bıkmak, yorulmak, yılmak bilmeyen bir azimle ve ısrarla sürdürmektir.
İslam’ın kesin olarak haram saydığı ‘asabiye’/kavmiyetçilik; sözlük manasıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kavmini yüceltme, kavmi ve atalarıyla övünme, diğer kavimlere üstünlük taslama, hâkimiyet amacı gütme, adaleti zedeleyici ayrımcılıklarda bulunma sonucunu doğuran bir sapmadır. Başka kavimlerin Allah’ın ayetlerinden olan kimlik ve dillerini kendi bünyesinde eritip yok etme, başka kavimleri kendi kavmi lehine sömürme ve istismar etme eğilimi taşıma gibi boyutlarda tezahür edebilen ve fıtratın yolundan uzaklaşma anlamına gelen kavmiyetçilik, büyük bir bela ve insanlık suçudur.
Her şeyden önce bilinmesi gerekir ki, Rabbimiz, Rum Suresi 22. ayette, gökteki ve yerdeki farklılıklar gibi kavimlerin ve dillerin farklı yaratılmasının da kendi ayetlerinden olduğunu beyan etmektedir. Böylece ayet olarak nitelenen bu farklı yaratılmanın sonucu olan farklı bütün kavmi kimlik ve dillerin de, Allah’ın ayetlerinden birer ayet olduğubeyan adilmiş olmaktadır. Böylece gerek bu ayette, gerekse Kur’an bütünlüğü içinde, yer alan diğer hükümlerde bütün kavimlerin aynı hakların sahibi eşdeğer ve saygıdeğer bir konumda olduğu anlaşılmaktadır. Bu ayette, göklerin ve yerin bünyesindeki envai çeşit varlıkların, rengarenk farklılıkların Allah’ın birer ayeti olarak bir çeşni, güzellik oluşturmaları ve muhteşem bir ahenk içinde adil ve dengeli bir ilişki içinde bulunmaları gibi, insanların farklı din ve renklerde yaratılmış olmalarının da aynı şekilde Allah’ın ayetleri ve bir çeşni ve güzellik olarak algılanmaları, dengeli ve adil bir ilişki içinde birbirinin haklarına saygılı olarak barış ve ahenk içinde bulunmaları gerektiğine vurgu yapılmıştır. İşte bu adil yaklaşım ve farklılıkları güzellik ve ayet kabul eden anlayışla, tüm kavimler ve dilleri, aynı meşruiyete ve eşdeğerde saygınlığa, eşit haklara sahip kabul edilmişlerdir. Bu sebeple, İslam toplumu içinde bütün kavimlerin müntesipleri aynı haklara ve aynı konumlara sahiptir. Aralarında hiçbir ayrım gözetilmez. Yönetimlere gelmede ise kavim ayrımı gözetilmeksizin ilim, adalet, ehliyet, yeterlilik vb objektif kriterlerin esas alınması öngörülür.
Hucurat suresi 10. ayette ise “mü’minlerin ancak kardeş oldukları” ilan edilmiştir. Ve tüm sorunlarını da bu kardeşlik hukuku çerçevesinde adaletle çözecekleri birçok ayette vurgulanmıştır. Hucurat suresi 13. ayette de, insanların bir erkek ve dişiden yaratıldıkları, tanışıp (ki bu tanıma: birbirlerinin yaratıcı tarafından lütfedilmiş hukukunu tanımayı ve bunun sonucunda birbirinin eşit haklara sahip olduğunu kabulü ve bu haklarına riayeti, yardımlaşma ve dayanışmayı da kapsamaktadır), bilişmelerine vesile olsun diye kavim ve kabilelere ayrıldıkları ifade edilmektedir. Dolayısıyla bunun dışında bir başka amaç için kavmin öne sürülmesi meşru değildir. Özellikle de kendi kavmini diğerlerinden üstün ve değerli sayan, kendi kavminin çıkarlarını belirleyici kılan, kendi kavminin aleyhine olduğunda adaleti terk eden, kendi kavminden olanı her halde tercih eden ve haklı sayan, başka kavimlerin ya da kavmi farklı olanların hak ve hukukunu ihlal eden tüm yaklaşımlar kavmiyetçilik sapmasını oluşturur. Her türlü kavmiyetçilik haramdır, şeytani bir ideolojidir, İslam dışıdır. İnsanlık tarihi boyunca en kanlı çatışmalara sebep olarak, büyük ıstıraplara yol açmış yaygın bir insanlık suçudur.
Resulullah (s) şöyle buyurmuştur:“Asabiyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yapmaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir. Bu dava üzerinde ölen de bizden değildir.” (Ebu Davut, Ebed, 121,5121) “Kim cahiliye davasında (kavmiyetçilik davasında) bulunursa Cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir… namaz kılsa da oruç tutsa da…” (Hakim, Müstedrek, 4/298) “Allah Teala kıyamet günü sizi soyunuzdan, sopunuzdan sorgulamayacaktır…” (İbni Mace, Müslim).O halde kim ki, kendi kavminin üstünlüğünü sağlamaya ve diğer kavimleri kendi kimliği içinde eritip asimle etmeye, her biri Allah’ın ayetlerinden olan başka dilleri yasaklayıp yok etmeye kalkarsa, şüphesiz ki o Allah’a karşı savaş açmış, heva ve arzularını ilah edinmiş demektir.
Aktarılan bir rivayete göre bazı sahabiler oturmuş sohbet ediyorlardı. Bunlardan Saad ibni ebi Vakkas ® ile Selman-ı Farısi ® arasında bir gerginlik olduğu için, Saad Araplarda yaygın olan atalarla övünme anlamına gelebilecek bir tanışma faslı başlatır ve kendisini müşrik atalarına atıfla “fülan oğlu fülan, fülan oğlu fülan” diye tanıtır. Orada bulunan bütün Arap kökenliler sırayla aynı şekilde kendilerinei tanımlamaya devam ederler. Bu manzarayı uzaktan izleyen HZ. Ömer ® çok rahatsız olur ve sıra Farısi olan Selman’a ® gelmeden müdahale ederek onlara çıkışır. “hepiniz bilirsiniz ki benim babam Hattap müşriklerin en büyüklerinden, önde gelenlerindendi, ama ben onunla övünmüyor ve kendimi ona nispet ederek tanımlamıyorum ve diyorum ki, ben İslam oğlu Ömer’im”. İşte bu güzel müdahale herkesi düşündürür ve İslami ölçülere döndürür. Ondan sonra sıra Selman’a gelmiştir ve o da “ben de İslam oğlu Ömer’in kardeşi İslam oğlu Selman’ım” der. İşte budur olması gereken kardeşlik ve ümmet bilinci.
