Cumartesi, Kasım 23, 2024
Ana sayfa KONFERANSLAR İbadeti namaz , oruç ve hacca indirgemek ed-Dini anlamamaktır.

İbadeti namaz , oruç ve hacca indirgemek ed-Dini anlamamaktır.

by İlkav Editor
4,4K 👁
A+A-
Reset

Konferansın sunumunu Yasir İsaoğlu yaptı. Gökhan Kula’nın En’am suresindeki ilgili ayetleri ve mealini okumasından sonra konferansa geçildi. Ayan konuşmasında ibadetin Lugavi ve ıstılahi anlamlarını verdikten sonra Kur’an’da ibadetin insanın yaratıcısı ile olan ilişkisinin bir yansıması olduğunu beyan etti. İbadetin şekli taraflarının da olduğunu ama bu şekli ibadetlerin bir amaç haline getirilerek hayatın kendisine ibadet gözüyle bakılmaması hastalığının iman edenleri bekleyen büyük bir yanılsama olduğunu ifade eden Ayan yanlış ibadet anlayışlarına da değindi.  İnsanın Allah karşısında bir köle olmadığını, ama iradesi ile kulluk misyonunu seçip özgürlüğünü elde eden bir halife olduğunu, iman, şirk ve ibadet ilişkilerine de temas eden  Ayan konuşmasında bir takım insanların modernizmin getirdiği bireysellik anlayışının da etkisi ile ,namaz oruç ,hac gibi ibadet şekillerini tek amaç haline getirip ,hayatın tümünü vahiy eksenli ibadet kılma gereğini ıskaladıklarını ve bu yüzden tevhidi bir duruşu yakalayamadıklarını ifade etti. Bu durumu siyerden örnek vererek( bazı sahabelerin peygamberimize gelerek belli ibadet şekillerine kendilerini adamalarına karşın peygamberimizin onların bu hallerini olumlamaması hadisesi) açıkladığı konuşması soru ve cevap faslı ile son buldu. Konuşmasının geniş özeti aşağıda verilmiştir.

KUR’AN’DA İBADET VE HAYATI İBADET KILMA SORUMLULUĞUMUZ

Lügat Manası:

İbadet kelimesi bir kök kelime olup, Kur’an’dabu kelimelerle ilgili (abid, ibad, abd gibi) 250’den fazla ayet vardır.  Abede fiili; itaat etti, boyun eğdi, üstünlüğünü kabul etti anlamlarına gelir.Kelimeyi biraz açacak olursak; herhangi bir kimsenin üstünlüğünü kabul ederek, ona karşı kendi özgürlük ve bağımsızlığından vazgeçmek, isyan ve mukavemeti bırakıp itaate hazır olmaktır. Ubudiyet, açıkça boyun eğmektir. İbadet, boyun eğmenin son noktasıdır. İbadete, lütufkarlığın son noktasına ulaşmış olan Allahu Teala’dan başkası layık olamaz. “Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti…” (İsra: 23

Ekitap için tıklayın

Istılah Manası:

 Genel anlamda; Allah rızası için ve O’na ta’zim niyetiyle yapılan herhangi bir amel veya iş manası taşır.  Şurası muhakkaktır ki, Allahu Teala’nın rızasını kazanmak ve O’na hakkı ile ta’zimde bulunabilmek için sahih bir iman şarttır. Allahu Teala’nın indirdiği hükümleri beğenmeyen ve o hükümlere mukabil hükümler icad eden tağuti güçleri inkar etmeden sahih bir imana sahip olmak imkansızdır. “Andolsun ki, her ümmete; ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan sakının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl: 36

 

İbadet Karşılıklı Bir İlişkidir:

