Neredeyse toplumun tüm kesimlerinin gündeminde kısmi anayasa değişikliği tartışmaları yer alıyor, siyasi-ideolojik taraflar da kendi görüşlerini bildiriyorlar. Müslümanlar olarak bizlerin de; İslam karşıtı bir resmi ideolojinin yönetimi altında, seküler bir sistemle kuşatılmış bu ülkede yaşıyor olmamız nedeniyle gelişmeler bizleri de ilgilendiriyor. Müslüman çevrede gelişen konu ile ilgili tartışmaları, davetimizin muhatabı olan topluma sahih, tutarlı tebliğ imkânlarımızı da gözeterek uygun bir yaklaşım geliştirmemiz gerektiği malumdur. Nitekim konu ile ilgili görüşlerini ve taleplerini deklare eden dernek ve vakıflarımız da olmuştur. Bu sebeple konuyu bir kez daha tartışarak, İslami bir yaklaşımın nasıl olması gerektiği hususundaki kanaatlerimi paylaşmak istiyorum.
Anayasa nedir?
Anayasa; bir devletin siyasi kimliğini, yapısını (nitelik), yönetim biçimini (rejim), temel kurumlarını ve bu kurumların nasıl çalışacağını; devlet-toplum bağlarını ve ilişkisini; birey hak ve özgürlüklerini; devletin kutsallarını ve sembollerini, içerik ve şekil olarak belirten temel metinlerdir. Dolayısı ile en başta bir devletin var oluşunu (kuruluş), bu gün ve gelecekte var kalma gerekçesini; metinde belirttiği temel kurumları ile toplumsal işlerin işleyişini yazılı güvenceye bağlayan kuralların dayandırıldığı temel “referansını” da belirtir. Bu referanstır ki, anayasanın meşru olup olmaması taraflarca bu temele bağlı olarak ölçülür.
Bu durumda bir anayasa; bir devletin yönetim biçimini, yönetim tarzını ve dayandığı meşruiyet referansını belirleyen; devlet-toplum ilişkilerini düzenleyen, devletin temel kanunu olarak anılır. Çağdaş anayasalar teknik bakımdan; şekli anlamda anayasası olan ama devletin kurumlarının nasıl çalışacağının muğlak olduğu, modern insanın “hak” ve “özgürlüklerinin” yazılı güvence altında olmadığı “anayasalı” bir devlet ile kişi “hak” ve “özgürlüklerinin” güvence altına alındığı, temel kurumların nasıl çalışacağının açıkça bir düzene bağlandığı “anayasal” bir devlet olarak, birbirinden farklılaşır.
Bir diğer açıdan; anayasal “normlar” devletin temel yapılarının nasıl çalışacağına dair ayrıntılara girer ve bunları açıkça düzenlerse “düzenleyici”; sadece devletin temel yapılanmasını belirtip düzenleyici kuralları kanunlara bırakırsa “çerçeve” anayasası olarak da adlandırılmaktadır. Netice olarak tüm anayasalar, devletle toplum arasında varsayılan bir mutabakat metni olarak bilinmektedir.
Bir anayasanın “ideolojisi” olarak belirtilen “referans” ilkesi ve çerçevesi, bilinen anayasaların her çeşidinde vardır. İdeolojisi olmayan bir anayasa hiç olmamıştır; ne tarihte ne de bu gün. Çağımızda sıkça dillendirilen; ülkemizde de aydınlanmaya dayalı grupların “modernist” teorilerden “neo-liberal” veya “anarşist” felsefeyi benimseyip savunan “paradigma içi” sosyal grupların; esas olarak bir devletin “nötr, la-dini” olması, “birey”e her hangi bir düşünce veya din dayatılmaması gerektiğini “ilke” olarak savunurlarken bile, bir ideolojiden hareket ettikleri bilinmektedir.
Bir toplumun siyasal sistemini, yasalarını hangi referansla ve nasıl yapılacağı dahil olmak üzere hukukunun dayanacağı temel ilkelerini, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini, egemenliğin kaynağında nihai olarak hangi iradenin yer alacağını belirleyen bir toplumsal sözleşme olarak anayasa, ne maksatla yapılırsa yapılsın, illa dini ya da ideolojik tutarlılığa sahip olacaktır. Teorik olarak böyledir bu. Yani din ve ideolojilerden soyutlanmış, bize göre bir ilah’a gönderme yapmayan bir anayasa mümkün değildir. Dolayısı ile bir anayasa, egemenlik kaynağına bağlı olarak, siyasal ve hukuki sisteminin dayanacağı referansı ya ilahi vahyi esas alarak ya da rasyonel akla dayalı herhangi bir ideolojiyi esas alarak yapılacaktır.
TC anayasası devletin niteliğini (yapısını); “laik”, “demokratik”, “sosyal” bir “hukuk” devleti olarak açıklamaktadır. Keza anayasa devletin temel kurumlarını; parlamento, cumhurbaşkanlığı makamı, anayasa mahkemesi ve yüksek yargı kurumları olarak belirlemiştir. Buradaki yazılı açıklama ve belirleme; “amirleri” tanımlayan hüküm maddeleridir. Yazılı metinlerde açıkça beyan edilmemesine rağmen yüksek askeri bürokrasi, bu sistemde zımni olarak devletin hem kendisi hem de sahipleridir.
Öncekilerde olduğu gibi bu günkü anayasa da; bu kurumların nasıl çalışacağı, insan hak ve özgürlüklerinin nasıl korunacağı, devlet-ulus arasındaki ilişkilerin nasıl yürütüleceği gibi temel konular muğlâk ve yoruma açık bırakılmıştır. Dolayısı ile her zaman ve devirde devletin ulusa, kişilere önceliği ve üstünlüğü her daim gözetilmiş, temel kurumlar bu amaç üzere her zaman fonksiyonel olmuşlardır.
Devletin bütünlüğü; kültürel-etnik referans ile laik-ulus Türk vatandaşlığına, yazılı başkentine, resmi diline, resmi kültürüne ve dinine, sınırları belli vatanına, ulusal marşına, bayrağına ve kurucu olarak Atatürk ilkelerine bağlı olarak üniter bir yapıya bağlanmıştır. Bu bakımdan anayasa; değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kimi maddelerle devletin temel kurumlarının güvencesi altındadır.
Şirk esasına dayalı bir anayasa üzerine değerlendirme
Vahyin ve hakkın hâkimiyetini redde dayalı olarak hazırlanan TC’nin şirk nitelikli anayasaları, hâkimiyeti halka veriyormuş gibi yaparak bürokratik oligarşiye teslim etmiştir. İddia edildiği gibi nihai söz sahibi ve hâkimiyeti elinde tutan halk iradesi değil, oligarşinin iradesidir. Üstelik dini referanslara göre yasa yapmak ve kısmen de olsa sistemi dini hükümlere göre düzenlemek yasaklanmış ve mevcut anayasal düzeni bozmak gibi bir suç olarak tedvin edilmiş bulunmaktadır.
Soğuk savaş döneminin bitimi ile başlayan ve yeniden kurulmaya çalışılan çağdaş dünyada, küresel yeni oluşumla bağlantılı olarak gelişen; evrensel olduğu belirtilen ve dayatılan kimi tanım, tarif ve pozisyonlara uygun olarak; Türkiye Cumhuriyeti devleti de kendini yenilemek, restore etmek gereği duymaktadır. İki yüz yıldır devam eden, devletin kendisine hedef olarak belirlediği ve kendi ulusunu da buna göre yukarıdan aşağıya doğru şekillendirmek istediği Batılı “muasır medeniyet” seviyesi, son yıllarda AB standartları ve müktesebatı gibi somut hedeflerle bütünleşme yolunda ilerlemekte, bunun için birçok alanda olduğu gibi anayasal düzeyde de reformlar yapılmaktadır.
Kuruluş tarihi; kuruluş iradesi; kurucu elitleri; varlık gerekçesi ve gelecek tasavvuru bakımından; düzenleyici seküler “referans” ilkelerine her daim bağlı kalarak, temel yasa ve bağlı yasalar çerçevesinde bu günlere kadar gelen TC devleti; bürokratik vesayet önderliğinde uyguladığı dayatmacı, baskıcı ve ayrımcı yönetim tarzı ile artık günümüz dünyasında daha fazla yol gidemeyecek duruma düşmüştür. Küresel siyasi yapının, uluslar arası hiyerarşinin ve ekonomi politiğin ülkede ve bölgede gözettiği politikalarının, eski TC yapısı ile birlikte müşterek iş yapma imkânlarının tüketilmesi de, bu reform sürecini tetiklemektedir.
Bu reformların, içerde ciddiye alınacak, devleti dönüştürecek kadar güçlü bir mücadele ve direniş ortaya koyan toplumsal bir irade ve talep karşılığı olarak değil; bizzat devletin kendisi yahut devlet içi bir kanat tarafından, tıkanmayı aşmak, devletin ömrünü uzatmak ve küresel konjöktüre karşılık olmak üzere yapıldığını bilmek; buna uygun aktörlerle reformlara devam edildiğini görmek; değişimin kimi muhaliflere görece bir olumluluk sağlasa bile; başka bir toplumsallık, başka bir dünya iddiası taşıyan gruplar için, kendi konumlarını ve istikametlerini doğru tespit bakımından oldukça önemlidir. Bu, tavır almak ve taraf olmak anlamında yani ilkesel olarak önemlidir. Tavır alma ve taraf olmadan murat, eskiyi yahut yeniyi savunmak gibi bir pozisyon tutuculuğa atıf kastı değildir.
Kanaatimiz ve Müslümanların tutumu üzerine
Bizler Müslüman insanlarız. Allah’a inanıyor, ondan başka rab ve ilah tanımıyoruz. Bu nedenle bağlılığımız, kulluğumuz ve velayetimiz; her hal ve durumda yalnızca Allah’adır. Dünya hayatında yaratılmış olduğumuzu, bu hayatta kulluk sınavından geçtiğimizi; gerek kişisel gerekse devlet ve toplum ilişkilerinde üstün tuttuğumuz değerlerimizden ve yaptığımız tercihlerimizden dolayı hesaba çekileceğimizi; bu dünyada yapıp ettiklerimizin kayıt altına alındığını; süremiz bitince tekrar Allah’a döneceğimizi ve nihayet burada yaptıklarımızın neticesinde kalıcı ve ebedi olan ahiret yurdunda hakettiğimiz bir yere varacağımıza inanırız.
Fıtratımızda potansiyel olarak taşıdığımız ve doğduğumuzda kulağımıza fısıldanan tevhide şehadet ilkesinin; yaşadığımız sürece bizim için itibar edilecek kurallar ve değerler buyurduğunu, bunun mümkün olan her alanda geçerli kılınması gerektiğini, vahyin şahitliğini yapmanın bu durumda anlamlı olduğunu; bunların bizler için tek belirleyici ve bağlayıcı ilke olduğunu ve nihayet ölürken de aynı şahadet ilkesi üzere olmak istediğimizi biliriz.
Allah’ın tüm elçilerine; kendi çağlarında onlara uyan, tabi olan ve destek veren kutlu şahitlerin hepsine selam ediyoruz. Biz Müslümanlar, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış, dolayısı ile türedi inançları olan insanlar değiliz. Aksine insan soyunun yaratılışı ile başlayan kadim bir tarihimiz, örnek alacağımız nesillerimiz, yaşanmış örnekliklerimiz ve hep kendimize has yönteme dayalı mücadelelerimiz olmuştur, her daim de olacaktır.
Bu bağlamda Rabbimizin son elçisi Hz. Muhammed (s)’in, bizlere örnek olarak gerçekleştirdiği Medine devleti ve anayasası ( Medine sözleşmesi ) bu noktada bizler için bir referans çerçevesidir. Kur’an’i ilkelere uygun olarak verilen Mekke’deki siyasi-toplumsal mücadelemiz Allah’ın da yardımı neticesinde, Medine’de özgün bir devlet-ümmet yapısı olarak gerçekleşmiştir. Bu son örnek, Kitabi ilkelerin devlet olduğu nice örneklerden sadece birisidir.
İslam devletinin Medine’de yaptığı ilk icraatlardan birisi; İslam’ın üstünlüğü ve otoritesi belirleyici olmak kaydıyla; devlet başkanı Muhammed (s) ve Müminlerin egemenliği altında yerleşik gruplarla yapılan toplumsal sözleşmenin ( anayasa ) gerçekleştirilmesidir. Ancak kimilerinin ifade ettiklerinin aksine bu sözleşmenin hükümleri, vahyi ölçüler içinde Allah Resulünün (s) tek taraflı olarak Yahudilere tanıdığı hakları bizzat dikte ettirdiğini biliyoruz. Orada karşılıklı oturup konsensus sağlanarak hazırlanmış bir metin değil, tam tersine onların da rabbi olan Allah’ın vahiyle bildirdiği hakları onlara da veren bir tasarruf vardır. Nitekim bu yüzden, onlarla Müslümanlar arasında yaşanacak ihtilafların Allah’a ve Resulüne götürüleceği de aynı sözleşmede kural olarak belirlenmiştir.
O sözleşmede Allah’a inanan; ona teslim olan, sadece onu vekil kılanlar ve peygambere itaat eden müminler bir ümmet; müşrikler, kâfirler ve kitap ehli olanlar (sözleşmede Yahudiler) ayrı bir ümmet olarak tasnif edilmişlerdir. Peygamber liderliğindeki bu yönetimde; İslam devletine olan sadakati, yaptıkları anlaşmalara olan bağlılıkları sürdüğü sürece; herkesin ve her grubun can-mal-nesil-akıl ve din’leri teminat altında olmuş; İslam devleti ve Müslümanlar kendilerini korudukları kadar onları ve inançlarını da korumuşlar, bu durumu yazılı olarak güvence altına da almışlardır.
Orada kimseye zulüm edilmemiş, kimsenin hakkı kimsede bırakılmamış ve zimmî tebaanın varlıkları ve kendi hukukları titizlikle korunmuştur. İnsanlık tarihinde yaşanmış nadir modellerden bir modeldir bu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ehillerin riyasetinde gerçek adaletin ayakta tutulduğu; yeryüzünün imar ve insanoğlunun ıslah edildiği en güzide toplumsal yapı örnekliğidir bu.
Bizim için ilahi “adalet”in kıstası; Müslüman’ca talebin “meşruiyeti”; yapılan mücadelelerin yöntemi ve “hedefi”, bu örneklikte olduğu gibi ayan beyandır. Buradan da anlaşılacağı gibi; “adalet” talebi, Müslümanlar için “meşru/şer’i” bir otorite kurulmasını gerektiren bir “güç” hedefi ile doğrudan bağlantılıdır…
Çağdaş dünyada insanlığa en çok telkin edilen, laik-seküler temele dayalı bir ideoloji olarak “neo-liberalizm” ve onun “pazar ekonomisi”; en temelde “birey”in kendisinin ve mülkünün “efendisi” olmasını, tek doğru ve tek ilke olarak benimsetmede yaygın ve etkin tekrarlarla başarılı olmuştur. Bu temel ilke; tarih yorumu, insan ve hayat tanımı, değerler skalası, mücadelede yöntem ve hedef algısı, nihayet toplum ve devlet anlayışı olarak İslam ile temelden çatışmaktadır.
İnsanın yaratılışı, varlık gerekçesi, uyması istenen değer yargıları ve dünya hayatının anlamı itibarı ile en temel ilkelerde ve kurulacak ilişkilerde baz alınacak referansları bakımından; İslam ile çağdaş ideoloji arasında uzlaşmaz farklılıklar vardır.
Çağdaş ideolojinin; etnik, dini, kültürel ve cinsel “hak” ve “özgürlükler” bağlamında insanların “çoğulcu” bir “kimliğe” sahip olacağı vaadi; insan hak ve özgürlüklerinin bu referanslarla yeniden tanımlanması ve anlamlandırılması sayesinde, kendini yeni “kimlik” tanımı ile yeniden “keşfetmesi” istenen birey ve grupların, ancak bu çoğulcu “hakikat” anlayışıyla var olabilecekleri bir toplumsal yapıda kabul görecekleri bilinmelidir. Bu durumun kısmen de olsa kabulü; bir Müslüman’ın zihnen iğfal, dinen ifsad edilmesi demektir.
Türkiye de düzenlenmeye çalışılan anayasa maddeleri ile birey ve toplumun bu temeller, değerler ve referans çerçevesi içerisinde, yerel şartlar elverdiğince yeniden düzenlenmeye tabi tutulmak istenmektedir. Rejimin bürokratik vesayet altından çıkması, birey ve grupların özgürlük alanların genişlemesi ve demokrasinin daha geniş tabanda katılımcı niteliğe bürünmesi; yaşanan baskı ve zulümlere nazaran görece bir rahatlama imkanı getirmekle beraber, kendini bir biçimde baskı altında hissedenlerin işine gelse dahi, zihni planda yaşanacak ideolojik dönüşümün ve yeni ifsad’larla dolu bir dönemin de başlangıcı olacağını görmek, bizatihi Müslümanlar açısından önem taşımaktadır.
Çünkü şirk en büyük zulümdür; şirk başka bir boyutta devam ettiği sürece zulüm ve fesad yeni boyutlar kazanarak ve daha rafine yöntemler deneyerek hâkimiyetini sürdürecek demektir. Müslüman’ın bundan razı olması ve bu gelişmeyle yetinmesi düşünülemez. Bu tehlikeyi tespit ederek yeni duruma karşı teyakkuz halinde olmak ve yeni şartlara uygun çalışma yöntemlerini tartışarak çürütmek; rehavet ortamında dünyevileşmeyi, liberalleşerek sisteme eklemlenmeyi ve temel iddialardan vazgeçme riskini de engelleyecektir. Görece rahatlamalarla yetinip sisteme eklemlenmeme çağrıları, eskinin savunulması anlamına da gelmez.
Bizler Müslümanlar olarak; Allah’a olan inanç ve bağlılığımız gereği herhangi bir kimseye; kurtarıcıya; gruba; topluma; devlete veya bir takım düzenlemelere müdahane edecek değiliz. Bizlerin onlardan kaynaklı bir hak talebimiz de olamaz. Bizler, onlarda bir güç vehmetmez, onlardan bir lütuf da beklemeyiz. Müslümanlar, insanlardan ve açlıktan da korkmaz. Ancak ve sadece, Allah’ın kullarına lütfettiği hakları gündemleştirip, bunları gasp eden zalimleri ifşa ederek, onları bizzat eleştirme ve değiştirme yolunda mücadele verebiliriz.
Bu mücadele sürecinde, şirk sisteminin kimi haklarımızı vermesi karşısında yeni ve görece daha özgürlükçü bir anayasal değişimden razı olup, onu benimseyen ve ona oy veren bir konuma sürüklenmeyiz. Çünkü biz ancak ilahi vahyi esas alan bir anayasadan razı olur, ancak ona destek oluruz. Bu tercihimiz, imanımızın gerektirdiği akıdevi bir sorumluluktur.
Kaldı ki; bizler zihinsel, psikolojik ve yaşamsal olarak onlara mahkûm, ayarlı ve bağımlı da değiliz. Gerçekte her zaman olduğu gibi, güç sahipleri bizlere hiçbir şey lütfetmemekte ama sanki böyleymiş gibi de hep üstte kalmak, hükümranlığını hep sürdürmek istemektedir. Buradaki önemli mesele; onların kendilerini ne sandığında değil, bizlerin onları nasıl gördüğünde düğümlenmektedir.
Tam da bu durumu açık eden bir tartışmaya yer verir kitabımız; Rehberlerimizden Hz. Musa’nın kendi Firavun’una ve işbirlikçilerine bu anlamda verdiği cevap, bu gün bizim de çağdaş Firavun’lar ve ortakları karşısında takınacağımız tavra da örneklik eder: “ o nimet diye başıma kaktığın ise, (aslında) İsrail oğullarını kendine kul köle yapman(dan)dır” (şuara 22 ) Ayette belirtildiği üzere, kendilerini bir şey sanıp insanları kulluk bağı ile kendilerine bağlı tutmak isteyenler, onların rızıklarını verdiklerini düşünenler ve yalnızca kendilerinden korkulması gerektiğini empoze edenler; gerçekte sanal ve içi boş bir hükümranlık yapmaktadırlar.
Şimdi, zaten kendileri gayr-i meşru olanları haklar ve özgürlükler konusunda belirleyici bir talep makamı kabul etmek, onlardan gelebilecek görece olumlu bir şeyi onların lütfettiği bir iyilik olarak karşılamak; onlarda bir güç vehmetmekten ve onları hakları verme makamı olarak meşru görmekten başka bir şey ifade etmemektedir. Ama böylesi bir düşünüşe uygun bir duruma düşmenin, Müslümanlar olarak bizlerin izzetimizi ve kulluğumuzu zedeleyeceğini hatırlamamız gerekmektedir.
Bize zulmetmelerine, haklarımızı gasp etmelerine karşı, Allah’ın lütfettiği temel haklarımıza sahip çıkmayı bile, onları, bunları lütfedecek bir makam olarak görme durumuna düşmeden, onların da bizim de Rabbimiz olan Allah’ın takdir ettiğini ifade ederek gündemleştirmemiz, daha isabetli ve daha onurlu bir yaklaşım olacaktır diye düşünmeliyiz.
Onlar aslında; suyun başını tutup insanlık hayatını ve yaşama biçimlerini zehir eden, verdikleri ve vermedikleri itibarı ile tağutluk iddiasında bulunan, bu nedenle de insanları aşağılayıp iktidarlarını sürdürmek isteyen gasıplar, zalimlerdir. Asıl onlara karşı hakkı dillendirecek, bizzat onların meşruiyetini tartışmaya açacak ve tüm iddialarını boşa çıkartacak olanlarsa, ancak Müslümanlar olacaktır.
İnsanlar arasında olup da inandığını söyleyen biz Müslümanlar varlık gerekçemizin bunlarla kaim; rızkımız, sağlığımız, eğitimimiz, aile yapımız, çalışmalarımız, kaderimiz ve ecelimizin onlarla bağımlı olmadığını da biliriz. Dolayısı ile bizim Allah’ımız bize yeter ve o her şeye kadir olandır.
O nedenle; bizler bir devletin, cahili bir toplumun yahut her hangi bir kimsenin esiri, mahkûmu veya vereceklerinin bağımlısı değiliz; kimsenin muhanneti altında ve onların muhtaçlısı da olamayız. Ama Allah’ın koruması ve gözetmesi altında, zayıf ve güçlü halimiz de bile insanlara hakkı ve hakikati hatırlatmada dosdoğru duruşu gösterme konumundayız. Her şeyimizi borçlu olduğumuz Allah’ımızın; bizlere tağutlara kulluktan vazgeçmemizi, sadece kendine kulluk etmemizi ve kendi yolunda olmamızı istediğini her daim hatırlarız ve hatırlatırız.
Böyle olduğumuzda Musa (s)’nın ardında olan Allah, bizim de ardımızda olacaktır, “meta nasrullah” diyene kadar darlandıkları halde bile istikametlerini ve ilkelerini korumakta direnenlere yardımını, rahmetini gönderen Allah, şüphesiz böyle yaptığımızda bize de gönderecektir, biz bunu da böyle biliriz.
Bu yolda olmak kastı ile yaşadığımız toplumda kuracağımız siyasi-sosyal-ekonomik vs her tür ilişkilerde de, keza sadece ona yönelecek, sadece onun sözünü tutacağız. Onun değerleri ve takip etmemizi istediği örneklikleri ölçüsünde diğerleri ile olan ilişkileri böyle kuracak, kendimizi toplumda böyle açık edeceğiz. Kendini güçlü, her şeye muktedir sanan zalimlere, tağutlara ve onların ortaklarına rağmen.
Mümtehine süresinde tavsiye edilen; “bizimle dinimiz nedeniyle savaşmayanlara ve bizleri yurdumuzdan etmeyenlere…” karşı takınacağımız tavrı, bizim mücadele evremiz ve iddiamızın niteliği belirleyecektir; onların tavrı değil. Kralın, melikin yahut devletin dininde olanlara; zahiren de olsa o din üzere yaşamaya razı olanlara ve kendilerine tanınan alanlarda sisteme eklemlenerek ve sistem içi kanallara akarak görece özgürlükler için koşturanlara ve tabii ki bunlarla yetinerek rahatlamak isteyenlere; hiçbir sistem veya devlet, top yekun karşı olmayacak, onlara karşı bir savaş da açmayacaktır.
Bizler kitabi bilgilerden, orada anlatılan ibretlik kıssalardan da biliyor ve inanıyoruz ki; bizler melikin dinini tanımayıp, egemen şirk sisteminin kendisini, belirlediği hudutları ve müsaade ettiği alanları aşan, ilk Kur’an neslinin örnekliğinde ortaya konduğu gibi uzlaşmayı ve itaati reddeden tevhidi bir mücadeleyi ikame ettiğimizde, evet o zaman biz değil ama onlar bize karşı savaş ilan edecek, gerekli görürse yurtlarımızdan da çıkartacaktır. O, onların meselesidir, bizim değil. Bizler, onların durumlarına göre değil, kendi ilkelerimize ve bu dinin tüm şahitlerinin örnekliğindeki gibi belirleyeceğimiz vahye uygun yöntemimize göre hareketi önceleriz.
Biz Müslümanların hak bildiği değerler, ölçüler, yöntemler ve durumlar; kendisi de Hak olan Allah’a imanımızın bir gereği olarak ancak O’nun belirlediklerinden, Resulünün sahih uygulamalarından ve benzeri tekrarlarımızdan ibarettir. Bu durumda bizim her hangi bir yerden yahut otoriteden, onu hakkın kaynağı olarak görerek hak istememiz, bir lütuf olarak bizim haklarımızı da gözetmesini talep etmemiz yahut kimi gasp edilmiş haklarımızı vermesinden hareketle müteşekkir olmamız, bunun için ona ram olmamız, ona eklemlenmemiz, ondan razı olmamız; inancımızın temeli itibarı ile zaten meşru/şer’i da olamaz.
Biz kendi hakkımızı açıkça dile getirerek, açıktan ve meşru yollardan mücadele ederek almaya ve bu istikamette yürümeye devam ederiz. Bunun için de önceliğimiz; cahili sistemlerden ve egemenlik ilişkilerinden zihinsel ve yapısal olarak kopuşa ve kendi değerlerimiz üzerine işleyen topluluğumuzun inşasına yöneliktir. Adalet ilkesi bu nedenle bize ait bir haktır ve biz adil olmayacaksak kim adil olacaktır diye kendimizi her daim sorgularız.
Bizim inandığımız Allah, başkalarının ilah’ları gibi ortaklı bir düzen ve toplumsallıktan razı gelmediği gibi, kullarından “meşru” olmayan talepleri de onaylamaz. Adil olmak, adalet’li davranmak, hak olanın ve baskı altında tutulanların yanında yer almak gibi tamamen İslami içerikli kavramların; anlam çerçevesinin içi boşaltılarak, ait olduğu bütünden kopartılarak; olup bitenleri başka zeminlere çekip, İslami kavram ve ilkelere vurguyu giderek azaltıp, seküler kavram ve söylemlerle, seküler bir içerikle “hak” ve “adalet” mücadelesi vererek zihinlerin karışmasına vesile olamayız, olmamalıyız. İnancımız ve anlayışımız bu durumu makul bulmaz, bulmamalıdır.
Hz. Muhammed’in vahyin hedefine uygun tarzda yürüttüğü stratejisindeki mücadele alanlarından kimi pozisyonları, algıda seçicilik yaparak kendi hatalı durumlarımızı bu nedenlerle de meşrulaştırmak yoluna yönelmemeliyiz. Buna karşın tıpkı onun yaptığı gibi; öncelikle şirk sisteminden beraatı, siyasal egemenlikten kopuşu ve ona itaatsizliği önceler, sonra da tevhidi istikameti gerçekleştirme ve taşıdığımız toplumu dönüştürme iddiamızı, her alanda ve her konuda belirginleştirici, toplum önünde apaçık ve anlaşılır bir biçimde gündemleştirici bir yol ve yöntem izlemeye çalışmalıyız.
Ancak bundan sonradır ki, artık yapılıp edilenler Kur’an’a, sünnete ve sahih örnekliklere uygun bir anlam ifade edecektir. Mekke elitleri, ortakları ve destekçileri, kendi dinlerinden itizal eden Muhammed (s)’e, işte bu dini anlayışından ve toplumsal yönelişinden dolayı düşmanlık ettiler ve tam da bu nedenle onu yurdundan çıkmak zorunda bıraktılar.
Kamuoyunda kendilerini bir biçimde deklare ederek toplumsal sorunlarla ve gelişmelerle ilgili tutumlar ibraz edip, açıklamalar yapanlarımızın ve muhtelif taleplerde bulunanlarımızın, en çok da bu noktalara dikkat etmesi gerektiğini hatırlatmak istiyoruz.
En nihayet Müslümanlara dayatılan; zulmün, sömürünün, terörün ve katliamların sorumluları olmak gibi karalamalara aldanacak da değiliz. Müslümanların böyle bir vasıfları olmamış ve olmayacaktır da. Bu tür kara propagandaların tesiri altında kalıp yanlış tepki verenler veya başkalarının hesabında yer tuttuğunun farkında olmadan gayr-i meşru iş tutanlar, yaptıkları yanlışların hesaplarını da kendileri vereceklerdir. Buna rağmen terörün ve katliamların sorumlularını bile, ilahi adalet çerçevesinde hesaba çekecek, onlara bile adaleti götürecek iddianın sahipleri, yine Müslüman’lar olacaktır. Aziz peygamberi dininden dolayı dışlayanlar ve yurdundan edenlere karşılık Mekke’nin fethi sonrasında yaşanan durum bunun en açık sahnesi ve Müslümanların da benzer konularda taahhüdüdür. Bu nedenle kendimizi başkaları karşısında küçük görmenin, yalan propagandalara karşı yanlış tepkiler vermenin ve komplekse girmenin gereği de yoktur.
Netice ve bir gönderme
Türkiye Cumhuriyeti elitleri, bu güne kadar halkına hiç danışmadı, onları kaale almadı. Hep onu “adam” etmekle uğraştı. Bir avuç azınlık devlet gücünü elinde tutarak bu halka hep zulüm etti, baskı altında tuttu. Halkın sırtından geçindi, onun üstünde yükseldi, çocuklarını kullandı ama onlara hep yukardan baktı, kendi halkını hep aşağıladı. Gruplara ayırdı, ayrımcılık uyguladı, olmayacak cinayetler işledi. Her ulus devlette olduğu gibi iç düşman-dış düşman tehdit algısı ve politikaları ile kendi bürokratik vesayet rejimini ayakta tutmaya, oligarşik iktidarını korumaya ve sınırları içinde kendi kapitalizmini yeşertmeye baktı. Nihayet bu zalim rejim ayırımcı, kıyıcı, baskıcı ve ceberut uygulamaları ile çürüdü, kokuştu.
Bu durum, gerek iç gerekse dış sebeplerden dolayı sürdürülebilir olma özelliğini yitirdi. Bu nedenle rejim sahiplerinin bir bölümü, halk içinde muteber gözüken hem sivil ve hem de siyasi kadroların öncülüğünde, kendisini gelecekte de var kılacak yenileme çabalarını makul bir sürece yayarak yürütmektedir. Bu durum, esası itibarı ile şirke dayalı sistemi sürdüremeye, toplumu yeni duruma uygun bir yönlendirmeyle dönüştürmeye ve dizayn etmeye hedeflenmiş siyasi bir operasyon olarak da görülmelidir. Bu durumun getireceği görece özgürlüklere rağmen biz Müslümanlar bakımından bu gelişmelerin, göz boyacılığın ötesinde fazla bir anlamı olmamalıdır.
Bu günkü hali ile kısmen, belki yarınlarda tamamen yenilenmek zorunda kalınacak anayasa değişiklikleri; rejimin niteliği, devletin temel kurumları ve işleyişi, “insan” “hak” ve “özgürlükleri” konularının güvence altında olması gibi görece önemli rahatlamaları beraberinde getirebilir. Müslümanlar bakımından da bu durum kısmi bir rahatlama getirse de; devletin kendisi, niteliği, varlık gerekçesi ve dayandığı referansı itibarı ile önemli olmayacak, gerçekte anlamlı bir şey ifade etmeyecektir. Bunun nedenleri özetle de olsa yukarda açıklanmıştır.
Bu açıklamalardan sonra; ilahi vahyi esas almayıp şirke dayalı olduğu sürece hiçbir anayasayı, böyle bir devletin temelini, niteliğini, kurumsal yapısını ve işleyişini; referans noktası itibarı ile “hak” görmediğimizi, aynı gerekçe ile “adil” bulmayacağımızı bildirmek isteriz. Esas olarak; bu günkü hali veya olabilir görece olumlu değişikliklerden sonraki hali ile bile, “la-dini” bir anayasayı onaylamamız, olumlu bulmamız, kısmen de olsa destek vermemiz mümkün de, meşru da görülmemelidir. İnancımız ve varlık gerekçemiz olan referansımız, zaten buna müsait de değildir.
Müslümanlar olarak zalimleri kısmen de olsa onaylamamız, onların kendi gelecekleri için her kesime vermek durumunda olacağı tavizlerle oyalanmamız, onları bir biçimde meşru görmemiz demek olacağından; bu kendimizle çelişmemiz, değerlerimize olan bağlılığımızdan şüphelenmemiz anlamına da gelebilecek vahim bir durumu getirebilecektir. Bu hal tevhidi duruşumuzun ve mesajımızın gölgelenmesine, netliğini kaybetmesine ve toplumu aynı istikamette dönüştürme çabalarımıza büyük zaaflar katacaktır.
Bazı dernek ve vakıfların kamuoyu önünde yaptıkları anayasa eleştirileri ve ortak taleplerini bildiren imzacı kuruluşlardan; mezhepçi, sağcı ve muhafazakâr çizgide siyasi kimlikle bir duruş üreten, sisteme dair zihinsel veya pratik bir itiraz dahi gösterme bilinci taşımayan kimi kuruluşların; ilahi vahye dayalı bir anayasadan yana oldukları vurgusunu yapmadan yahut ilahi vahye dayalı olmayan hiçbir anayasadan razı olmayacaklarını, benimseyip desteklemeyecekleri şerhini düşmeden, yapılmakta olan anayasa değişikliklerinden razı olduklarını beyan etmeleri; bu değişiklikten farklı olarak “resmi ideoloji dayatmasına son verilmesi” gibi kimi ilave değişiklikler talep eden ve bu değişiklikler de yapılınca ilahi vahyi esas almasa da ondan razı olunacağı gibi bir imajı uyandıran bir bildiriyi imzalamaları, bizi çok da şaşırtmamıştır.
Onlar bir yana, usuli bakış ve dini ölçülerde sahih bulduğumuz dolayısı ile yaklaşım birliği olduğu için doğru yaptıklarını sahiplenip destek verdiğimiz bir derneğimizin böylesi ortak bir bildiriye imza koyması, doğrusu biz gibileri şaşırtmıştır. AKP politikalarına eklemlendiği bilinen, daha önce “ortak akıl” hareketi içinde “laik demokratik hukuk devleti” ve “hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olması” gibi sloganların benimsendiği başka bildirilerin altına da imza atmakta beis görmemiş kuruluşlarla birlikte, o derneğimizin de bu bildiriye imza atması, anayasa konusunda ortak bir tutum sergilediğinin beyanı olarak, bizi şaşkınlığa düşürmüştür. Bu durum da bizleri yakından ilgilendirmektedir.
Yapılan işi yanlış bulduğumuzu, kardeşlerimize Allah rızası için beyan etmeyi, kardeşlik hukukumuzun, velayet bağımızın üzerimize yüklediği marufun emri sorumluluğunun da bir gereği olarak görüyorum.
Haksöz sitesinde yayımlanan bu bildiriye kardeşlerimiz tarafından yapılan itirazi yorumlara karşı verilen cevapların, yapılan savunmaların da birkaç nokta üzerinde yoğunlaştığını gözlemledim. Açıkça beyan edilen husus; (kendi) istişari zeminde alınmış bir karara dayanarak ve olumlu bulunarak bu tür bir tutumun sergilendiğinin söylenmesidir. Bu, yapanların, yaptıklarını alınmış bir karara dayanarak savunmak bakımından ne kadar haklılığa delalet ediyorsa, yanlışlığı nedeniyle yapılan eleştirileri sırf bu sebebe dayanarak boşa çıkartmaya çalışmaları ve hoş görmemeleri de o kadar haksızlığa delalet etmektedir.
Keza, kabul edilebilir sınırlarda kimi farklılıkların içtihadi farklılık olarak savunulması saygın ve mümkünken, böylesi bir durumda muhkemlerin dikkate alınmadığını düşünen ben gibilere verilen, her şeyi ilkeleştirme cevabının da doğru olmadığını düşündüğümü bildirmek istiyorum.
Zımni olarak fark ettirilen bir hususun da; hayatın içinde var olarak Müslüman kimliği ile direniş gösteren ve haklı talepleri dillendiren kimi kardeşlerini eleştirenlerin, biraz da kendilerine bakmaları gerektiğinin hissettirilmesidir. Bu savunmanın topu taça atmak gibi şık bir pas olmadığını da kardeşlerime açıklamak istiyorum.
Bu anlamda kendiliğimden eklemek istediğim bir husus ise; yeni durumları ve gelişmeleri anlamak adına yapılan yorumların ve alınan tavırların anlaşılmasını bekleyenlerin; tersi yorumlarda bulunanlara karşı ileri sürdükleri “dar-ı harp”çi, “tekfir”ci, “soğuk savaş” dinamikleri ile düşünüp gerilerde kalanların kanaatleri olarak tasniflenmeleri; eleştirileri başka yönlere kaydırarak boşa çıkartma teşebbüsü olarak algılanacağını da hesaba katmaları gerekmektedir. Kanaatimce kendilerini ve durumlarını rahatlatıcı olabilen bu tarz bir yaklaşım, ileri sürülen parametrelerin ve savunulan tezlerin güçlü ve geçerli kılınmasını sağlamadığıdır.
Bizler Müslüman insanlarız; birbirimize olan ihtiyacımız ve velayet hukukumuz, detay konularda yapılan tartışmalarla koparılacak kadar naif bağlara bağlı değildir. Aynı tarihi dönemleri yaşayan Müslümanların ortak sorumlulukları vardır. İslam ümmetinin parçaları olarak sahih hatta destek veren her güzide grubun kendi birikimlerinin daha sağlıklı zeminde yol alması için, kimi farklıklara rağmen hepsinin birbirlerine yaklaşımlarındaki müsamahalar bu noktalarda önemlidir. Şüphesiz ki her grup kendi yaptıklarının karşılığını kendileri görecektir ama bu birinin diğerine başka tür bakış geliştirmesine kapı aralamamalıdır.
Niyet ve zihin kargaşalarının önlenmesi adına, hakarete varmayan ve kişiselleştirilmeyen eleştirilere ve tartışmalara tahammül gösterilmeli, hatta bilinçli bir biçimde bu işlerin önü açılıp fırsat verilmesi sağlanmalıdır. Bir fazla bildiğini, bir adım önde olduğunu düşünenlere en çok da bu yakışır. Bizlerin düşünce ve taraf olma farklılığı nedeniyle yaptığı tartışmalar, yanlış anlamalara yol açabilecek noktalara götürmek yerine birbirimizi anlamaya çalışmanın yolunu açmalı. Ehven ve hayırlı olanın bu olduğunu, birbirimizin hayrını dilememiz gerektiğini unutmamalıyız.
Müslümanlardan öne çıkanlarımızın gösterdikleri gayretlerinin karşılığı Rabbimiz katında fazlasıyla karşılık bulucudur. Buna rağmen herkesin yaptığının diğerlerini mihnet altına sokucu izlenimlerden kaçınması, hikmete daha uygun, tevazuu’a daha yakışır olanıdır. Hz. Ömer’in yapabileceği yanlışları düzeltecek kadar dirayetli olanların varlığıdır ki ümmeti yücelten, izzetli kılan ve âlemlere örnek uygulamalar bırakan geleneğin sahipleri olarak, bize en çok da yakışan şeyin, hoşumuza gitmese de bizleri eleştirebilen kardeşlerimizin varlığına sevinmek olmalı, öyle değil midir?