Salı, Aralık 3, 2024
Ana sayfa DİĞER Pamak: Allah (c), Kullarına Darlık ve Sıkıntılar Verip Hidayete Yönelmelerini İster, Şeytan İse Yaptıklarını Süsleyerek Bundan Alıkoyar

Pamak: Allah (c), Kullarına Darlık ve Sıkıntılar Verip Hidayete Yönelmelerini İster, Şeytan İse Yaptıklarını Süsleyerek Bundan Alıkoyar

by İlkav Editor
1,3K 👁
A+A-
Reset

Bismillâhirrahmânirrahîm

Allah (c), her ümmete bir Rasûl göndererek kurtuluş ve izzet yolunu göstermiştir. İnsanları, mustaz’afları; zillet, sömürü, esaret ve adaletsizlikten kurtarıp izzet, adalet ve hürriyete ulaştıracak; şeytan, heva ve tağutların egemenliğindeki karanlıklardan alıp vahyin hâkimiyetindeki aydınlığa çıkaracak Hak yolunun ölçü, hüküm ve ilkelerini bildirmiştir. İşte kullarının hidayeti için rehber ve şahid/örnek olarak Kitap ve Rasûl gönderen Rabbimiz, kullarını darlık ve zorluklarla da, bolluk ve rahatlıkla da imtihan eder. Her iki hâlde de imtihanı kaybetmeleri için hemen şeytan devreye girer ve “yaptıklarını süslü göstererek” onları isyana yönlendirir.

Allah (c), Kullarına Darlık ve Sıkıntılar Verip Hidayete Yönelmelerini İster, Şeytan İse Yaptıklarını Süsleyerek Bundan Alıkoyar

Rabbimiz kurtuluş yolunu göstermek üzere Kitap ve Rasûl gönderdiği toplumlara türlü zorluk ve sıkıntılar vermek suretiyle de, onların Rasûllerin mesajına kulak verip yalnız Allah’a kulluğa dönüş yapmalarını kolaylaştırmak istemiştir.

– “Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de Rasûller gönderdik. (Rasûllerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tevbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık.” (En’am,  6/42). – “Biz hangi memlekete bir Rasûl gönderdiysek oranın halkı yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir darlık (yoksulluk), zorluk ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.” (Â’raf, 7/94).

Ekitap için tıklayın

Kur’an-ı Kerim bu tür toplumların uğratıldıkları felâket ve sıkıntılara, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin kıssasında belirgin bir örnek vermektedir: “Andolsun ki, biz Firavunoğulları’nı, ola ki akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.” (A’raf, 7/130) “Onlar bir iyilikle karşılaşınca ‘Bu kendimizden kaynaklanıyor’ derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular.” (A’raf, 7/131-133).

Bütün bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, Allah (c), bâtıl yoldan, yani şeytana, tağuta ve hevaya kulluk yapmaktan kurtulup Hak yoluna dönsünler, akılları başlarına gelsin, Allah’a sığınıp tevbe etsinler, hâllerini sorgulayıp Allah’a yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar gönderdiğini bildiriyor. Amaç, fesada ve fücura yönelen fıtratın, bu sıkıntılar ve zorluklar vesilesiyle hâlini sorgulayıp Rabbine dönmesini temindir. Aslında insanın ve fıtratın daha zor olandan daha kolay olana yönelmesi sağlanmak istenir. Çünkü fücura yönelmek ve bâtıl yollarda olmak fıtrata aykırı ve zor olan iken, bütün evrenin ve fıtratın Hakk üzere yaratılmış olmasından dolayı fıtrata uyumlu olan Hakk’a yönelmek ve Hak yolda yaşamak çok kolay olandır. Ancak şeytanın süslü göstermesi (Hicr, 15/39), fücuru tercih eden (Şems, 91/8) hevanın fıtrata hükmetmesiyle (Furkan, 25/43) ve yapılan Hakk uyarıları dinlemeyip şeytana uyanlara Rabbimizin “zor olanı kolaylaştırması” (Leyl, 92/10) sonucunda insanların çoğunluğu, hatta “müslümanım” diyenlerin bile çoğunluğu şeytanın adımlarını izler, şeytanın aldatmasıyla onun vaadlerine kanıp zor olanı tercih ederler. Sonuçta da, Allah’ın “zorluk ve sıkıntılar” imtihanında sınıfta kalıp tevbe etmeye yönelmezler. Halbuki, Allah (c) tevbeleri kabul etmek üzere Kendisine sığınıp yalvarmalarını istemektedir. Şehvetlerine uyan şeytan ile onun “cinler ve insanlar” içindeki dostları ve işbirlikçileri ise, insanların tevbe etmek yerine büyük bir sapma ile sapmaları için uğraşırlar: “Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler.” (Nisa, 4/27).