 Bu ilişkide, taraflardan ikisi de aktiftir. Allah (cc) kulunun ibadet alakası içinde bütün faaliyet ve yakarışlarına karşılık vermektedir. Bakara 152. ayette; “Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” Ayrıca aynı surenin 186. ayetinde; “Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim…” buyurulmuştur. Yaratanla yaratılanın diyaloğu, Kur’an’ın ifadesiyle konuşması (tekellüm) yukarıdan aşağı, yani Allah’tan insana doğru olan şekliyle vahiy halinde tecelli ediyor. Diyaloğu aşağıdan yukarı yani insandan Allah’a doğru düşündüğümüzde, karşımıza ibadet veya dua diye andığımız faaliyet çıkıyorİbadetin yalnız Allahu Teala’ya has kılınmasının işaret ettiği nükteler, müfessirler tarafından anlatılmıştır. Bunlardan birini, Razi’nin Mefatihu’l- Gayb isimli eserinden verelim: “İbadet, yüceltme duygusunun zirvesidir. Böyle bir duygu, nimetlerin en yücesini bahşeden kudret önünde duyulur. Nimetlerin en büyüğü ise hayat nimetidir. Bu yüzden ibadet, yalnız ve yalnız hayat nimetinin bağışlayıcısı olan Allah’a yapılır. “ Anlaşılmaktadır ki, insan noktasından baktığımızda, ibadetin özü Allah’ın Allah’lığını bir şuur olarak bütün benliği kuşatacak şekilde duymaktır. Bu duyguyu bir takım hareketlerle şekle dökmekse ikincil bir keyfiyettir. Fakat şu inceliği hiçbir zaman gözden uzak tutmamak durumundayız: Mü’minin gayesi, mabudu olan Allah’ı yüceltmek ve onunla buluşmaktır. Diğer nimet ve bereketler, zaten kendiliğinden doğacaktır. İnsana düşen, iç dünyasında onları esas gaye haline getirmemektir. Böyle yapılmaz, ikincil noktalar gaye haline getirilirse, beklenebilecek bütün sonuçlar mahvolur. (Aşırılık, şirk vb. ortaya çıkması söz konusu olabilir.) İnsan, ibadetin doğru anlamını idrak etmiş olsaydı. Yani, onun namaz, oruç, zekat ve hacdan önce yalnız ortaksız Allah’a kul olmak olduğunu ikrar etmiş olsaydı günümüz Müslüman’ının hayatında tezatlar bulunmazdı. Milyonlarca insan sınırlı çerçeveler içinde bazı ibadetleri yerine getirenin;  Allah’ın helal ve haramlarının zıddına başka birilerinin emir ve yasaklarına rızasıyla boyun eğse de imanı kamil bir mü’min olduğuna inanmaktadır. Allahu Teala, Kur’an’ında şöyle buyurmaktadır:“De ki: Namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Ve ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum.”  (En’am: 162,163) Bu ayet-i kerimede görüldüğü gibi namaz ve ibadet ayrı ayrı zikredilmiştir. Demek ki günümüzde ibadet kabul edilen belli, sınırlı ibadetler dışında hayatımızın bütünüyle ve her yönüyle ibadet olması gerekmektedir

İbadetin Şekilleri:

Yusuf el-Kardavi ibadeti şekillerine göre sınıflandırıyor. İbadetin birbirlerinden bağımsız olarak düşünülemeyecek şekilleri vardır

A-     Dua:Allah’a, faydalı bir şey istemek ya da zararlı bir şeyden uzaklaştırması, koruması, belanın yok olması ya da düşmana karşı zafer elde etmek vb. şeyler elde etmek için yönelmektir. Kalpten gelen bir istekle, Allah’a yönelme, ibadetin özü ve ruhudur. Tirmizi’nin aktardığı bir hadiste dendiği gibi, “Dua ibadettir.”

B-     B- Dini yükümlülükleri yerine getirme:Namaz, oruç, sadaka, hacc, adak, kurban vb. gibi bu ibadetlerin Allah’tan başkası için yapılması şirktir.

C-      C- Allah’ın hüküm olarak koyduğunu kabul etme, teslim olma:Helali helal, haramı haram, hadleri ve dünya işlerini düzenleyen hükümleri olduğu gibi kabul etmek. Allah’a Rab olarak iman eden birisi için, insanlardan boyun eğdiği, hayatını düzenlediği hüküm, değer ve kanunları alması caiz değildir

D-     İnsanoğluna Düşen Rabbi Olan Allah’a Kulluktur: Bir insan olan ben, niçin yaratıldım? Benim bu dünyadaki görevim veya fonksiyonum nedir?İşte! Her insanın kendisine sorması ve vereceği cevap üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken sorular. Gerçekten insanın herhangi bir konudaki cehaleti, neticesi ne kadar büyük olursa olsun belki affedilebilir. Fakat insanın bizzat kendi varlığının durumu, yaratılışının gayesi ve şu yeryüzündeki görevi ile kişiliği hakkındaki cehaleti affedilir bir hata değildirKendisine akıl ve irade verilen şu insanın geleceği hakkında hiçbir şey düşünmeden, varlığının hakikati ve şu hayattaki fonksiyonunun mahiyeti hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan sırf hayvanlar gibi yiyip-içerek gafil bir şekilde yaşaması ve sonra da ansızın ölümle kucaklaşıp uzun veya kısa olan hayatında hiçbir hazırlıkta bulunmadığı, meçhul bir akibetle baş başa kalması onun için en büyük utanç vesilesidir. İşte o zaman insan pişman olur; fakat bu pişmanlık kendisine hiçbir fayda sağlamaz. Kurtulmak ister; fakat o da kendisi için imkansızdır. Her peygamberin ilk çağrısı; “Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur” (A’raf: 59) olmuştur.  Yalnız Allah’a olan bu ibadet, Allah’ın evvelce insanoğluna vaadedip kudret kalemi ile insanın fıtratına yazdığı ve ona akıl ve kalp gibi nimetleri verdiğinden beri asil tabiatına yerleştirdiği eski bir ahid, bir sözleşmedir: “Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?” (Yasin: 60,61) Haddi zatında peygamberlerin ve mukaddes kitapların gönderilmesindeki asıl gayenin de insana evvelce vaat edilen bu eski ahdi hatırlamak ve fıtratın madeni üzerine biriken gaflet ve putperestlik tozlarını silmek olduğunda şüphe yoktur. Çünkü her peygamberin ilk çağrısı:   “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilahınız yoktur.” (A’raf: 59) ayetinde olduğu gibi, Hz. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut ve Allah’ın ayetlerini yalanlayan diğer kavimlere gönderilen peygamberlerin hepsinin de ilk çağrısı bu olmuştur. İşte yüce Allah buyuruyor ki: “Andolsun ki, her ümmete ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan sakının diye peygamber göndermişizdir.” (Nahl: 36)

