Table of Contents
Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Yaşadığı Sıkıntılar, Musibetler, Hep Kendi İşlediklerinin Sonucudur
Yaşadığımız dünyanın yaşanmaz hale gelmesinin müsebbibi insanın ta kendisidir… Önce insan fesada sürüklendi ve kirlendi… Sonra da yoldan çıkmış bu kirli müfsid insan, havayı, toprağı, suyu, bitkiyi, eşyayı, evreni, iklimi, her şeyi kirletti… İnsanın fıtratı ifsad olup doğallığı bozulunca, bozulma süreci hız kazandı. Başta doğaya sonra her şeye sirayet etti…
İnsanoğlunun Elinden Çıkan Ölümcül Bir İfsad Eylemi, Yeryüzünü Karartıyor
Genel olarak mustaz’af insanlar ve Müslümanlar, küresel müfsidlerin, kâtil demokrasilerin kuşatması altında, sürekli biçimde işgal, katliam ve sömürüyle muhatap kılınarak, kendi yurtlarında insanca ve Müslümanca yaşamak imkânlarından mahrum ediliyorlar… Küresel finans kapital diktatörlüğünün ve emperyalist projelerle yönlendirdiği yerel işbirlikçisi seküler demokrat ya da despot yönetimlerin baskı ve zulümleri altında, doğal ekolojik dengenin bozulması, iklimin değişime zorlanması ve çevre kirliliği sonucu gerekli tedbirlerin de alınmaması sebebiyle, insanlar büyük ve yıkıcı seller, yangınlar ve salgın hastalıklarla imtihandan geçiyorlar…
‘Teknoloji baronları’ olarak anılan dünyanın en zenginleri, Amazon kurucusu Jeff Bezos, SpaceX kurucusu Elon Musk, Microsoft kurucusu Bill Gates ve Facebook kurucusu Mark Zuckerberg gibi isimler, kendilerinin hükmetme ve azgın kazanç hırsıyla sebep oldukları ifsad sonucu insanlık büyük acılar yaşarken, onlar pandemi döneminde bile servetlerine servet katabiliyorlar.
İnsanın bizzat kendi eliyle sebep olduğu fesadın sonucunda dünyayı felaketler kuşatıyor; Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde ‘faydalı’ ilâç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar oluşmasına ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olmasına doğru sürükleniliyor. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilâve edebiliriz. Bunların tamamı, son tahlilde, insanın Allah’a ve mutlak mânevî/ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, ‘maddî ilerleme’yi tek önemli hedef sayan seküler anlayışlara tutsaklığının bir sonucudur. Bu bağlamda, ürkütücü sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının delinmesi sorununun tam olarak aşağıdaki âyetteki ifadeyle örtüştüğünü yani “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden” ortaya çıkmış bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek olarak hatırlamak gerekir.[1]
Rabbimiz Rum Sûresi 41. âyette; “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” buyurmaktadır.
Evet, insanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar, denge ve düzen bozulur; Allah da belki dönerler diye yaptıklarından bir kısmının kötü sonuçlarını böylece kendilerine tattırır. İnsanların, bizzat kendi yaptıkları çok boyutlu zulümler, kendi fıtratlarına yönelik bozma çabaları yanında, doğanın dengesini bozacak müdahaleler, azgın kâr ve çıkar hırsıyla doğanın yaratılışına uyumlu olmayan tahripkâr uygulamalar sonucunda, büyük yangınlar, seller, heyelanlar yaşandığında büyük yıkımlarla yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar.
