Geçen ay Ankara’da vakfımız tarafından düzenlenen “Resmi İdeoloji Kıskacında Din Eğitimi” başlıklı panel başta medya olmak üzere resmi ideoloji muhafızı çevrelerin saldırılarına konu oldu. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in de işgüzarca tutumu neticesinde İLKAV hakkında Vakıflar Genel Müdürlüğünce soruşturma başlatıldı. Ayrıca panelde yapılan konuşmalar nedeniyle savcılık soruşturma açtı. Konu ile ilgili olarak Haksöz dergisinden Abdurrahman Çeliker'in vakıf başkanımız Mehmet Pamak ile yaptığı röportajı sunuyoruz.
Resmi ideoloji ve eğitim ilişkisi konulu bir panel düzenlemeye neden gerek duydunuz?
Bütün medya, sürekli toplumsal çürüme haberleriyle dolup taşıyor. Toplumsal yapıda meydana gelen ürkütücü boyutlardaki yozlaşma, aşınma ve çürümüşlük, yaygın, derin ve büyük çöküntü herkesin dikkatini çekecek açıklıkta cereyan ediyor.
Militarizme teslim olmuş, ideolojik kuşatma altında kışla haline dönüştürülmüş eğitim kurumlarında yetiştirilen, materyalist, seküler değerlerle zihinleri kirletilen gençlik, şiddet, uyuşturucu ve fuhuş bataklığına sürülmüş bulunuyor. Anketler, istatistikler, araştırmalar, erdemli insanları utandıracak ve telaşlandıracak boyutlarda sapkınlıkların toplumu ve gençliği kuşattığını ortaya koyuyor. Uyuşturucu ve fuhuş yaşının 10-11 yaşlarına kadar indiğini, şiddeti de esas alan çeteleşmenin ilk öğretim okullarına kadar yayıldığını ortaya koyuyor. Çocuk pornosunda Türkiye’nin ilk sıralarda yer aldığı ve bu tür sapkınlıkların öğretmen öğrenci ilişkilerine kadar indiği tespitleri yapılıyor.
Ayrıca, çocuklarımız, zorunlu ideolojik eğitimin kıskacında, kendileri gibi olmaları ve kendilerini özgürce gerçekleştirmeleri engellenerek, devletin istediği gibi olmaya zorlanıyor ve bu baskılar fıtratlarını bozup onları iki yüzlülüğe yönlendiriyor. Ve tüm bunlar her gün evlerimize yansıyor, çocuklarımızın geleceği ile ilgili kaygılarımızı arttırıyor ve ailelerimiz içinde sürekli bir huzursuzluk kaynağı teşkil ediyor. Aileler çocuklarının sağ salim bir şekilde ve herhangi bir pisliğe bulaşmadan eve döneceğinden bile endişe etmekte ve her gün bu endişeli bekleyiş içinde kahroluyorlar.
Diğer taraftan, eğitimin niteliğinde ve seviyesinde büyük düşüş yaşanıyor. Çocuklarımız, ilmi eğitim programlarından uzak ideolojik programlarla, doğru ve ilmi bilgiden uzak bir ezbercilikle mahvediliyor. Kimlik ve şahsiyet alanında bunalımlı, değerler alanında yozlaşmış, kültür seviyesi düşük ve niteliksiz nesiller yetiştiriliyor.
Üstelik bütün bu çürümede hiçbir dahli olmayan, tam tersine yasaklar ve baskılarla kuşatılmış, tehdit ve düşman konumuna oturtulmuş bulunan İslam ve Müslümanlar ise, bu büyük yozlaşmanın gerçek sorumluları tarafından sürekli “irtica” yaftasıyla karalanıp suçlu ilan edilmeye çalışılıyor.
İşte biz bu panelle, bu büyük ve yaygın çürümenin, kokuşmuşluğun gerçek sebebini araştırdık. Çocuklarımızı ve toplumu bu hale getirenlerin üzerine, ilmin, araştırmaların, anketlerin, raporların ve selim aklın ışığını tuttuk. Haklarımızı, özgürlüklerimizi gündemleştirip herkes için adalet talep ettik. İşte bu panelde suçları ifşa edilenler, büyük bir telaşa kapılıp, suç üstü yakalanmanın psikolojisiyle saldırıya geçtiler.
Biz bu panelde, halkımızı uyarmaya, insanlarımıza sorumluluklarını hatırlatmaya çalıştık ve herkesi, bu gidişe dur demeye, hak ve özgürlüklerimizi savunmaya çağırdık. “Bu ülke hepimizin ülkesidir. Hangi düşünce ve dinin müntesipleri olursak olalım, kendi ülkemizde özgürce ve insanca yaşamak, her birimizin en temel hakkımızdır. Hiç kimse ve hiçbir kurum üzerimizde efendi değildir. Birilerinin ülkemizin asıl sahipleri ve bizlerin efendileri gibi davranmasına, bizim nasıl bir eğitim alacağımıza, nasıl düşüneceğimize ve nasıl giyineceğimize karar vermesine, asla müsaade etmemeliyiz” dedik.
Panele katılım nasıldı? Medya özellikle boş koltukları göstermeye çalıştı galiba. Katılanların konuya ilgisi nasıldı?
Salon yaklaşık dokuz yüz kişilik, sabah oturumunda yarısı doluydu. Öğleden sonraki oturumda ise, çok az koltuk boştu, neredeyse tamamen doldu diyebiliriz. Ancak Kana D kamerası sabah oturumu daha başlamadan gelmişti ve marjinal bir grubun bu tür eleştirileri yaptığı izlenimini uyandırmak amacıyla, henüz insanların gelme sürecinde çekilen görüntüleri yayınlamayı tercih ettiler. Böyle önemli bir konuda ve eğitime hakim kılınan paradigmanın, temel felsefe v düşüncenin irdelendiği, eğitim alanında yaşanan büyük erozyona, militarizme dikkatin çekildiği ilk panel olması bakımından biz de katılım konusunda sıkıntı yaşanabileceğini bekliyorduk. Duygu ve heyecanlara daha fazla hitap eden dış güçlere, emperyalizme yönelik tepkilerin yükseltileceği toplantılara nazaran, böylesine temel meselelerin ilmi ölçülerle ele alınacağı, yerli zulümlerin irdeleneceği bir panele katılımın düşük olması, maalesef Türkiye toplumunun durumuna uygun bir sonuçtur. Ancak buna rağmen, panele katılım oldukça iyi idi. Üstelik, yaklaşık altı saat sürmesine rağmen hiçbir ayrılma olmadan sonuna kadar izlenmesi ve sorulan soruların yoğunluğu ve niteliği, panel sonrası gösterilen olumlu tepkiler ve dualar gerçekten verimli, isabetli ve yararlanılan bir panel gerçekleştirildiğinin göstergesi gibiydi.
Panelde ne gibi tespitler yaptınız, neleri eleştirdiniz de bu kadar büyük tepki doğdu?