İbadetin Kapsamı:  Allahu Teala, sizi yarattıktan sonra size hükümler vermiştir. Bu hükümler bilinen ibadetlerden başka şeylerdir. Siz bütün yaşayışınız boyunca Allahu Teala’nın emirlerine, hükümlerine, bildirdiklerine bağlı bulunacaksınız. Hiçbir zaman başıboş olamayacaksınız. İstediğinizi yapamayacaksınız, bildiğinizi okuyamayacaksınız. Hareketinizi Allahu Teala’nın kararlaştırmış olduğu şekle ve ölçülere göre ayarlayacaksınız. Bütün işleriniz, bütün davranışlarınız, Allah Teala’nın size göstermiş olduğu usule uyacaktır. Böyle yaptığınızda, sizin yaşayışınız kendiliğinden bütünüyle ibadet olur. Yaşadığınız zaman, uyumanız, uyanmanız da ibadet olur. Yemeniz ibadettir, içmeniz ibadettir. Yürümeniz, gezip dolaşmanız, konuşmanız ibadettir. Çocuğunuzu sevmek dahi ibadettir. Hani insanların dünya işi dedikleri bu işlerin hepsi de din işi, ibadet olur.  Şimdi siz, yapacağınız her işi Allahu Teala’nın kararlaştırdığı ölçüler dahilinde yaparsanız yaşayışınızda, attığınız her adımda, şunu düşüneceksiniz ki, Allahu Teala’nın bildirdiğine göre caiz olan nedir? Caiz olmayan nedir? Helal nedir? Haram nedir? Farz nedir? Men edilmiş bulunanlar neler? Ne gibi davranırsa Allahu Teala’nın rızasını elde eder? Nasıl davranırsa Allah’ın rızasızlığı ortaya çıkar? Mesela siz, günlük geçiminizi temin için işe girişiyorsunuz. Elinize öyle fırsatlar geçiyor ki, kolaylıkla kafi miktarda bol bol haram mal da, para da kazanabilirsiniz. Fakat sizin içinizde Allah korkusu, Allah’ı düşünmek varsa bu haram parayı, bu haram malı almazsınız, el dahi sürmezsiniz. Yiyeceğiniz helal ekmeği düşünür, aza kanaat edersiniz. İşte bu şekilde sizin ekmek parası kazanmanız ibadet olur

 Buna göre demek ki, Allahu Teala indinde asıl ibadet, insan kendi kendisini anladığı dakikadan ölünceye kadar Hak Teala’nın hükümlerince yaşayışına devam edecek ve O’nun emri ile yürüyüp gidecek. Bu ibadet için herhangi bir şekilde vakit tayin edilmiş değildir. Bu ibadet her zaman içindir. Bu ibadetin herhangi bir muayyen şekli yoktur. Her şekilde her iş ibadet olabilir. Yukarıda verdiğimiz misal gibi, siz demiyorsunuz ki, ben falan vakit Allah kuluyum, falan vakit Allah kulu değilim.  Şunu anlamış olduk ki, ibadetin muayyen bir vakti ve zamanı yoktur, hayat boyunca her hal-u karda Allah’a kulluk etmenin adına ibadet derler. Şimdi siz kalkıp da sorabilirsiniz ki, mademki ibadet budur, öyle ise şu namaz, oruç, hac v.b. nedir?

Allah’ın sizler için farz kıldığı bu ibadetlerden maksat; hayatın her alanını kuşatan ibadet için sizi hazırlamaktır. Bu ibadetler hazırlık ibadetlerdir. Sizin hayatınız boyunca devam edecek olan ibadete hazır olasınız. Daima ibadet halinde olmak için hazırlanasınız. Siz günde beş vakit namaz kılarken hep Allah kulu olduğunuzu hatırlarsınız. Hatırlayasınız diye Allahu Teala size beş vakit namazı farz kılmıştır. Size senede bir ay oruç farz olmuştur, bu da sizi yine kulluk etmeye hazırlamak içindir. Defalarca size zekat vermenizi hatırlatmıştır, hatırlatmıştır ki, siz kazanmış bulundunuz, mal sizin değildir, Allah Teala atiye kabilinden sizlere ihsan eylemiştir. Bunun için siz, sizin olmayan bu malı kuralsız bir şekilde harcayamazsınız. Allah’a karşı muhabbet, Allah’a karşı sevgi gönüllerde öyle yerleşir ki, bir kere yerleşti mi bütün ömür boyunca bunun tesiri gönüllerden çıkmaz, silinmez. Bu hazırlık ibadetlerinden sonra, eğer siz öteki büyük ibadet için ehliyet kesbedip, hayatınızı Allah’ın istediği şekle koydunuz mu, o zaman sizin her hareketiniz, her işiniz ibadet olur. Elbette şuna da şüphe yok ki, böyle olmakla beraber, namaz yine namazdır, oruç yine oruçtur, zekat yine zekattır, hac da hac. Şimdi içimizde bu niyet olmaksızın namaz kılsak, boyuna eğilip kalksak, oruç tutup hep aç kalsak susuz kalsak, hacca gitsek, hac merasimini eda eylesek, zekatımızı ödesek yine bir faydası olmayacaktır. Namazımız; boşuna eğilip kalkmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir.“(Namaz’da) yüzlerinizi doğuya ve batıya döndürmeniz iyilik (birr) demek değildir…” (Bakara: 177)