İnsanların işlediği kötülük ve günahların, yaptıkları haksızlık ve yanlışların hem dünyada hem de âhirette fenâ neticeleri olmaktadır. Yukarıdaki âyette, sadece olayın dünya kısmından söz edilir. Ancak ibret olsun diye dünyada iken verilen cezalar için “bir kısmı” denmekle, esas cezanın âhirette olacağına işaret edilir. Cezanın bir kısmının dünyada verilmesi, zâhiren musîbet gibi gözükse de bir ilâhî rahmet tecellisidir. Çünkü Allah, bu vesileyle kullarının günahları terk edip doğru yola gelmelerini istemektedir
Ayrıca, âyette insanlara yapıp ettiklerinin bir kısmını tattırmanın gerekçesi “dönebilsinler diye” şeklinde açıklandığına göre, beşeriyetin bu olumsuzlukları yaşaması yine onların eğriyi doğrudan ayırt etmeleri için tanınmış bir fırsat ve insanın dünya hayatındaki varlık sebebi olan imtihanın toplumsal boyutu olarak değerlendirilmeli ve herkes insanlığın bu ortak serüveninden dersler çıkarmalıdır.
Aynı Sûrenin 42. âyetinde ise, “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da, daha öncekilerin âkıbeti/sonları nasıl olmuş ibretle bakın! Onların çoğu Allah’a orta koşan kimselerdi.” hatırlatması yapılarak, aynı âkıbeti yaşamış önceki toplumların halinden ders alınması ve yanlıştan dönülmesi istenmektedir.
Şûra Sûresi 30. âyette ise; “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.” buyuruyor.
Mallarınız ve canlarınız konusunda size ulaşan musîbetler, ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Ama sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir. Ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, ciddiye almayıp affettiği için bunların cezasını size tattırmıyor. Anlatılmak istenen şudur, “eğer Rabbiniz size bu kadar merhametiyle muamele etmeyip de, yaptığınız her bir günâh ve kötülük yüzünden hemen cezalandırılsaydınız, mutlaka hepiniz helâk olup giderdiniz.”
Rabbimiz bizim işlediklerimizden pek çoğunu affetmekle birlikte, bazıları yüzünden mallarımıza ve canlarımıza bazı musibetler göndermektedir. Bileceğiz ki, başımıza ne gelmişse kendi işlediklerimizden dolayı gelmektedir ve aynı zamanda bizi doğru yola döndürmeyi de amaçlamaktadır.
İnsan haddini bilmedikçe, ilahlık taslamaktan vazgeçip yaratılış gayesi olan kulluk konumuna geri dönmedikçe bu ifsad ve sonuçta da başa gelen musibetler büyüyecektir…
Yeryüzü, üzerinde taşıdığı sayısız nimetler ve güzelliklerle insana emanet edilmiştir. Bu emanete, ancak onun doğal dengesini koruyarak, Allah’ın yaratışına müdahale edip değiştirmeye (tağyire) kalkışmayarak riayet edilebilir. Halbuki insan eliyle, yeryüzünün tabii dengesi bozulmaya başlamıştır. Çünkü insan Allah’ın yaratışını değiştirmeye kalkışmıştır. Şeytan insana, “Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim.”[2] diye and içmişti. İşte şeytanın iğvasıyla, “Yaratışı değiştirmek”, ayetin ifade ettiği gibi Mekke cahiliye döneminde “varlıktaki ilahi hiyerarşiyi bozup yaratılış amacının dışına çıkarmak suretiyle gerçekleşirken (Bazı hayvanları kutsal ilan edip salıvermek ve nişanesi olarak da kulaklarını kesmek suretiyle, Allah’ın insanın hizmetine amade kıldığı bir varlığı varlık hiyerarşisini bozarak konulduğu yerden ediyorlardı), bugünün modern cahiliyesinde genetik tahrif yoluyla gerçekleşmektedir.[3]
Teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı çevre sorunları, sanayi atıkları ekolojik dengeyi bozmaktadır. Bunun sonucu olarak da toprak, su ve hava kirlenmekte ve zehirlenmekte, nice hayvan ve bitki türleri yok olup gitmektedir. Hatta bu bozulmanın genetik bozulmaya bile yol açması söz konusudur. Buna bir de sosyal hayattaki bozulma eklenince, insanın, Allah’ın koyduğu değerleri, hükümleri dikkate almamasının acı faturası ortaya çıkmaktadır. Yukarıda zikredilen âyette yeryüzünün bu şekilde bozulmasına sebep olan insanın, bunun acı sonuçlarının bir kısmını dünyada tadacağına, asıl cezasının ise ahirette olacağına işaret edilmektedir.