Rabbimiz, bu darlık ve sıkıntılar sonrasında bile tevbe etmemelerine ve sebebine şu ayetiyle dikkat çeker: “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı.Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” (En’am, 6/43). Hiç değilse böyle bir durumda iken yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi? Ama gelin görün ki bunların taşlaşmış kalplerini bu belâlar, musîbetler, darlık ve zorluklar bile harekete geçiremedi, yumuşatamadı ve Allah’a döndüremedi. Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi de amellerini şeytan kendilerine süslü gösterdi. Ya da şeytan onlara bu başlarına gelenleri farklı biçimde yorumlattı. Meselâ Âd kavmi, Hud kavmi, Lût kavmi, Eyke’liler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar ve ibret alıp düşünerek hallerini sorgulama gereği duymadılar. Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Ve onlar şeytana uyup saptıkları hâlde kendilerinin “doğru yolda” ve “Müslüman” olduklarını sanmaya devam ettiler. “Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf 43/36-37) Tıpkı bugün Müslüman olduğunu iddia edip şeytanın adımlarını izleyenlerin, sekülerleşme sonucu hevayı esas alıp her türlü bâtıl ameli yaptıkları hâlde kendilerini “en iyi Müslüman biziz” dedikleri gibi davrandılar. Günümüz “Müslüman”larının şeytana uydukları hâlde “kendilerinin doğru yolda olduklarını” sandıkları gibi, “Âd kavmi, Hud kavmi, Lût kavmi, Eyke’liler” de aynı şeytani yönlendirme sebebiyle hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular. “Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur. İşte İslâm budur. İşte şu anda bizler Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz!” dediler.

Şiddet, zorluk, sıkıntı ve belalar, akıllarını başlarına getirmeye, gözlerini açmaya, taşlaşmış kalplerini yumuşatmaya yetmiyor. Şeytan arkalarında yer alıp içinde bulundukları sapıklık ve serkeşliği süslü gösteriyordu. Oysa zorluk ve sıkıntılar, yüce Allah tarafından kullara yönelik bir sınamadır. Aslında ders alıp hallerini sorgulayarak tevbe etmelerine önemli bir vesile olmak bakımından da çok büyük bir lütuftur. Diri olanları uyandırır, gönüllerinin kapılarını açar ve onları Rablerine döndürür. Ama şeytanın ardına düşmüş ve onun süslü göstermesiyle halini sorgulama ihtiyacı duymayan ve tevbe etmeye yönelmeyen zalimler ise, isyanlarında inat ederek azaba sürüklenirler.

Zorluk İmtihanında Sabredip Allah’a Sığınmayanlara, Bolluk İmtihanı Gelir ve Kaçınılmaz Sona, Hüsrana Sürükler

Rabbimizin Kur’an’da haberlerini anlattığı helak edilmiş toplumlar, sıkıntı ve zorluklardan hiçbir şekilde yararlanmamışlar. Allah’ın huzurunda eğilmemiş, şeytanın kendilerine çekici/süslü gösterdiği isyanlarından ve günahlarından dönmemişler, tevbe etmemişlerdir. Bundan sonra yüce Allah onlara süre tanıyor ve bolluk içinde kendilerini yavaş yavaş acı sonlarına yaklaştırıyor: “Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü!”Böylece, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu.” (En’am, 6/44-45).