Hayatın Gayesi:Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56) Bu özlü ayet büyük ve önemli bir hakikati ortaya koymaktadır. Bu evrensel hakikat iyice anlaşılıp kesin bir inanç haline getirilmediği sürece hayatın düzene girmesine yani hayatın inşasına imkan yoktur. Çünkü bireylerin, cemaatlerin ve insanlığın hayatı, bütün zaman ve çağlar boyunca ancak bu hakikatin kavranmasıyla istikamete girmiştir.  Hayatın pek çok hedef ve ifadeleri var ki, ancak bu hakikatin çerçevesi içerisinde mütalaa edilebilir. Bu, hiç kuşkusuz bütün hayatın odağı ve temel taşı olan bir hakikattir. Bu hakikatin temel ve vazgeçilmez yönü, cin ve insanların bir gaye için yaratıldıklarını bilmektir. Kim bu gayenin gerektirdiği görevini ifa ederse, varlığının gayesini gerçekleştirmiştir. Kim de görevini aksatır veya yerine getirmezse varlığın gayesini iptal etmiş, işe yaramaz, hayatta hedefsiz ve asli anlamından kopuk bir hale gelmiştir. Yani bu kimse hayatının vazgeçilmez değerlerini kaybetmiş, güç kaynağından kopmuş ve kısaca mutlak bir zarara uğramıştır. Varlığının güç kaynağından kopmuş her canlının kaçınılmaz sonu budur. Canlıyı koruyan, sarsılmaz kılan ve devamını sağlayan kaynaktan kopmanın acı sonu budur.İbadet, gerek cinleri, gerekse insanları varlık kaynağına bağlayan belirli bir görevdir. Yani ortaksız, tek olan Allah’a ibadet görevi. Kul ve Rabbin varlığı, kulluk görevinde var olması gereken iki vazgeçilmez unsurdur. Yani ibadet görevini yerine getiren kul ve kendisine ibadet edilen bir Rabb… İşte bir kulun bütün hayatı, bu esasa dayanmak ve bu esas istikametinde bulunmak zorundadır. Bu durumuyla insan bütün gailelerinden yaka sıyırıp Rabbine koşmuştur. Dünyevi bunalımlardan, zillet çağrılarından Rabbine koşmuştur.  İştah kabartıp dikkatleri dağıtan cazibelerden kurtularak Rabbine, yani özgürlüğüne kavuşmuştur. Çamurun ağırlığından ve oyalayıcı her şeyden sıyrılıp Rabbinin kulluğuna kavuşmuştur. Böylece o, kainattaki asıl yerini bulmuştur. Yani, sadece Allah’ın kulu olmuştur. Çünkü Allah kendisine kulluk etsin diye onu yaratmıştır. Yaratılışının gayesini, ancak kulluk görevini yapan kimse anlamıştır. İbadeti tam anlamıyla yerine getirmenin yolu, yeryüzü halifeliğinin sorumluluğunu bilerek, bundan azami şekilde yararlanarak ifa etmektir. Kulluk görevinin farkında olan bir kimse yeryüzü halifeliğinin nimetlerinden yararlanırken kanaatkar olmak, kalben huzurlu ve dünyevi cazibelerden soyutlanmış olarak yaşamak zorundadır. Abid bir insan yüklenmiş bulunduğu hilafet görevini kendi nefsi için değil, bu nimetlerin keyfini çıkarmak için değil ibadetin tadına varmak ve huzurunu Rabbine teslim oluşta bulmak için ifa eder. İşte Kur’an-ı Kerim’in sık sık değinip güçlendirmek istediği anlayış budur.