Özetle şu tespitleri ve eleştirileri yaptık:
“Bütün sorunlara kaynaklık eden en temel sorun, öncelikle çözülmesi gereken en önemli mesele, eğitimin sivilleştirilip, özgürleştirilmesi, askeri vesayet altından kurtarılması meselesidir.
Modern ulus devletin eğitimi kendi tekeline alıp merkezîleştirmesinin amacı tamamen ideolojiktir. Devlet tekelindeki zorunlu ideolojik eğitimle, araştırmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, hesap sormayan, her şeye rağmen itaat eden, devleti kutsal halkı ise onun hizmetkârı ve kölesi kabul eden, düzene uyumlu vatandaşlar yetiştirmek hedeflenmiştir.
Kemalist sistemin, “tevhid-i tedrisat” kanunuyla dayatılan, farklılıkları yok eden, tek tipçi pozitivist eğitimle, kimlik ve değerler alanında büyük erozyon yaşanmış, düşünce alanında sığlık ve seviyesizlik yaygınlaşmıştır.
İdeolojik bağımlılık ve taassup eğitim kurumlarında ve üniversitelerde görevli kadroların yeni fikirler üretmelerini, bilimsel atılımlar yapmalarını engellemiş, bu ideolojik bağnazlık bilimsel ufukları sınırlandırmış, düşünce üretimini dondurmuştur. Bu kadroların, resmi ideoloji kıskacında yetiştirdikleri gençlik de doğal olarak, kimlik ve şahsiyet kargaşası içinde, hedefsiz, niteliksiz, seviyesiz ve bunalımlı bir gençlik olmuştur.
Laik devlet, bir yandan dinin kendi kurumlarını oluşturup, kendi ayakları üzerinde durmasını engellemiş, diğer yandan din üzerinde velayet ve vesayet oluşturmuştur. Bu ise, laiklik değil bizantinizmdir. Laik devlet, bir yandan kamu okullarında verilen “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi”nde ve İmam Hatip Liselerinde bile laikliği ve Atatürkçülüğü empoze etmeye çalışırken, diğer taraftan tektipçi, farklılıkları yok eden “Tevhidi tedrisat yasası” ile İslami eğitim veren özel okullar açılmasını da yasaklamıştır. Laik devletin ideolojik kuşatması, camilerdeki yaygın eğitimi de tahrip etmiş, hutbeler, vaazlar ve Kur’an kursları bile Laik devletin arzularına ve laik politikalarına tabi kılınmıştır.”
Kralın çıplak olduğunu söylediniz ve eğitim sisteminin yol açtığı büyük erozyonu tespit ettiniz. Peki teklifiniz ne oldu?
Çocukların, devletin değil ailelerin olduğunu, bu sebeple de, nasıl bir eğitim almaları gerektiğini belirleme yetkisinin de devletin değil, tıpkı taklit edilen Avrupa’da olduğu gibi sadece ailelerin olması gerektiğini ifade ettik.
Çocukları; resmi ideolojinin kulu olarak yetiştirilmek üzere okula teslim edilmiş, beyinleri yıkanması gereken nesneler, ezberci bir eğitim sistemiyle doldurulması gereken boş kaplar ve iradesiz robotlar olarak görmeyen özgürlükçü bir eğitim sisteminin kurulması gerektiğini gündeme taşıdık.
Panelde şunları da söyledik:
“Eğitim; insanı, egemen sisteme uyumlulaştırmayı, bir anlamda evcilleştirmeyi, sonuçta edilgenleştirmeyi değil, imtihan için bulunduğu bu dünyada Rabb’i tarafından tanınan tüm haklarını özgürce kullanarak, akıl ve irade sahibi etken bir varlık olarak kendini özgürce gerçekleştirebilmesine imkân hazırlamayı amaç edinmelidir.
“Fıtrata yönelik baskıların kalktığı, şahsiyetleri askeri ve ideolojik kalıplarla öğütmeye yönelik faşist dayatmaların son bulduğu özgür ortamlarda, insanın kendine ve Rabbine yabancılaşmaktan kurtarılarak, imtihan dünyasında kendini özgürce gerçekleştirebilmesinin önü açılmalıdır. Eğitim askeri ölçülerle kuşatılmış dar ufuklu bireyler ve ideolojik bağnazlıkla malül niteliksiz, şahsiyetleri öğütülmüş nesiller yetiştirmeyi değil, fıtratı (yaradılıştaki temizliği) koruyup geliştirerek “iyi insan” yetiştirmeyi hedeflemelidir.”
“Fıtratı koruyup tekâmül ettirmeye zemin hazırlama fonksiyonu görecek bu adil sistemde, öğrencilere, sahih bilgiye ulaşmanın, bilgiyi elde edip değerlendirmenin, sonuç çıkarıp anlamanın yol ve yöntemlerini, öğretmen-öğrenci birlikteliği ile öğreten, düşünebilme, tefekkür edebilme, üretebilme, tercih edebilme, karar verebilme, sorgulayabilme, itiraz edebilme, öneri getirebilme ve imtihan için bulunduğu bu dünyada kendini özgürce gerçekleştirebilme yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirebilme imkânları hazırlanmalıdır.”
“Özgür bir eğitim sisteminde, şahsiyetleri ve fıtratları korunmuş özgür nesiller yetiştirebilmek için, eğitimin öncelikle temel insan hakları zeminine oturtulması, askeri vesayet ve militarizmden soyutlanıp sivilleştirilmesi gerekmektedir” dedik. Bu bağlamda, okullarda askeri denetim ve vesayet aracı olarak işleyen ve kışla tipi eğitimin simgesi haline gelen Milli Güvenlik Derslerinin ve çocukların tazime zorlandıkları “seküler kutsal”ların, dogmatik dayatmaların kaldırılması gerektiğini gündeme taşıdık. Okullara kışla ve tapınak görüntüsü veren “hazırol-rahat” komutları, büstler önünde saygı duruşları, askeri disiplin, tek tip kıyafet, tek tip düşünce dayatarak yol açılan geriliğe dikkat çekerek, and, marş, tören vb askeri ve dinsel ritüellerin kaldırılmasını talep ettik.
Müslümanlar için özel hak talepleriniz de oldu mu?
Panelde, İslami kimliğimizi belirleyici kılan, ancak ayrım yapmadan bu ülkenin bütün insanları için adalet ve özgürlük isteyen konuşmalar yapıldı. Tabii ki, Müslümanlar olarak muhatap kılındığımız, başta başörtüsü yasağı olmak üzere, bütün baskı ve yasakların kaldırılmasını da gündeme taşıyan, gasp edilmiş bulunan hak ve özgürlüklerimizi savunan tebliğler sunuldu. Özetle, “Okullar, ideolojilerden arındırılıp, özgürleştirilmeli. Hepimizin vergileriyle yapılan kamu okulları, sadece iyi insan yetiştirmeyi esas almalı. Fıtri insani erdemler ortak paydasında mümkün olduğunca nötr bir eğitim veren özgürlük adaları haline gelmeli” dedik.