Yüce Allah kullarını şiddet, sıkıntı ve zorlukla imtihana tabi tuttuğu gibi bolluk ve rahatlıkla da imtihan etmektedir. Ancak bollukla ve rahatlıkla imtihan zorluk ve sıkıntı imtihanından daha zor ve daha çetin bir imtihandır. Rabbimiz emrine uyanları ve isyan edenleri aynı düzeyde, hem bununla hem de onunla denemektedir. İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirip yan çizer. Kendisine şer dokununca da umutsuzluğa düşer.” (İsra, 17/83) İnsan, nimeti vereni hatırlayıp O’na hamd ve şükretmediğinde bu nimet onu azdırır ve şımartır. Sıkıntıdayken Allah’a bağlanmakla ise sıkıntı halinde ümit sahibi olur. Allah’ın rahmeti ve lütfu ile gönül huzuruna kavuşur, olayları iyi biçimde yorumlar ve kendisine birtakım müjdeler çıkarır. İşte burada da imanın değeri, hem darlıkta hem de bollukta neden olduğu rahmet ortaya çıkmaktadır. Mü’min şiddet, sıkıntı ve zorlukla sınandığı zaman sabreder. Bolluk ve rahatlıkla sınandığı zaman da şükreder. Rasûlüllah (s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ne güzel, mü’minin her hâli iyilikten ibarettir. Ve bu durum sadece mü’min için geçerlidir. Kendisine bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için iyiliktir. Bir sıkıntıyla karşı karşıya kalırsa sabreder. Aynı şekilde bu da ‘Onun için iyiliktir’.” (Müslim)

Rasûlleri yalanlayan ve yüce Allah’ın burada onlara ilişkin haberleri anlattığı bu toplumlara gelince, kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında ve yüce Allah onların yok olacaklarını, bolluk ve sıkıntıyla sınamanın onları Allah’a yakarmaya yöneltmeyeceğini bildiğinden, her şeyin kapısını üzerlerine açmış, böylece onları bu imtihandan sonra yavaş yavaş sonlarına yaklaştırmıştır.“Bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık.””Nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü.” Onları artık iyilikler ve rızıklar her taraftan bürümüştür. Onlar ise, şükredecekleri yerde oyun ve eğlenceye dalarlar. Ne şükrediyorlar ne de öğüt alıyorlar. Kalpleri nimetleri vereni anmak, ondan korkup sakınmak duygusundan soyutlanmıştır. Bütün ilgilerini zevk ve sefaya özgü kıldılar ve tamamen ihtiraslara teslim oldular. Bu durumu, kalplerin ve ahlâkların bozulmasından sonra, düzen ve sistemlerin bozulması takip etti. Bunlar da, hayatın tümden bozulması gibi doğal sonuçları doğurdular. Bu noktada, değişmez yasanın uygulama zamanı geldi ve derin bir gaflet ve sarhoşluk içinde oldukları bir sırada ansızın yakalanıverdiler. “Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir…” (Kasas, 28/58). Buna müstahak olan toplumlar, son derece şaşkın durumdadırlar. Tüm kurtuluş ümitleri suya düşmüştür. Ne tarafa yöneleceklerini düşünmekten bile acizdirler. Bir de bakıyoruz tek bir kişi kalmaksızın tümden yok oluvermişler: “Zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu.” Burada “zalimler”den maksat, müşriklerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim genellikle şirki zulüm, müşrikleri de zalimler olarak ifade etmektedir. Şirk büyük bir zulümdür. (Lukman, 31/13).

Rabbimiz, zenginlikten şımaran zalimleri nasıl helak ettiğine dair bir somut örnek de Karun’dan bahseden ayetlerde vermektedir: “Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik…” (Kasas, 28/76). İmtihan sebebiyle verilmiş olan iktidar, mal ve servet onun azgınlığını arttırmış ve bunları kendi bilgisi, gücü ve çabasıyla elde ettiğini ileri sürüp şımarmış, böbürlenmiştir. “Kârûn, ‘Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir’ dedi. O, Allah’ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmiyor muydu?…” (Kasas, 28/78). “Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık. Adamları da Allah’a karşı ona yardım edebilecek değildi…” (Kasas, 28/81). Bir diğer âyette de Rabbimiz şu açıklamayı yapmaktadır: “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde (zenginlik sebebiyle) şımarmış elebaşlarına (itaati-iyilikleri)) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.” (İsra, 17/16).

Yüce Allah, son Peygamberin (s) gönderilişinden sonra kökten yok etme azabını kaldırmışsa da geride birçok azap türü kalmıştır. İnsanlık, -özellikle her şeyin kapıları yüzlerine açılan toplumlar- geniş üretim imkânlarına ve bol rızık ortamına rağmen bu azapların birçoğunu tatmaktadır. Psikolojik azap, ruhsal mutsuzluk, cinsel sapıklık ve ahlâksal çöküntü gibi günümüzde toplumların karşı karşıya kaldığı hastalıklar, üretime, refaha ve zenginliğe baskın çıkacak gibi. Neredeyse hayatı bütünüyle huzursuzluk, bunalım ve mutsuzluğun kıskacına sokacaklar. Bütün bunlar sadece yolun başlangıcıdır. Allah’ın Rasûlü (s): “O’na isyan etmesine rağmen yüce Allah’ın bir kula dünya nimetlerinden sevdiği şeyleri verdiğini görürsen, bu, onu yavaş yavaş sona yaklaştırma amacına yöneliktir” buyuruyor. Ardından En’am Suresi 44. ayeti okuyor. (İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem; Fî Zilâl’il Kur’an).

Hüsrandan Kurtuluş İçin, Zorlukta da Rahatlıkta da Şeytanın İğvasından Korunmak ve İlâhi Yardımı Hak Etmek Gerekir

Günümüzde de, Müslüman olduklarını iddia eden toplumlar da dâhil olmak üzere insanların büyük ekseriyeti, zorluk ve sıkıntı hâllerinde sabır ve tevbe ile Allah’a sığınıp hâllerini sorgulayarak ıslah edici çabalar gösterecek yerde, şeytanın yönlendirmesiyle isyanlarında ısrar etmeyi tercih edip helake doğru sürüklenmektedirler. Hâlbuki Rabbimizin beyan ettiği üzere “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır…” (İnşirah, 94/5). Yani zorluk ve sıkıntıların rahminde kolaylığın tohumları bulunmakta olup, bu tohumlar ancak zorluk ve sıkıntılara karşı sabır ve tevbe ile Allah’a sığınıp ıslah çabası gösterildiğinde yeşermeye başlayacaktır.

Bolluk, rahatlık ve zenginlik dönemlerinde ise, insanların ve “müslümanım” diyenlerin çoğunluğu, bu sefer de bu rahatlık, zenginlik ve imkânları kendi çabaları, kendi bilgi ve becerileri ile elde ettikleri zannına kapılıp bunun bir imtihan olduğunu idrak etmezler, böbürlenip müstağnileşirler. Bu imkân, zenginlik ve nimetleri bir imtihan vesilesi olarak lütfeden Allah’ı ve O’na şükretmeyi unutup dünyevileşerek, kapitalizmin ölçüsüz kazanma hırsı ve azgın tüketim kültürü içinde şeytan ve hevalarının güdümünde süfli bir hayata yönelmek suretiyle kaçınılmaz son olan hüsrana doğru sürüklenirler. Hâlbuki, lütefttiği nimetler sebebiyle Allah’a şükrederek kazançlarını helal yoldan elde etselerdi ve bu kazançlarını da helal yolda, Allah yolunda harcayabilselerdi, bu hâl onları hüsrandan koruyacak, kurtuluşa taşıyacaktı. Bu sebeple, şeytanın, sıkıntı ve darlıkta sabredip tevbe etmekten alıkoymasından, bolluk ve zenginlik anında ise, bunu Allah’tan değil de kendi nefsinden bilip böbürlenmeye ve müstağnileşmeye yönlendirmesinden korunmak gerekir.

İnsanlar içinden, Hakk’a şahidlik yapacak ve Allah’ın hükmüyle/adaletle hükmedecek bir vasat ümmetin çıkması ve insanlığa hayırlı bir örneklik ve önderlik oluşturması söz konusu olmadıkça, insanlık, şeytanın yolunda, heva ve zanna dayalı bâtılın farklı versiyonlarının tahakkümü altında kalacaktır. Bunun sonucunda iktidarı, zenginliği ele geçiren azgın tağutların heva ve zanna dayalı şirk hükümleriyle hükmetmeleri sebebiyle sömürü ve adaletsizlikler, ahlaksızlıklar, hukuksuzluklar ve bunalımlar, ekinin-neslin helaki ve hüsran kaçınılmaz sonuç olacaktır. (Bakara, 2/205). Nitekim bugün kapitalist kuşatma altında tuttukları mazlum kitleleri sömürerek dünyanın yönetimini eline geçirmiş bulunan “küresel finans diktatörlüğü”nün en tepesindeki (başta Rothschild, Rockefeller ve Warburg gibi aileler olmak üzere) on civarında aile, dünyada kaos, kargaşa ve savaşlar çıkartarak, darbeler, iç savaşlar provoke ederek, yerel işbirlikçileri eliyle ve istihbarat örgütleriyle operasyonlar yaparak süfli çıkarları uğruna dünyanın mazlum halklarına kan kusturmaktadırlar. Başta enerji, petrol, altın, finans, silah, kimya, ilaç, elektronik, gıda, tekstil sanayii, tarım ve medya olmak üzere, tüm ekonomik ve enformasyona dair alanlar bu şeytani hanedanlığın karmaşık ve kaotik ilişkileriyle şekillenmekte ve yönetilmektedir. Bütün bu alanlarda sömürü ve kazançlarını arttırmak için, dünya insanlığını köleleştirmektedirler. Bugünlerde medyada yer alan haberlere göre, “Küresel zengin-yoksul uçurumu artmaktadır! Her yıl zalim müstekbirlerin toplandıkları‘Davos Zirvesi’ öncesi rapor açıklayan Oxfam’ın verilerine göre ‘en zengin 26 kişi’nin serveti dünya nüfusunun “en fakirini oluşturan 3.8 milyar kişi”nin, yani dünyanın yarısının servetine eşit hâle gelmiş bulunmaktadır.” Yani Allah’a isyan ederek “esfele sâfiline/aşağıların aşağısına” (Tîn, 95/5), “hayvanlardan aşağıya” (Furkan, 25/44) düşmüş ve şeytanlaşmış küresel Karun’lar, insanlık onurunu ve insani değerleri yok ederek, azgınlık ve sömürüleriyle tuğyanı, zulmü, sömürüyü, yoksulluğu, ahlaksızlığı, çürümeyi ve çok boyutlu yozlaşmayı küreselleştirip zirveye çıkarmış bulunuyorlar. Rasûlüllah’ın (s) son Peygamber olması hasebiyle artık Rabbimizin doğrudan müdahale edip tarihteki Karun’a yaptığı gibi “…onu da, sarayını da yerin dibine batırıp helak etmesi” benzeri bir son, bugünkü küresel Karun’lar için beklenmemelidir.

Artık, dünyayı yöneten küresel bâtıla, küresel kötülüğe karşı öncelikle Hak olanın ve iyiliğin küreselleştirilmesi sorumluluğunun yerine getirilmesi gerekmektedir. Allah’ın gönderdiği Hakk’ın küreselleşmesi ve bâtılın bu tahakkümüne, zulüm ve sömürüsüne son vermesi için, Hakk’ı temsil edenlerin İslami sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekmektedir. Yani Yüce Allah’ın bâtılı yok etmeye ilişkin kanunu, yeryüzünde Hakk’ın bir ümmet tarafından yaşanması ve İslam’ı hakkıyla temsil etmesi şartına bağlıdır. Önce İslam’ı hayatında uygulayarak insanlık için vahye şahidlik sorumluluğunu yerine getirecek bir “vasat ümmet”in, bir toplumsal modelin ortaya çıkması ve Allah’ın vaat ettiği ilâhi yardımı hak etmesi gerekmektedir. Allah’ın vaat ettiği yardımı hak etmek için ise, samimi bir teslimiyetle Allah’a teslim olup Allah’ın dininin yardımcıları, Allah yolunun fedakâr hizmetkârları olmak şartı vardır. (Muhammed 47/7). Eğer bu İslami sorumluluklar yerine getirilerek, Allah’ın yardımına müstahak hâle gelinirse, Rabbimiz, vaat ettiği yardımın “çok yakın” olduğunu bildirmektedir: “…Rasûl ve onunla beraber mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 2/214). İşte ancak bundan sonra, yani zorluk ve sıkıntılara sabredip direnmenin ve tevbe edip Allah’a sığınarak, O’na teslim olup O’nun hükümlerini hayatımıza hâkim kılmanın soncunda yüce Allah, yardımına müstahak olan Hak ehli adanmış müminler topluluğunu kullanarak, Hakk’ı batılın üzerine atıp, onu paramparça edecektir. Çünkü Allah yardım ettiğinde, mü’minler topluluğuna, İslam ümmetine galip gelecek hiçbir güç yoktur. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse (hiçbir güç) yoktur.” (Âl-i İmran, 3/160). Ancak böylece Hak ehli muvahhid kadroların, bütün insanlığı kurtaracak olan Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetini sağlamaları sonucunda bâtıl yok olup gidecektir. Tabii ki, Hakk’ın hâkimiyeti sağlanınca, bâtılın, şirkin hâkimiyetinin kaçınılmaz sonu olarak insanlığı kuşatmış bulunan haksızlık, zulüm, sömürü, hukuksuzluk ve ahlaksızlık bitecek, ahlak, huzur, barış ve adalet egemen olacaktır inşaAllah.

De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.”(İsra, 17/81). Hak, Allah katındandır. Allah “Hakk’ı” kendisinin isimlerinden biri kılmıştır. Allah ise diri ve kalıcıdır, bâkîdir. Bâtılın ardında ise, şeytan vardır, şeytanî iktidar vardır ve geçicidir, yok olmaya mahkûmdur. Ancak Allah’ın verdiği söz, Hak’tır ve doğrudur. Allah’ın iktidarı, daha güçlüdür ve kalıcıdır.

Hayır, biz Hakk’ı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiştir…” (Enbiya, 21/18). Mü’minlere deniliyor ki, “Eğer Hak safında yerinizi alır, Allah’ın istediği kullar olursanız, Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olursanız, Allah Hakk’ı bâtılın üzerine öyle bir vurur ki o köpük ve cüruf mahiyetinde olan bâtıl çok kısa bir zaman içinde yok olup gider.”Çünkü bâtıl ârızîdir, kabuktur, köksüzdür, gelip geçicidir, gücü, kudreti, otoritesi yoktur. Ama Hak hiçbir zaman bâtıla benzemez. Hak bu kâinatın tabiatında, varlığın fıtratında köklü olan bir esastır. Bâtıl gibi ârızî, gelip geçici değildir. İşte bu âlemin yaratılış gerçeği budur. O halde Hak taraftarları tembelce oturup hiçbir iş yapmadan hiçbir çaba göstermeden Allah’ın kanununun gerçekleşeceğini beklememelidirler. Çünkü onlar bu durumda Hakk’ı temsil edemedikleri gibi, Hakk’ın taraftarları da sayılamazlar. Bu yüzden Allah’ın vaat etmiş olduğu ilâhî yardımı da hak edemezler. Onlar sadece yerlerinde oturan uyuşuk tembellerdirler. Yeryüzünde tağutlaşarak ilahlık taslayanların ilâhî hâkimiyeti gasp etmelerini önleyen ve arzda Allah’ın hâkimiyetini yerleştirmek üzere hareket eden bir ümmet ortaya çıkmadıkça Hak gerçekleşmez. (Seyyid Kutup tefsiri).

Bu sebeple Müslümanlar, kendilerince icad ettikleri ve şeytanın da cazip gösterdiği bir takım maslahatlar, kazanımlar peşinde bâtıl sistem içi seküler siyasetlere eklemlenip destek verme süreçlerinde oyalanarak kirlenmekten uzak durmalı ve istikameti her şartta korumalıdırlar. Israrla insanları vahiyle arındırıp dönüştürmeye, insanlık için model olacak ve yukarıda bahsedilen misyonu ifa edecek olan “İslam ümmeti”ni inşa etmeye yönelik tevhidî davet, eğitim ve şahidlik sorumlulukları konusunda yoğunlaşmalıdırlar.

Rabbimiz, insanlığa vahyin şahidliğini/örnekliğini yapacak bu model ümmetin, Hakk’ı temsil edip ilâhi yardıma müstahak olacak vasat ümmetin ortaya çıkarılmasına bizleri vesile kılsın ve bu konudaki sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirmeyi nasip etsin.

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon