İstanbul Kağıthane'de faaliyet gösteren Eğitim-Der'de 15 gün de bir düzenlenen Kur'an Sohbetlerinin bu haftaki (7 Nisan 2013) hatibi İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı Başkanı Mehmet Pamak'tı.
Mehmet Pamak İdeoloji ve İslamcılık kavramları üzerinde durarak, Müslüman/Müslim isminin her zaman tercih edilmesi gerektiğine işaret etti.
Mehmet Pamak'ın konuşma metnini sizlerle paylaşıyoruz:
Her din ya da ideoloji kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve insanlara ulaştırır. Kavramlar nötr değildirler, zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dini ve ideolojik boyutu belirleyici olmayan kavramlar vardır ki, onları her din ya da ideoloji ya olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Özellikle de, ilahi iradenin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise, bu tür Kur’anî kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdırlar.
Ama maalesef, bir süredir kan kaybederek içinden geçtiğimiz değişim sürecinde, Müslümanların çoğu artık taşıyıcı Kur’ani temel kavramları bile kullanmayıp, entelektüel görüntü verme ve ötekine kendini beğendirme eğilimiyle başlayan, ama sonra kanıksanıp içselleştirilen bir biçimde, giderek seküler bir dile doğru savrulmaktadırlar. Üstelik bununla da yetinmeyerek, Kur’ani kavramları kullanmakta ısrar edenleri, “Hâlâ tagut, şirk, tevhid mi?” diyorsunuz, “Siz hâlâ orada mısınız?” dercesine, tahfif edici, küçümseyici yaklaşımlar sergileyebilmektedirler. Mâdem ki biz, Kur’an’ı belirleyici kılarak içinde yaşadığımız toplumu, kendimizden başlayarak vahyin ölçü ve ilkeleri istikametinde dönüştürmek ve çağımızın Kur’an toplumunu inşa edip tevhidi ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istiyoruz; o halde kendimizi vahyin özgün kavramlarıyla tanımlamalı, söylem ve eylemlerimizi Kur’ani kavramlarımızla ifade etmeli, kimliğimizi, amellerimizi özgünlükten çıkarıp bulandıracak, ilkelerimizi flûlaştıracak, üretilmiş geleneksel ve modern değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız.
Bu bağlamda “İslamcılık” kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslamcılık tartışmalı bir kavramdır” tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslamcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslami uyanış ve direniş çabalarını, İslam’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve “suçlamak amacıyla, tıpkı “radikal İslam”, “fundamentalist İslam”, “dinci” kavramı gibi, İslam karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamaktadırlar. Bu kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bu kardeşlerimiz, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akıdevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını da ifade etmektedirler. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Evrensel İslamcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.
Tıpkı “dinci” kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan “İslamcı” kavramı, buna rağmen kabullenilip “meşru” tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de “İslam” olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul, doğru ve meşru değildir. Her şeyden önce “İslamcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Çağımızın muvahhidlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlamak istiyorsak, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmakta neden ısrar ediyoruz ki?
Zaten kimi uzman raporları istisna edilirse, “İslamcılık” ya da “siyasal İslam” denince bütün dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini anlıyor ve onları tartışıyor. “Müslim” kavramının içini Kur’ani ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a davet etmek varken, halkın da tanımadığı, ilahi iradenin de onaylamadığı, üretilmiş bir kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır. Medyada yer alan, yazıp konuşan çoğu “İslamcı” aydınlar, Allah’ın verdiği ismin altını Kur’an’la doldurarak, taguti şirk sisteminden ve ona hayat veren cahiliye toplumundan bağımsız tevhidi toplum ve İslami sistem hedefli bir düşünce ve söylem üretmek ve bu minvalde örgütlenip şahidlik yapmaktan uzak duruyorlar. Tamamen sistem içi değişim kodlarıyla belirlenip sınırlanmış, sistemi demokratikleştirmeye endekslenmiş düşünceler üretip, topluma bunları yaymakla meşgul bir konumu kanıksamış bulunuyorlar.
Halbuki, sözüm ona, herkesin kendisini “Müslim”/Müslüman tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını ayrıştırmak amacıyla “İslamcılık” kavramını kullanmayı tercih ediyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslamcılık” tanımlamaları arasında göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan ayrıştırmaya çalışıyorlar. Ama yukarıya alıntılanan paragrafta ve referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup, “siyasal İslamcı laik demokratik partiler”le ortak seküler siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar. Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslamcı olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar. Halbuki üretilmiş bir kavramın peşinde sürüklenenler, diğer “İslamcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği “Müslim” adını kullanmakta ısrar etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı? Bu inzal edilmiş “Müslim”/Müslüman kavramının altını Allah’ın beyanıyla, vahyin ölçüleriyle, Kur’ani tanımlarla doldurarak netleştirmek suretiyle, üretilmiş “İslamcılık” kavramının yol açtığı zaafları aşmak ve Allah’ın rahmet ve bereketini celbetmek bakımından, hem daha akıllıca, hem de Kur’an’a daha uygun bir amel gerçekleştirilmiş olmaz mı?
Rabbimiz, köken itibariyle tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını tahrif ederek bu kökten uzaklaşmış, sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere, köklerindeki İslami inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya davet edilmelerini son elçisine emretmiştir. “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış olanlara, hak din İslam’ın ve tevhid akıdesinin esasları hatırlatılıp, tekrar bu öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak, direnirlerse, “Müslüman” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın vurgulanması gündeme getiriliyor. Peygamber’in (s) davetinin muhatabı olan toplumda yer alan neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak niteliyorlar, İbrahim (as)’a nispet ediyorlardı. Allah vahyini gönderirken, madem “İbrahim”in dini nitelemesi anlam kaybına uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kafir olmuş kitap ehli ve müşrikler de bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme demiyor. Tam tersine Peygamberine ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip çıkıyor ve onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine davet edilmeleri gerektiğini bildiriyor. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi”.
Yüce Allah, kendi tevhid dinine “İslam”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı açık değil mi? O halde, indirilmiş kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, içeriğini vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Cahiliye toplumunu, ancak bu tür indirilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarla tevhidi istikamette dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız. Tabii ki, Müslümanlar da, Allah’ı razı etmek amacıyla, vahyî mesajın tebliğ ve sosyalleştirilmesini hedefleyen, İslami düşünce üretimi, tevhidî davet, toplumsal dönüşüm ve vahyin çok boyutlu şahidliğini içeren topyekûn İslami mücadele sürecinde, aynı amaca hizmet için gerekli olduğunda, ihtiyaç duyduklarında, yeni kavramlar üretebilirler. Ancak bunu, özgün ilke ve esaslara ters düşmeden, şirk sistem ve ideolojileriyle, yani batılla karıştırılmaya ve davetin muhataplarının kafalarının karışmasına yol açmadan yapmak durumundadırlar. Ayrıca bu tür çabaların, Allah’ın inzal ettiği ve dinini üzerlerine bina ettiği temel kavramların yerine ikame edilip, Kur’anî temel kavramları devre dışı bırakacak türden kavram üretimlerini kapsamaması gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Ve bilmeliyiz ki, üretilmiş kavramlar bir ihtiyaca binaen doğar, belli bir süre yaşar ve sonra da ölürler. Çoğu kez unutularak gündemden kalkarlar. Yani belli bir süre tedavülde kalır ve bir gün yozlaşarak ya da artık amaca hizmet etmediği için, yahut da yerine konjonktürel duruma uyumlu yenileri üretildiği için terk edilirler. Üstelik bu tür üretilmiş kavramlar bir ülkede ya da bölgede kabul görebilirken, diğerlerinde önemsenmeyen, hatta bilinmeyen bir durumda olabilirler. Yani çoğu kez bölgesel ya da daha dar alanlarda geçerli olup, evrensel değildirler, hatta küresel bile olmayı başaramamaktadırlar. Bu sebeple de, İslam ümmetinin ortak paydasını teşkil edememektedirler. Hatta, ümmeti teşkil eden dünyanın değişik bölgelerindeki mü’minlerin birbirini anlamasının, birbiriyle bütünleşmesinin ve vahdetinin önünde engel bile teşkil edebilmektedirler. Halbuki inzal edilmiş vahyin bildirdiği ilahi kavramlar, Yüce Allah’ın tercihi olarak evrensel olup, ümmetin tüm dünyaya yayılmış bütün kesimlerinin en önemli ortak paydasını, ortak adını, ortak şiarlarını, ortak bilgisini temsil etme konumunu kıyamete kadar sürdürecek niteliktedirler. Bu sebeple, inzal edilmiş evrensel özgün kavramlarımız, her bölgenin olduğu gibi, her çağın mü’minlerini de birbirine bağlayan, birleştiren, aralarında kopmaz bağlar kuran, tanımlayıcı, taşıyıcı ve inşa edici kavramlardır.
Bir başka husus ise, bizzat Allah tarafından Mü’min kullarına verilmiş bir ad olan inzal edilmiş “Müslim” kavramının yerine üretilmiş “İslamcı” kavramının konulmasının, önemli bir adaletsizlik ve “zulüm” olmasıdır. Çünkü zulüm; “Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” O halde, Allah’ın koyduğu bir ismin yerine başka bir ismi koymak, yani indirilmiş “Müslim/Müslüman” kavramını terk edip, üretilmiş “İslamcı” kavramını onun yerine koymak zulüm olmaz mı? Böylece, “Müslim/Müslüman” kavramını, Allah’ın razı olmadığı geleneksel ve modern hurafelerle karışık yanlış din anlayışlarına tahsis etmek ya da kendini bu sebeple inzal edilmiş bir kavramdan ayrıştırmak için farklı kavramlar üreterek, Müslüman kavramının bu yanlış din algısına ait olduğunu dolaylı olarak da olsa kabullenmek, bu anlamda zulüm olmaz mı? Tabii ki, bu kasıtla yapmadıkları için, iyi niyetle “İslamcı” kavramını kullanan kardeşlerimiz “zalim” olarak nitelenmeseler de, sonuçta bu zulme aracı oldukları açık değil midir?
Diğer taraftan, Allah’ın inzal ettiği vahiyle bize verdiği adı terk edip, yerine üretilen kavram, yukarıda örnekleri zikredildiği üzere, tevhidi ölçülerle bağdaşmayan birçok yanlış İslam algısı için de kullanılmaktadır. Unutmayalım ki, Rabbimiz “raina” -bizi gözet- kelimesi, sadece Yahudilerce başka bir anlamda kullanıldığı için, Rabb’imiz bu kelimeyi kullanmayı yasaklamış ve bunun yerine Müslümanlara, Rasulullah’a hitaplarında “unzurna”-bize bak- demeyi emretmiştir.[7] Buradan çıkarmamız gereken sonuç; özellikle İslam’a aykırı başka anlamlara da gelen kelime ve kavramlar rast gele kullanılmamalı, bu tür kavramların başka eklektik inançlarla bağlantısı ve onu üreten dünya görüşünün oluşturduğu arka planı, söz konusu başka anlamlarından kaynaklanacak kafa karışıklığı, zihni bulanıklık dikkate alınmalıdır. Bu sebeple, bu tür yanlış anlamları da olan kavramlar, olumlu tanımı niyetiyle kullanılsalar bile, sonuçta söz konusu yanlış tanımlarının meydana getirecekleri dönüştürücü, saptırıcı, tahrif edici etkisi ve oluşacak yanlış imaj da dikkate alınarak tercih edilmemelidir.
Ayrıca, geleneksel ve modern hurafelere bulanmış, akıdeleri bozulmuş halk kitlelerinin, kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, bu temel kavramımızdan uzaklaşmamıza yol açmaması gerektiği gibi, halkla ayrışma sebebi kılınmak yerine, tam tersine onlara İslami mesajı ulaştırmada ortak payda olarak öne çıkarılmalıdır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaşmada, bu ortak payda tebliğ zemini olarak kullanılarak, aramızdaki bu ortak ismin Kur’ani muhtevası, gerekleri ve sorumlulukları hatırlatılarak tevhidi davetin vesilesi kılınmalıdır. Bilinmelidir ki, “Müslim” kavramı inzal edilmiş bir temel taşıyıcı kavramımızdır. Eğer bu tür Kur’ani temel kavramlarımız tarihsel süreçte doğru olmayan bir şekilde kullanılmaya başlanmışsa, bize düşen bu kavramları terk edip, onların yerine yine başka anlamlara da gelen kavramlar üretmek değil, özgün vahyi kavramlarımızı Kur’ani içeriklerine tekrar kavuşturarak, onları kullanmakta ısrarcı olmaktır.
Kanaatimizce, bu hassasiyet korunmadan yapılacak olan kavramlaştırmalar, özellikle de, “Müslim” (Türkçe karşılığı olarak “Müslüman”) kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı taşıyıcı niteliği olan bir kavramın yerine, “İslamcı” gibi üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı, sürekli kullanmakta ısrar etmek gibi tutumlar büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilahi olan kavramın desteğinden, bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet edilen tebliğ ve şahidliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu davete icabeti anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu davete muhatap olanlar, “Kur’an’ın davet ettiği ‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslamcı’ olmamız gerekmez” diye bakabilmektedirler. Sonuçta da, kendini İslamcı olarak tanımlayıp İslamcılığa davet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim” kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda kaybetmektedirler.
Bu konuda bir hatıramı paylaşmak isterim. Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) genel merkezine bir ziyaret gerçekleştirmiştik ve iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise İslami kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya koymuştuk. Mazlumder olarak görüşlerimizi açıklarken İslami kimliğe ve vahyin ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda, insan, hak, adalet ve zulüm gibi kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaştığımızı aktarmamız üzerine, İHD yönetiminden birisi, “Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘Biz Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti. Onlara şunu söylemiştik, “Af edersiniz biz sizi sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslam’ın evrensel ilke ve ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz”. Bunun üzerine “Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ani ölçülerini, İslam’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.
Eğer biz kendimizi “İslamcı” olarak tanımlamış olsak ve “İslamcılığın” insan hakları yaklaşımı olarak vahyî ölçüleri bile anlatsak, onlar bizi ideolojik bir siyasal kesim olarak algılayıp aynı tepkiyi vermeyeceklerdi. Sonuçta da, kendilerini “Müslim/Müslüman” saymaya, bulundukları gayri İslami konumu da “Müslümanlık” olarak algılamaya devam edeceklerdi. Halbuki, bizim kendimizi “Müslim/Müslüman” olarak tanımlamamız ve vahye dayalı insan hakları yaklaşımımızı da Müslümanlığın bu konudaki ölçüleri olarak sunmamız, bir hayra vesile olmuş, onlar kendi konumlarının Müslümanlık olmadığını ve Kur’an’ın tanımladığı Müslümanlığın ne olduğunu öğrenme imkanına kavuşmuşlardır. Bu örneğin, ilkeli Müslümanlarca, gayri İslami eklektik inançlara, geleneksel bid’at ve hurafelerle karışık kültürlere inandıkları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan bütün kesimler (liberal kapitalist, laik demokrat, sağcı, muhafazakâr, gelenekselci vb.) için tekrarlandığını düşünürsek, böylece bütün topluma vahye dayalı doğru bir Müslümanlığın anlatılması sağlanmış olur. Bir de bu doğru tutuma, davetin, inzal edilmiş kavramlara sahip çıkılarak insanlara ulaştırılması sebebiyle, Allah’ın lütfedeceği yardım ve bereketi de katarsanız, inşallah çok daha verimli sonuçlara ulaşılabileceği açıktır.
Böyle yapılmadığında, yani tevhidi duruş, Kur’ani din algısı “İslamcı” olarak sunulmaya devam edildiğinde, çok boyutlu bir zulüm işlenmiş olacaktır. İslam dışı akıde ve ameller üzere bulundukları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan kesimlerin vahye dayalı doğru Müslümanlıktan haberdar olmaları engellenerek, hem bu kesimlere zulmedilmiş olacaktır; hem geniş kitlelerin “Müslüman”lığı yanlış anlamalarına, yanlış anlayanların da hak-batıl karışımı bu yanlış anlayışlarını sürdürmelerine sebep olunarak, Allah’ın dini Müslümanlığa zulmedilmiş olacaktır; hem de “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlamakta ısrar edenler, “Müslim” kavramını Allah’ın tanımladığı doğru yerine oturtmadıkları, batıl anlayışlardan arındırmak çabası göstermedikleri, hakkı batıldan ayırmak ve hakkı ikame etmek görevini yerine getirmedikleri için kendi nefislerine zulmetmiş olacaklardır.
Konuyla ilgili bir başka husus ise, bugün “Müslim”/”Müslüman” yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramının, Osmanlının çöküş dönemindeki ilk çıkış noktasında, işgale, sömürgeleştirmeye ve emperyalizme karşı mücadelede Müslümanların birliğini ve devleti kurtarmayı, devletin bekasını sağlamayı amaçlayan siyasal bir proje olarak terennüm edilmeye başlanması sebebiyle, hep bu zaaflı yanıyla kabul görmüş olmasıdır. Sonuçta bu tür entelektüel kesimler ve siyasi kadrolar nezdinde, İslam’ın bütüncül bir hayat tarzı, bir toplumsal nizam olma yönünden ziyade, iktidar ve devlet eksenli bir siyasal proje olma yönü öne çıkmış ve bugüne kadar da bu zaaflı muhtevası belirleyici olmaya devam etmiştir. Siyasi mücadelenin çok fazla öne çıkarılması sonucunda, siyaset eksenli bir çaba içinde, bir yandan, bütün ahlakı ve hayatı kuşatan kulluk bütünü ihmal edilmekte, diğer yandan da, siyasi atraksiyonlar, diğer kesimlerle siyasi amaçlı ilkesiz birliktelikler adına gündeme gelen pragmatizm, çürütücü ve dönüştürücü bir rol oynamaktadır. Özellikle de, entelektüel birikime sahip ama bütün hayatı, toplumsal ilişki ve ahlak alanlarını tam anlamıyla Kur’an’a uyduramamış aktivistlerde, bu savrulma ve dönüşüm daha da kolay olmaktadır.
Hanımlarında iştirak edebildiği program, soru ve cevaplarla sona erdi.
Eğitim-Der'de Kur'an Sohbetlerinin 15 gün sonraki hatibi Ahmed Kalkan hoca olacak.