İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı – İLKAV tarafından düzenlenen,“Türkiye’de ve Bölgede Demokratikleşme Süreci ve Müslümanlar”paneli 11 Mart 2012 Pazar günü Ankara Kocatepe Kültür Merkezi Konferans Salonunda büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Panele, İstanbul Hay-Der’denHamza Er, Ankara Genç Birikim DergisindenAli Kaçar, Vahdet Vakfı’ındanHüsnü Aktaşve İLKAV’danMehmet Pamakkonuşmacı olarak katıldılar.
Sunuculuğunu İLKAV eğitim gönüllülerindenMutlu TÜFEKÇİOĞLU’nun yaptığı panel programı, Tüfekçi’nin selamlama ve İLKAV faaliyetlerini tanıtma konuşmasını müteakip, İLKAV Yönetim KurulundanEmrullah Ayan’ın panel konusuyla ilgili Kur’an ayetlerini ve meallerini okumasıyla başladı.
Daha sonra panele geçildi. Hem konuşmacı hem de panel yöneticisi olan Mehmet Pamak, önce oturum başkanı sıfatıyla panel konusunun girişi mahiyetinde bir açış konuşması yaptı.
Pamak, açış konuşmasında özetle şunları ifade etti:
“Türkiye ve bölgedeki halklar, seküler sistemin despot yönetimlerine karşı haklı bir isyan ve adalet arayışındayken, yönlendirilmeye çalışılan sistem içi değişimler yaşanıyor
Türkiye’de tıkanan rejimin değişime zorlanması sonucunda yaşanan değişim süreci bölgemizdeki diğer değişim süreçlerinin de öncüsü oldu. Ülkemizde 88 yıldır tahakkümünü sürdüren Kemalist laik kapitalist ulus devlet, egemen darbeci bürokratik despotizm ve ulusalcı kapitalist seküler resmi ideolojisi tıkandı, çöktü. On yıllar boyunca gerçekleştirdiği hukuksuzluklar, insan hakları ihlalleri, sömürü ve adaletsizliklerle oluşturduğu zulüm bataklığında yozlaştı, yozlaştırdı, çürüdü ve her şeyi, her kurumu ve toplumu çürüttü. Sistemin iç çürümesine ilaveten, Müslüman, devrimci sol, Alevi, Kürt muhalefeti vb. bütün kesimlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedellerin sistemi yıpratan birikimi ve konjonktürün zorlaması sonucunda, sistem değişmek zorunda bırakıldı.
On yıllardır bütün bu zulümlerine rağmen darbeci bürokratik despotizmin arkasında durup destekleyen, batılı emperyalist demokrasiler, artık İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşan, radikal laik ve Türk ulusalcısı niteliğiyle bu sistemin devam etmesinin mümkün olmadığını gördüler. Sistem içinde giderek güçlenen, zenginleşen, örgütlenen kimi İslami duyarlılıkları da olan kitlelerin iktidar ve ranttan paylarını almak isteyen arayış ve değişim arzularını okudular. Mevcut haliyle sistemi sürdürmekte ısrarın, bölgedeki çıkarlarına zarar verir hale geldiğini de görerek, sistem içi değişim için harekete geçip kitleleşen bu güçlü eğilime karşı diremenin anlamsızlığını ve kendilerine rağmen meydana gelecek değişimin nereye doğru evrileceğinin belli olmamasının riskini de dikkate alarak, destek verip yönlendirmeyi tercih ettiler.
Sistemin değişimi, başka çıkar yolu olmayan küresel sistem tarafından da desteklense de, sistem içi değişim, büyük halk desteğine sahip yerli bir inisiyatif olarak AKP-Gülen koalisyonu tarafından üstlenildi. Küresel sistem önce AKP’nin öncülüğünden razı olmayıp, ısrarla alternatifler oluşturmaya çalışsa da, kendi destek verdiği yandaşları olan siyasi kadrolar, yeterli halk desteğini arkalarına alamadılar. Sonuçta küresel sistem de, AKP modelinin ülkeyi ve bölgeyi dönüştürüp küresel kapitalist seküler sisteme eklemlemede, “dindar” kimlikleriyle daha elverişli olabileceği vakıasını da kavrayarak, aslında doğrudan kendisini temsil edenleri öne çıkarmada, halka kabul ettirmede de başarısız olunca, AKP’yi desteklemek zorunda kaldı.
Örnek olarak sunulacak Türkiye modeli bu şekilde ortaya çıkıp, belli bir mesafe aldıktan sonra da, bölgedeki değişim gündeme geldi. Bölgede, tıpkı Türkiye’deki Kemalist zulüm rejiminde olduğu gibi, emperyalist batı demokrasileri tarafından desteklenmiş despot rejimlerin, on yıllara dayalı çok boyutlu zulüm, sömürü ve adaletsizlikleri, İslami kimlikle, temel hak ve özgürlüklerle yapa geldikleri savaşları ve İsrail ile dostlukları sebebiyle, mazlum halkların birikmiş öfkesinin bir kıvılcımla patlaması sonucu Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde, despotizme karşı hak, adalet ve özgürlük arayışlı halk ayaklanmaları meydana geldi. Bunu önceden de okuyan küresel emperyalist güçler, ayaklanmaları engelleyemeyeceklerini anlayınca bir yandan hemen halkların adalet ve özgürlük arayışını destekler görünen bir ikiyüzlülükle, yıllarca kullandıkları despotların ipini kolayca çekivermeye başladılar.
Tunus, Libya ve Mısır’da gelişmeleri demokrasiyle uyumlu “Ilımlı İslam”a doğru yönlendirmeye çalışan emperyalist demokrasiler, Yemen’de yandaş başka bir zalimi iktidara getirip, Bahreyn’de despot yönetimi şimdilik desteklerken, Suriye’de ise, “Radikal” olarak nitelendirdikleri Müslümanların etkinliğini öne sürüp, alçak Baas diktatörlüğünün katliamlarına göz yumuyorlar. Baas rejiminin, Müslüman halkı, katliamlarla ezip batının seküler demokrasilerine, liberal sistemlerine ve İsrail dostluğuna sığınmak zorunda bırakmasını bekliyorlar. Bizler, katil Baas diktatörlüğünün zulmüne, katliamlarına karşı mazlum Müslüman Suriye halkının yanında yer alıp destek vermeliyiz. Allah onların ve tüm bölgede ayaklanan mazlum halkların yardımcıları olsun, onları katil ordulardan muhafaza etsin ve muzaffer kılsın inşallah.
Önce Türkiye’de uygulamaya konulan, kaçınılmaz hale gelen değişimi kontrol altına alıp yönlendirmeye dair aynı oyun, bu sefer bölgede ortaya konulmaya başlandı. Türkiye modelini bölge halklarına sunarak, haklı adalet arayışıyla ortaya çıkan halk ayaklanmalarını, yine küresel sistem içinde kalan bir değişime ve batı çıkarlarını güvence altına alacak seküler bir demokrasiye doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.
İşte bugünkü panelimizde ülkemizde ve bölgemizde yerli aktörlerin öncülüğünde ve onlara belli inisiyatif alanları tanıyarak da olsa, sonuçta küresel demokratik Emperyalizm tarafından da yönlendirilen demokratikleşme sürecini kapsamlı olarak ele almaya çalışarak bu dönemdeki en önemli İslami sorumluluklardan birisini yerine getirmeye çalışacağız. Tabii, sonuçta da kendimizden başlayarak tüm ülke ve bölge Müslümanlarının, bu kritik değişim ve dönüşüm sürecinde gidişatı ve yapılacak tercihleri Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde tefekkür etmeye vesile olmak istiyoruz.”
Bu açış konuşmasını müteakip panele geçildi. Oturum Başkanı Mehmet Pamak, ilk sözü “Demokrasiyi doğuran seküler paradigmanın ve bu zeminde doğan demokrasi kavramının felsefi ve ideolojik boyutuyla tanımlanması. Tarihsel süreçte ortaya çıkan çok sayıda tanımına rağmen bütün bu tanımların değişmeyen ortak paydasının, felsefi ve ideolojik niteliğinin ne olduğu? Aynı paradigma zemininde doğan laiklikle ilişkisi nedir?” sorularını cevaplamak üzere Hamza ER’e verdi.
‘Tarihi ve Felsefi Yönleriyle Demokrasi’yi anlatan Hamza ER’in konuşmasının özeti :
“I- Giriş:
Feodaliteyi, kilise zulmünü yaşamamış, muharref Hristiyanlıkla asla irtibatlandırılamayacak olan İslam’ı kabul etmiş,kısaca tarihinde Avrupa’nın yaşadığı tecrübeyi geçirmemiş, o döneme ait sorunlarla karşılaşmamışMüslüman toplumlara, insanmerkezciliği, insanın tanrı karşısında mutlak bağımsızlığını da içine alan sınırsız özgürlüğü, aklın kutsanması gerektiğini ve tüm bu sonuçları bir kazanç olarak görmesini nasıl izah edebilirsiniz. Ama maalesef, Müslümanların içerisinde bulunduğu yenilmişlik psikolojisi, onları, yeryüzünü sömürerek elde ettiği maddi kalkınmayla toplumlarına müreffeh verahat bir hayatı yaşatan, batı olarak tanımlanan emperyalist gücün ürettiği bu modellere yönlendirmiştir.
Zalim diktatör idarecilerin yönetiminde 50 yıl kaybeden Müslümanlar, batılı değerlerin kutsandığı demokratik sistemlerle bir 50 yıl daha kaybetmemelidir. Bu sebeple Müslümanlar demokrasinin tarihi sürecinden yola çıkarak felsefi arka planını görebilmeli, demokrasinin kendi değerlerine özgü bir yaşam modeli sunduğunu anlamalı, başka dinlere ve hatta kültürlere asla tahammülünün olmadığını, onları kendisine dönüştürmeye çalışan açık bir din olduğunu fark edebilmelidir.
II- Demokrasinin Doğuşu:
“Demos”kelimesi“halk”demekken“kratos”kelimesi de“güç/iktidar” demektir. Demokrasi ise,“halk iktidarı/yönetimi”demek oluyordu."Demos" Yunan toplumunda sınırlı bir halk sınıfının ismiydi, halkın tümü anlamında kullanılmıyordu. Toplumunyarısını oluşturan kadınlar“demos”un dışındaydı. Belli biryaşın altındaki gençler de“demos”dan sayılmazdı. Uzun süredir Yunan site devletlerinde ikamet ediyor olsalar dayabancılar"demos"tan sayılmazlardı.Toplumun en kalabalık kesimini oluşturan köleleri ifade etmeye bile gerek yok; bunlar asla “demos”a dâhil olamazdı. Geriye bir tek eli silah tutan, özgür, yerli ve zengin Yunanlılar kalıyordu. Yani doğduğu yerde de azınlığın hakimiyeti olan demokrasi modern örneklerinde de hep oligarşilerin hakimiyeti olmayı sürdürmüş, buna rağmen kitleleri aldatmak için halkın mutlak hakimiyeti olarak tanıtılmaya devam edilmiştir.
III- Demokratik Değerlerin Dayandığı Tarihi Arka Plan:
Hristiyanlığın Romalılaşması:
Hz. İsa(s)’nın öğretilerinin takipçileri olan Tevhid ehli Müslümanlar M.300’lere doğru Roma’yı dönüştürecek bir etkiyi oluşturmaya başladıklarında Roma aristokratları ve yönetimi için iki yol kalmıştı; ya yıllardır yürüttükleri hâkimiyetlerini kaybetmek, ya da bu yeni akım ile uzlaşarak onu dönüştürmek. Roma aristokratları ve yönetimi çareyi uzlaşma arayışlarında (konsüller) bulmuş ve verdiği tavizlerle nihai mücadeleyi kazanmıştı. Bu olay, tarihe Roma Hıristiyanlaşacakken (İslam devleti olacakken)Hıristiyanlık Romalılaştıkaydını yaptıran önemli bir kırılmaydı. Roma’nın resmi dini olarak kabul edilen Hristiyanlık, Pavlus’un çabalarıyla şeriatsız ve tevhidsiz yeni bir din haline getirilmiş yepyeni bir teoloji oluşturulmuştur.Yeni Hristiyanlık, çok tanrılı paganist, putperest anlayışla bir sentez oluşturmuş, siyasal iktidarla uzlaşmayı kabullenerek kendisini“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya”veren bir din haline getirmişti.
Orta çağ Avrupa’sında devletler ise bu anlayışın egemen olduğu,dini otoritenin kilise, dünyevi otoritenin ise kral tarafından temsil edildiği çok sağlam bir güç koalisyonu tarafından yönetilmekteydi.Fakat kilise, dini tasavvuruna uygun düşen bu mantıki yönelişle yetinmemiş, oldukça geniş boyutlarda ve bu tasavvuru ile çelişki halinde olan dünyevi bir otoriteyi de aynı şekilde elinde bulundurmak istemiştir.
Kilisenin gücü eline geçirmesi:
Böyle bir işleyiş içerisindeyüksek konumda bulunan Ruhban sınıf; Tanrı’yı gazabından vazgeçirmek, insanlara şefkat ve rahmetini temin etmekte aracılık yapmakta, kralların yönetim hakkının tanrı tarafından kendilerine bağışlanmış bir hak olduğunu söyleyerek,yani iktidarlarını takdis ederek kral’ı da yanlarına almışlardı.Kilise“Tanrı adına konuşan ve Tanrı adına karar veren bir güç”olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Tanrının gazabını üzerine çekmeyi ve bile bile cehenneme gitmeyi göze almadan, hiç kimse otoritesinin önüne dikilemiyordu.
İnsan, aşağılanmış, akıl iptal edilmiş, dini metinler dogmalaşmış, içtihat alanı diye bir alan kalmamıştı. Dini metinleri yorumlama tekeli sadece ruhbanlara aitti.13. asırda Papanın kendi yönetimleri altında sürekli bir araştırma organı olarakEngizisyon mahkemeleridüzene sokulmuştu. Kilise, kendi bildiklerinin dışında herhangi bir şeyin bilinmesine tahammül göstermiyor tashih etmedikleri ve kontrollerinden geçmeyen herhangi bir bilgiye güvenmiyordu. Yaklaşık bin yıl süren Ortaçağ döneminde meydana getirilmiş olan fikir ve sanat eserleri yok edilmiş,düşünce ve fikir üretmek yasaklanmıştı.Aksi davrananlar “aforoz” edilip yakılıyor, akıl almaz işkencelerle öldürülüyordu.
Fıtrata aykırı toplumsal sınıflaşma:
Hiç üretmeyen, sadece alan ama her şeyi yönetenruhban sınıfı; çalışmayıp çalıştıran, toprakların sahibi ve sömürücüsüsoylular; hep çalışan, fakat sadece karnını doyurabilen köylüler ve en alt bile sayılmayan zavallıköleler. Bu sınıflaşma içerisinde fakirin zengin, köylünün şehirli, sıradan vatandaşın aristokrat olması mümkün değildi.Tanrı, Kral ve Kilise üçlü ittifakıkarşısında hiçbir değeri kalmamış olan halka, kaderine razı olup bu koalisyona boyun eğmekten başka bir seçenek bırakılmamıştı. Tarihin bu dönemini dikkatlice incelediğimizde, yaklaşık M.500’lerde başlayan ve aydınlanma dönemine kadar sürmüş olan“kilise din devletinin”zulüm uygulamalarının,Demokrasinin bugünkü değerleri ile yeniden ortaya çıkmasına gerekçe oluşturduğunu söyleyebiliriz.
IV- Bir Tepki Olarak Yeniden Demokrasi
Ortaçağın sonlarına doğru, geniş halk kitlelerinin hedefi haline gelen ruhban diktatörlüğü ve soylu tahakkümü sorgulanmış, bu sorgulama süreci siyasal alanda Reform hareketleriyle, kültürel ve düşünsel alanda ise Rönesans(yeniden doğuş) ile kendini göstermeye başlamıştı.Feodal döneme ait her şeyin nefret duyularak reddedildiği bu dönemde,geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, dogmalardan, inanç ve ön yargılardansıyrılıpinsan ve evren konusunda aklın bağımsızlığı ve mutlaklaştırılmasıanlayışı bayraklaştırılmıştır. Artık, yalnız aklın egemen olacağı bu yeni ortamda insanların sonsuz refah ve mutluluğa erişeceğine kesin bir inanç duyuluyordu.Ruhban sınıfına, kiliseye ve onların ürettikleri dogmalaraduyulan tepki,Avrupalıların bilinçsiz ve inatçı hareket etmelerine sebep olmuş, bu da problemin kaynağının doğru teşhis edilmesinin önüne geçmiştir. Tahrifat, kişisel uygulamalar demeden dine karşı düşmanlık had safhaya ulaşmış, dinin hayata müdahalesinin söz konusu olamayacağı, aklın kutsandığı yeni teoriler geliştirilmiştir.
İşte 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma hareketinin beraberinde getirdiği eşitlik, özgürlük, laiklik, ulusal hâkimiyet, cumhuriyet gibi görüşler1789 Fransız Devriminingerçekleşmesini sağlayan düşünsel arka planı da oluşturmuştur.Bu dönemin düşünür, siyaset ve hukuk bilimcilerinin ürettikleri yeni değerler, günümüz demokrasisinin de temellerini oluşturmuştur. Bu sebeple Demokratik düşünceyi doğru tanımlayabilmek için üzerine inşa edildiği kavramların bilinmesi gerekmektedir.
Toplum Sözleşmesi:
Bir toplumu, devleti meydana getirmek üzere, bireyler arasında gönüllü, istekli olarak yapılan teorik anlaşmanın adına "toplum sözleşmesi" denmektedir.Toplum sözleşmesi teorisiyle birlikte devletin kaynağı, meşruiyet sorunu ve egemenlik anlayışı konusunda artık çok önemli değişikler karşımıza çıkmaktadır. Toplum sözleşmesinde siyasal iktidarın kaynağı Tanrı kabul edilmez. Onun yerine iktidarın kaynağı sözleşmeyi yapan bireylerdir. Yani sözleşmeyle iktidarın kaynağı artık insanların iradesi olmuştur. Devletin kökenini açıklayan demokratik bir teori olan toplum sözleşmesi, bir varsayım olarak bireyin devletin oluşumunda önemli olduğunu ve bu önemine binaen devlet karşısında önemli haklara sahip olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır.
Hâkimiyetin kaynağı:
Demokratik düşüncenin en temel konularından olanhâkimiyet meselesi deortaçağ zulmüyle direkt ilgili bir konudur. Fransız devrimiyle geçmişte ne varsa temizleyen halk yeni dönemde evvela yönetimin işlerini kontrol etmeyi gündemine almıştır. Artık Kutsal ilahi hak ortadan kalkmalı, hükümet, tasarruflarında halkın iradesini kabul etmeliydi. Hükümet sadece yürütme organı haline gelmeli, halk yasama yetkisini almalı, kuvvetler ayrımına gidilerek tek elde toplanan egemenlik parçalanmalıydı.
Çağdaş demokrasilerin öncüsü olarak demokratik hayatın yeniden şekillenmesine önemli katkılar sağlayanJ. Jacques Rousseau’nun(Frs. 1712-1778)“Toplumsal sözleşme”isimli kitabı, insan hakları sözleşmesine ilham kaynağı olmuştur. Ona göre:“Egemenlik, ‘genel iradenin kullanılmasıdır. Genel irade ise toplumu oluşturan bireylerin ‘özel iradelerinin toplamıdır. Genel irade her zaman en iyiyi, en doğruyu ve en faydalıyı gösterir. Çünkü en fazla sayının ya da çoğunluğun iradesidir.”KısacasıRousseau’ya göre yönetim halka aitti. Halk egemenliği devredilemezdi.
Görüldüğü gibiKilisenin kanun koyuculuğunun ortadan kalkması sonucu doğacak boşluk artık halkın genel iradesine devredilmiştir.Artık, halkı, halkın seçtiklerinin, yine halk adına yönetmesi kurgulanmıştır. Bu yeni yasama işleyişinin mekânı ise parlamentolardır. Milletvekilleri(halkın temsilcileri), halkın hayatını düzene koyacak kanunları çıkararak Kilisenin/dinin yasamadaki yerini doldurmaya talip olmuştur. İşte laiklik ve demokrasi böylesine ilahi olana başkaldırı zemininde, kiliseye karşı olmakla sınırlı kalmayıp topyekun din karşıtlığı ve ilahi vahyin yerine insanların heva ve zannının egemenliğini tesis etme anlamında doğdu. Bu bakımdan laiklik, sekülerlik ve demokrasi iç içe geçen ve ayrı düşünülmesi mümkün olmayan kavramlardır.
Sekülerizm:
Sekülerleşme; insanın bakışlarını dünya ötesinden bu dünyaya ve bu zamana çevirmesidir. Bu şekliyle ele alındığında kavramın, dünyevileşme ile örtüştüğü söylenebilir. Bu sebeple kısaca dünyevilik olarak tanımlayabileceğimizsekülerizm, orta çağdan kopuş mücadelesinde olduğu gibi dini siyasal ve hukuki alandan ayırma çabasını ifade etmektedir.Sekülerizm kelimesini ilk defa kullananGeorge Jacob Holyoake(ing. 1817-1906), sekülerliği,“inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alan doktrindir”diye tarif etmiştir.
Laiklik:
Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan,din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beridin adamı olmayan, rûhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmıştır.
Fransız İhtilali’nin ardından kralların yetkilerinin sınırlandırılıp, kilise ve soyluların ayrıcalıkları ve halk üzerindeki etkileri kaldırıldıktan sonra, din hususunda var olan bu iki keskin ve zıt görüş arasındaki problem de, bu iki görüşünorta yoluniteliğinde olan bir fikirle çözülmüştür. Bu orta çözüme göre:din“Ne tamamen reddedilecektir, ne de yönetimde ve insanların hayatında yani kısacası devlet işlerinde söz sahibi olacaktır. Din tamamen ferdî bir mesele olup insanlar onu kabul veya reddetmekte ya da farklı dinlere meyletmekte tamamen serbest olacaklardır. Din, ferdin iç dünyası ile ilgili bir meseledir ve buna kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Bu nedenle din siyasetten uzak tutulmalı ve yalnızca ruhanî yönü bulunmalıdır.”İşte din hususunda üzerinde uzlaşılan buorta çözüm, kendisinden ortaya çıkanKapitalist ideolojinin temel fikrini oluşturan“dini hayattan ayırma”ya da daha çok bilinen ifadesiyle“Laiklik”düşüncesidir.
15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa'yı etkileyen Katolik Kilisesi ne karşı yapılmış Reform hareketleri, Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklamıştır. Bu yeni yorum tarzı Almanya'da Luther, İtalya'da Kalven tarafından temsil edilenProtestanlık olmuştur.Protestanlığın temel görüşü"Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır"şeklinde özetlenebilir. Protestanlık,dinsel-siyasal iktidar ilişkisineKatolik ve Ortodoks yaklaşımından farklı bir çözüm getirmiştir. İktidarlardan birini diğerine tabi kılmaktan kurtararak, Hıristiyanlığın başlangıcında olduğu gibi, her iki otoritenin kendi alanları içinde üstün olduğunu benimsemiştir. Artık,siyasal iktidar meşruiyetini dinden almadığı gibi, dinsel otoriteyi kendine bağlamak, onu devletin bir organı gibi görmek eğiliminde de değildir.Bu, laik bir devlet düzeninin ifadesidir.
Bu fikrin ortaya çıkmasıyla birlikte, laiklik anlayışına binaen yasama yetkisi Tanrı/Kiliseden alınarak halka verilmiş ve halk tüm kuvvetlerin kaynağı kabul edilmiştir. Böylelikle kralların yetkileri daraltılıp din de ferdî bir mesele haline getirildikten sonra ortaya çıkan“hükmün kaynağı kim olacak?”sorusuna da böylelikle cevap bulunmuştur.
Sonuç:
Demokrasi sadece araçları bulunan bir devlet yönetimi şekli olmayan, aynı zamanda bir felsefesi bulunan değerler bütünüdür. Yalnız partiler aracılığı ile siyasete şekil verme veya meclis ile yasaları düzenleme yöntemi değildir.Öne sürdüğümüz argümanlar, demokrasinin tamamen batı’ya özgü şartları çerçevesinde, hem Yunan’da, hem ortaçağların sonunda, her iki dönemde de“din- dışı ve dine- karşı”bir ideoloji ve siyasal felsefe olduğunu göstermektedir.Modern batı dünyasının inanç(sızlık) kültüründen neşet etmiş seküler bir toplum modelidir. Hem toplumun, hem de insanın var olma sürecine dair vahiyle uyuşmayan bir algıyı içinde barındırır.Bu değerleri taşımayan toplumlarda demokrasi uygulanamaz.İdealize edilen demokrasi ise, örneklerinde de gördüğümüz gibi, ancak bu inanç sisteminin işlediği toplumlarda uygulanabilmektedir.
Tanrı yerine insan, kilise yerine laik kurumlar, dogma yerine akıl, değer yerine çıkar, dayanışma yerine vahşi rekabet ve bunun için gerekli serbest ortam, Demokrasiye biçim veren tercihlerdir. Ve bu tanımlar ışığında demokrasi, başka din ve gelenekleri, kendine biçim veren değerlerin inşa ettiği dünyaya dönüştürmenin politik bir aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.”
Hamza ER’in konuşmasında ifade edilen, Kilise ve aristokrasinin/kralların koalisyonundan oluşan despot yönetimlerin baskı ve zulümlerine karşı, sanayi ve ticaretin gelişmesiyle ortaya çıkan burjuvazinin öncülük ettiği özgürlük mücadelesi sonucunda, dine ve monarşiye tepki zemininde üretilen seküler laik demokrasilerin, insanın hevasını ilahlaştıran modeline karşı “İslam’ın siyasal modelinin ne olduğu ve ne önerdiği, Demokratik modelle temel farklılıkları ve ikisinin uzlaşıp uzlaşmayacağı” konusundaki konuşmasını yapmak üzere ikinci sözü Hüsnü AKTAŞ’a verdi.
Hüsnü AKTAŞ kendisine yöneltilen sorulara özetle şu cevapları verdi:
“Sözlerime başlarken Allahû Teâlâ’ya hamd-ü senâ, Peygamberimiz Efendimiz’e, temiz ehl-i beytine ve ashabına selât-ü selâm, İslâmi hareketin zafere ulaşması için bütün imkânlarını seferber eden muttaki mü’minlere hayır dualar ederim.
‘İslâmi Hareket’ ve ‘İslâmi Siyaset’ en temel kavramlarımızdandır
Kardeşlerimizin dikkate almamızı teklif ettikleri suallerin merkezinde; ‘İslâmi Hareket’ ve ‘İslâmi Siyaset’ kavramlarının, belirleyici bir unsur olarak bulunduğunu söylemek mümkündür. Allah’ın (cc) indirdiği hükümlere ihlâsla teslim olan, insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymaya gayret eden Müslümanların, hakikate uygun olan fiillerine ‘İslâmi Hareket’ denilir. Müfessir İbn-i Arabi ‘Hz. Adem’den beri, dinin ve hilâfetin aslının bu olduğunu’ ifade etmiştir.Kelime-i Şehadeti kalben tasdik eden bir kimse; kayıtsız ve şartsız olarak, Allâh'ın (cc) indirdiği hükümlere teslim olduğunu beyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Rasûl-i Ekrem (sav)'e hitaben:"Ve şu emri indirdik!.. İnsanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!. Sakın onların(insanların)hevâlarına uyma"(El Maide Sûresi: 49 ) emrinin verildiği malûmdur. Dolayısıyla hiç kimsenin; Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek üzere, kendi hevâsına uygun olan hükümleri tercih etmesi caiz değildir. İmam-ı Serahsi ‘El Mesbut’ isimli eserinin girişinde ‘Tevhidin aslı Kitab'a ve Sünnet'e sımsıkı sarılmak, hevâya tabi olmaktan ve bid'attan ictinab etmektir’ diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve peygamberlerin mücadelelerini haber veren kıssaların tamamında ‘Hidayetin’ ve ‘Dalâletin’, dünyevi ve uhrevi neticeleri haber verilmiştir. İtikadi açıdan insanlarıhidayetin ve dalâletin keyfiyetine göre tasnif etmek de mümkündür. İmam-ı Şehristani, bu keyfiyeti dikkate almış ve şu tasnifte bulunmuştur:” İtikad yönünden insanlar milel ve nihal ehli olmak üzere ikiye ayrılırlar. Milel; vahye tabi olan ve hak bir şeriat ile amel edenlerin vasfıdır. Nihal ise, keyiflerine ve heveslerine göre yaşayan ehl-i ehvaya verilen isimdir”Bilindiği gibi İslâm alimleri; insanların hevâlarından kaynaklanan hükümlerin tamamını "câhiliye hükmü" kavramıyla ifade etmişlerdir.İslâmi siyaset meselesine gelince: İslâm fıkhında hakimiyet ve iktidar kavramları, birbiriyle ilgili olmakla beraber, farklı mahiyete haizdirler.
Hakimiyet, kayıtsız ve şartsız olarak sadece Allahü Teâla'ya (cc) mahsustur
Her namazdan sonra ısrarla tekrarladığımız ‘Lehû’l mülk velehû’l hamd ve hûve alâ külli şey’in kadir’ hükmü, bu hakikatin ifadesidir. İktidar ise, O'nun halifesi olan insana ait fiilleri gündeme getirir. Ümmetin velâyetine haiz olan ve onların vekâletini alarak iktidara gelen kimseler; hem Allah'ın (cc) hakimiyetine teslim olmak, hem insanların hukukunu muhafaza etmek mecburiyetindedirler. Bu keyfiyete haiz olan siyaset, İslâm milletinin maddi ve manevi seviyesini yükseltmeye vesile olan bir yönetim sanatıdır. Halkı müslüman olan ülkelerde din ile siyaseti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bazı İslâm alimleri "İnsanları hidayete ve hayra (dünyevi ve ûhrevi saadete) ulaştırmak, onları fesaddan kurtarabilmek için, takip edilmesi gereken en güzel yola siyaset denilir" tarifini esas almışlardır. Fakih İbn-i Abidin ‘Reddü’l Muhtar’ isimli eserinde“siyaset; insanları dünyada ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatleri için çalışmaktır”tarifini yapmış ve bahsin devamında şöyle demiştir:“Siyaset ağır bir şeriat olup iki nevidir. Siyaset-i zalime; halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaset-i adile; halkın haklarını zalimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesad ehlini meneden siyasettir ki şeriattan sayılır.’
‘İslâm’ın siyasi modele ait hükümleri nelerdir?’
Siyasi modelin veya rejimin konusu iktidarın nasıl teşekkül edeceğini, kimler tarafından denetleneceğini ve hangi şartlarda devredileceğini tesbitle sınırlıdır. İslâm âlimlerinin büyük bir çoğunluğu; Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) vefatından sonra ortaya çıkan siyasi rejimi ifade için ‘hilâfet’ kavramını tercih etmiştir. Zira Hz. Ebu Bekir’in (ra); müslümanlara liderlik hususunda, Rasûl-i Ekrem’in (sav) halefi olduğu sabittir. O dönemde; resmi yazılarda ve belgelerde kullanılan ünvan,‘Rasullûllah’ın halifesi’(Halifet-i Rasûlullah) şeklindedir. Bu ünvanın kullanılması; sahabe-i kiram tarafından Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) siyasi liderliğinin nasıl değerlendirildiğini ifade etmektedir. Eğer Rasûl-i Ekrem’in (sav) görevi, sadece risalet ve nübüvvetle sınırlı olsaydı, herhangi bir kimsenin O’nun halefi olması düşünülemezdi. Zira görevini, son peygamber olarak yerine getirmiş ve vefatı ile birlikte mesele kapanmış olurdu. Halbuki Hz. Peygamber’in (sav); hem kendisine indirilen vahyi tebliğ ettiği, hem de İslâm Fıkhı’nı uygulayan devletin siyasi liderliğini yaptığı malûmdur.
Hilâfet teriminin; Rasûl-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra, siyasi rejimi ifade için kullanılması, aynı tarihlerde yürürlükte olan (kisralık, kayserlik, necaşilik, meliklik vs.) diğer rejimlerden ayrı olan keyfiyetini ortaya koymak içindir. Bazı İslâm âlimlerinin ‘Ehl-i İhtiyar’, bazılarının ‘Ehl-i İctihad’, bazılarının da‘Ehl-i Hâl ve’l Akd’adını verdikleri ‘Şûra Meclisi’nin’, hem halifenin seçilmesi, hem de takip edilmesi gerekli olan siyasetin tesbit edilmesi gibi, hayati öneme haiz olan vazifeleri vardır. Bilindiği gibi emanetin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi farzdır. Bu farzın eda edilebilmesi için de Müslümanların birbirleriyle yardımlaşmaları gerekir. Halife’nin seçiminde, ümmetin çoğunluğunun rızasının dikkate alınması, maslahat açısından elzemdir. İmam-ı Gazali;‘Er Reddü Ale’l Batiniyye’ isimli eserindeHz. Ebubekir’in (ra) halife seçimiyle ilgili olarak, şu tesbitte bulunmuştur:“Eğer Hz. Ebu Bekir’e (ra), Hz. Ömer’den (ra) başkası bey’at etmeseydi veya diğer sahabeler çekimser kalsalardı halife olamazdı. Ayrıca bey’at edenler ile bey’at etmeyenler aynı sayıda olsaydı, yine hilafet akdi gerçekleşmiş olmazdı. Çünkü çoğunluğun rızasına (bey’atına) ihtiyaç vardır.”
Bazı müctehid imamlara göre, ‘iktidarın meşrûiyeti, sürekliliği ve istikrarı için’ mü’minlerin çoğunluğunun rızasının alınması gerekir. Bunun (çoğunluğun rızası açısından) demokrasiye benzemesi, şekli bir benzerlikten ibarettir. Zira kayıtsız-şartsız hakimiyet iddiasında bulunan birisinin değil, İslâm ahkâmını en güzel tatbik edebilecek kişinin (halifenin) tesbiti sözkonusudur. Totaliter siyaset anlayışının etkisinde kalan bazı âlimler; saltanatı savundukları ve her türlü seçimi reddettikleri için, İmam-ı Gazali’nin‘müslümanların yarıdan bir fazlasının bey’at etmesi gerekir’şeklindeki tesbitine itiraz etmişlerdir.
‘İslâmi ilkeler, ölçüler, değer ve emirleri değişken midir?’
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ve fakih sahabelerinin usûlünü benimseyen âlimler; İslâm Fıkhı'nın dünyaya ve ahirete müteveccih olan bütün hükümlerinin, dört ana kaynaktan elde edileceği konusunda ittifak etmişlerdir. Bunlar sırasıyla Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha'dır. Bunlara dört delil anlamında "Edille-i Erbaa" veya şer'i deliller anlamında "Edille-i Şer'iyye" denildiği gibi, aslî deliller de denilir. Bunların dışında, hüküm istinbatına vesile olacak başka deliller de vardır. Bunlara fer'î deliller veya "İkinci Derecede Kaynaklar" adı verilmiştir. Fer'i delilleri, İstihsan, Örf ve Âdet, Şer'û Men Kablenâ (daha önceki şeriatlar), Seddû Zerai, Masâlih-i Mürsele, Sahabe Kavli ve İstishab şeklinde ifade etmek mümkündür. Dolayısıyle fıkhi hükümler; ya açık bir nassa dayanırlar, ya da nassların illetlerinden elde edilen re'y ve içtihatla sabit olurlar. Muhkem nasslarla sabit olan hükümlere muhatap olan her müslümanın "İşittim ve itaat ettim" diyerek teslim olması ve mucibince amel etmesi farzdır. Usûl ulemasının"Mevrid-i nass'da içtihada mesağ yoktur"hükmünde ittifak ettiği malûmdur.
Değişen hükümler, ölçüler ve değerler, fer’i konularla sınırlıdır. Hakkında nass bulunmayan fer'i meselelerin, istinbat, hikmet, maslahat, istihsan ve ictihad yoluyla çözülmesi zaruridir. Hanbeli fukahasından İbn Kayyım El Cevziyye "İslâm'ın esası hikmete mebnidir. İnsanların dünya ve âhiret maslahatlarının temin edilmesi şarttır. İslâm'ın tamamı adalettir, hikmettir, rahmettir ve maslahattır. Adaletten zulme, maslahattan mefsedete ve hikmetten abese çıkan hiç bir şey İslâm'dan değildir" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim'de, insanoğlunun bütün maslahatlarını ifade için, "hasenat" (iyilikler/ güzellikler) kavramı kullanılmıştır. İmam-ı Gazali, maslahat kavramını izah ederken şu tesbitte bulunmuştur; "Bizim maslahattan kasdımız, şeriatın maksadıyla (temel hedefiyle) sınırlıdır. İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerinin muhafaza edilmesi farzdır. Bu beş şeyin korunmasına yönelik her şey maslahattır. Bu beş şeyin zayi olmasına sebep olan şeyler mefsedet hükmündedir. Bunun (mefsedetin) ortadan kaldırılması da maslahattır."
“Demokrasi’ kavramı ve kavramın siyasi keyfiyeti, hâkimiyeti kayıtsız ve şartsız insana, yani halka tahsis eden bir anlayışın ifadesidir.
Herhangi bir mevzuatta yer alan hükümleri değerlendirirken, bir inceliği dikkate almakta fayda vardır. Teklifi hükümlerin teşrii kaynağı ve esbab-ı mucibesi, o hükümlerin değerini tesbitte en önemli ölçüdür. Bu ölçüyü dikkate almayan kimselerin, din ile ideolojiyi birbirinden ayırmaları kolay değildir. İslâm Fıkhı’nda yer alan siyasi, hukuki ve iktisadi modelin temel ilkeleri, Kur’an-ı Kerim ve mütevatir sünnetle sabit olan hakikatlerdir. Bu ilkeler, bir anlamda ‘dinde inanılması zaruri olan hükümlerin’ de ifadesidir. Yunanca olan ‘Demokrasi’ kavramı ve kavramın siyasi keyfiyeti, hâkimiyeti kayıtsız ve şartsız insana, yani halka tahsis eden bir anlayışın ifadesidir.Demokrasi kavramının İslâmi kavramlar ile birlikte kullanılması veya ‘İslâmi demokrasi’ gibi yeni bir kavramın piyasaya sürülmesi, vahyin hakikatini ve kadr-ü kıymetini bilmeyen insanların sayısının arttığının en güzel delilidir.İslâm’ın tebliğinden on asır önce; eski Yunan şehirlerinde (Atina ve Isparta) uygulanan demokrasi rejimini, değişik açılardan tahlil etmek mümkündür. Teşrii hukuku açısından insanın ilâhlığını gündeme getiren bu siyasi anlayış, Büyük Fransız Devrimi’nden sonra yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. Farklı dünya görüşlerine sahip olan politikacılar, siyaset uzmanları ve filozoflar, kendi hayal dünyalarına göre ideal bir demokrasi tarifi yapmışlardır. Nazizmi siyasi model olarak hayata geçiren Adolf Hitler ile Komünist ideolojinin teorisyenlerinden kabul edilen Stalin’in, kendi siyaset anlayışlarına göre bir demokrasi tarifi yaptıkları ve demokrasi rejimini savundukları malûmdur. Günümüzde demokrasi, sıfır numara gözlük camı gibidir. Herkesin keyfine göre kumlanması mümkündür.
‘Ehven-i Şer’ tercihi ferdi planda geçerli olup,toplumsal planda siyasal model tercihiyle hiçbir alakası yoktur
Yaygın olan ‘ehven-i şer’ anlayışı, Mecelle-i Ahkâmı Adliyye’de’ yer alan külli fıkıh kaidelerinin bir hülasasıdır. Bu anlayışı sistemleştiren üç külli kaideyi birlikte değerlendirmekte fayda vardır.Madde: 27:Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaf ile izale olunur.Madde:28:İki fesad tearuz ettikte ehaffını irtikâp ile a’zamının çaresine bakılır.Madde: 29:Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur. Başta İbn-i Nüceym’i Mısri’nin ‘El Eşbah ve’n Nezair’ isimli usul kitabı olmak üzere, tarih boyunca külli kaideler üzerinde çalışan usûl alimlerinin tesbitleri, güzel bir şekilde tasnif edilmiştir. Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye isimli eser, bir anlamda Osmanlı Devleti’nin, yani ‘Devlet-i Aliye’nin’ medeni kanunudur. Bu külli kaideleri, bir ‘Anayasa Hukuku’ veya ‘siyaset manifestosu’ gibi değerlendirmek doğru değildir. Üstelik bu kaidelerin hepsi ferdi planda geçerli olup, toplumsal planda siyasal model tercihiyle hiçbir alakası yoktur.Soğuk Savaş Dönemi’nde; Varşova Paktı ülkelerine karşı Nato’ya dahil olan devletlerin siyasetini savunmayı meslek edinen çevreler ‘Ehven-i Şer’ kavramını keyiflerine göre yorumlamaya başlamışlardır. Bu keyfi yorumlar, zaman içerisinde iç politikada CHP’ye karşı mücadele verdiği zannedilen ‘Demokrat Parti’yi’ meşrulaştırma vasıtası olarak kullanılmıştır.
‘Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) Mekke döneminde bu anlayışa uygun davrandığı söylenebilir mi?’
Silahlı mücadelenin, yani savaşın farz kılınmadığı Mekke-Tebliğ Dönemi’nde Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) Müslümanların maslahatını dikkate aldığı ve siyasi kararlar verdiği malûmdur. Meselâ:Habeşistan Hicreti, bu kararlardan birisidir.Usûl alimlerinin ‘Maslahat-ı Mürsele’ adını verdiği bu siyasi tercihlerin, ferdi planda dikkate alınması gereken ‘Ehven-i Şer’ kaidesi ve anlayışıyla bir ilgisi yoktur.”
İslam’ın siyasal modelinin dört temel esasa dayandığını, bunların “emaneti ehline vermek, adaletle/Allah’ın hükmüyle hükmetmek, şura ile karar vermek ve ümmetin rızasına dayanmak” olduğunu ifade eden Hüsnü Aktaş’ın konuşmasından sonra, Pamak, bu tespite, bir de dördüncü esasın açılımı mahiyetinde “emri bi’l maruf nehyi an’il münker sorumluluğu çerçevesinde ümmetin yönetimleri denetleme ve gerektiğinde azletme” yetkisini de ilave etmek gerektiğini söyleyip, üçüncü sözü Ali KAÇAR’a verdi. Ali Kaçar, “Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının sebepleri, bileşenleri ve hedefleri, demokrasi taleplerinin öne çıkmasının, çıkarılmasının nedenleri, bölge ülkelerindeki kimi cemaat önderlerinin, Müslüman öncü, aydın, yazar ve alimlerin, demokrasi taleplerinin İslam ile bağdaştığını iddia etmelerinin arka planı nedir? Küresel emperyalist güçlerin yönlendirmeleri ile yerli demokratik arayışların bu sonucu sağlamadaki etkileri ne kadardır? Bölge Müslümanları demokrasiyi farklı mı anlıyorlar, bu kavram onların farklı anlamalarına müsait mi?” sorularının cevabını vermek üzere konuşmasını yaptı.
Ali KAÇAR’ın konuşmasının özeti:
Arap Baharı olarak adlandırılan Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının ilki Tunus’ta başlamış ve domino etkisi ile sadece Ortadoğu halklarını değil, diğer bölgelerdeki halkları da etkilemiştir. Dolayısıyla Ortadoğu halkları, bırakın bir başka ülkeyi model almayı, Türkiye dahil diğer ülkelere model olacak tarzda ölümüne, ölüm kusan, kan kusan silahlara karşı destansı bir mücadele vermişlerdir ve halen de vermeye devam etmektedirler.Umut ve temenni ederiz ki, Siyonist ve emperyal işgalci güçlerin dillerinde pelesenk haline getirdikleri, içi boş ve kitlelere kan ve gözyaşından başka hiçbir şey getirmeyen liberalizm, laiklik, demokrasi, sosyalizm, ılımlı ya da layt İslam kısacası sömürü amaçlı batılı ve doğulu hiçbir değere de yer olmasın.Aksi halde, bir diktatörlükten, bir başka diktatörlüğe geçilmiş olunur ki, o zaman dökülen bunca kana ve katledilen bunca insana yazık olacaktır.Ve yine umut ederiz ki, bu ayaklanmalar, bölge halklarının istek ve arzularına, İslami inançlarına uygun bir mecrada aksın ve Allah’ın aziz dini olan İslam’da sükûnetini bulsun.
Ortadoğu halklarının ayaklanmasının sebebi nedir?
Elbette bu ayaklanmalarda, ekonomik durumun ya da sosyal medyanın etkisi inkâr edilemez. Ancak, bu halk ayaklanmalarına yoksullar ya da ‘sosyal medya devrimi’ demek de gerçekçi olmaz. Ayrıca unutulmamalıdır ki, bölge halkları, bütün baskılara, dayatmalara, doğulu ve batılı emperyalistlerin misyonerlik faaliyetlerine rağmen geleneksel de olsa İslami değerlere sahiptirler. Üstelik bölge halkları, on yıllardır sömürgeci Rusya’nın, ABD’nin ve ırkçı Siyonist İsrail’in gerçekleştirdiği insanlık dışı, onur kırıcı zulümlerini kimileri bire bir yaşamış, kimileri ise içleri kan ağlayarak izlemek/seyretmek zorunda bırakılmıştır. Yıllardır devam eden bu insanlık dışı uygulamalarda; onurları çiğnenmiş, namusları kirletilmiş, akıl almaz her türlü insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmış olmaları, bölge halklarında bir nefret, bir öfke birikimine neden olmuştur. Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendini yakması ile de, bu öfke patlamıştır. Uzun yıllardır yapılan işkenceler, onur kırıcı uygulamalar, işlenen zulümler, katliamlar, tecavüzler, bu ayaklanmaların elbette ki temel dinamikleridir. Ama başka nedenler de sayılabilir. Bu nedenleri de şöyle sıralamak mümkündür:
Başta Filistin, Afganistan, Pakistan, Irak ve Çeçenistan olmak üzere İslam dünyasının, çeşitli uyduruk bahanelerle Batılı ve Doğulu emperyalist ve Siyonist katiller tarafından her defasında işgali ile onurlarının ayaklar altına alınması ve hala her gün insansız hava uçakları ile Afganistan’da/Pakistan’da henüz doğmuş küçücük bebekler dâhil onlarca masum sivilin katledilmesi. Özellikle de 27 Aralık 2008’de, Siyonist İsrail ve emperyalist ABD ile işbirlikçi Mısır Firavunu, üstelik Mısır’da, Gazze’ye yönelik ve üç hafta (22 Gün) devam eden insanlık dışı saldırıyı birlikte kararlaştırmış olmaları, sadece Mısır halkında değil bütün bölge ülke halkları nezdinde nefret ve tepki uyandırmıştır. Bir taraftan Gazze’ye Siyonist İsrail, eli kanlı ABD yönetiminin destek ve yardımıyla kan ve ölüm kusarken, diğer taraftan da çağdaş Firavun Mübarek de Mısır-Gazze sınırındaki Refah kapısını sadece kapatmakla kalmamış, aynı zamanda ekmek ve ilaç gibi zorunlu temel ihtiyaç maddeleri için bin bir zorlukla açılmış tünelleri de bombalayarak, Siyonist İsrail’e destek sağlamıştır.
Bölge ülke yöneticilerinin, başta ABD ve Siyonist İsrail olmak üzere diğer emperyal ve işgalci devletlerle, kendi ülke menfaatlerini ayaklar altına alacak şekilde girdikleri ikili kirli ve karanlık ilişkilerdir. Bölge ülke yönetimlerinin adı konulmasa da laik ve seküler bir anlayışa sahip olmaları ve yönetici kadrolarının gayri İslami yaşantıları ve bu yaşantılarını topluma zorla dayatma çabaları. Kısacası bu yönetimlerin, İslam’a ve İslami değerlere olan düşmanlıklarıdır.
Bu ayaklanmaların -kitleler anlamında- en belirgin hedefi, diktatörlüklerden ve bu diktatörlükleri askeri, istihbari ve ekonomik olarak destekleyen emperyal ve Siyonist güçlerden kurtulmak ve İslami bir yönetim oluşturmaktır. Elbette bu kitlelerin tamamının İslami bir yönetim istediğini söylemiyoruz, ancak kahir ekseriyetinin hedefi böyle bir yönetimin oluşmasıdır. Mısır’da, Tunus’ta yapılan seçimler de bunu açıkça göstermiştir.
Halklar gerçekten demokrasi mi istiyorlar?
Gerek batılı ülke stratejistleri ve gerekse bölge ülke halkları çoğunlukla Türkiye’nin model alınışına, dolayısıyla demokrasi talebine müsbet cevap verdikleri yapılan anketlerden anlaşılmaktadır. Ayrıca Tunus en-NAHDA hareketinin lideri Raşid Gannuşi, Suriye ve Mısır’daki İhvan yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda da demokratik bir toplum oluşturma arzuları ve Türkiye’nin model alınmak istendiği açıkça belirtilmiştir.
Şubat 2011’de Mazlum-Der’in davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Suriye Müslüman Kardeşler Genel Sekreteri eş-Şukfa bir toplantıda ve daha sonra yaptığı birçok basın açıklamasında konuyla ilgili olarak şöyle konuşmuştur: “Benden önce beş genel sekreter vardı ve şuan hepsi hayattalar. Biz demokrasiden bunu kastediyoruz; yani kimsenin ölene kadar herhangi bir yerde lider olma zorunluluğu yoktur” dedi.Eş-Şukfa Suriye’de demokratik bir ortamın sağlanması durumunda mevcut Başkan Beşşar Esad’ın da aday olabileceğini ve kendilerinin seçilmiş olan herkesle çalışabileceğini söylemiştir.Kendisine ‘model ülke’ tartışmaları çerçevesinde Türkiye’yi hangi açıdan örnek aldıkları sorusuna eş-Şukfa, “biz Türkiye’yi laik olmasından veya iktidarda İslami bir parti olmasından dolayı örnek almıyoruz. Biz bu ülkeyi halkın, yöneticilerini özgürce seçebilme imkânına sahip olmasından dolayı örnek alıyoruz” cevabını vermiştir.
Nahda Hareketinin lideri Gannuşi, seçimlerden sonra yaptığı bir açıklamada, “Bugün İslam insanları yönetmek için yeniden dönüyor. Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun. İslam bugün bu toplumu ıslah etmedeki rolünü oynamak için güçlü bir şekilde dönüyor… İslam, bu toplumdaki tüm hayrın kaynağıdır. İslam'ı etkisiz kılmak isteyenler şöyle diyor ‘İslam'ı bir kenara koyun, siyasete karıştırmayın… İslam kutsal bir şeydir ve ipekten bir kumaş içine koyup muhafaza etmemiz gerek.’ İslam'a saygı göstermek bu mudur? İslam, insanları yönetmek için gelmiş bir hayat tarzıdır. İnsanları eğitip terbiye etmek için gelmiştir.”
Gannuşi, Cumhuriyet Gazetesinden Utku Çakırözer’in sorularına verdiği cevapta da demokrasi ile İslam, Nahda ile AKP arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır: “İslam, bizim her şeyimiz. Tunusluların hayatındaki en temel unsurdur. Müslüman bir toplumda demokrasi, kalkınma ve adaletin, İslam olmadan gerçekleşemeyeceğine inanıyoruz.Müslümanlar dinlerini, hayatın her anında yaşarlar. Ama biz dinci parti değiliz. Her türlü aşırılığa ve şiddete de karşıyız.”AKP ile ilişkilerle ilgili bir soruya da şöyle cevap vermiştir: “Bizler karşılıklı olarak birbirimizi etkiliyoruz… İslam halkları olarak biz tecrübeleri paylaşırız, birbirimizi etkileriz ve birbirimizden esinleniriz. Hepimiz bir ümmete aidiz. Birbirimizi tamamlarız…”
El-Cezire muhabiri Eymen Mohyeldin, "Türkiye'nin demokrasi modeli Türkiye kültürünün getirdiği bir model. 'Mısır ya da Ortadoğu halkları kendi modelini bulamaz' demek de çok kibirli bir yaklaşım olur. Türkiye'de de güçlü bir ordu faktörü var, çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen laik bir yönetim ile yönetiliyor… Türkiye'nin ağzından çıkan bir söz, Arap dünyasını yakından ilgilendiriyor. Ama Türkiye modeli kesinlikle bire bir ne Mısır için ne de diğer Arap dünyası için uygulanamaz" cevabını vermiştir. “Türkiye, Ortadoğu halklarına model olamaz; çünkü Türkiye’nin seküler-laik kimliği bölge halkları nezdinde uzun yılardır antipati uyandırmaktadır… Dolayısıyla sistemin özüne işlemiş laik-seküler yapısıyla Türkiye’nin model alınması mümkün değildir.”
Türkiye’ye ve özellikle de göreceli de olsa özgürlüklerin ve geçmişi İslamcılık ile anılan bir partinin iktidara gelişi ve yaptığı icraatlar, bu halklar için bir örneklik teşkil etmiştir.Aslında demokrasi derken de anlaşılandan farklı bir demokrasi istediklerini çok açık olarak söylemektedirler. Kendilerine göre demokrasi bir aşama yani İslami rejimin uygulanabileceği bir ön aşama olarak değerlendirilmektedir. Demokratik uygulamalara bakıldığında böyle bir aşama var mıdır? Elbette ki yoktur.
Göreceli de olsa iktidarların seçimlerle el değiştirdiği Türkiye gibi ülkeler, bu tür insanlara çok cazip gelmektedir. Aslında Türkiye’yi model aldığını, hedeflerinin ise demokratik bir toplum oluşturmak olduğunu söyleyen bu Müslümanlar, Türkiye gibi laik, seküler, din dışı bir toplum oluşturmayı, batılı emperyal işgalci devletlerle ilişkili olmayı kastetmemektedirler. Nitekim Gannuşi bir açıklamasında; AKP laik bir parti, biz ise laik parti değiliz demek suretiyle bu konudaki farklılıklarını gündeme getirmiştir. Bu Müslümanlar, AKP’yi model alıyoruz, hedefimiz demokratik bir toplum oluşturmaktır derken, şunu kastetmektedirler; iktidarların seçimle değişmeleridir. Yoksa laik bir devlet, halkın iradesinin de helal ve haramı belirlemede tek ölçü olması gerektiğini asla kastetmedikleri kanaatindeyim. Ayrıca bir seçim esnasında halkların İslam’ı seçeceklerine dair de bir güvenleri vardır. Çünkü halkın Müslüman olduğunu ve İslam’ın dışında da, İslam’ın kabul etmediği başka bir anlayışı/dini desteklemelerinin mümkün olmadığını iddia etmektedirler.
Ancak her ne şekilde anlarlarsa anlasınlar,demokrasi batı kaynaklıdır, tarif ve tanımı bellidir; ilahı beşer olan bir dindir. Çünkü demokrasilerde halkın iradesinin belirleyiciliği esastır; bu irade, otoritenin/gücün yegâne kaynağı olduğu gibi, teşriinin de yegâne kaynağı olduğu kabul edilmektedir. Kısacası demokrasilerde, helal ve haramın belirleyicisi Allah değil, halkın iradesidir. Bu ise, halkın iradesinin dolayısıyla da halkın ilahlaştırılması anlamına gelmektedir. Çünkü hüküm ve hâkimiyet, Rabb’lıkla ve ilah’lıkla ilgili bir konudur. Yani kim hüküm koyuyor ve hâkimiyet hakkını da kendisine ait olduğunu söylüyorsa, o, ilah’lık ve Rabb’lık iddiasında bulunuyor demektir.Oysa hüküm/kanun koyma (Maide, 5/50; Yusuf, 12/40; Kehf, 18/26), teşriinin kaynağı olma (Şura,42/21), hâkimiyet yetkisi sadece ve sadece tek ilah olan Allah’a ait bir yetkidir. Dolayısıyla Müslümanlara göre, helal ve haram koyuculuk yetkisi sadece ve sadece Allah’a aittir. Bir Müslüman’ın hangi saiklerle olursa olsun, halkın iradesinin ilahlaştırıldığı bir yönetim şekli olan demokratik anlayışı benimsemesi ya da bir aşama olarak kabul etmesi asla mümkün değildir.
Bütün insanlık, Allah’ın bir haramını helal, bir helalini de haram yaparak şirk koşsa, ben Müslüman’ım diyen bir kimse, tek başına da kalsa, asla şirki mazur göremez, gösteremez. Çünkü bilir ki, Allah-u Teâlâ diğer günahları affetse de, şirki asla affetmeyecektir. (Nisa, 4/48, 116)Dolayısıyla İslam Dini ile demokrasi dininin uzlaşması, barışık bir şekilde bir arada yaşaması asla mümkün değildir. Çünkü demokrasi ayrı bir din, İslam da ayrı bir dindir.‘Sizin dininiz size, benim dinim de bana’ (Kafirun, 109/6) ayeti, şirkle uzlaşmayı, onunla bir arada yaşamayı kesinlikle yasaklamıştır.
Olayların arkasında batılı güçler var iddiası!..
Aslında Ortadoğu’daki olaylara yüzeysel bakıldığı zaman ABD’nin BOP çerçevesinde Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmesi olarak görülebilir. Elbette hem ABD, hem de diğer emperyal devletler bu bölgedeki sömürülerinin devamını sağlamak için, Ortadoğu’yu, BOP çerçevesinde yeniden şekillendirmek için her yola başvuracakları muhakkaktır. Ancak, Ortadoğu’nun diktatörlükle yönetilen her ülkesini etkileyen bu olaylarda, her taşın altında ABD’yi, Soros komplosunu ve diğer emperyal ve Siyonist güçleri aramak paranoyak bir tavırdan başka bir şey değildir. Çünkü bölgedeki yönetimler zaten ABD ve diğer emperyal devletlerin desteklediği ve halka rağmen yıllardır işbaşında tutmaya çalıştıkları yönetimlerdir. Dolayısıyla durduk yerde bu yönetimlerin, üstelik kontrolü zor bir halk ayaklanması ile gitmesini istemek, bölgede yıllardan beri bu diktatörlükleri yönetimde tutmak için her türlü oyunu deneyen emperyal devletler için akıllıca bir iş değildir.
Şu kesin bilinmelidir ki, 17 Aralık 2010’dan beri meydana gelen olaylar, Batılı ve Siyonist emperyal güçlere rağmen meydana gelmiş ve halen devam etmekte olan olaylardır. Bunlar yerel dinamiklerin harekete geçirdiği, dış küresel aktörlere rağmen gelişen olaylardır. Sömürgeci devletler, başlangıçta, bu olayların da geçmişte meydana gelen olaylar gibi gelip geçici olduğu düşünmüşlerdi. Hatta ne olup bittiğini bile, Mısır’daki eylemlerin ilk bir iki haftasına kadar tam anlayamamışlardı. Bu nedenle de, başlangıçta bütün imkânlarıyla mevcut diktatörleri desteklemişlerdi. Bu süreçte yapılan çelişkili açıklamalar, ABD dış politikasını belirleyenlerin ne kadar da acz içerisinde kaldıklarını göstermektedir. Eylemlerin daha da şiddetlenmesi üzerine, ABD tavır değiştirerek Mübarek’in gitmesi, yerine bir başka eli kanlı katil, istihbaratçı Ömer Süleyman’ın getirilmesi için işbirlikçilerini devreye sokmuştur. Bundan da başarılı olamayınca halkın da ses çıkarmadığı, eylemler süresince halktan yana tavırlarıyla dikkat çeken ordunun yönetime gelmesi gerçekleştirilmiş oldu. Mısır ordusu da, diğer geri kalmış ülke orduları gibi, ABD’nin güdümünde olan bir ordudur. Dolayısıyla ordunun yönetimi devralması, Mısır’da, ABD’nin dediği olmuş gibi görünse de, bütünüyle böyle olmadığı, daha sonra halkın baskısıyla Mübarek’in ve yolsuzluk yapanların yargılanmasıyla ortaya çıkmıştır.
Bu durum, Suriye de dâhil diğer ülkeler için de geçerlidir. Yani Ortadoğu’da devam eden olaylar, halkın, yıllardır uygulana gelen baskı, zulüm ve her türlü aşağılanmaya karşı bir kıyama kalkışmasından ibarettir. Elbette, bu halk ayaklanmalarına İslami kıyamdır demiyoruz; ama bu kıvılcımda, halkların ölümüne olan bu direnişinde İslam’ın ya da Müslümanlığın etkisi hiç yoktur demek de, olayları ve bölge halkının hassasiyetlerini değerlendirememek anlamına gelir. Çünkü bölge halkı kahir ekseriyetle geleneksel de olsa Müslüman olan bir halktır. Gündelik hayatına çoğunlukla geleneksel de olsa İslam yön vermektedir.
Bugün, Ortadoğu halkları, Türkiye’yi değil, Türkiye’ye hatta bütünüyle dünyaya model/örneklik teşkil edecek destansı bir mücadele vermektedirler. Bu destansı mücadele sayesinde, bölge halkının, hatta bütünüyle ezilen, hor görülen, itilen ve kakılan bütün mazlumların sönmekte olan umutları yeniden yeşermeye başlamıştır. Düne kadar değişik bir gözle bakılan Ortadoğu insanı, bugün, hem yerli işbirlikçi diktatörlere ve hem de küresel emperyal ve Siyonist güçlere ve işbirlikçilerine karşı bir tarih yazmaktadır. Gönül ister ki, bu ayağa kalkmalar, bu fıtri kıyamlar mecrasına girsin ve fıtrat dini olan İslam’da sükûnetini bulsun.
Sonuç olarak;
Ortadoğu halk ayaklanmalarının arkasında Siyonist ve emperyal güçler vardır iddiası, Libya’da Yeşil Meydan’da, Mısır’da Tahrir Meydanı’nda, Suriye’de; Der’a, Hama, Humus, Lazkiye ve diğer kentlerde ölümüne direnen ve diktatörlüklere ölüm diyen halklara en azından bir saygısızlıktır. Şu da bilinmelidir ki, Ortadoğu’da, eskisi gibi ABD’nin ve Siyonist İsrail menfaatlerini önceleyen yönetimler artık iş başına gel(e)meyecektir. Bu ülkelerde, gerçekleşen ve gerçekleşecek olan seçimlerde kim/ler iktidara gelirse gelsin Tunus, Mısır, Libya, artık hiçbirisi eskisi gibi olmayacaktır. Bölge halkları, bundan sonra Batı karşısında bağımsız irade gösteremeyen, İsrail yanlısı bir iktidara asla geçit vermeyecektir. Sadece bunlar bile gerçekleştirilse, ABD ve Siyonist İsrail’i çok zor günler bekliyor demektir.
Biliyoruz ki, emperyalist ve Siyonist güçler, bölgede boş durmayacaklardır, halktan yana gözüken işbirlikçilerini tekrar yönetime getirmek için her türlü oyunu oynamaya çalışacaklardır. Tarihin tekrar emperyal güçlerden yana tekerrür etmemesi için, bölge halklarının bu tür oyunlara karşı elbette ki çok uyanık olması gerekmektedir. Allah Yar ve yardımcıları olsun.”
Bu sunumu müteakiben son konuşmayı Mehmet PAMAK yaptı. Pamak, “Demokrasi kavram ve model olarak Müslümanlarca ödünç alınabilir ve merhale olarak tercih edilip kullanılabilir mi? Müslüman için demokrasi ehvenişer olarak tercih alanı içinde midir? Demokratikleşme tercihinde bulunan, ya da sistem içi demokratikleşme çabalarını ve bu bağlamda görece özgürlükçü şirk anayasası değişikliklerini ibadet bilinciyle destekleyen Türkiye tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin, bu tutumlarına meşruiyet kazandırmak amacıyla kullandıkları argümanlar nelerdir ve bunlar ne derecede müdellel ve doğru çıkarımlardır?” sorularını cevaplamak üzere konuşmasını yaptı.
Mehmet PAMAK’ın konuşmasının özeti:
“Mevcut daha zalim statükonun büyük, derin, şedit ve yaygın zulmü ve daha hoyratça, daha azgınca sömürüsü, işkenceleri, katliamları ve halkın kaynaklarını çalarak geniş kitleleri fakirliğe, açlığa mahkum etmesi açık bir gerçekliktir. İşte bu daha zalim eski statüko ile yeni statükonun görece özgürlüklere alan açarak zulmü azaltan rolü, sosyal yardımlarla fakirlere verdiği desteği ve rantı eskisine göre daha geniş çevreye paylaştırma çabası arasındaki farkın, adaletle teslim edilmesini ve bu iki statükonun birincisine daha fazla karşı olmayı, yenisinin kısa vadede sağlayacağı rahatlamayı olumlu karşılamayı anlamak mümkündür. AncakMüslüman’ın, sonuç olarak, şirk sisteminin iki tarafı da dahil bütününe karşı olma ve taguti sistemi bütünüyle değiştirme iddiası ve bundan hiçbir sebeple vazgeçmemek sorumluluğu unutulamazve bu yoldaki tevhidi mücadele yükümlülüğü ertelenemez, terk edilemez, iptal edilemez. Nihayet yaşanan ve yaşanacak olan bu görece olumlu değişime rağmen, sistem ve kurumları, anayasa ve yasaları taguti olma niteliğini koruyacak, şirk sistemi ilahi vahyi toplumsal ve kamusal hayattan kovmaya devam edecektir. Üstelik yeni statükonun daha rafine zulümler yapma potansiyeli yanında, Müslümanları dönüştürüp yozlaştırma riski de çok büyük bir tehlike olarak algılanmalıdır.
Demokratikleşme tercihinde bulunan, ya da sistem içi demokratikleşme çabalarını ve bu bağlamda görece özgürlükçü şirk anayasası değişikliklerini ibadet bilinciyle destekleyen Türkiye tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin, bu tutumlarına meşruiyet kazandırmak amacıyla kullandıkları argümanlar nelerdir?
Maalesef, Kur’an ve sünnetten getirdikleri hiçbir delilleri yoktur. İlgisiz kimi ayetleri ve kimi siyer bilgilerini zorlayarak ve yanlış çıkarımlarda bulunarak bu yaptıklarını meşrulaştırmak için kullanmaktadırlar. Aslında, kendilerini çaresizlik içinde görerek veya mağlubiyet psikolojisiyle ya da ürettikleri çeşitli maslahatlar uğruna bir takım tavizlerin gerekliliğine inanıp bu tür eğilimlere girenler, zorlama yorumlarla, hepimizin müntesibi olduğumuz Allah’ın tevhid dininin ilkelerine zarar vermeye kalkışmasalar, o zaman bizler de cevaplar vermek zorunda kalmayız. Onun için, ne yapıyorsanız yapın, ama İslam’ı, tercihlerinizi tasdike zorlamayın diyoruz. Şimdi de Müslümanların demokrasiyi tercih edip olumlarken kullandıkları argümanlardan bazılarını değerlendirelim:
Birinci iddia:“Hüküm ve Hakimiyet Allahın dır ne demek ? Hükmü Allah vazetse de, ama Allah gökten inip bu koyduğu kuralları kendisi uygulamıyor, insana bırakıyor. Kâinata ve hesap gününe hâkim olan Allah’tır. İnsanlığın doğru bir yol üzerinde olabilmesi için gerekli olan değer yargılarını O bildirmiştir. Ancak Allah insanların arasına inerek hâkimiyet icra edecek değildir… madem uygulamayı halk yapmaktadır, o halde hakimiyet halkındır”.
Cevabımız:Rabbimiz, Kur’an’da bütün varlıkların Allah’ı hamd ile tespih (yani Allah’a itaat) ettiklerini,(İsra 44, Hadid 1, Haşr 1, Nur 41)yalnız Allah’a secde (itaat) halinde bulunduklarını(Hac 18)bildirerek, insanların da bütün varlıklar gibi kendisini hamd ile tespih (itaat) ederek, secde edenlerle birlikte secde (itaat) edenlerden olmaları ve ölüm gelene kadar da yalnız Allah’a ibadet etmeyi sürdürmeleri gerektiğini emretmektedir.(Hicr Suresi 98-99).Çünkü hükümranlık Allah’a aittir(Tegabun/1), göklerin, yerin bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır(Maide 120),sadece kozmik hakimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur(Zuhruf 84).O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahrette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz.(Kasas 70).
Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır.(Mülk 1-2).Yaratmak da, imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında emretmek de Allah’a aittir(Araf 54).Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevalarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir(Casiye 18).Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır(Şura 21).
Kevni alandaki“kozmik hakimiyet Allah’ındır”derken, Allah bizzat rüzgar, yağmur, bitki vb yerine doğrudan kendisi mi onların fonksiyonlarını görüyor da, buradaki hakimiyeti Allah’a tahsis etmekte sorun yaşanmıyor. Burada Allah kevni yasalarını vazetmiş, bütün varlıklar da, O’nu hamd ile tespih edip secde ve itaat halinde bulunmalarıyla, yani bu ilahi yasalara akıl, irade ve tercih özgürlüğü verilmediği için isteyerek de, istemeyerek de olsa itaat etmeleriyle, Allah’ın hükümleri evrendeki işleyişin dayanağı olduğu için, hakimiyet ya da hüküm Allah’ındır ifadesi kullanılmaktadır.
İnsanlar ise, akıl ve yeteneklerle donatılıp, tercih özgürlüğü emanetini yüklenerek imtihana tabi tutuldukları için, Allah’ın hükümlerini hayatlarının bütün alanlarına hakim kılmakla görevlendirildikleri, sorumlu tutuldukları halde, bunu kendi iradeleriyle yapmaları için, tercihlerinin hesabını ahirette vermek üzere dünyada serbest bırakılmışlardır. Eğer iman edip, Allah’a teslimiyeti tercih ederlerse, artık tıpkı evrendeki diğer varlıklar gibi, Allah’a itaat ve ibadeti bütün hayatı kuşatacak şekilde gerçekleştirmek, yani ilahi hükümleri (kamu-özel ayırımı yapmadan) hayatın bütün alanlarını düzenlemede temel ve nihai belirleyici kılmak zorundadırlar. Ahzab 36’ya göre, “Allah ve Resulü bir mesele hakkında hüküm vazetmişse, mü’min bir kadın ve erkeğin farklı bir tercih yapma özgürlüğü yoktur.”Yani ümmet, Allah’ın belirlediği hudutları aşan kararlar alamaz, vazettiği nasslara aykırı yasalar yapamaz. İşte bu hüküm ve benzer başka hükümler de, insanların bireysel ve toplumsal hayatında nihai belirleyici olmak bakımından hakimiyetin Allah’ın olduğunun en kesin delilidir. Bu sebeple,“Hüküm ümmetindir”denilmesi egemen modern paradigmanın zihinlerdeki işgali sebebiyle ve mağlubiyet psikolojisinden kaynaklanan kompleksle üretilen, Kur’an ve sünnette delili olmayan zorlama bir yaklaşımdır.
İkinci iddia:“Demokrasiyi, çaresizlik sebebiyle merhale olarak tercih edilip kullanılabiliriz.”
Cevabımız:Demokrasi gibi batıl modelleri, geçiş dönemleri için bir merhale olarak görmek gerektiğini ifade edenlere de diyoruz ki; hedefi Hak olanlar, eğer şartlar sebebiyle Hakk’ın bütününü ikame edemiyorlarsa, Hakkın bir parçasını gerçekleştirmeyi bir merhale olarak görebilirler. Bu makul ve meşrudur. Ama, İslami ve meşru hedefe yönelmiş bir mücadelede her merhale de İslami ve meşru olmalıdır. Madem şimdi Hak ve İslami olanı gerçekleştirmeye gücümüz ve şartlarımız el vermiyor, o halde bu merhalede Batıl ve cahili olanı ehveni şer olarak tercih edip, onu hâkim kılalım denemez ve daha zalim olan batıl yerine, daha az zalim olan batılı ikame etme mücadelesi, Müslüman kimliğiyle verilemez.
Eğer batıl olan bir sistem, Müslümanların da önerisi, tercihi ve desteği ile gerçekleşirse, bu dönem, bu tercihi yapan Müslümanlar için meşru ve İslami bir merhale olmaktan çıkıp, esas hedeften sapmanın vesilesi olur. İslami adalet sistemine yönelik Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirme hedefini ve bu hedefe yönelik tevhidi stratejik yürüyüşü terk etme ve bir süre sonra da yaşadığı gibi inanma sonucunu doğurur. Yani bâtılı merhale olarak kabul edenler, daha sonra bunu kanıksayarak dönüşürler ve yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.
Üçüncü İddia:Siyasi model olarak toplumsal planda ehven-i şer tercihi içtihadi bir mesele ve merhale fıkhının gereğidir.
Cevabımız:Bazı küfre ait sözleri ikrah halinde söylemeye veya zaruret halinde ölmeyecek kadar haramları yemeye ruhsat veren hükümler, ferdi, arızi/geçici ve ani olarak yaşanan işkence ve ölüm tehdidi gibi durumlar veya haram olan bir şeyin yenmemesi halinde ölüme yol açacak ferdi haller için yine vazedilmiştir. Batıl bir hayat tarzı ya da modelini, toplumsal planda ve sürekli veya geçici olarak hayat tarzı ve siyasi model olarak tercih etme konusunda delil gösterilemez. Kur’an’da ve sünnette de buna delil olacak hiçbir dayanak yoktur. Üstelik, ehven-i şer ile şer arasındaki tercihle kendisini sınırlayanlar, geçici bir dönem için ve çaresizlik psikolojisi üreterek de olsa ehven-i şer tercihini esas alanlar, hiçbir zaman gündemlerinden çıkarmamaları gereken Hakkı, maruf olanı, iyi olanı tercih dışı bırakmış olurlar.
Dördüncü iddia:"İslam'ın alternatif olmadığı durumda bir seçme yapmak durumundayız. Hangi seçim bizlere daha az zarar veriyorsa, hangi seçim size kolaylık sağlarsa onu tercih etmek gerekir. İslam’ın masada olmadığı dönemde bir tercih yapmak gerekirse demokrasi bunun en iyisi, en gelişmişidir… Mükemmelin masada olmadığı bir ortamda; seçimimizi Müslümanlara daha iyi olanaklar sağlayandan yana kullanmakta hiçbir sakınca yoktur.”
Cevabımız: Yahu kardeşim! Kimse size,buyurun, İslam ile seküler sistemlerden birisini tercih edin deyip önünüze hak ile batıldan birisini seçme imkanını sunmaz. Hangi şart altında olurlarsa olsunlar Müslümanlar, toplumsal planda hayat nizamı olarak daha az zararlı batılı tercih etmezler ve hep hakkı tercih ederek bir gün İslam’ın insanların gündemine alternatif olarak girmesini sağlamak için kendileri sürekli İslam’ı alternatif olarak ortaya koymaya ve gündemde tutmaya çalışırlar. Ve ancak böylece insanlar, hak ile batılın farkını anlayıp sahici bir tercih yapma vasatına kavuşurlar.
Maddi yönden güçsüz ve kuşatılmış bulunan bir konumdayken, Allah Resulü ve az sayıda ashabı bunu yapmamışlardır. Onlar, her şartta ve sürekli olarak Hakk’ın tek alternatif olduğu konusunda ayaklarını sabit kılıp, en zor şartlarda bile batılın hiçbir versiyonuna razı olmayarak, bu ilkeli duruşta ısrar ettikçe ve bu uğurda her türlü ağır bedeli ödemeye razı olup direndikçe İslam insanların gündeminde alternatif olmaya başlamıştır. Sadece Hakkı her dönemde ve her şartta gündemde tutmakta ısrar edenler, onun insanların masadaki tercih alternatiflerinden birisi olmasını sağlayabilirler. Yoksa madem masada azami şer ile ehven-i şer var bunlardan birisini tercih etmeliyiz diyenler ise, İslam’ın toplumların tercih masasına gelmesine asla vesile olamazlar.
Beşinci iddia:Biz, demokrasiyi “ümmetin yönetimleri seçmesi, denetlemesi, gerektiğinde görevine son vermesi boyutuyla, yani seçim yöntemi olarak tanımlayarak kullanabiliriz”.
Cevabımız:Onların İslam’ı bireysel ve toplumsal, kamusal ve özel bütün hayat alanlarını kuşatan bütünlüğünü parçalayıp, vicdana ve bireysel ibadetlere, yani kendi razı olacakları bir içeriğe indirgeyerek tanımlamak suretiyle “Ilımlı İslam” algısı oluşturmaları ne kadar yanlışsa, demokrasinin de felsefi ve ideolojik içeriğinden soyutlanarak, seçim yöntemine indirgenerek tanımlanmaya kalkışılması (yani ılımlılaştırılması) da o kadar yanlıştır. Üstelik batıl ideolojik kavramları, ödünç almak ya da kendimize göre tanımlayıp kullanmak Müslüman’ın izzetiyle bağdaşmamaktadır.
Sorun bakalım, demokratlar ve demokrasiyi üretenler, demokrasiyi seçim yöntemine indirgemenizi ve Allah’ın nihai belirleyiciliğini demokrasiye uygun bulacaklar mı? Eğer bulsalardı, demokratikleşme adı altında, İslam’ı sekülerleştirmeye, Protestanlaştırmaya, ılımlılaştırmaya kalkışmazlardı. Cezayir’de FIS’in, Filistin’de HAMAS’ın seçimle gelmesini ve İran’da seçimle iktidarların değişmesini demokratik bulur, razı olurlardı. Siz ise kolayca hakimiyetin halkın olduğu anlayışını benimseyip İslami hükümleri buna uydurmaya zorluyorsunuz. Demokrasiyi bir yönteme indirgeyip, İslam’ın da bu yöntemi kullanabileceğini iddia edenler, liberal, sosyalist, sosyal demokrat vb bütün demokrasi yanlısı kesimlere şu soruyu yöneltsinler:“siz liberal ve sosyalist değer ve ölçülerle ekonomik, siyasi ve hukuki projeler hazırlayıp, örgütlü bir mücadeleyle bu projelere toplumu davet ederek halk desteği aldığınızda liberal ve sosyalist bir sistemle toplumu yönetebildiğiniz gibi, bizler de tüm bu alanları vahyin hükümlerini esas alan projelerle düzenlemeye dayalı örgütlü davetimize halk desteği aldığımızda İslami bir sistem kurup toplumu bu sistemle yönetebilir miyiz?”Bu sorunun liberal ve sosyalist demokratlar tarafından kesinlikle şöyle cevaplandırıldığını göreceklerdir; “ama bu dediğiniz demokrasiye aykırıdır”. Çünkü onlar demokrasiyi sadece bir yöntem olarak değil, ilahı, halk iradesi olan bir dünya görüşü, bir hayat nizamı olarak kabul edip dayatmaktadırlar. Zaten demokrasi de, kökü ve özü itibariyle, felsefi, ideolojik boyutuyla budur. İnsanların heva ve zanlarının hakimiyetidir. Teoride, halk iradesinin mutlak hakimiyetidir. Ancak pratikte bu dahi hiç gerçekleşmemiş, her zaman ve her ülkede sermaye oligarşilerinin hakimiyeti ve ilahlığı olarak uygulanmıştır.
Altıncı iddia:“Demokrasinin ilk ve en iyi uygulandığı yer, Resulün dönemi ve 4 halife dönemidir, en iyi demokrasi orada uygulanmıştır”.
Cevabımız:Yahu kardeşim, hem demokrasi küfür modeli ama biz onu seçim ve denetleme yöntemine indirgeyip öyle kullanıyoruz diyeceksiniz, hem de Peygamber ve halifeler döneminin en demokratik dönem olduğunu iddia edeceksiniz, bu nasıl bir düşünce? Demokrasiyi haksız yere seçim ve şura olarak tanımlayarak kabullenmek bile, bir küfür modelini Resulullah ve sahabesine yakıştırmayı mazur gösterebilir, mi? “Raina” gibi masum bir kavram bile sırf Yahudilerce kötü bir anlama da çekildiği için Allah ©, Peygambere (s) hitap ederken bu kelimeyi yasaklayıp, “unzurna” deyin demiyor mu? Üstelik Yahudiler, özde ve temelde iyi anlamı olan bir kavrama, kötü bir anlam yükleyip Peygamber’e yöneltiyorlardı ve bu bile yasaklanıyordu. Siz ise, daha kötüsünü yaparak özde ve esasta kötü ve şirke ait olan bir kavramı, kendinizce iyi bir tanım yüklemeye çalışarak, Peygamber (s)’e bu şirk kavramını yakıştırmaya kalkışıyorsunuz. Müslüman’a yakışan, bu konuda daha titiz ve daha duyarlı olmak değil midir?
Yedinci iddia:“Biz Arapça konuşmak zorunda değiliz, şura demiyoruz, demokrasi diyoruz”.
Cevabımız:Demokrasi, ancak hakka ait bir hayat tarzı, hayat nizamı, dünya görüşü olan İslam’ın batıl alandaki zıttı bağlamında karşılığı olabilir. İslam da, demokrasi de, birincisi hak, ikincisi batıl olan din ya da ideolojilerdir. Şura ise, olsa olsa ancak demokratik parlamentonun karşılığı olarak ifade edilebilecek, bir karar alma mercii ve usulüdür. İslami şura ve demokratik parlamentonun ikisi de karar ve yasama organıdır. İslami ölçü ve ilkelere uymak kaydıyla “İslami parlamento” adlandırmasını ve bunun “İslami şura” karşılığında kullanılmasını anlayabiliriz. Ama “demokrasiyi şura karşılığı kullanıyoruz” iddiası, ilmi ve doğru bir tutum değildir. Üstelik İslami şura ve demokratik parlamento arasında bile çok sayıda ve akidevi boyutta farklılıklar vardır. En önemlisi de, İslami şura’da teşri’in/yasamanın kaynağı, hududu ve ölçüsü ilahi vahiydir, demokratik parlamentoda ise, teoride çoğunluğun, pratikte oligarşilerin heva ve zannıdır. Dolayısıyla İslami şura tevhidi bir duruş ortaya koyarken, demokratik parlamento şirki temsil eder, hüküm koymada Allah’a eş koşulan bir konumu ifade eder”.
Panelistlerin sunumlarını müteakiben Mehmet Pamak, oturum başkanı sıfatıyla aşağıdaki kapanış konuşmasını yaptı:
“Dünya Mustazafları Fıtri Adalet-Özgürlük Talebiyle Ayağa Kalkmış,
Bunalımdan Çıkış Arıyor ve Tarih İslam’ı Alternatif Olmaya Zorluyor
Tam da Müslüman halklar, ülkelerinde on yıllardır emperyalist demokrasilerce desteklenmiş bulunan despotları devirirken; bu sefer de, aynı zalim güçlerce demokratik şirk sistemlerine doğru yönlendirilmeye, küresel kapitalist sisteme uyumlu hale getirilmeye, liberal politikalara entegre edilmeye, İslami, Kur’ani modelin ortaya çıkışı engellenmeye çalışılmaktayken, liberal demokratik sistemlerin sömürü ve zulmüne karşı ayaklanan bütün dünya mustaz’aflarının hal diliyle ortaya koydukları uyarıları gündemleşmektedir. Bugün batılı emperyalist liberal demokrasilerin mağduru mustaz’af halkların yüz binlercesi yüzlerce meydanı doldurarak, hal diliyle âdeta şu uyarıları haykırıyorlar:“Durun Müslümanlar, bu sokak çıkmaz sokak! Bizim zulüm ve sömürü üreten seküler, liberal, demokratik sistemimizi model alacağınıza, elinizdeki tek kurtarıcı Kur’an’a sarılın, kendinizi de, bizi de kurtaracak adalet sistemini oluşturun ve sizler bizlere model olun.”
Dünyanın ekonomik ve siyasi krizlerle sarsıldığı, sosyalizmi ve kapitalizmi, laikliği ve demokrasiyi üretmiş olan modern seküler şirk paradigmasının iflas ettiği, oluşturduğu zulüm ve sömürü bataklığında bunalandünya insanlığının fıtri bir adalet ve özgürlük arayışıyla meydanları doldurduğu bu süreçte, konjonktürel şartlar ve tarihi gelişmeler, insanlık için tek kurtarıcı mesajı ve bütüncül sahici adaletin ölçüsünü ihtiva eden İslam’ı alternatif olmaya zorluyor.Evet tüm bu küresel gelişmeler adeta İslam’a alan açıyor, Kur’ani inkılabın zeminini hazırlıyor. Adeta tarih, bir yandan İslam’ı alternatif olmaya zorlarken, bir yandan da insanlığın gündemini de İslam’a doğru yönlendiriyor.
Ancak Müslümanlar, bu büyük sorumluluğu omuzlayacak doğru bir temsilden, Hakka adil şahidlik yapacak bir nitelik ve vizyondan çok uzak görünüyorlar. Modern paradigmanın ürettiği model ve düşüncelerin kodlarıyla kuşatılmış, batıl ideolojilerin kavramları ve mantığı ile işgal edilmiş zihinler, özgün düşünceler, modeller üretemiyor. Bu yüzden, bir çok tevhidi öbek ve İslami şahsiyet bile, çaresizlik psikolojisi içinde batıl modellerin “ehven-i şer” olanına meylediyor, batıl kavramları ödünç almanın gereğine vurgu yapıyor. Ödünç kavram ve modellerle, özgün düşünce ve projeler üretilemeyeceği akledilemiyor.
Bugünkü gidişatta yaşandığı gibi,tüm dünya insanlığının muhtaç olduğu Kur’ani modeli oluşturmak yerine, onların bâtıl modelleriyle sentezlenmiş karma modeller peşine takılarak, tağutların ılımlı olanlarıyla uzlaşarak, Allah yolunda cihadı, Kur’an’la büyük cihadı ve şehadet bilicini terk ederek, yeni statükoya din oluşturma pozisyonuna sürüklenerek, tevhidi istikameti kaybedersek, Allah katında hesabını veremeyiz. O halde dünya mustaz’aflarının hal diliyle yaptıkları uyarıyı dikkate almalı, tabii ki öncelikle Kur’an’daki ilahi uyarıları ve hudutları bir daha hakkıyla okumak suretiyle, Hablullah olan Kur’an’a topluca sarılmalıyız. Müslümanları da, insanlığı da karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden, sömürüden adalete ulaştıracak Kur’ani inkılaba vesile olmalıyız.”
Yoğun katılımla gerçekleşen panel bu konuşmaları müteakiben sona erdi ve değişik illerden gelen misafirler ve konuşmacılarla birlikte vakıf merkezine geçildi, ikram faslından sonra, misafirlerle panel değerlendirmesini de içeren sohbetler gerçekleştirildi.
İLKAV