Peygamberimiz (sav), “atalarla övünmeyi yasaklayarak; insanların şu veya bu kavme mensup olmalarının onlara bir şey kazandırmayacağını, insanların ya mü’min ve takva sahibi, ya da günahkâr ve zarara uğramış olarak iki grup olduklarını belirtmiştir.”(K.Sitte 4/259) Kur'an, mü’minlere kendi akrabalarınız, aşiretiniz ve kavminiz aleyhine bile olsa adaletten ayrılmayın demektedir.(Nisa Suresi/135)
Mümin, diğer insanları da Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, inananları ise dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da, inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de insan olmak ve kendilerini bu imtihan dünyasında gerçekleştirmek bakımından hukuk ve adalet önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fıtrat/yaratılıştır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana-babadan dünyaya geleceği kendi elinde değildir.
Yüzyıllar boyunca Kur’an’ın hükümleri çerçevesinde kavimler, “tanışmak”, “tanımak” ve dayanışmak için vesile kılınan ayetler olarak algılanmıştı. Tüm bu sorunlar işte bu algıdan uzaklaşınca oluştu. Müslüman kavim ve kabilelerin, geçmişte veya bugün birbirleriyle çatışmaları, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaları, birbirlerinin kimlik ve dillerini yok etmeye çalışmaları, şüphesiz ki, Kur'an'dan uzaklaşmalarının açık bir göstergesidir. Bu sapmayı ve doğan adaletsizlikleri gidermenin yolu da, ancak Kur’an’ın hükümlerini tüm ilişkilerimize yeniden hâkim kılmaktan geçmektedir. Kavimlerin, “tanışmak” ve “tanımak” için vesile kılınan ayetler olması, tanıma kavramı üzerinde bizi düşündürmelidir. Acaba bu “tanıma” yüzeysel, sûreten bir tanışmanın ötesinde, onu aşan boyutta da anlamlara sahip midir? Kur’an bütünlüğünde her kavme ve her insana tanınan haklar üzerinde düşünüldüğünde, bu tanımanın her kavmin hak ve hukukunu da kabul etmeyi gerekli kılan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Hucurat 13. ayette geçen, birbirinizi “tanımak için” ya da karşılıklı “tanışmanız için” anlamına gelen, “li tearafu” ifadesi; başta varlık ve hayat hakkı olmak üzere tüm bu haklara ve hukuka karşılıklı saygı göstermeyi de ihtiva eden bir ifadedir. Tüm kavimler gönüllü bir iman kardeşliği çerçevesinde, birbirlerinin kavmi kimlik, ana dil başta olmak üzere coğrafi, kültürel, siyasal ve sosyal bütün hak ve hukukuna saygılı bir tutumla, birbirlerini kardeş kabul ederek bütünleşecekler ve “birlikte yaşama” iradesini kuşanacaklardır.
a – İslami Adalet Sistemine Dair Somut Bir Model Önerisi
İşte bu içerikle, kavimler kavmiyetçilik hastalığından kurtulup adaletle yerli yerine oturtulunca, İslam toplumu, bir kısmı yukarıdaki bölümlerde zikredilen vahyi ölçülerin belirleyiciliğinde şu temel esaslar üzerinde yapısını kurup işletebilecektir:
1– Kavmi kimlik ve dil farklılıklarını Allah’ın ayeti olarak gören, birbiriyle eşdeğer, saygıdeğer konumda bulunan ve her bakımdan eşit haklara sahip olan veiman ortak paydasında biz bilincine ulaşarak ümmetleşen farklı kavimlerin, halkların İslam kardeşliği hukuku içinde gönüllü katılımına açık bir yapı oluşacaktır. (Hucurat 10, 13).
2– Kur’ani davet, şahidlik, İslami eğitim sorumluluğunu ve Kur’an’la büyük cihadı yerine getirmek suretiyle gerçekleşecek tevhidi dönüşüm ve inşa sürecinde yaşanacak toplumsal inkılap sonucunda,adaletle yöneten, yani bütün insanların ve kavimlerin Rabbi olan Allah’ın hükmüyle hükmeden ve bu sebeple hiç kimseye zulmedilmesine izin vermeyen bir İslami adalet sistemi teşkil edilecektir.
3– İşte bu İslami adalet sisteminde,şura prensibine işlerlik kazandırılacak, toplumu yönetirken vahyi hudutlar içinde kalınarak alınacak kararlar, ayrım yapılmaksızın İslami kardeşlik hukukuyla bütünleşentüm mü’minlerin istişâri katılımına açılacaktır. Hakimiyet, egemen insanların, oligarşilerin ya da halkın çoğunluğu adına temsilcilerinin hevasına bırakılmayacak,hâkimiyetin, nihai anlamda teşriin, yasa yapmanın kaynağında bütün halkların ve insanların Rabbi olan Allah’ın vahyi yer alacaktır. Bu sebeple de, bütün insanların hukukunu gözeterek mutlak adil hükümler, nasslar vazeden Allah’ın hükümleri nihai belirleyici olunca,hududullah yasa yapmada sınırları ve adaletin ölçülerini belirleyince bir kesimin diğerine ya da yönetenlerin yönetilenlere zulmetmesi ancak yoldan sapmanın sonucu gerçekleşebilecek arızi bir durum olacak, o da ümmetin müdahalesiyle değiştirilebilecektir. (Şura 38,39, Casiye 18, Maide 44, Ahzab 36, Nisa 60, Yusuf 40).