Kur’an insanın duygularını nefis bencilliği ve rızık endişesi esaretinden kurtarıyor. Çünkü rızık Allah’ın teminatı altındadır. Yüce Allah’ın bütün kullarına garantisi vardır bu konuda. Şu halde hilafet görevini yapan bir mü’mini çalışmaya ve çabalamaya iten neden rızık endişesi değildir. Çünkü bunun tek nedeni ibadetin manasını gerçekleştirmektir. İbadet ki onu gerçekleştirmenin yolu, olanca güç ve çabayı harcamaktır. Bundan dolayı bu anlayışın sahibi olan insanın düşünebileceği tek şey ibadettir. Sadece bu amaçla çalışıp çabalamak… Neticelere bakmadan çalışmak… Bu, hiç kuşkusuz ancak onurlu bir dünya görüşünün gölgesinde var olabilen üstün duygulara sahip olmak demektir. Eğer insanlık bu onurlu duyguları kavrayamamış ve tadamamışsa bunun nedeni, ilk İslam neslinin yaptığı gibi Kur’an’ın gölgesinde yaşamamak, hayatın esaslarını bu muazzam kurallardan almamaktır. Eğer insan ibadet ve ubudiyetin bu yüce ufkuna yükselip burada durabilirse, onur ve üstünlük dolu bir gayeye ulaşmak için sıradan araçlara kesinlikle başvurmayacaktır. Hatta bu üstün gaye Allah’ın dininin zaferi, Allah adının yüceltilmesi bile olsa başvurmayacaktır. Çünkü sıradan araçlar, bir yandan ibadetin temiz ve onurlu anlamını zedelerken diğer yandan ise gayelere varmaktan çok sadece görev yapma endişesini öne çıkaracaktır. Yani yerine getirmiş olmak için ibadet etme endişesi… Oysa ki gayeler tamamen Allah’a aittir; Allah’ın irade buyurduğu takdir doğrultusunda gerçekleşir. Bu bakımdan abid  bir mü’minin hesabında bulunmaması gereken ve tamamen Allah’a ait olan bir gayeye ulaşmak için sıradan araç ve yollara başvurulamaz.

İşte bu özlü ve kısacık ayet-i kerime, bu büyük ve muazzam hakikatin boyutlarını böylece ortaya koymaktadır.
Allah Teala’nın noksanlıklardan şanı müstağnidir. Kullarının ibadeti O’na bir fayda vermez. O’ndan yüz çevirenlerin itaatsizliği de asla O’na zarar veremez. O, ganiyi mutlaktır. Biz ise, O’na muhtaç kullarız. O, kullarına karşı çok lütufkar ve çok merhametlidir.

 “Ey Nas! Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağnidir, övülmeye layık olandır.” (Fatır: 15)

Allah’a Kulluk Hürriyet Yoludur:

Gerçekten Allah’a samimiyetle kulluk etmek, hürriyetin ve bağımsızlığın ta kendisidir. İnsanın kalbini yaratıklara karşı kulluktan ve Allah’tan başka, insanları köleleştirici her çeşit uydurma tanrılara ve putlara boyun eğmek zilletinden kurtaran tek yol Allah’a kulluktur. Allah’a kul olmayan kimse –her ne kadar hür ve bağımsız gibi görünse de- başkalarına kul ve köle olmaya mahkumdur. Çünkü insanın kalbinde kendisine bağlanacak ve rızasını kazanmak için bir Allah’a ve bir mabuda fıtri bir ihtiyaç vardır. Şayet o, bu bir ve gerçek varlık olan Allah’a kul olmaz ve O’na kulluk etmezse, görülen veya görülmeyen, düşünülebilen veya düşünülemeyen, mevcut olan ya da hayal ve vehimde beliren birçok uydurma tanrı ve rabbe ibadet ve kulluk etmek zilletine düşer.  Aklı selim sahibi bir insanın kendisini yaratan ve ona sayısız nimetlerini bahşeden Allah’a kulluk etmesinden ve O’nun dışındakilere boyun eğmemesinden daha şerefli bir şey yoktur.

İbn Teymiye diyor ki: “Allah’a kulluk etmekten kibirlenen bir insan Allah’tan başkasına kul olmaya mahkumdur.”

Allah’a kulluktan kibirlenen bir kimse kendisini Allah’tan başkasına kul ve köle edecek arzu ve ideallerin esiri olur. Böylece o, sevdiği arzunun kulu olur. Ki bunlar da mal, makam, mevki, şekil ya da güneş, ay, yıldızlar, putlar ve peygamberlerin, Salih kişilerin kabirlerini kendilerine mabet edinmek veya melekleri, peygamberleri vb. kendilerine rab edinmek suretiyle Allah’tan başkasına kulluk etmektir.  Zaten O’na kul olmaktan kibirlenen herkes müşriktir. Bunun için firavun insanlar içinde Allah’a kibirlenenlerin en büyüğü idi ve o müşrikti. “Firavun: ‘Ben size izin vermeden mi O’na iman ettiniz? ” (A’raf: 124)

Görülüyor ki, insan, Allah’a ibadet etmekten ne kadar kibirlense, O’na o kadar büyük şirk koşmuş oluyor. Çünkü o, Allah’a ibadet etmekten kibirlendikçe kalbin ilk esas gayesi olan arzusuna ve sevdiğine karşı ihtiyacı o nisbette artmaktadır. Böylece o, bu arzularının peşinde koşarken Allah’a şirk koşmuş olur.