Askeri vesayet altındaki eğitim sisteminde okutulan “Atatürkçülük”, “Milli Güvenlik” ve “İnkılap Tarihi” gibi ders kitaplarında, “Kemalizm” yada “Atatürkçülük” ideolojisinin, “bütün beşeri alanları kapsayacak genişlikte” bir ideoloji ve “bir yaşam tarzı” olarak benimsenmesi gerektiği ifade edilmektedir. İslam dini de, beşeri hayatın bütün alanlarını kuşatan hükümler vazederek bir hayat modeli sunmakta ve inananlarını bu hayat tarzını yaşamaya çağırmaktadır. O halde bir Müslüman’a, Kemalizm yada Atatürkçülük ideolojisini dayatmak en büyük insan hakları ihlali, en büyük zulümdür. Bu sebeple, “kamu okullarında, Devlet hiçbir ideolojiyi ya da dini dayatmamalı, dileyene seçmeli “Atatürkçülük” dersi, dileyene de seçmeli “Kur’an ve İslam eğitimi” dersi alma imkânı verilmelidir”.
Bunun dışında, Atatürkçü, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman vb tüm kesimler kendi özel okullarını açabilmeli ve laik devlet bu okulların ne müfredatlarına ne de öğretmen kadrolarına asla karışmamalıdır. Bugüne kadar, sistemin seküler programları dahilindeki İmam Hatipleri İslami eğitim kurumu gibi sahiplenip, laik devletin karışmaması gereken esas İslami eğitim hakkımızın hiç gündeme taşınmamış olmasını eleştirdik ve Müslüman halkımızı, gasp edilmiş bulunan İslami eğitim kurumları açma hakkımızı elde etmek için mücadele etmeye çağırdık.
Böylesine herkes için özgürlük ve adalet isteyen tutumunuza rağmen, medyada gördüğünüz muameleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunuza cevap vermeden önce, izninizle, panelde bu konuda daha neler söylediğimizi ifade edeyim:
“Biz Müslümanlar, tüm insanlara ayrım gözetmeden adaletle muamele etmek zorundayız. Biz, insanlara, kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri özgür ve adil ortamları hazırlamakla yükümlüyüz. Başkaları bizim düşünce özgürlüğümüzü savunmasalar da, biz onların da özgürlüklerini savunacağız. Çünkü biz bunu bir ibadet olarak yapıyoruz.”
“Herkes özgür olsun ve her fikir, her düşünce serbestçe kendini ifade edebilsin. Dileyen dilediği dini, ideolojiyi özgürce tercih edip yaşayabilsin. Dileyen Atatürkçü, dileyen Hıristiyan yada Yahudi olsun. Dileyen sosyalist, dileyen liberal olsun. Ama dileyen de Kur’an’nın belirlediği anlamda bir Müslüman olabilsin. Kimse kimseye zulmetmesin, kendi ideolojisini ve dinini dayatmasın.”
“Bırakalım silahları, bırakalım makamları, mevkileri, rütbeleri gelelim bir araya özgür ortamlar oluşturalım, özgürce tartışalım, bu ülkenin insanlarının önünü ve özgürlük yollarını açalım ki, baskılar yüzünden iki yüzlü olmasınlar. Hangi dini ve ideolojiyi tercih ediyorlarsa etsinler, ama özgürce tercih edebilsinler. Yüreğiniz varsa, düşüncenize güveniyorsanız, buyurun özgür ortamlarda tartışalım. Silahlar, baskı ve şiddet konuşmasın, kitap, kalem, düşünce ve fikirler konuşsun.”
“Baskılar yasaklar zulümler kalktıkça özgür ortamlarda özgürce tercihler yapıldıkça, insanlar kendilerini özgürce tanımlayıp, özgürce ifade edebildikleri zaman, daha adil ve daha barışçı ilişkiler kurulması mümkün olacaktır.”
Tüm bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere, biz yaptığımız konuşmalarda, kimseye hakaret etmedik, kimseye zulmetmedik ve şiddete başvurmadık. Sadece herkes için hak, özgürlük ve adalet talep ettik ve ilmi düzeyde düşüncelerimizi açıkladık. Şüphesiz ki, bu haklı ve adil sözlerimizi, düşüncelerimizi ve özgürlüklerimizi her zaman ve her zeminde de savunacağız. Hiç kimse, baskılarla, yasaklarla ve terör estirerek, haklı ve adil taleplerimizi gündemleştirmemizi engelleyemez.
Kendisi de 28 Şubat andıçlarının mağduru olan M. Ali Birand başta olmak üzere kimi medyatörlerin, böylesine adil ve ilmi içerikli bir düşünce açıklamasına, bu kadar faşist bir tutumla, son derece bağnaz ve seviyesiz bir üslupla saldırıya geçip yargısız infaz ve linç gerçekleştirmeleri, Türkiye’de dilediğini yapma azgınlığı içinde olan medyanın geldiği noktayı ortaya koyan utanç verici bir sonuçtur. Aslında bu sonuç, Kemalist sistem yanlısı en okumuşların, en AB’cilerin bile ne kadar bağnaz, ne kadar özgürlük düşmanı, ne kadar sığ ve niteliksiz olduğunu göstermekte ve bizim bu sistemin yol açtığı çürüme ve yozlaşmayla ilgili tespitlerimizi bir kez daha ispat etmektedir.
Oysa biz, “silahı, şiddeti bırakarak eşit şartlarda ve özgür ortamlarda özgürce tartışmaya ve fikirlerin özgürce açıklanmasının önünü açarak halkımızı özgürleştirmeye” çağırmışız. Onlar ise, bu özgürlükçü çağrıya, medya terörü ve baskı ile karşılık verdiler. İşte tüm bu baskıcı ve zorba tutumlar, faşist saldırılar gerçek dogmatizmi, boş inancı, irticayı ve geriliği kimlerin temsil ettiğini açıkça ortaya koydu. Kemalizmi ve sekülarizmi savunanların seviyesini, fikre fikirle karşılık vermeye yeterli olmadıkları için şiddete başvuran acizliklerini bir daha ortaya koydu.
Kemalist sisteme yöneltilen nitelikli eleştirileri, düşünsel üretimleriyle ve kendi yetenekleriyle karşılamakta yetersiz kalanların, fikre fikirle karşılık vermede acze düşenlerin, Mustafa Kemal’i öne çıkarıp, onu kalkan gibi kullanmaya ve onun üzerinden terör estirmeye kalkmaları adil ve haklı taleplerimizin karşısında söyleyecek söz bulamamalarının ifadesidir. Yeri geldiğinde AB savunuculuğunu kimselere bırakmayan bu hukuk düşmanlarına şu soruyu sorma hakkımız doğmaktadır: Hani sizin AB kriterleriniz, insan hakları ve demokrasi iddialarınız? Yoksa bunlar, acıkınca yemek üzere ürettiğiniz putlarınız mıydı?