4– Toplumsal hayatın işleyişinde, merkezde ve itibar mevkiinde devlet ve yönetenler değil insan ve ümmet yer alacak, devlet insanın ve ümmetin hizmetkârı olarak görev yapan bir hizmet aygıtı olacaktır. Devlet ve yönetenler ise, ancak insana, ümmete vahyin ölçüleri istikametindeki hizmetkârlık görevlerindeki başarılarıyla, adil ve haktan yana yönetimleriyle orantılı biçimde anlamlı ve değerli sayılacaklardır. Bu bağlamda, İslami adalet sisteminde yöneticileri belirleme, hesap sorma ve görevden alma yetkisi, tüm halkların eşit ve saygıdeğer unsurlar olarak içinde yer aldığı ümmetin olacaktır.
5– İslami adalet sisteminde, emanet ehline verilecek ve yönetimde hiçbir ırka üstünlük tanınmayacaktır. (Nisa 58) Ehil ve adil yöneticileri seçmek, denetlemek ve değiştirmek ırk ayrımı söz konusu olmaksızın bütün ümmetin sorumluluğunda olacaktır.Bizden olan (yani mü’min olan) emir sahiplerine (seçilmiş yöneticilere), onlar Allah’a ve Resulüne itaat ettiklerive yönetimde Kur’an ve sünnete dayandıkları sürece kendilerine itaat edilmesi söz konusu olacaktır. (Nisa 59)
Emaneti yüklenen yöneticilerin asgari sorumlulukları şunlar olacaktır:
a- İslami sistemde ümmetin emaneti verdiği bu yöneticiler, Allah’ın, mü’min ya da gayrimüslim bütün kullarının bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatını sağlamak ve bu bağlamda Allah’ın bütün kullarına lütfettiği temel hakları kullanabilme imkanı sunmak ve bu hakları güvence altına almak. Bu bağlamda farklı dini kesimlerin kendi eğitim ve kültür müesseselerini oluşturup, kendi mensuplarını kendi dinlerine, kendi kavmi ana dil ve kültürlerine göre eğitme haklarının güvencesi olmak. Bu bağlamda farklı din ve inançlara müntesip sosyal kesimlerin, kendi aralarında cemaatleşip, kendi dini, kültürel faaliyetlerine dair temel hak ve özgürlüklerini kullanmalarına, hatta medeni ve şahsi hukuk bazında özerk mahkemelerini kurup, bu alandaki sorunlarını kendi mahkemelerinde çözmelerine müsait adalet vasatını oluşturmak ve korumak.
b-Ekonomide her türlü sömürüyü ve emeğin hakkının gasp edilmesini önleyici,
- emeğe değil de spekülasyona, rüşvet, yolsuzluk, karaborsa ve ihtikâra dayalı haksız kazancı ve sömürü aracı olan faizi gayri meşru sayıp yasaklayıcı,
- meşru kazanç kapısı alışverişte ise ölçü ve tartının tam yapılmasını, insanların aldatılmamasını, birbirlerinin mallarını haksızlıkla yememesini sağlayıcı,
- zenginin malında fakirin, yoksulun, yetimin, yolda kalmışın hakkının takdir edilmiş olduğu hakikatinden hareketle bu emanetin sahiplerine ulaştırılmasını temin edici,
- servetin belli ellerde toplanmasını, bölgeler ve sosyal kesimler arasında ayrımcılığı, gelir dağılımı adaletsizliğini önleyip sosyal adaleti tesis edici… vb tedbirleri almak,
- toplumun ihtiyacı olan alt yapı yatırımlarını, eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb hizmetleri finanse etmek üzere adil bir usulle vergi toplamak ve amaca uygun olarak harcamak.
c-Medeni ve şahsi hukuk bazında her dini sosyal kesime kendi alanında özerklik tanımanın yanında,
- temel hakların güvencesi olan hadleri uygulamak,
- ceza hukuku alanındaki ihtilafları çözmek
- ve temel hakları korumak amacıyla bütün toplumu ilgilendiren adaleti ayrımsız biçimde sağlayıcı yargısal hizmet sunacak adalet mekanizmasını kurmak ve işletmek.
d-Toplumdaki sosyal dengenin korunması,
- yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderilmesi
- ve toplumda sosyal adaletin temini konusunda tedbirler almak, bu amaca uygun politikalar oluşturmak,
- infak ve zekatı toplayıp vahyin öngördüğü hedeflere dağıtmak.
e-Toplumsal kültürel, sosyal, ahlaki yozlaşmayı,
- evren ve çevredeki doğal dengenin bozulup kirletilmesini engellemeye
- ve fesadı giderip ıslahı sağlamaya yönelik tedbirleri almak,
- ekini ve nesli koruyucu politikalar üretip uygulamak.
f-“Emri bi’l maruf ve nehyi an’il münker” konusunda vahyin yönetime yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmek üzere gerekli mekanizmayı oluşturmak ve bu sorumluluğun yerine getirilmesini sağlamak.
g-Uluslar arası ilişkilerde Müslümanların, İslam’ın ve tüm insanlığın maslahatına uygun insani ve İslami politikalar üretip uygulamak,
- uluslararası alanda da adaletin tesisi, barışın sağlanması,
- dış ve iç güvenliğin sağlanması,
- mustazafların korunması ve zulümden kurtarılması için silahlı güç oluşturmak,
- gerektiğinde savaş ve barış yapmak.
6– Yüklendiği bu emanete riayet etmeyip, bu önemli sorumluluklarını ihmal ya da ihlal edip zulme sapan, haksızlık, hukuksuzluk yapan, adaletle hükmetmeyen yöneticileri“emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker” sorumluluğu gereğince denetlemek, hesap sorup yargılamak ve gerektiğinde azletmek de yine ırk ayrımı gözetmeksizin bütün ümmetin yetkisi dâhilindedir. (Al-i İmran 104, 110)
7– Irk ve din ayrımı gözetmeksizin Allah’ın bütün kullarına lütfettiği ve bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan tüm temel haklar, öncelikle Allah’ın ve O’na itaatle mükellef İslami devletin, adil yöneticilerin ve ümmetin güvencesi altında olacaktır. (Bakara 256, Kahf 29).