İnsanın dine karşı içtenlikle bağlılığı arttıkça Allah’a kulluğu kemale ulaşır ve yaratıklara muhtaç olmaktan kurtulur. Allah’a kullukta kemale erişiyle de kibirden ve şirkten kurtulur.

İnsanı ibadete yönelten ve gerçekte Allah’tan başkasına ibadete çağırmayan fıtrattır.      Fıtrat; ancak hakiki ilah olan Allah’a ibadetle tatmin ve huzur bulur.

İbadet mefhumu altında şirki düşünmek zorundayız.Çünkü Kur’an’a baktığımız zaman Allahu Teala ibadetin sırf kendisi için yapılmasını istediğini görüyoruz. Bu nedenle ibadetlerde niyet ve ihlas çok önemlidir. Bizi şirkten kurtaracak veya bir Müslümanı ibadet ederken şirkten uzaklaştıracak iki temel unsur vardır. İhlas, yani sadece Allah için ibadet ve riyadan kaçmak, yani herhangi bir yaratığı şahsi menfeati icabı yahut sırf tazim kastı ile uluhiyet mertebesine yükseltmemek. Sahte bir niyet ve yanlış bir inançla yapılan kulluklar hiçbir zaman şirkten uzak değildirler. Hani desinler diye, beğensinler diye, işte iyi adam desinler, bak işte hayır ve hasenat yapıyor desinler diye yapılan ibadetlerin ve düşüncelerin içerisinde bile şirk-i hafi dediğimiz şirk vardır ve bunlardan sakınmak gerekir.

Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman Allahu Teala kulluğu ikiye ayırmış:

1-      Amel-i Salih işleyen kullar var.

2-      Amel-i Salih işlemeyen kullar var.

Onun için her itaat kulluk değildir. Rasulullah’a müşrikler diyorlardı ki: “Canım sen bizi Allah’a ibadete davet ediyorsun, ama biz zaten Ka’be etrafında ibadetimizi yapıyoruz.” Bunun üzerine ayet-i kerime nazil oluyor, ve diyor ki: “Onların beyt etrafında (Ka’be) yaptıkları ibadet, ıslık çalmaktan veya bağırıp el çırpmaktan başka bir şey değildir.”

O halde Allahu Teala’nın istediği, emrettiği bir kulluk, bir ibadet şekli vardır. Zira yaratan O olduğu için ibadeti kabul veya red edecek olan da O olduğuna göre O’nun istediği gibi ibadet etmek zorundayız. O’nun istemediği kulluk ise başkasına yapılan kulluktur ki şirktir.                 “De ki: Ben ancak Allah’a kulluk ederim. O’na şirk koşmamakla emrolundum, ben ancak O’na dua ederim. Dönüşüm de yalnız O’nadır.” (Ra’d:36)

Allahu Teala başka ortak istemiyor, sanki ibadetin temelini oluşturan da budur.

Cenab-ı Hakka yapılması gereken kulluğu vb. bir başkasına yapmak, bu açık bir şirktir. Bu kim olursa olsun yani Allahu Teala’nın dışında O’nun yarattıklarından birisine, Allah’a ibadet edercesine, saygı ve tevazu gösterircesine, O’na saygı göstermek, boyun eğmek, eğilmek, Allah’tan bilinmesi ve istenmesi gereken bir şeyi başkasından istemek şirktir.

Eğer birinin emrini, emir verdiği için insan tutar da, Allah’ın emrini tutmaz. Yahut birisi yasak etti diye yasağa uyar da Allah’ın koyduğu yasağa uymaz. Birinin tercih hakkı verişinden ötürü bir tercih hakkı kullanır da Allah’ın verdiği tercih hakkını bir tarafa iterse bu yapıdaki insan mantığı bir şirk mantığıdır. Allah bunu kabul etmiyor.

 “Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?…” (Furkan: 43)

Bu ayetteki heva kelimesini görüş olarak da tercüme edebiliriz. Allahu Teala bir yana bırakılarak falancanın görüşü şu deniliyor. O kendi görüşünü ilahlaştırıyor demektir. Falancanın ideolojisi şudur. O kendi ideolojisini ilahlaştırıyor, ve Allah bir tarafa bırakılıyor. Allahu Teala’nın istemediği budur. Bugün belki modern şirk de budur.

İbadetle Allah’a Bir Mecburiyet Atfedilemez!

İbadetten sonra beklenecek yardım ve lütuf konusunda da çok dikkatli olmak ve Allah karşısında “ben yaptım, sen de vereceksin” edasına bürünmekten sakınmak gerekir. Kur’an, ibadetlerin bir kurtuluş garantisi değil kurtuluş ümidi oluşturduğuna dikkat çekip, insanı Allah karşısında kafa tutar bir tavra girmemek hususunda uyarmıştır. Bakara suresi 21. ayette “ Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet edin. Bu sayede korunmanız umulur” diyor. Bu demektir ki, ibadetler kurtuluş yolunda bir ümit ve ihtimal getirir, bir garanti ve senet sunmaz.