Bir hafta sonra ve aynı konuda Özgür-Der de panel gerçekleştirdiği halde görmezden geldiler. Sizce bunun sebebi ne olabilir?
Belki ilk panelin Ankara’da olması sebeplerden biri olabilir. Ama kanaatimce en önemli sebep, bu olayın yaygınlaştığını göstermek işlerine gelmedi. Bu tepkin marjinal bir grubun yaygın taraftar bulamayan çıkışı olarak göstermek ve onu da karayalayıp mahkum etmek suretiyle konuyu örtmek istediler. Yoksa, son derece önemli tespitler ve öneriler yapılan 6 saatlik bir panelden, ancak 3 cümle alıntı yaparak bırakırlar mıydı? Anlaşılan o ki, fazla alıntı kendi sistemlerinin ne olduğu konusunda halkı uyaracak bir tesir bırakabilir diye korktular. Ve bu sebeple, hem bizim konuşmalarımızı daha fazla vermekten kaçındılar, hem de Özgür-Der’in panelini görmezden geldiler. Nitekim o verdikleri bir kaç cümlenin bile ortalama insanlar üzerinde düşündürücü ve haklı bulmalarına yol açıcı tesirleri olduğunu yeni yeni bize dönen bilgilerden öğreniyoruz. Bakın sözüm ona görece dürüst bir habercilik yaptığı sanılan NTV bile sistemin yol açtığı çürüme ve tabular sarsılmasın diye, bizimle yaptığı röportajları yayınlamadı. Biz kabul etmek istemediğimiz halde, ısrarla röportaj yapmak isteyen kendileri olduğu halde, Yusuf Tanrıverdi ve bana ayrı zamanlarda gelip sorular yönelttiler, çekim yaptılar. İkimize de sordukları ilk soru söylediklerimizin arkasında durup durmadığımızla ilgiliydi. Birbirimizden habersiz olarak ayrı zaman ve yerlerde yapılan çekimlerde ikimizde aynı cevabı vermişiz. “söylediğimiz haklı ve adil sözlerin arkasında durmaktan onur duyuyoruz”. Ve ikimiz de sorulan sorulara karşı, resmi ideoloji eleştirisine ve alternatif tekliflerimize dair panelde de söylediklerimizi tekrarlayınca, maalesef dürüst (!) haberciliği bir tarafa bırakarak, yaklaşık yarım saatlik çekimlerden bir kare bile yayınlamadılar. İşte onların basın ahlakı bu.
Madem bu konunun tartışılması onları bu kadar ürkütüyor, o halde, bu konuyu biz kapatmamalı ve ısrarla yaygınlaşmasını sağlamalıyız. Aynı eğitim panellerini bütün illere yaygınlaştırmalıyız. Aslında bütün evlerde eğitim sisteminin bataklığa dönüşmesinden kaynaklanan endişeler, bunalımlar yaşanıyor. Herkes çocuğunu nasıl koruyacağının telaşı içinde alternatifler arıyor. Bu sebeple, konuyu kapatmalarına fırsat vermemeli, sürekli gündemde tutarak halkı uyarmalı ve alternatif eğitim projeleri geliştirip önerilerde bulunmalıyız.
Peki, Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, daha medyadaki saldırgan muhbirin yayını bitmeden onu arayarak, gerekeni yapacağına, kimsenin Atatürk’e böyle eleştiriler yapamayacağına, gerekirse Vakfın kapatılabileceğine ve bu amaçla hemen Müfettişleri görevlendirdiğine ilişkin açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki bu, hukuk adına utandırıcı bir tutum. Söz konusu Bakan, hem de daha haberin yayını sürecinde hemen talimat verip soruşturma açtırdığını söylemişti. Bunu hangi hukuk anlayışı ve hangi ahlaki ilkeyle bağdaştırabilirsiniz? Nasıl oluyor da, kendileri ve genel başkanları hakkında da defalarca aynı provokatif haberleri yapan sabıkalı bir medyanın son derece seviyesiz ve yönlendirici muhbirliğinin dolduruşuna gelip, hiç bir ön araştırmaya bile gerek görmeden, bu yönlendirici yayını hemen talimat gibi algılayarak harekete geçebiliyor. Hem de hukukçu bir bakan açısından son derece ibret verici ve düşündürücü bir tutumla karşı karşıyayız. Hukukçu bir bakanın, yargısız infaz yapması, daha tahkik edilmemiş bir konu hakkında suçlayıcı ve hüküm verici beyanlarda bulunması, hem hukuki, hem de ahlaki ölçülerle bağdaştırılması mümkün olmayan bir tutum olarak tarihe geçmiştir. Şimdi ilgili Bakanın, görevlendirdiğini ifade ettiği müfettişlerin, Bakanlarının bu peşin hükmü ve yönlendirici açıklaması karşısında, ne kadar bağımsız hareket edebileceklerini kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.
Sanırım savcılıkta konu ile ilgili bir soruşturma başlattı değil mi?
Evet. Zaten bu kadar ısrarlı hedef göstermeden sonra, hele Türkiye şartlarında soruşturma açılmaması beklenemezdi. Bu sebeple, savcılığın incelemesini; İslami kimliğe karşı önyargıların bu kadar keskin olduğu bir ülkede, üstelik bu kadar tahrik ve baskı karşısında doğal bir sonuç olarak görüyorum. Ancak şunu da söylemem gerekir ki, eğer İslam’a hakaret söz konusu olsaydı, ne kadar tahrik ederseniz edin gene de kimseyi harekete geçiremezdiniz. Nitekim İslam’a en ağır hakaretleri yapan bir hanım profesör, hem malum medya tarafından “düşünce özgürlüğü” adına baş tacı edildi, hem yargı, yaptığı onca hakareti bile “düşünce özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirip beraat ettirdi, hem de her gün irtica ihbarı yapan Cumhurbaşkanı’nın eşi tarafından, yüksek rütbeli askeri bürokratların eşlerinin de katıldıkları Çankaya köşkündeki bir törenle “Atatürk’ün yolunda bir ömür” ödülüyle taltif (!) edildi. Biz ise, sadece ilmi ve düşünsel düzeyde fikirlerimizi ifade ettiğimiz için, hakarete, saldırıya ve soruşturmaya muhatap kılınıyoruz. Düşünce özgürlüğümüze yönelik en faşist saldırılar gerçekleştiriliyor ve insan haklarını savunma iddiasındaki liberal, sol ve “demokratik Müslüman” çevreler topluca seyrediyorlar.
İnsan Hakları Dernekleri, bu kadar sert, bu kadar açık bir biçimde gerçekleştirilen ve bu kadar çok insanın izlediği bir insan hakları ihlali karşısında nasıl bir tutum sergilediler? Sizin her zaman, gerek Mazlumder Genel Başkanı olduğunuz süreçte, gerekse daha sonra bir aydın olarak yazı ve kitaplarınızda veya mağdur kesimlerle kurduğunuz ilişkilerle ve nihayet tepki gösterilen panelde bile ayırım yapmadan özgürlüklerini savunduğunuz liberal, sol ve sizin ifadenizle “demokratik Müslüman” çevreler hiç ilgilenmediler mi? Bir düşünce açıklamasının bu kadar açık bir biçimde faşist saldırılarla lince tabi tutulmak istendiği bir süreçte sustular mı?
Maalesef ÖZGÜR-DER haricinde suskun kaldılar. Özgür-Der, genel merkez ve tüm şubeleriyle, hem düşünce özgürlüğümüze, hem de ortak şiar ve söylemlerimize sahip çıkarak gerçekten onurlu bir duruş sergilemiştir. Üstelik aynı konuda bir paneli gerçekleştirerek ve MEB’na verilmek üzere hazırlanmış, resmi ideoloji baskısının, askeri vesayetin ve militarizmi dayatan Milli Güvenlik Derslerinin, and, marş ve tören gibi “seküler kutsallar”a tazime zorlayan gerilik ifadesi ritüellerin kaldırılması gerektiğini vurgulayan aynı bildiriyi imzaya açarak, gerçekten son derece ilkeli, onurlu ve örnek bir duruş sergilemiştir. Özgür-Der Genel Merkez ve tüm şubelerinin sergilediği bu onurlu duruşun, İslami referanslardan taviz vermeyen ilkeli ve İslami kimlikli bir insan hakları mücadelesini esas almaktan kaynaklandığı kanaatindeyim.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi, hele bu son saldırı, insan hakları savunucularını çok daha fazla harekete geçirmesi gereken nitelikteydi. Bu kadar sert, bu kadar açık bir biçimde gerçekleştirilen ve bu kadar çok insanın izlediği bir insan hakları ihlali karşısında İHD, Mazlumder, Helsinki Yurttaşları….ve bunların ortak kuruluşu olan İHOP vb Batının seküler haklar anlayışını esas alan kuruluşlar, maalesef gerekli tepkiyi vermekten gene uzak durdular. Zaten bunlar, düşüncelerimi açıkladığım konferans, makale ve kitaplarımdan dolayı yaklaşık 15 yıldır onlarca defa yargılandığım, birkaç kitabım toplatıldığı ve defalarca mahkum edildiğim halde ve halen bir kitabımdan dolayı yargılanmam sürdüğü, daha iki hafta önce, 18 Şubat 2006’da yaptığımız bir basın açıklamasından dolayı soruşturma açıldığı halde bir kez olsun bizim de hak ve özgürlüğümüzü savunan, haksızlığa karşı destek veren bir girişimde bulunmamış ve hak ihlalcilerini kınamaya dair herhangi bir açıklama yapma gereği duymamış yada bir bildiri yayınlamamışlardır. İnsan hakları ihlallerinin detaylı bir biçimde yer aldığı raporlar, bültenler yayınladıkları halde, bunların hiçbirisinde, bizim de insan hakları ihlaline muhatap olduğumuzu ve düşüncemizi ifade etme özgürlüğümüzün ihlal edildiğini yazıp zalimleri kınamamışlar, hatta haber olarak bile zikretmemişler, bize yapılan tüm zulümleri görmezden gelmişlerdir. Yalnızca Mazlumder bir defaya mahsus olarak, Sivas SRT televizyonunda yaptığımız bir konuşma nedeniyle aynı saldırı, takibat ve lince muhatap kılındığımız süreçte 1998’de, hakkımda bir bildiri yayınlamıştı. Ama o bildirinin içeriği de, maalesef, düşünce özgürlüğümüzü savunmaya değil, Mazlumder’in bizden beri olduğunu ve açıkladığımız düşünceler sebebiyle kendisinin de kınanmaması gerektiğini ifade etmeye tahsis edilmişti. Bütün bu insan hakları kuruluşlarının, çirkin ve çifte standartlı tutumlarının, İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermemeye, her meselede İslami referanslara bağlı kalmaktan vazgeçmemeye çalışan, liberalleşmeye, sekülerleşmeye, geleneksel ve modern hurafelere kapalı, üstelik bu tür savrulmalara karşı “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan, bu bağlamda ilmi eleştiriler yapan duruşumuzdan kaynaklandığı kanaatindeyim.
Olaydan sonra bir de basın açıklaması yapmıştınız sanırım?
Evet düşünce özgürlüğümüze yönelik, medyadaki son faşist saldırıların yapıldığının üçüncü gününde yapmıştık bu basın açıklamasını ve özellikle şu ifadelerimiz de gazete ve haber sitelerinde yer almıştı. “Böyle haksızlık ve zulüm süreçlerinde herkes imtihan olmaktadır. Medya, insan hakları kuruluşları ve “aydınlar” herkes sınavdan geçmektedir. Bizler, söylediğimiz haklı ve adil sözlerin arkasında onurlu bir duruş sergileyip sergilemeyeceğimiz hususunda sınanırken, dışımızdaki herkes “insan hakları” ve “düşünce özgürlüğü” konularında samimi yada çifte standartçı olup olmamakla sınanıyorlar. Sonuçta, kimileri ÖZGÜR-DER örneğinde olduğu gibi onurlu ve saygıdeğer bir tutumla sınavda başarılı olacak, kimileri de her zaman yaptıkları gibi ya zalimlerin safında doğrudan yer alarak ya da zelil bir suskunlukla dolaylı destek vererek sergiledikleri utanç verici tutumla sınavı kaybedeceklerdir.”
İşte bu açıklama bile sadece Mazlumder Ankara şubesini ve ancak saldırının gerçekleşmesinden tam beş gün sonra harekete geçirebildi. Prof. Atilla Yayla’nın düşünce özgürlüğü ihlal edildiğinde, hem de aynı konuda saldırıya uğradığında bütün bu kuruluşlar, hemen ikinci gün yanında yer almışlardı. Mazlumder ve İHD Genel Başkanları bizzat Yayla ile birlikte bir basın toplantısı yaparak onun özgürlüğünü savunmuşlar, baskıları kınamışlar, kendisine destek vermişlerdi. Biz de bu tutumu doğru buluyoruz. Nitekim biz de, Atilla Yayla’yı ve Liberal Düşünce Derneğini arayarak ziyaret etmek istemiş, özgürlüğünü savunmuş ve ona destek olmak üzere panelimizin açış konuşmasını yapmasını da teklif etmiştik. Ancak burada sorun, aynı hak ve özgürlüğümüz, aynı konuda ve aynı medyadan saldırıya uğradığında, aynı çevrelerin, aynı duyarlılığı bizim için de göstermek gereği duymamış olmalarıdır. Ve bunun bir defalık bir ihmal değil, süreklilik arz eden bir çifte standart olmasıdır. Onların dikkatini çekmek ve ilgisine mahzar olmak için, illa da onlar nezdinde akredite olmak, onların razı olacakları düşünce yelpazesi içinde kalan fikirler ifade etmek mi gerekmektedir?
Peki, kartel medyasından bu derece haksız ve hedef gösterici haberler yapılarak düşünce özgürlüğünüz baskı altına alınıp, medyatik terör estirilirken, diğer medyanın tutumu nasıl oldu?
Maalesef daha önce ifade ettiğim çirkin çifte standardı, görmezden gelme ve yok sayma utanmazlığını, okuyucu çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği medya da, yine her zamanki gibi ortaya koymaktan çekinmedi. Vakit ve Hilal TV dışında, hiçbir gazete ve televizyon (Kanal 7, TV 5, STV vb) hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmadıkları gibi, faşist medya terörüne karşı yaptığımız basın açıklamasını bile görmezden geldiler ve nötr bir haberciliği bile esirgediler. İslami duyarlılık ve adalet duygusundan vazgeçtik, insani erdemlere ve basın ahlakına, dürüst ve objektif habercilik ilkelerine bile aykırı bir tutum takınmaktan utanmadılar. Vakit gazetesinin dört ve Star gazetesinin bir köşe yazarı, yapılan haksızlığa karşı adaleti gündemleştiren, düşünce özgürlüğümüzü savunan yazılar kaleme alırken, Yeni Şafak, Zaman, Milli Gazete vb gazetelerde bir tek köşe yazarı bu büyük haksızlığa karşı kalemini kullanmadı. Ki bunların bir kısmı sıkıntılara düştüklerinde, mahkemelerde yanlarında yer alarak, ceza evlerinde ziyaret edip destekleyerek, yahut bir başka tarzda mutlaka yanlarında yer aldığımız eski dostlarımızdılar. Tabii ki biz, onların başına bir sıkıntı geldiğinde destek verirken, karşılık bekleyerek değil sadece Allah rızası için bunu yaptık. Onların bugünkü zulmün karşısındaki suskun tutumlarına rağmen, yine bir sıkıntıya maruz kaldıklarında, şüphesiz biz yine destek vermeye koşacağız. Çünkü biz bu yaptığımızı ibadi bir sorumluluk olarak algılıyoruz. Ancak gerek İslami kimliğin, gerek insani erdemlerin gerektirdiği adaletli tavrı, yahut hiç değilse ahde vefayı, insanlık ve Müslümanlık adına umutları arttıracak adil bir tutumu görmeyi insan bekliyor doğrusu. Üstelik kartel medyasının medyatörleri, yaptıkları saldırgan haberde, bütün bu gazetelerin çoğunluk yazarlarını da rahatsız etmesi gereken bir biçimde, panel açılışında Kur’an okunmasını ve kadın-erkek ayrı oturulmasını bile, bir suçüstü yakalama gibi defalarca göstererek ve aşağılayıcı bir üslup kullanarak ihbar etmişti. Üstelik panelin içeriğinde de, kendilerini İslam’a ve insani, fıtri erdemlere nispet etmekte samimi olan insanları rahatsız edecek herhangi bir husus söz konu değildi. Velev ki, kendilerinin katılmayacağı düşünceler bile açıklansa, yine de düşünceyi açıklama özgürlüğümüzü savunmaları gerekmiyor muydu? Ama onlar kendilerine oligarşinin uyguladığı akreditasyondan rahatsız olurlar, ama “ezilenlerin pedagojisi”nde ifade edildiği gibi, ellerine fırsat geçtiğinde, kendilerinde güç vehmettiklerinde, ezenlerinin yolunu izleyerek, onlar da başkalarına aynı davranışı sergilemekten çekinmezler. Bu bir yozlaşmanın işareti, ezilenlerin ezenlerine öykünmesinin hikayesidir. Halbuki İslami ve insani olan, insanlık onuruna ve insani erdemlere uygun tutum sergileyerek, zulme uğrayanın, en temel insan hakları ihlal edilenin yanında yer almak ve zalimlere karşı tavır koymak, din ve düşünce ayrımı yapmadan herkesin düşünce özgürlüğünü, temel haklarını ve adaleti savunmaktır.
İLKAV çevresinden bir heyet, bu haksız ve adalete aykırı, objektif habercilik ahlakıyla da bağdaşmayan tutumlarının, aynı konuda haklı olarak (gerek Yeni Şafak Gazetesi, gerekse neredeyse bütün yazarları tarafından) Atilla Yayla’ya vb’ne gösterilen ilgi ve verilen desteğin, İLKAV, Mehmet Pamak ve Yusuf Tanrıverdi’den esirgenme sebebini öğrenmek üzere Yeni Şafak Gazetesi Ankara temsilcisini ziyaret ettiklerinde, bu yetkilinin kendilerine söylediği gerekçe, maalesef ibret verici ve utandırıcı bir muhtevada olmuştur. Söz konusu gazete ve diğerleri, zaten yıllardır İLKAV’ın binlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilen basın açıklamalarını, haber değeri olan faaliyetlerini ve İLKAV yöneticilerinin düşünce açıklamalarına yönelik baskı ve soruşturmaları hep görmezden gelmişler, resimlenip haberleştirilerek ellerine teslim edilenleri bile ısrarla yayınlamamayı tercih etmişlerdi. Kamu oyundan aldıkları tepkiler üzerine, bir defasında “atladık özür dileriz” başlığıyla okuyucudan özür diledikleri konuda bile, doğru söylememişlerdi, çünkü söz konusu mahkeme haberi, Ekin yayınları tarafından resimlenip yazılmış ve hazır bir biçimde aynı gün kendilerine ve Vakit Gazetesine ulaştırılmıştı. Vakit Gazetesi ertesi gün bu haberi yayınladığı halde, Yeni Şafak, hem çağırıldığı halde, bir kitabın yargılandığı mahkemeye muhabir göndermemiş, hem de hazır olarak eline ulaştırılan haberi de yayınlamaya gerek görmemişti. Ancak okuyucudan tepki alınca da, “özür dileriz istemeden atladık” diye geçiştirmişti. İşte bu samimiyetsizliğin, yıllardır süregelen çifte standardın, haber değeri olan faaliyetleri bile görmezden gelmenin ve nihayet bir çizgiyi ve mücadeleyi yok saymanın arka planında yatan gerçek sebebi, bu gazetenin Ankara temsilcisi açıklıyordu. İnsan hakları, Basın ahlakı ve dürüst habercilik ilkeleriyle de bağdaşmayan tutumlarının gerekçesini soran heyete, şu cevabı veriyordu: “Mehmet Pamak’la, kitapları ve yazılarıyla hiç ilişkim olmadı, hiç tanışmadım, ancak benim kanaatime göre, bizim gazetenin ve yazarlarımızın, Mehmet Pamak’a ve İLKAV’a ilgisiz kalmasının sebebi, Pamak’ın radikal olması olabilir”. Evet işte gerçek sebep böyle itiraf edilerek, ezenler, nasıl tanımlanmamış ve Müslümanlarca da asla benimsenmemiş “irtica” kavramıyla İslam’ı ve Müslümanları tanımlayıp dışlıyor, akreditasyon dışında tutuyorlarsa, onların ezilenleri konumunda olanlardan bir kısmı da, kendilerinden daha güçsüz gördükleri bize, aynı şekilde, tanımlanmamış ve kendimizi onunla tanımlamadığımız “radikal” kavramıyla bizi tanımlayıp, dışlıyorlar. Sonuçta biz hem ezenlerin, hem de onların dışladıklarının zulmüne maruz kalıyoruz. Özellikle emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin, İslam ve Müslümanların uzlaşmacı olmayanlarını, tavizsiz ve ilkeli olanlarını, İslami kimliğin ibrazında ve savunulmasında direnişçi bir çizgiyi temsil edenlerini tanımlarken kullandıkları emperyalist jargonlarla Müslümanları niteleyip, bununla mahkum etmek utanılması gereken bir tutum değil midir? Sonra, bizim hak ve özgürlüğümüzü de savunmaları için, bizim de insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne sahip olabilmemiz için, illa da Yeni Şafak Gazetesi ve benzerlerince sınırları çizilen düşünceler mi taşımamız gerekiyor? Gerçekten, hem İslami kimlik, hem de insani değerler adına utandırıcı tutumlar bunlar.
İşte bu çevre ve kuruluşların ve ellerinde bulundurdukları medyanın ilgisine muhatap olabilmek, onlar tarafından hak ve özgürlüklerimizin savunulabilmesi, zulüm görmemize ve haklarımızın ihlal edilmesine razı olmamaları için, mutlaka onların razı olacakları bir düşünsel çizgide bulunmamız gerekiyor. Bu sebeple, akredite olabilmek, oluşturulmuş kastın (“körler sağırlar birbirini ağırlar” kabilinden bir dayanışma kastının) içinde yer alabilmek için: ya kısmen de olsa liberalleşmeyi, sekülerleşmeyi içimize sindirmemiz, sentezci İslami anlayışlara savrulmamız gerekiyor; ya Osmanlıcılık yada Türkiyecilik boyutunda bile olsa ulusalcı anlayışlara yaklaşmamız gerekiyor; ya geleneği, tasavvufu, tarihsel birikimi dinleştirmemiz gerekiyor; ya kimi sistem partilerine yakınlaşıp, ikbal ve rant hesapları içinde uzlaşmamız gerekiyor; ya liberal ve sol çevrelerle İslami kimliği ikinci plana iten ilkesiz ilişkiler kurmak suretiyle ve onların kavramlarıyla kendini tanımlayan, ifade eden savrulmalar yaşayarak, önce onların itibarını kazanıp kendini İslam’a nispet edenlerin sosyetesine bu destekle yeniden giriş yapmak gerekiyor; yada tüm bunların bilincinde olarak, içten kabullenmeden ama dıştan onlar gibi görünerek ve bu amaçla pragmatik ilişkiler kurmak gerekiyor.
Biz de diyoruz ki, oluşturdukları kastların dışında kaldığımız ve yukarıdaki anlamda akredite olmadığımız için, bizden hoşnut olmasalar da, bizim de insan haklarına sahip olmamızı, düşünce özgürlüğümüzü içlerine sindiremeseler ve kendilerine aykırı gelen düşüncelerimizi açıklamamızdan rahatsız olsalar da, Allah’ın vazettiği temel değişmez İslami ilkelerden taviz vermeye Allah’ın izniyle yanaşmayacağız. Tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinden inşallah geri adım atmayacağız. Bazı yazarlarına yaptırdıkları yönlendirici araştırmaları yayınlayarak teşvik ettikleri sekülerleşmeye, liberalleşmeye karşı olmayı ve her şeye rağmen İslami ilkeleri savunmayı Allah’ın izniyle ısrarla sürdüreceğiz.. Rabbimiz böyle bir savrulmadan bizleri muhafaza buyursun, onlar razı olmasalar da Rabbimiz bizden razı olsun yeter.
İslami camiadan/çevrelerden nasıl bir tepki aldınız?
Aslında Panelde işlediğimiz konular ve gündemleştirdiğimiz talepler, hiçbir Müslüman’ın ve erdemli insanın karşı çıkamayacağı, son derece adil söylem ve taleplerden ibaretti. Bu bakımdan Müslüman çevrelerden sadece dua ve destek bekliyorduk. Gerek panele katılanlardan gerekse Türkiye çapındaki bilinçli Müslümanlardan umduğumuz dua ve desteği aldığımızı da zannediyoruz ve bunu bize ulaşanların olumlu tepkilerinden anlıyoruz. Ancak özellikle Ankara ve İstanbul’da merkezleri bulunan İslami çevrelerin önder kadrolarından, Haksöz ve Özgür-Der dışında tek kişinin bir telefonla bile arayıp destek vermemesi düşündürücü olmuştur. Hatta kimilerinin, “ne gerek vardı”, “bu ortamda böyle bir panel yapılır mı?”, “fitne çıkarıyorlar”, “üslupları sert” gibi dedikodularla, neredeyse zalimleri haklı gören, bizim düşüncelerimizi açıklama özgürlüğümüze saldıranlara meşruiyet kazandıracak konuşmalarına da muhatap olduk. Bu tamamen suskun kalmaktan da kötü bir duruma işaret etmektedir. Çünkü neredeyse dolaylı olarak haklı çıkardıkları medyatörler, açılışta Kur’an okumayı ve kadın-erkek ayrı oturmayı bile suçlu makamına oturtmuşlardı. Üstelik, 6 saatlik panelden alınan ve farklı formatta birbiriyle monte edilen cümlelerin, yada cümleciklerin bile hiçbirisi erdemli insanları ve Müslümanları rahatsız edecek bir muhtevada değildi. O halde neden medyanın dolduruşuyla hemen Müslümanlar eleştirilmeye başlanıyordu? Bütün bunların aklı selimle ve vahyin ölçüleri içinde sorgulanıp yerli yerine oturtulması ve bir daha aynı yanlışa düşmemeyi sağlayacak ahlaki çıkarımların yapılması gerekiyor.
Halbuki, yukarıda medya ve yazarlar için söylediğimiz sebeplerle, böyle günlerde İslam kardeşlik hukukunun gerektirdiği dayanışma çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Tabii ki, bu kardeşlerimizin yapmaları gereken, kuruluş gayeleri, kime yapılırsa yapılsın zulme ve insan hakları ihlallerine karşı koymak olan insan hakları kuruluşlarının yapmaları gerekeni yapmak, basın açıklamasıyla zalimleri kınayıp mağdur olan tarafa kamu oyunu da bilgilendirerek destek vermek değil, ama hiç olmazsa telefonla arayarak yada ziyaret ederek kardeşlik hukukunun gerektirdiği dayanışmayı göstermektir. Ama maalesef, geçmişte ve bugün yaşadıklarımız bu dayanışma kültürünün henüz çok uzağında bulunulduğumuzu gösteriyor. İnşallah zaman içinde bu İslami ahlakı da kazanırız. Biz bu konudaki kardeşçe uyarıları da yaparak, yine de umutlu olmak istiyoruz. Bir hakkı teslim etmek adına ifade etmek istiyorum ki, Haksöz, Özgür-Der, Vakit ve Hilal TV’nin tavrı örnek alınmalı ve daha da olgunlaştırılıp geliştirilmelidir. Bu ülkede yaşayan bütün insanlar ve özelde bütün Müslümanlar için son derece önemli ve yaşanan büyük çürüme bakımından da son derece acilen ele alınması gereken bir konuda yaptığımız paneli, herkes sahiplenmeli ve yaygınlaştırmalıdır ki, bu ideolojik kuşatmanın kirliliğinden çocuklarımızı kurtaracak özgürleşmeyi temin edebilelim. Bu bakımdan, Özgür-Der’in aynı paneli bir hafta sonra İstanbul’da tekrar etmesi ve Abdurrahman Dilipak ve Hilal TV’nin de üçüncü adımı atarak aynı konuyu ekrandaki bir açık oturuma taşımaları, gerçekten umutları arttırıcı bir dayanışmanın ve ortak sorunlara birlikte sahip çıkmanın onurlu ve yüreklendirici örnekliğini oluşturmuştur. Allah kendilerinden razı olsun. Rabbimiz, bu güzel örnekliğin, dayanışma ve kardeşlik kültürünün yaygınlaşmasını nasip etsin.
Kemalist çevrelerden böyle sert bir tepkiyi bekliyor muydunuz? Bu tepkiler olunca “keşke yapmasaydık” dediniz mi?
İnanın, işlenecek konunun, bu boyutta ve bu kapsamda ilk defa ele alınacak çok önemli bir konu olduğunun bilincindeydik ve zaten bu sebeple de, çok geç kalınmış olduğunun inancıyla, böyle bir panelin mutlaka yapılması gerektiği kanaatindeydik. Tabii ki, statükodan beslenen oligarşinin ve bunun önemli bir parçası olan büyük sermayenin rahatsız olması söz konusu olacaktı. Bunu göze almadan zaten hiçbir şey yapamazsınız. Ancak, geçmiş darbe süreçlerinde andıçlara muhatap olmuş, AB kriterlerinin yılmaz savunuculuğu rolünü üstlenmiş olanlardan böylesine ahlaki ve insani olmaktan uzak, basın haber ahlakıyla da bağdaşmayan bir linç geleceğini de bekliyorduk diyemem. Üstelik, sözüm ona AB sürecinde düşünce özgürlüğünün önünü daha fazla açan uyum yasalarının çıkarıldığı, 28 Şubat’tan ders alındığı ve bir çok 28 Şubatçı gazeteci yazarın tövbekar oldukları, itirafçı tutumlarla günah çıkardıkları süreçler yaşanmışken, gösterilebilecek tepkinin, hiç değilse düşünsel bazda kalmasını beklemek de makul olandı. Ama gördüğünüz gibi, düşünce özgürlüğü alanında çok da mesafe alınmadığı anlaşılıyor. Kemalist eğitim sisteminin insanları ne kadar sığ ve bağnaz bir konuma getirdiği görülüyor.
Böyle azgın ve bağnaz tepkiler olunca, “keşke yapmasaydık” demeyi bırakın, böyle bir söylem, inanın şu an siz sorana kadar aklıma bile gelmedi. Çünkü bu konu yıllardır hiç gündemimizden çıkmadan önümüzde duruyordu. Bu konuda birkaç yıl önce Haksöz’de bir makale yayınlamış, Mardin ve Ankara’da konferanslar vermiştim. Son derece önemle ele alınması gereken bu konuya gerekli ilgi gösterilmediği için rahatsızdık ve geç kalmış olarak bir an önce ele almak istiyorduk ve daha 2005 yılında planlamıştık. Bu sebeple haklı ve adil bir muhteva ile gerçekleştirilen bu paneli yapmaktan asla pişman değiliz, haklı söylemlerimizin arkasında durmaktan da onur duyuyoruz. Mevcut yasalara sadakat gösterildiğinde her hangi bir cezai sonuç çıkacağına da inanmıyorum. Keyfi davranıldığında olabilecek olanların ise, susmak ve zulme rıza göstermekten başka tedbiri de yoktur. Böyle bir tercih ise, bizim adil İslami kimliğimizle bağdaşmaz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki, panelde de ifade ettiğimiz üzere, zalimlerin, hiçbir mücadele yapmadan ve bedel ödemeyi göze alan itirazları gündemleştirmeden, gasp ettikleri hak ve özgürlükleri kendiliğinden iade ettikleri hiç görülmemiştir. Bu sebeple, biz hak ve özgürlüklerimizi geri alma mücadelesi veriyoruz, kimseye zulmetmeden ve şiddete başvurmadan tevhid ve adalet eksenli sivil bir direniş ortaya koyuyoruz. Tabii ki, zulüm talep edilmez, ama zulüm göreceğimiz endişesiyle hak ve özgürlük mücadelemizden ve Rabbimize kulluk yapmaktan da vazgeçemeyiz. Rabbimiz Ankebut Suresi 10. ayetteki “İnsanlardan ‘Allah’a iman ettik’ deyip, O’nun uğrunda bir eza gördükleri zaman, insanların eziyetini Allah’ın azabıyla bir tutanlar vardır” uyarısı gereğince, Allah yolunda insanlardan bir eziyet görecek olsak, bunları sanki Allah’ın azabı gibi tanımamalı ve belirleyici kılmamalıyız. İman mantığı ile korkulup sakınılması gerekenin sadece Allah’ın azabı olduğu bilinciyle hareket etmeli, gerçek ve kalıcı yurt olan ahirete hazırlanmalıyız. İşte bu sebeple, vahyi belirleyici ve selim aklı fonksiyonel kılan tevhid ve adalet mücadelesinde üzerimize düşen sorumlulukları ferasetle ve ibadet bilinciyle yerine getirmeye çalışıyoruz. Sonuçta, Hak ve adalet yolunda başımıza gelene “hoş geldi sefa geldi” diyoruz. Rabbimiz sabretmeyi ve “sırat-ı müstakım”inde ayaklarımızı sabit tutmayı nasip etsin.
Röportaj: Haksöz Ankara Temsilcisi Abdurrahman Çeliker