8– Yönetimde mahalli inisiyatiflere imkân verilecek, kavim ekseninde değil ama coğrafi bölge bazında mahalli yönetimler güçlendirilecek, merkezi otoritenin yetkileri sınırlanarak, yerel halkın kendisini doğrudan yönetmede söz sahibi olmasına imkân verecek yöntemler geliştirilebilecektir.Bu bağlamda bazı açılardan özerkliğe de sahip bölgesel eyaletler kurulabilecek ve her bölge halkı kendi dilinde eğitim başta olmak üzere bütün kavmi, coğrafi, sosyal, kültürel haklara da sahip olacaktır.
9– Hiçbir kavmi kimlik üst kimlik haline getirilmeyerek, bütün halkların Müslümanları için ortak ve şerefli kimlikleri olan İslami kimlik,Müslüman olmayanlarla ortak payda olan insan kimliği de tüm insanlar için üst kimlik olarak esas alınınca, diğer bütün kavmi kimlikler de alt kimlikler olarak eşdeğer ve saygıdeğer kabul edilip eşit hak ve özgürlüklere sahip kılınınca,adaleti esas alan köklü bir çözümle bütün etnik sorun ve çatışmalar Allah’ın izniyle ortadan kalkacaktır.
İşte gerçek ve kalıcı barış (silm) ancak o zaman tevhid bayrağı altında tesis edilecektir. Çünkü İslam, Kürt’ü de, Türk’ü de yaratan Allah’ın dinidir. Ve Allah, kavim ayrımı gözetmeksizin bütün kulları için İslam’ı din olarak seçmiş ve tüm kavimlerin müntesiplerini eşit haklarla donatmıştır. Kavim ayrımı gözetmeden bütün insanlara, hepsinin yaratıcısı, sahibi, maliki olan ve hepsinin hukukunu gözeterek adil hükümler vazeden Allah’ın hükümleriyle hükmedilecektir. İşte bütün kavimleri, eşit haklara sahip, eşdeğer, saygıdeğer bir konuma oturtan, tevhid ve adaleti ikame ederek insanlık onurunu yücelten bu İslami sisteme geçilmeden de Kürt sorununa gerçek anlamda adil bir çözüm asla üretilemez.
İslam’ı reddeden, sekülerizme dayalı Türkçülük ve Türk ulus devlet yapılanması pek çok sorun ve zulümleri doğurmuş, büyük ıstıraplara yol açmıştır. Buna tepki olarak çıkanların büyük bir çelişkiyle zalimlerini taklide yöneldikleri görülmektedir. Seküler Kürtçülüğe dayalı bir Kürt ulus devletinin ya da Türk ve Kürt laiklerinin ortak seküler üniter devletlerinin de aynı ıstırapları ve zulümleri bir başka düzlemde tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacakları, aynı delikten ikinci kez ısırılma tecrübesini yaşamadan, ferasetle görülmeli, aklıselimle akledilmeli, vahyin uyarılarıyla idrak edilmelidir.
Tek, kalıcı ve adil çözümün, tüm kavimleri ve dillerini Allah’ın ayeti kabul eden, adaleti mülkün temeline oturtan İslam toplumunun ve İslami sistemin kurulmasından geçtiği asla akıldan çıkarılmamalıdır.Gerek zalim laik statükonun bekçileri, gerekse onların zulmüne itiraz eden ulusalcı-sosyalist-laik Kürt muhalefeti, bu sorunun adil çözümünde samimi olsalardı, bu sorunun oluşmasına ve büyümesine yol açan yerli taklitçi sekülerizme ve ardındaki emperyalizme karşı çıkar, tek kurtuluş yolu olan Kur’an’a, kendi halklarının İslami kimliğine ve İslam’a dönüş yaparlardı. Hatta Müslüman olmasalar bile kendi halklarının dinine saygı gösterip, bu halkları mutlu edebilecek ve ahrette kurtuluşa, dünyada adalete taşıyabilecek, insanlık onuruna kavuşturabilecek tek alternatif olan İslam’ın önünü kesmezler, engellemezlerdi. En azından, yokluğu, ihmali ve geriletilmesi bu kadar soruna yol açmış olan İslami kimlikle savaşmaktan artık vazgeçerlerdi.
b – İslami Adalet Sistemine Ulaşmak İçin Sorumluluklarımız
Zulumattan Nur’a doğru gerçek ve köklü bir değişimden yana olan biz Müslümanlar, hangi şart altında olursak olalım,içinde yaşadığımız toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olacak, adalet ve merhamete dayalı tebliğ ve eğitim çalışmalarımızı ve bunlara paralel olarak yürütmemiz gereken hak ve özgürlük mücadelemizi kapsayan ciddi ve kuşatıcı projelerimizle, halkımızın ufkunu ve önünü açmaya gayret göstermeliyiz. Allah, “bir toplum özündekini değiştirmedikçe onun durumunu değiştirmeyeceğine” (Radd Suresi/11) dairtoplumsal yasası gereğince, İslami bir sisteme ve onun adalet yönetimine kavuşmak isteyen toplumların, önce kendi özlerindekini değiştirmeleri gerektiğini beyan etmektedir. Özlerinde var olan vahye aykırılıkları, cahili ölçü ve değerleri temizleyerek, tevhidi istikamette, vahyin değer ve ölçülerine uygun bir dönüşüm geçirerek İslami bir sisteme müstahak olmaları gerektiğini hatırlatmaktadır.
Eğer tevhidi toplumsal dönüşüm ve inkılâp bir gün gerçekleşecekse, bu, ancak bütün kavimlerin müntesiplerinden oluşan ilkeli, tutarlı, ahlaklı ve şahsiyetli mü’minlerin, kardeşçe güç birliği yaparak, Allah’ın ipine/Kur’an’a topluca sarılarak aynı temel değerlere, aynı Hak mesaja davetteki nitelikli çabaları, samimi ısrarları ve süreklilik arz eden istikrarlı, adil şahitlikleriyle gerçekleşebilecektir. Bir toplum, eğer davete icabet edecekse, bunun, peygamberlerin örnekliğinde ortaya konan yolu işte budur. Yani şiddeti değil, merhameti, hikmeti ve güzel örnekliği esas alan davet ve eğitim yöntemidir. Tabii ki bu yöntem; iktidar eksenli değil, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, uzun soluklu bir yürüyüşe dayanmayı; sabredip direnmeyi, çabuk bıkmamayı, yılmamayı, yorulmamayı, sürekli yeni umutlar yeşertecek güçlü bir moral, irade ve azmi; risk almayı, bedel ödemeyi göze alan bir yürekliliği; şahsiyetli bir dava adamlığını, davasına ve dava arkadaşlarına karşı güçlü bir sevgi ve bağlılığı; davası ve dava arkadaşları için samimi bir yardımlaşma ve fedakârlık duygusuna sahip olmayı gerektirmektedir.
Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Acemiyle bütün Müslüman halklar, şiddet ve çatışma yerine eğitim ve tebliğ çalışmalarını, vahye şahidliği ve tevhid, adalet, özgürlük mücadelesini öne çıkarmalı, böylece toplumsal dönüşümü esas alan yöntem dâhilinde, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla ve kulluk bilinciyle durmaksızın çaba göstermeliyiz.Bu çabalarla, insanlarımızın özgürleşmesi ve tevhidi davetle muhatap olmaları temin edilebilirse, yani bizler bu görevimizi Allah rızası için hakkıyla yerine getirebilirsek ve Kürtler, Türkler, Araplar ve diğer kavimlerden oluşan toplum da bu davete icabet ederek, özündeki batıl kavram, ölçü, değer ve ahlaki normları temizleyip, tevhidi olanları onların yerine ikame edebilirse, yani özündekini Hak istikamette Nur’a doğru değiştirme iradesini gösterebilirse, işte o zaman Allah da vadini yerine getirerek İslami adalet sistemini inşallah takdir edecektir. (Rad Suresi/11)
Rabb’imiz Kur’an’da, özetle, eğer siz iman edip, salih ameller işlerseniz, Allah’ın zikrini (Kur’an’ı) okuma, anlama, yaşama ve yayma noktasında çokça çabalar sarf etmek suretiyle, Kur’an’la büyük cihadı hakkıyla icra ederek kulluk görevinizi yerine getirirseniz, bu istikametteki mücadelede zalimlere karşı yardımlaşarak, dayanışma ve güç birliği içinde mücadele ederek hak ve özgürlüklerinizi elde etmek için üzerinize düşeni yaparsanız, “işte o zaman, o zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuara Suresi 227) hükmünü vazederek, şirk ve zulüm sistemine karşı gerçekleşecek olan tevhid ve adalet inkılabının müjdesini vermektedir.
İşte bu umutla Allah için sorumluluklarımızı yerine getirme mücadelemizde, Türk halkını, seküler İslam düşmanı oligarşiye itiraz ederek, ulusalcı kirlilikleri üzerinden atıp İslami kimliğine sarılmaya, Türk ulus devletini ve ulusalcı laik politikalarını sorgulayarak, bunları dayatanları hesaba çekmeye, Kürt kardeşlerine yapılan zulümlere karşı çıkmaya çağırmalıyız. Kürt halkını da, kendisine yapılan zulmün seküler ulusalcı tercihlerden kaynaklandığını fark ederek, bir zulümden kaçarken bir başka zulüm olan Kürtçü sekülerizme savrulmaktan korunmaya, bu bağlamda kendi İslami kimlik ve değerlerine yabancılaşmış, hatta tıpkı Türkçü Kemalistler gibi düşman olmuş Stalinist Kürtçülerin, Kürt Kemalistlerin arkasından sürüklenme yanlışından dönmeye çağırmalıyız.
Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez vb. bütün Müslüman halkları, kavmiyetçilik, ırkçılık, ulusalcılık (kimileri -milliyetçilik- demedikçe anlamadıkları için bunu da kastettiğimizi şerh düşelim)hastalığını aşarak, Rabbimizin, uçurumun kıyısından kurtararak tesis ettiği İslam kardeşliğinde bütünleşmeye, birlikte teşkil ettiğimiz ümmeti vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa etmeye, Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmaya çağırmalıyız. Birimize yönelik zulüm ve saldırıyı hepimize yapılmış sayan bir anlayışla, direnişin azim ve onurunu kuşanmaya, bölgemizle ve bizlerle sürekli oynayan, çıkarlarına göre yön vermeye çalışan emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı topluca onurlu bir direnişi gerçekleştirmeye, özgürlük, adalet ve tevhide çağırmalıyız. İşte bütün kavimlerin Yaratıcısının vahyine dayalı bu adil ve evrensel çağrılarımıza icabet edildiğinde de, inşallah hak, özgürlük, adalet ve tevhidi ikame ederek, herkesime hak, adalet ve hukuk sağlayacak sistemi hep birlikte kurmaya çalışmalıyız.
Gerçek anlamda barış ve adalet
ancak Allah’ın hükümlerinin hakimiyetiyle sağlanabilir
Rabbimiz Kur’an’da Bakara suresi 208. ayette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (silme-İslâm'a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”
Barış ve adalet ancak fıtrat ile vahyin bütünleşmesi sonucu, herkesi yaratan, yarattığı bütün kullarının hukukunu gözeten ve imtihan dünyasında ihtiyaçları olan temel haklarını lütfeden Allah’ın hükümlerinin hakimiyeti ile gerçekleşebilir. Allah’a ve vahye teslim olunmadan barışa girilemez, bütüncül ve sahici anlamda adalet tesis edilemez. Şeytanın adımları izlenerek gerçek anlamda barışa/silme ulaşılamaz. Allah’ın, kamu-özel ayırmadan hayatın tüm alanlarını düzenleyen, hükümlerini dışlayarak, tagutlaşarak ya da sistemin taguti niteliğini sürdürerek, laik, Kemalist, ulusalcı seküler yapı devam ettirilerek gerçek anlamda barış da, bütüncül ve sahici anlamda adalet de tesis edilemez. Çünkü Kur’an’da Rabbimiz bildiriyor ki, “şirk büyük bir zulümdür.”
Lokman 13 – Lokman, oğluna öğüt vererek: “Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür”, demişti.
Laik liberal demokrasiler de, tıpkı diktatörlük ve oligarşiler gibi ilahi vahyin ortaya koyduğu hükümleri dışlayarak ve nihai anlamda yasa yapma yetkisi verilerek ilahlaştırılmış meclislerdeki temsilcilerin heva ve heveslerine göre yaptıkları yasalarla yönetimi esas alırlar. Bu sebeple, bu tür vahye değil de hevaya tabi şirk sistemleri hem bizatihi kendileri zulüm olacak, hem de kaçınılmaz olarak başka zulümlere de kaynaklık edeceklerdir. Şirk devam ettiği sürece hem Allah’ı bırakıp da başka ilahlar edinme zulmü devam edecek, hem de bunların hevaya tabi yönetiminde başka zulümlerin oluşmasına yataklık edecek, bunun için verimli bir ortam hazırlayacak demektir.
Ayrıca Allah’ın siyasal, sosyal, ekonomik ve hukuki bütün bireysel ve toplumsal hayat alanlarını düzenleyen hükümler vazettiği hakikatinden hareketle bilinmelidir, idrak edilmelidir ki, kim bu hükümleri düzenleyen Allah’ın ayetlerinden yüz çevirirse, Rabbimiz onlara bir şeytanı musallat edeceğini ve şeytanlar onlar saptırdıkları halde onların hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedip, öyle iddia edeceklerini bildirmektedir.
Zuhruf 36-37- “Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Bakara 11 -12 : “Bunlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, "Biz ancak ıslah edicileriz!" derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.”
Allah’ın özel ve kamu ayırımı yapmadan bütün hayat alanlarını kuşatan ayetlerinden yüz çevirenlere, Allah, şeytanları musallat edeceğini ve şeytanlar onları saptırdığı halde onların kendilerini doğru yolda olduklarını zannedeceklerini, arzda fesad çıkaranlar oldukları halde kendilerinin ıslah ediciler olduklarını iddia edip sureti haktan görünmeye çalışacaklarını açıkça ifade etmektedir.
Bu sebeple, hem Allah’ın siyasi, hukuki ve ekonomik toplumsal alanlara yönelik Allah’ın ayetlerinden/zikrinden yüz çevirerek laik tuğyanı savunmayı ve seküler ilkelerini esas alıp Atatürk’ü ilah edinmeyi sürdüren, hem de “Kutlu Doğum” haftalarında boy gösterip kendilerinin de Resulün (s) bağlısı ve yolunda oldukları imajı oluşturmaya çalışanların durumu tıpkı bu ayetlerle örtüşmekte ve Bakara 11. ayette ifade edilen konuma uygun düşmektedir.
Toplumu laik devletin seküler politikalarına ikna etmek, dini ve dindarı laik devlet adına kontrol ve denetim altında tutmak ve Allah ile aldatıp yönlendirmek için kurulmuş diyanetin “Kutlu Doğum” haftasını bu tür laik siyasetçilerin halkı Allah ile aldatmalarının zemini olarak sunması sonucunda bu liderler orada neler söylemişlerdir bir bakalım:
Sürekli “ekonominin dini, imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi olmaz”, “din bireyseldir”, “laiklikle İslam bağdaşır” diyen ve Mısır’ın, Tunus’un Müslüman halklarına laiklik teklifi yapacak kadar bu konuda mutmain görünen Başbakan Tayyip ERDOĞAN: “Bizim her meselede başvuru kaynağımız Kur'an-ı Mecid, rehberimiz Hz. Peygamberdir. Kanın aktığı, canların yandığı, ocaklara ateşlerin düştüğü bu meseleyi çözmek varken karşısında duranlar Hz. Peygamberin değil, Ebu Cehillerin yanındadır.”
Kuruluşundan itibaren esas aldığı ilkeleriyle Allah’a ve Resulüne başkaldırıyı temsil eden, laikliği ülkeye zorbalıkla egemen kılan ve bu uğurda istiklal mahkemelerinin ideolojik kararlarıyla pek çok cinayete imza atan, İslam şeriatnı isteyen ya da ülkesinde insanca ve Müslüman’ca yaşamak isteyen halk kesimlerine yönelik çok sayıda kitlesel katliamı gerçekleştiren ve bugün hâlâ aynı konumunu ısrarla sürdüren, üstelik şimdi de İslam şeriatının amansız düşmanı Ergenekon vb derin darbeci çetelerin hamisi kesilen CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da aynı yerde yaptığı konuşmasında şunları söyleyebilmiştir:“Ademoğlu'nun en hası, insanların en üstünü ve en mükemmeli olan Hazreti Muhammed'in kutlu doğumunun 1442'nci yılını idrak ediyoruz, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'e ehl-i beytine, ashabına ve tüm müslümanlara selam olsun.Hz. Muhammed haksızlık karşısında susmayı dilsiz şeytanlık olarak görmüş ve açıklamıştır.Adaleti hep yüceltmiştir. Adaletli bir toplumun yaşayabileceğini görmüştür, adaletli bir toplumda insan onurunun korunabileceğine inanmıştır.” “Hz. Muhammed tevhid dininin peygamberi olarak şirkin açığına da gizlisine de geçit vermedi."
Irkçı ve bu anlamda bütün kavimleri Türk kimliği içinde asimile etmeye dair laik resmi ideolojinin, ırk ayırımcılığını ve Türk’ün üstünlüğünü esas alan, buna dayalı derin devlet çetelerinin katliam ulus devlet politikalarının CHP ile birlikte yılmaz savunucusu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise aynı toplantıda, dinleyenlerle dalga geçercesine şunları söyleyebiliyor: “üstünlüğün ırka, mezhebe, soya göre belirlenmediğini” belirterek,” Allah katındaki üstünlüğün takvada olduğunu” ifade debiliyor. “İslam'ın özünde kardeşlik, gerçek anlamıyla barış ve huzur içinde birlikte yaşama ülküsü olduğunu” söyleyen Bahçeli, Peygamber hakkında "Doğruluğu ile insanlara örnek olduğu gibi, bu alandaki hikmetli sözleriyle de ümmetini yanlıştan ve sapkınlıktan azami derecede muhafaza etmeye çalışan yine kendisi olmuştur. Efendimiz'de insanları ayırmayan, insanları farklılaştırmayan muazzam bir birliktelik iradesi yer almıştır" diye konuşabiliyor.
Görüldüğü üzere, Türkiye’de siyasi liderler “Kutlu Doğum” adı verilen bir programda Allah’ın vahyinin örnekliğini, şahidliğini yaparak insanlığa ulaştıran Hz. Muhammed (s)’i anma toplantısında bir araya gelip din istismarı yapmakta ve Peygamber’e (s) bağlılık gösterisinde bulunmakta yarışıyorlar. Ama aynı zamanda her biri Allah’a ve Resulüne isyanın, tuğyanın adı olan laikliğin teminatı kendilerinin olduğunu söylemekte ve bu tuğyanın hakimiyetini sürdürmekte de yarışıyorlar. Halbuki “Kutlu Doğum” haftalarında ve sair zamanlarda Diyanet teşkilatının kuruluş amacı gereği sunduğu dini istismar alanını kullanarak bu sahte gösteriyi yapmak yerine, Allah’a ve Resulüne (s) samimi bir bağlılık içine girseler ve vahyi fıtratla bütünleştirip toplumsal, siyasal hayata hakim kılsalar, hevayı ilahlaştırma anlamında tuğyanı temsil eden seküler sistemin yol açtığı bütün zulümler, sömürüler ve katliamlar kendiliğinden bitecek ve gerçek sahici adalet ve barış Müslim-gayrimüslim bütün insanları kuşatacaktır.
Diğer yandan bazı Müslümanlar bile sistem içi çözüm arayışı hakkında yaptıkları açıklamalarda barışın, adaletin tesisi yolunda büyük beklenti oluşturacak ve sanki laik sistem içinde de barış ve adalet sağlanabilirmiş gibi ifadeler kullanabilmektedirler.
Tabii ki, akan kanın ve yaşanan bunca acıların kısmen de olsa azalması, silahlı çatışmaların son bulması ve sonuçta da artık anaların ağlamaması ihtimali sebebiyle iyi niyetle böyle bir heyecana kapılmak anlaşılabilir bir şeydir. Ancak Müslümanlar her şartta söylemlerini vahyi ölçülere uygun olarak sürdürmeli ve batıl, laik taguti bir sistem içinde gerçek barış ve adaletin tesis edilebileceği gibi anlamlar çıkarılabilecek cümleler kurmaktan da kaçınmalıdırlar.
Seküler-laik sistem içi görece iyileştirme çabaları, kanı durdurma ve silahlı çatışmaları önleme çabaları ve gasp edilen haklardan hiç değilse bir kısmının iadesine yönelik çalışmalar görece olumluluklardır ve görece bir rahatlama getirmek bakımından mevcut duruma göre ileri ve olumlu bir adımdır. Ancak kalıcı ve bütüncül adalet ve gerçek anlamda barış ancak fıtrat, evren ve insan hayatı arasındaki gerçek barışın/‘silm’in sağlanması ile mümkündür. Yani gerçek barış ve adalet ancak Allah’a teslimiyetle ve yaratanın yaratılmışların hayatı için vazettiği kurallarının, ne yapıp ne yapmamaları gerektiğine dair hükümlerinin esas ve belirleyici kılınması ile sağlanabilir.
Rabbimiz, Kur’an’da bütün varlıkların Allah’ı hamd ile tespih (yani Allah’a itaat) ettiklerini, (İsra 44, Hadid 1, Haşr 1, Nur 41) yalnız Allah’a secde (itaat) halinde bulunduklarını (Hac 18“Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor…”) bildirerek, insanların da bütün varlıklar gibi kendisini hamd ile tespih (itaat) ederek, secde edenlerle birlikte secde (itaat) edenlerden olmaları ve ölüm gelene kadar da yalnız Allah’a ibadet etmeyi sürdürmeleri gerektiğini emretmektedir. (Hicr Suresi 98-99). Çünkü hükümranlık Allah’a aittir (Tegabun/1), göklerin, yerin bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır (Maide 120), sadece kozmik hakimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur (Zuhruf 84). O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahrette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz. (Kasas 70).
Allah'ı hamd ile tesbîh etmek, tıpkı evrendeki ve arşdaki bütün varlıklar gibi Hakk'a secde edenlerle birlikte secde etmek, onlara uyum sağlayarak, evrendeki ahenge ayak uydurmak, fıtrat (bütün fizyolojik-biyolojik yapımız) ve evrenle (evrendeki bütün varlıklarla) aynı frekansı yakalayıp, aynı ilaha kul olarak, aynı ilahı hamd ile tesbih ederek, aynı ilaha secde/itaat ederek, evren-fıtrat ve insan hayatı arasında olması gereken uyumu ve barışı sağlamak emredilmiştir.
Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Mülk 1-2). Yaratmak da, imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında emretmek de Allah’a aittir (Araf 54). Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevalarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir (Casiye 18). Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır (Şura 21).
Allah, dosdoğru yolu olan sırat-ı müstakımini takip etmeye, Kur’an yoluna uymaya, Hakka tabi olmaya, bizi, Nur (aydınlık) olarak nitelenen bu hak yoldan ayıracak olan ve zulümat (karanlıklar) olarak nitelenen, batıl yollara uymamaya çağırmaktadır. (En’m 153). Kesin bir inançla iman eden bir topluluğun, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otorite tanımamaları gerektiğini, (Maide 50), hükmün sadece Allah’a ait olduğunu ve müminlerin sadece O’nun hükümlerine itaat edip, yalnız O’na ibadet etmekle mükellef olduklarını ve dosdoğru dinin de bu olduğunu (Yusuf 40), bir ihtilaf vukuunda, onu Allah’a ve Resulüne götürmeleri gerektiğini (Nisa 60), sonuçta Allah ve Resulü bir hüküm vermişse, müminlerin kalplerinde hiçbir darlık hissetmeden tam bir teslimiyetle ona iman edip, teslim olarak gereğince amel etmekten başka bir alternatiflerinin olmadığını (Nisa 65), Allah ve Resulü bir meselede herhangi bir karar/hüküm vermişse, mü’min bir kadın ve erkeğin aynı konuda farklı bir tercih yapmak hak, özgürlük ve yetkisinin bulunmadığını (Ahzap 36), Rabbimiz Kur’an’da bildirmektedir.
İşte Allah’ın adil hükümleriyle (şeriatıyla) hükmetmekten uzaklaşılarak, toplumsal, siyasal, hukuki ve ekonomik alanları düzenleyen vahyin hükümleri dışlanarak, hatta İslam şeriatı tehdit ve düşman edilip savaş açılarak ve egemen oligarşik odakların arzu ve isteklerini ilahlaştıran laik sistem içinde onların hevalarına dayalı yasalar dayatılınca bütün bu zulümler yaşandı. Emperyalist Batının seküler, laik, pozitivist şirk paradigmasını esas alan Jöntürk ve İttihat Terakki kadroları ve onların devamı olan Kemalist kadrolar bu ülkenin insanlarına büyük acılar yaşattılar, büyük katliamlar yaptılar. Bu süreçlerde de hep emperyalist Batı devletlerince desteklendiler.
Dolayısıyla bu topraklarda gerçekleştirilen, İslami kimliğe, Müslüman halklara, fıtri Kürt kimliğine, Kürt halkına ve 20. yy başlarında Ermeni halkına yönelik bütün katliamların, baskı, yasak, inkâr, asimilasyon ve çok boyutlu zulümlerin, sömürülerin altında aynı batının seküler ulusçu zihniyetinin imzası vardır. (Ermenilere yönelik katliamı Müslüman halkın iradesine rağmen bu ulusçu laik zihniyeti temsil eden despot İttihat Terakki-İT çetesi yaparken, Müslümanlara yapılan kimi katliamları da, Ermeni halkı değil de Batı desteğinde ortaya çıkan aynı zihniyetin temsilcisi Ermeni çeteleri yine Batı desteği ve kışkırtmasıyla yapmışlardır.)
Bu sebeple Müslümanlardan da, Kürt halkından da, Ermenilerden de özür dilemesi gereken ve onlara karşı borçlu olan bu seküler batı zihniyeti ve bu zihniyetin İT’ten Kemalistlere, Ergenekon çetelerinden Ermeni çetelerine ve darbeci generallerle kadar ülkedeki işbirlikçileridir. Bugün hâlâ bu zihniyeti sürdürme yanlısı olanlar da sorumludurlar. Bu zihniyet katil, insanı insanın kurdu haline dönüştüren sapkın bir zihniyet olarak, bundan sonra da aynı zulümlerin potansiyel taşıyıcısıdır. Bu sebeple seküler sistem içinde, bu zihniyetin yol açtığı sorunlara köklü, kalıcı ve adil çözümler gerçekleştirilemez.
Bütün bölge halkları gelin Kur’an’a ve Resulün örnekliğine topluca sarılarak ümmeti yeniden inşa edecek gerçek Müslümanlar olalım ve sahici adaleti, barışı vahiy ekseninde hep birlikte ikame edelim!
Kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek üzere sürekli bölgemiz üzerinde oyunlar oynayan, bölgedeki Müslüman halkları sürekli birbirine karşı kışkırtarak vuruşturan ve sömüren emperyalizme ve yerli işbirlikçisi despot ulus devletlerin zulmüne karşı hep birlikte itiraz etmeliyiz. İslam kardeşliği, İslam Birliği ve ümmet anlayışı ile ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projesini de birlikte uygulamaya koymalıyız. Küresel zulme karşı, küresel bir İslami direnişin tohumlarını ekmeliyiz. Halklarımızı, vahyin ışığında bilinçlendirip, kardeşleştirerek, muhalefet ve direniş azmini ve niteliğini kazandırıp yükselterek, tevhidi dönüşümüne vesile olacak İslami eğitim ve tebliğ çalışmalarımıza hız vermeli, vahyin şahitliğini yapacak güzel örneklerin sayısını ve niteliğini artırmalıyız.
Bölgede en fazla nüfusa sahip halkların içindeki Kürt, Arap ve Türk Müslümanlar bilmeliyiz ki,üzerimize düşen bu büyük sorumluluğu yerine getirmezsek, vahyin şahitleri olarak “hâl” (ahlakımız) ve “kâl” (sözle tebliğimiz) ile Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkaran mesajını halklarımıza taşıma cehdini göstermezsek, boşluğu Türk ve Kürt ulusalcılarının bâtıl ideolojilerinin tebliği doldurmaktadır. Ve bu şeytani ulusalcı söylemler, sâri bir hastalık gibi kolayca İslam’dan habersiz geniş kitleleri kuşatmakta, tesiri altına alarak yanlış istikametlere yönlendirmekte, çatışmalara sürüklemektedir. Bu ideolojilerin kuşatması altındaki yerlerde ise, İslam yaşama alanı bulamamakta, ırkçı bağnazlığın, taassubun etkisiyle, var olan fıtri erdemler, İslami eğilimler bile körelip yok olmakta, sonuçta en temel insan haklarını yok eden, iç düşmanlar üretip savaşan despotizme ve kör şiddetin tahakkümüne sürüklenilmekte, bu durum da büyük ıstıraplara, acılara yol açmaktadır.
Sonuçta, biz Kürt, Arap, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılarak, Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşayarak, yaygınlaştırarak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame, ıslah etme mücadelesi vererek, Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız. Eğer biz üzerimize düşeni yaparak, Allah’ın yardımına müstahak olabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecek(Muhammed Suresi/7), o zaman da inşallah, seküler aklın ve mantığın kavrayamayacağı derecede muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır(Al-i İmran Suresi/160).Böylece, küresel bir tevhidi direnişle, küresel zalimlere, küresel bir ders vererek, zalim emperyalistleri ve tüm yerli işbirlikçilerini bölgemizden kovup, bütün Müslüman halklar, kardeşçe ve adaletle bir arada yaşama imkân ve onuruna inşallah kavuşacağız.