Biraz önce zikrettiğimiz ayeti tefsir ederken Elmalılı Hamdi Yazır şu cümleleri kullanmıştır: “Dikkat edin! Siz ibadetinizle Onu, sizi korumaya mecbur edemezsiniz. Koruyacak olan O’nun rahmet ve yardımıdır. O halde, ibadet ediyoruz diye her akıbetten emin olmayınız. Sadece ümitleniniz ve ümidinizi Allah’tan başkasına bağlamayınız. (Elm. I/265)

Kur’ani ve Muhammedi anlayış budur. Bu anlayışın en değerli bağlılarından biri, sahabi Ebu’d-Derda gerçeği şöyle dile getiriyor: “İmanına güvenerek sonsuz kurtuluşu garantilediğini sanan, imanından yoksun bırakılır.” (İbn Mubarek; Kitabu’z-Zühd, 541)

İman ve İbadet:

İman; fani, mahdut ve güçsüz bir varlık olan insanın bütün varlığının O’ndan südur ettiği Baki, Ezeli ve mutlak kaynağına bağlanması demektir.

İman, kişiyi dünya hayatının bir takım değerlerine köpekçe üşüşmekten alıkoyar. Allah katında olanları seçmeyi sağlar. Çünkü onun daha hayırlı ve daha sürekli olduğunu bildirir. Kur’an iman temeline dayanmayan, iman mihverine bağlanmayan ve bu nizamdan neş’et etmeyen bütün hareketlerin değerini yok sayar. İslam’ın bu konudaki görüşü bütün açıklığıyla ortadadır. Nitekim İbrahim Suresi 18. ayette buyrulur ki:                                                                     “Rablerini inkar edenlerin işleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu uzak bir sapıklıktır.”

Bu ifadeler gayet açık ve nettir. İmana dayanmayan her amelin değerini yok sayar. Çünkü iman, yapılan işleri varlığın kaynağına bağlayan bir güç ve varlığın gayesiyle ahenkli olan bir hedef haline getirir.

Amel-i Salih, imanın tabii semeresidir. İmanın gerçekten bir kalpte yerleşmesi anında kendiliğinden bir hareket başlar. Çünkü iman müsbet ve hareketli gerçekten ibarettir. Bir vicdanda iman yer eder etmez hemen kendi varlığını insanın dış dünyasında salih ameller şeklinde tahakkuk ettirmeye başlar. İşte İslam’ın anladığı iman budur. Bu iman durgun ve atıl kalmaz. Canlı bir şekilde kendini göstermeden duramaz. Eğer bir iman bu tabii hareketi sağlayamıyorsa o ya sahtedir, yahut ta ölüdür. İman harekete geçmeyen iyi niyetlerden ibaret değildir. İşte imanı hayatın içinde yapıcı büyük bir güç haline getiren İslam’ın apaçık tabiatı bundan ibarettir.

İman sadece bir iddiadan ibaret değildir. Her iddia isbatı gerektirir. Aşağıdaki ayette iman ettiklerini iddia eden kimselerden bu iddialarının isbatı istenmektedir ve şöyle denilir:

 “Ey iman edenler! Allah’a ve rasulüne iman edin…” (Nisa: 136)

İslam’ın hakkını verebilmek için, bütün önyargılarımızı bırakıp tıpkı ilk Müslümanların izlediği yöntemleri uygulayarak yeni baştan Müslüman olmamız gerekir. En başta da, İslam dışı olduğundan kimsenin kuşkusu bulunmayan alışkanlıklarımızı, süre gelen toplumsal yapının bize kazandırdığı, ister istemez yapmaya zorladığı bir takım İslam dışı tavırları, davranışları bırakmamız gerekiyor. Bu bir bakıma imanımızı yenilememiz anlamına gelecektir. Bir bakıma da ondan daha ileri, ama daha güç bir konumu yaşamaya istekli olduğumuzu vurgulayacaktır. Kendimizi, ilk kez Müslüman oluyormuşuz gibi hissedeceğiz. Bütün geçmişimizi bir daha onlarla hiçbir biçimde ilgimiz kalmamacasına itmişiz, saf halis bir İslam toplumuna ilk kez, yeni bir Müslüman olarak giriyormuşcasına bir teslim olma haliyle başlayacağız. Her şeye sıfırdan başlayacağız. O kadar ki, şu ana kadar yaşadığımız hayatın ikiyüzlü olduğunu kendi kendimize itiraf edeceğiz. Bir yiğitlik olsun diye değil, hayır, yaşamaya istekli olduğumuz din öyle gerektirdiği için bu itirafta bulunacağız. Sonra da ilk Müslümanlar kendi yaşama tarzlarını nasıl inşa etmişlerse, adım adım kendi hayat tarzımızı inşa etmeye girişeceğiz. Mevcut kurumlardan, mevcut alışkanlıklarımızdan işimize yarayanı var mı, yok mu diye düşünülmeden…

İnsanları büyük çoğunlukla el’an Müslüman olan ülkelerde, küllendirilmiş İslami şuurun yeniden nasıl uyandırılabileceği gibi bir soru ile karşı karşıyayız.

İslami sorumluluğu hissetmek için,“Müslümanım” demek yetmiyor. Kişinin sahiden Müslüman olması ve İslam’ını ciddiye alması gerekiyor. Bu da ancak tasavvurunu, aklını, şahsiyetini vahye inşa ettirmiş bir insan olmasıyla mümkündür.

Böyle bir insanın inşasından söz edilmeden, insanlığa kaybettiği umudu yeniden verecek bir medeniyetin inşasından söz edilemez.  Sorumluluk bilinci olmadan din olmaz. Çünkü din, insanın Allah’a borçlu (deyn) olduğunun, dolayısıyla Allah’sız bir gelecek tasarlayamayacağının bilincine erdiren bir müessesedir. Şimdi bize düşen, vahiyden yola çıkarak vahyin inşa modelini, bu modelden yola çıkarak da vahyi anlamaya çalışmaktır. Çünkü peygamberimiz “yürüyen Kur’an idi.” Modeller ise, üretildikleri sürece “yaşayan model” olma vasfını sürdürürler. Üretilemeyen bir model, artık ölü bir modeldir. Onun öz elleriyle inşa ettiği model, zaman ve mekanla kayıtlı bir model değildir.

Ümmet’in Hayatı İbadet Kılmadaki Fonksiyonu:

Ümmet sözcüğü, “ana, bir şeyin kendisinden türediği asıl” anlamına gelen “ümm” köküne nisbet edilir. Kur’an-ı Kerim, ümmet sözcüğünü kapsamı itibarıyla iki farklı anlamda kullanılır. Birincisi, “vahye inananların tümünü kapsayan bir iman topluluğu” anlamındaki, şu ayet buna örnektir:

 “İşte, sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir, ve ben de sizin (biricik) Rabbinizim, o halde artık yalnız bana kulluk edin!” (Enbiya: 92)

İkincisi ise, yukarıda kullanılan ümmet kavramından daha dar ve onun içerisinde yer alan bir kullanımdır. Şu ayette olduğu gibi:

“İçinizden hayra çağıran, iyi, doğru ve yararlı olanı öneren, kötü, yanlış ve zararlı olandan sakındıran bir ümmet bulunsun.“ (Al-i İmran: 104)

Burada “ümmet içerisinde ümmetten” söz edilmektedir. Bunun anlamı şudur: Eğer bu vahyi taşıma yükümlülüğünü üstlenen İslam Ümmeti birliğini ve dirliğini koruyamaz da ümmet olma niteliğini yitirirse, o zaman ümmet olma niteliğini yitiren bu kitle (kalabalık) içerisinden bu niteliği yitirmemiş “çekirdek ümmet” bulunsun. Bunlar, tarihin yatağında akan çer-çöp gibi birer nesne olmak yerine, tarihin yatağını değiştiren ve belirleyen özne olsunlar. Yani “maya toplum” olsunlar. Bir umudu hep diri tutsunlar. Vahyin her zaman ve her zeminde hala tasavvur, akıl ve şahsiyet inşa etme yeteneğine sahip olduğunun delili olsunlar. Bu sayede, vahyin inşa ettiği insanların hayatı inşa etme umudu korunmuş olsun. Bu umut hep diri kalsın.

Kapsam açısından bu her iki kullanımıyla da ümmetten istenen bellidir; İnsanlığın geri kalan kısmı için model ve örnek bir toplum oluşturmak. Şu ayette buyurulduğu gibi:

“İşte böylece sizin dengeli bir ümmet olmanızı istedik ki, insanlığa örnek ve model olasınız ve Rasul de size örnek ve model olsun.” (Bakara: 143)

Burada ümmetten Hz. Peygamber’in misyonunu üstlenmesi istenmektedir. Hz. Peygamber’in misyonu ümmetin önüne vahyin inşa ettiği bir şahsiyet modelini koymaktı. Bu model kendi şahsıydı. İslam Ümmeti’nin ya da onun içinden çıkan çekirdek ümmetin misyonu ise, İslam Ümmeti’nin ümmet olmaktan çıkmış geri kalanına ya da insanlığın geri kalan kısmına örnek ve model olabilmektir.

Yukarıdaki ayet, risalet mirasını Hz. Peygamber’den sonra ümmetin tamamının sırtına yüklemektedir. Bu mirası ya birinci anlamda olduğu gibi genel anlamda ümmetin tamamı yerine getirir, ya da ikinci anlamıyla ümmet vasfını kaybetmiş “ümmet”in içinden çıkan çekirdek ümmet. Bu şahısları da vahiy inşa edecektir.

Hayatın yeniden inşası, ancak böylesi bir topluluk eliyle gerçekleştirilebilecektir. Yukarıda ele aldığımız“içinizden bir ümmet bulunsun” diyenAl-i İmran 104.  ayet, içi boşalan ve ümmetken yığın haline gelen “içimizden” çıkacak maya ümmete bir görev yüklüyor: Ma’rufu emretmek, münkerden sakındırmak…

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon