2,9K
Tasavvuf kelime olarak hangi kökten geldiği konusu günümüze kadar gelen yazı ve söylemlerden çıkardığımız sonuca göre pekte belli olmamakla birlikte çoğunlukla “arınma” olarak karşımıza çıkar. Zira arınma anlamında “safa”, yün anlamındaki "suf" yün giyinen manasına gelen “sufi” kökleri en çok itibar edilenlerdir.Tasavvuf aynı zamanda “af tasası” anlamınada gelmektedir.Tasavvufçular maddiyattan da arınma “dünyaya bel bağlamama, dünyadan el etek çekme” anlamını kuvvetlendirecek bir şekilde çoğunlukla münzevi bir hayat yaşar, birtakım vird, hatme ve rabıtalarla şeyhlerini, mürşidlerini, üstadlarını, efendilerini, hocalarını, seyyidlerini göz önüne getirerek onlardan istimdad yani yardım dilenirler. Zamanımızda, tasavvuf ehli olanlaraveya tarikata mensub kişilere (yani intisab edenlere) daha doğrusu Kur’an’ın mürşidliğinden ziyade bir şahsı mürşid (irşad edici) olarak kabul edip ona bağlananlara, kendi deyimleriyle kör kütük “âşık!” Olanlara “sofi” demişlerdir.
Tasavvufun meydana çıkışı ise;Moğol İstilası sonrasında değişen sosyal yaşantılar ve ekonomik değişimler insanların içyapısında da çeşitli boşluklar meydana getirerek insanları ruhani bir arayışa sevk etmiştir. Dolayısıyla Türkistan, İran ve Kuzey Afrika bölgesinde tasavvufi görüş çok geniş ve müsait ortamlar bulmuştur. Şâh-ı Nakşibend, Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyükleri Buhara, Semarkant ve Taşkent gibi şehirlerde, İmam-ı Rabbani ise Hindistan’da tasavvuf ve tarikat yapısını giderek olgunlaştırmıştır. Tasavvufun yayılmasında en büyük katkıyı Fars ve Türkmen Müslümanlarının yaptığını belirtmek gerekir. Türklerin ve İranlıların İslam öncesi şaman inançları tasavvufu çok büyük etki altına almıştır. Bu etkileşim zamanla İslam’ın Hindistan'a doğru yayılması ile Budizm ve Hinduizm dini ile karıştırılarak tasavvuf gerçekleşmiştir.
Tasavvuf'un aslı astarı bu olmasına rağmen tasavvuf ehli kişilerin çoğunluğu yazı ve söylemlerinde tasavvufu birtakım yalanlar, peygamberlere attıkları iftiralar ve akla hayale gemeyen menkıbelerle (yani uydurmalarla) tasavuffa bir kudsiyyet kazandırmaya çalışırarak; Tasavvufu, insanın akıl yoluyla erişemediği gayb âlemine ait ilahî hakikatlere keşf, sezgi ve ilhamlarla Allah (cc)'a ulaşmanın yoludur diye tarif ederek Tasavvufu şöyle anlatırlar; Tasavvuf; Peygamberimizin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi ile başlamıştır. Peygamberimiz orada nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Özellikle düşmanlardan saklanmak amacıyla mağaraya gizlendikleri zaman tasavvufi gerçekleri öncelikle Hz. Ebubekir’e öğretmiştir. Daha sonrasında Sahabe-i Güzin’den bazılarının Peygamberimiz (sav)'den tasavvufu doğrudan aldığına ve nesilden nesile aktarıldığına inanırız. Aktab, Evliyaullah, mürşidi kâmiller, şeyhler, dervişler ve özellikle de peygamberimizin kanından olan seyitlerimiz peygamberimizin varisleri olarak bu yolu takip etmiş ve takvaca en üstüne ulaşmışlardır. Biz sofilere düşende bu Saadatları gerek hatme-i hacegan ve gerekse de yapacağımız “rabıtalar’da” göz önüne getirerek onlardan bir nur, bir ilham alarak kalbimizi doğru tutmak, onlara güvenmekve yollarından bir an olsun ayrılmamaktır diyerek tasavvufu uzun uzun izah etmeye çalışırlar.
Öncelikle bu tasavvuf ehli kişilerin, Hud suresinin 123. ayet-i celilesini bir kez daha okumalarını tavsiye ediyorum. Bakınız Rabbimiz (cc) bu ayet-i celilede ne buyuruyor “Göklerin ve yerin gaybı sadece Allah'a aittir. Ve tüm iş-oluş yalnızca O’na döndürülür. O halde O’na kulluk et, O’na dayanıp güven. Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz, duyarsız)değildir.” Bundan başka söylenecek hiç bir sözün önemide yoktur, anlamıda yoktur. Bugün Tasavvuf'un dindarlık kavramı kalıbı içinde ortaya koyduğu anlam, gerekse bu anlam çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın ruhuyla hiçbir zaman bağdaşmamaktadır. Tasavvuf ehli kişiler birtakım menkıbelere, ya da tarihe geçmiş ünlü kimselerin gerçekte olmayan masalsı hayat hikayelerine kendilerine bir fayda sağlamadığı halde neden onlara inanmak ve güvenmek konusunda kendilerini inandırmak zorunda bırakıyorlar bunu anlamak mümkün değildir. Bana tasavvuf konusunda veya kendilerinin adeta Allah (cc)'ın emriymiş gibi uyguladıkları hatm-i hacegan, vird, « rabıta» gibi konularda bir ayet hatta bırakın ayet-i celileyi bir hadis-i şerif dahi söyleyebilirlermi?
Esasen Peygamberimizin (sav), ashabına kendi şeklini hayallerinde canlandırmaları için şayet verdiği bir emir varsa onu delilleriyle gelip bizlere anlatmalarıdır. Ebetteki böyle bir şey yoktur, olamazda. Olmadığı için birtakım dolambaçlı, menkıbeli izahlarla dikkatleri dağıtmaya çalışarak, konuyu saptırmaktadırlar. Sizlerde çok iyi biliyorsunuzki; Gayb âlemini Allah (cc)’tan başka ne kimse bilebilir ne gaypta birisinden yardım alınabilir ve nede bir şahıs göz önüne getirilerek dosdoğru istikamet sağlanabilir. O zaman iki ilahlı bir din ortaya çıkar ki onun adına da İslam denmez, ancak “eddin-i ilaheyn” (iki ilahlı bir din) denilebilir. Esasında İslam dininin temelinde, tüm büyük mezheplerin de kabul ettiği, tevhid prensibi yatar ki bu kavram Allah (cc)'ın birliğine ve tekliğine inanmak anlamına gelir.
Kuran ve sahih sünnet ile amel etmeyi rafa kaldıran Tevhidi anlamayan bu keşifçi, ilhamcı yaklaşımların, cemaat veya tarikat önderleri rüyalarında yada “mana âleminde” veya yüz yüze Rasulullah (sav) ile düzenli olarak görüştüklerini iddia etmekteler ve Rasulullah (sav)'tan aldıkları emirler doğrultusunda tüm mensuplarını bu yönde amel etmeye çağırmaktadırlar. İtaat ve hayranlık kültürüyle yetişmiş intisaplı kullar ise bu tip gayb haberlerini, bu tip menkıbeleri duyduklarında, adeta “şeyhlerini içki sofrasında âlem yaparken görseler bile yinede hatayı kendilerinde arayan ve şeyhe bağlılığı artan müridler” şeyhlerine olan tazimlerini ve teslimiyetlerini bir kat daha artırmaktadırlar. Bir kısmına göre ise hakimiyet kayıtsız şartsız yalınızca şeyhindir (!,haşa), o dilerse istediği kimseyi çarpar, ve isterse dünyayı parmağında oynatır(!).
En doğru ve en güzel kelam, kelam-ı kadim de geçen Allah (cc)’ın kelamıyla sohbetimize son verelim.En’âm suresi 50. ayet-i celile“De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. GAYBI DA BİLMEM BEN. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum. De ki: Körle gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” sadagallahülazim.