“Çevre”; canlıların içinde yaşadığı ortamdır. Bu ortamı, hava, su, toprak, bitki, hayvan, sıcaklık, soğukluk gibi canlı ve cansız varlıklar oluşturur. Bundan dolayı çevreyi; “canlıların yaşayıp gelişmesini sağlayan ve onları sürekli olarak etkileri altında bulunduran fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörlerin bütünlüğüdür” şeklinde tanımlamak mümkündür.[4] Başka bir ifade ile çevre; insanla birlikte tüm canlı varlıkları, cansız varlıkları, canlı varlıkların eylemlerini etkileyen ya da etkileyebilecek fiziksel, kimyasal, biyolojik, toplumsal nitelikteki tüm etkenleri kapsamaktadır.[5]
Çevre; canlı varlıkları hayatları süresince etkileyen her türlü sosyal, kültürel, tarihî, fizikî ve iklime bağlı faktörlerin tamamı olarak tanımlanmaktadır. Çevre, ekolojik sistem ve eko sistem olarak da bilinmektedir. Kıtalardan okyanuslara, göllerden akarsulara, yer altı sularından atmosfere, mikroorganizmalardan insana ve bitkiler âlemine kadar bütün canlı ve cansız varlıklar arasında düzenli bir ilişki vardır. Rabbimizin kevnî yasalarına göre işleyen bu doğal düzende her şey bir denge üzerine yaratılmış ve bütün ilişkiler bu düzen üzerinde muhteşem bir ahenkle birbiriyle bağımlı olarak işlemektedir. Allah’ın kevnî yasalarına itaat/secde ederek işleyen bu ilâhî düzen ve denge sonucu olarak, bütün organizmalar hayatlarını sürdürebilmeleri için diğer organizmalarla ve çevreleriyle ilişki içerisindedir. Organizmaların bu şekilde çevreleriyle ve birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen bilim dalına “ekoloji” denir.
Doğadaki tüm canlı türleri hayatlarını sürdürebilmek için beslenmek zorundadırlar ve bu aşamada dışkıları doğrudan çevreye atılır. Ölü bitki ve hayvan artıkları da aynı şekilde çevrede kalır. Ancak doğal döngüler sonunda bu atıklar parçalanarak başka canlılar için besin kaynağı oluştururlar. Doğada yaşadığı çevre ile uyum içinde olmayan tek canlı türü, vahye uygun yaşamayan, bütün varlıklar Allah’a secde/itaat ederken, kulluk sorumluluğunu unutup Rabbine secdeyi/itaati terk eden insandır. Halbuki, “yaratmak da emretme de Allah’a ittir”[6] diyen Rabbi insana da “sonra size de emrimden bir şeriat gönderdim, o halde ona uyun, bilmeyenlerin hevasına uymayın”[7] talimatı vermişti. Siz de bütün evrendeki varlıklar gibi “Rabbinizi hamd ile tespih edip secde edenlerden olun ve bu secdeyi/ibadetinizi, yakîn/ölüm gelene kadar sürdürün”[8] diye emredilmişti. Ayrıca, hayatınızı ibadet kılın ki, “tüm hayatınızda/yüzünüzde secde izi görünsün”, dışınızdakiler “Müslüman kimliğinizi bu secde izinden tanısınlar”[9] da denilmişti.
Ancak bu emirlere riayet etmek yerine şeytanın iğvalarıyla isyanı tercih eden insanların, yüzyıllardan beri süren ölçü tanımayan faaliyetleri sonunda tüm ekolojik denge bozulmuştur. Bir başka deyiş ile insan, gerek kendisi gerek çevresindeki fauna ve florayı olumsuz yönde etkileyen, çevresini doğal ekolojik denge ile temizlenemeyecek kadar kirleten tek canlı türüdür. Ekolojik dengenin bozulmasında atıklar en önemli payı almakla beraber, aşırı ve bilinçsiz avlanma, toprağı sömürürcesine yapılan tarım da ekolojik dengeyi bozmakta, dolaylı olarak doğal temizleme süreçlerini olumsuz yönde etkilemektedir.
İnsanların meydana getirdikleri atıklar, tabiat tarafından kendiliğinden yok edilemiyorsa ve bu durum tabiatın temizleme gücünü aşıyorsa çevre kirliliği oluşacak ve doğal denge bozulacaktır. Üretim sonucunda meydana gelen artık ve atıklar da eklenince, çevre bozulması ve çevre kirlenmesinin boyutları genişlemektedir. Çevre kirliliği, kimyasal ve biyolojik atıklar, sera gazı salınımı, küresel ısınma, ozan tabakasının delinmesi, ekolojik bozulmanın ürkütücü sonuçları yansımaya başladı… Depremler, kasırgalar, seller, tsunamiler, kıtlık, kuraklık, bulaşıcı hastalıklar, açlık, çevre felaketleri… bunlara benzer daha birçok bela ve musibetler, insanın işlediklerinin kaçınılmaz sonuçları olarak insanlığı kuşatmakta ve zorlu imtihanlardan geçilmektedir…
Teknolojik üstünlük, bilimsel başarı insanı büyüledi… Ve insan büyüklendi…
Tuğyanı seçti… Tuğyan, tufana dönüştü… Mülkün Sahibi’ni unuttu… İnsan dengesini yitirdi… Olmadı, tabiatın dengesine müdahale etti… Halbuki her şey bir ölçüye göre yaratılmıştı…
Rabbimiz, “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.”[10] buyurmaktadır. Mesela bitkiler, yeryüzünde ekolojik dengenin sağlanmasında en önemli faktörlerdendir. Yeryüzündeki tüm canlılar havadan oksijen alıp, atmosfere sadece karbondioksit, ısı ve su buharı veriyor. Bunun yanı sıra fabrikalarda yapılan üretim ve araç kullanımı gibi işlemler sonucunda da belli miktarda karbondioksit ve ısı havaya bırakılıyor. Yeşil bitkilerse bütün canlıların aksine havadan karbondioksit ve ısı alır. Bu iki maddeyi kullanarak fotosentez yapar ve havaya sürekli olarak oksijen verir. İşte Rabbimiz evrendeki her şeyi, böylesine hassas bir denge üzerine yaratmıştır. Bu dengeyi bozmaya teşebbüs edenler, kendi bu yaptıklarının sonucunda ağır bedeller ödemek zorunda kalacaklarını bilmelidirler.
Rabbimiz şöyle buyuruyor; “Güneş ve ay bir hesaba bağlıdır Bitkiler, ağaçlar da boyun eğerler. “(Allah) Göğü yükseltip, ona da bir ölçü koydu (denge oluşturdu). O halde, ölçüde eğrilik yapmayın (dengeyi bozmayın)”[11]
“Eğer Hakk onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulananlar bozulup giderdi…”[12]
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…”[13]
Ancak tuğyan eden insan ne ölçü, ne denge dinlemiyordu… Tüm bu olanların ismi ise, Kur’an’ın deyimi ile ifsaddı… Fesad nedir? Bozulma kirlenme, kokuşma… Yozlaşma, dejenerasyon, soysuzlaşma, itidalden sapma… Maddi-manevi kirlilik… Islahın zıddı… Karışıklık, kışkırtıcılık… Kur’an, fesadı ve fesadın türevlerini Allah’ın koyduğu düzenin bozulması, iktidarın zulmün ve küfrün eline geçmesi anlamında ifade ediyor… Özetle; fesad Allah’a isyandır… Allah’ın yasalarını ve düzenini bozmaktır… Yaşadığımız gezegenin maruz kaldığı, büyük bir ifsad faciası ile karşı karşıyayız…
Kainat kitabının tahrifat ve tahribatına nasıl ilgisiz kalabiliriz? Yeryüzünü korumak ve savunmak, yeryüzünde halife kılınanlara düşmüyor mu? Arzın mirasçıları biz değil miyiz?
İnsan tuğyandan ve şeytanın adımlarını izleyerek hevasını ilah edinmekten vazgeçip yaratılış senaryosunda Yaratıcının kendisine verdiği role, yani kulluk konumuna geri dönerse, hem fıtrat ve vahyin arasını birleştirip kendisi izzete kavuşur, huzur, adalet ve barışa ulaşır hem de yeryüzünü ifsad etmekten, ekini ve nesli helak etmekten uzaklaşarak, fıtrat ve evrenle barışık, doğaya ve çevreye zararsız bir hayat inşa eder.
Daha iyi bir dünya, ancak ahiret eksenli bir hayatı gerçekleştirmekle mümkün olabilir… Bu sebeple, tevhid ve adalet eksenli bir perspektifle ıslah seferberliği içine girmeliyiz… Eğer tevhid ve vahyin adaleti insanlara yön verirse, hem fesad, zulüm ve yozlaşma son bulacak hem de Rabbimiz bütün insanlara yetecek rızkı yaratmış olduğu halde, sömürü ve hızsızlıkla gasp edilen kul hakları yüzünden dengenin bozulması sonucu yaşanan adaletsizlik son bulacak ve on milyonlarca insan aç kalmaktan kurtulacaktır. Ayrıca o zaman, dünyada on milyonlarca insan açlık çekerken, sadece İstanbul’da günde 2 milyon ekmek çöpe gitmeyecektir…
Bu müfsidlerin Allah’ın vahyî ve kevnî ayetlerine karşı açtıkları savaş sonucunda, vahiyden uzaklaşan insan kendine ve Rabbine yabancılaşıyor, zalimlerin yaptıkları yüzünden insanın fıtratı ve evrendeki ekolojik denge bozuluyor. Sonuçta da yeryüzünde tüm insanlığı kuşatan salgın hastalıkların, devasa yangınların, büyük sellerin ve depremlerin yol açtığı yıkımlar yaşanıyor. İşte tüm bu sebeplerle zalimleşip tağutlaşan zorba güçlerin yaptıkları ve mazlum kesimlerin de edilgen kitleler halinde durmaları, itiraz edip karşı çıkmak yerine destek vermeleri ya da suskun kalmaları sonucunda, insanlık kendi tercihlerinin acı sonuçlarıyla yüzleşiyor, küresel bir bozgunculuğun yol açtıklarıyla zor bir imtihandan geçiyor.
Allah’ın kevnî ayetlerinden oluşan kainat kitabı ile vahyi ayetlerinden oluşan Kur’an arasındaki mutabakatın belirleyici kılınması, her iki kitabın da hakkıyla okunup gereğince amel edilmesi ve korunması, vahiy- fıtrat ve evren arasında uyum ve dengenin gözetilmesi gerçekleşmeden, bu felaketlerden kurtulmak mümkün değildir. Ancak insanlık, bütün bu sıkıntılara rağmen, ilâhî çağrıya kulak vermiyor, fıtratın yoluna ve hidayete yönelmiyor. İmtihan için gönderildiği bu dünyadaki halini sorgulayıp yaratıcısı, sahibi, maliki, rızık vereni olan ve öldürüp hesaba çekeceğini bildiren Rabbine dönmeyi akletmiyor. Bütün bu kaosta, bunca sıkıntıya rağmen, hevasına ve tağutlara körü körüne tâbi olmayı ısrarla sürdürüyor.
Oysa Allah (c), her ümmete bir Rasûl göndererek kurtuluş ve izzet yolunu göstermiştir. İnsanları, mustaz’afları; zillet, sömürü, esaret ve adaletsizlikten kurtarıp izzet, adalet ve hürriyete ulaştıracak; şeytan, hevâ ve tâğûtların egemenliğindeki karanlıklardan alıp vahyin hâkimiyetindeki aydınlığa çıkaracak Hak yolunun ölçü, hüküm ve ilkelerini bildirmiştir.[14] Kullarının hidâyeti için rehber ve şahid/örnek olarak Kitap ve Rasûl gönderen Rabbimiz, kullarını darlık ve zorluklarla da, musibet ve belalarla da, bolluk ve rahatlıkla da imtihan eder. Her iki hâlde de imtihanı kaybetmeleri için hemen şeytan devreye girer ve “yaptıklarını süslü göstererek” onları isyana yönlendirir.
Allah (c), Kullarına Sıkıntılar Verip Hidâyete Yönelmelerini İster, Şeytan İse Yaptıklarını Süsleyerek Bundan Alıkoyar
Rabbimiz kurtuluş yolunu göstermek üzere Kitap ve Rasûl gönderdiği toplumlara türlü zorluk ve sıkıntılar vermek suretiyle de, onların Rasûllerin mesajına kulak verip yalnız Allah’a kulluğa dönüş yapmalarını kolaylaştırmak istemiştir.
– “Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de Rasûller gönderdik. (Rasûllerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tevbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık.”[15]
– “Biz hangi memlekete bir Rasûl gönderdiysek oranın halkı yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir darlık (yoksulluk), zorluk ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.”[16]
Kur’ân-ı Kerîm bu tür toplumların uğratıldıkları felâket ve sıkıntılara, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin kıssasında belirgin bir örnek vermektedir: “Andolsun ki, Biz Firavunoğulları’nı, ola ki akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.”[17] “Onlar bir iyilikle karşılaşınca ‘Bu kendimizden kaynaklanıyor’ derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular.”[18]
Bütün bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, Allah (c), bâtıl yoldan, yani şeytana, tâğûta ve hevâya kulluk yapmaktan kurtulup Hak yoluna dönsünler, akılları başlarına gelsin, Allah’a sığınıp tevbe etsinler, hâllerini sorgulayıp Allah’a yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar, gönderdiğini bildiriyor. Amaç, fesâda ve fücûra yönelen fıtratın, bu sıkıntılar ve zorluklar vesilesiyle hâlini sorgulayıp Rabbine dönmesini temindir. Aslında insanın ve fıtratın daha zor olandan daha kolay olana yönelmesi sağlanmak istenir. Çünkü fücûra yönelmek ve bâtıl yollarda olmak fıtrata aykırı ve zor olan iken, bütün evrenin ve fıtratın Hakk üzere yaratılmış olmasından dolayı fıtrata uyumlu olan Hakk’a yönelmek ve Hak yolda yaşamak çok kolay olandır.
Ancak şeytanın süslü göstermesi[19] sonucunda fücûru tercih edenin[20] hevâsının fıtratına hükmetmesi[21] sebebiyle yapılan Hakk uyarıları dinlemeyip şeytana uyanlara, Rabbimizin “zor olanı kolaylaştırması”[22] sonucunda insanların çoğunluğu, hatta “Müslümanım” diyenlerin bile çoğunluğu şeytanın adımlarını izler, şeytanın aldatmasıyla onun vaadlerine kanıp zor olanı tercih ederler.
Sonuçta da, Allah’ın “zorluk ve sıkıntılar” imtihanında sınıfta kalıp tevbe etmeye yönelmezler. Halbuki, Allah (c) tevbeleri kabul etmek üzere Kendisine sığınıp yalvarmalarını istemektedir. Şehvetlerine uyan şeytan ile onun “cinler ve insanlar” içindeki dostları ve işbirlikçileri ise, insanların, tevbe etmek yerine büyük bir sapma ile sapmaları için uğraşırlar: “Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler.”[23]
Rabbimiz, bu darlık ve sıkıntılar sonrasında bile tevbe etmemelerine ve sebebine şu âyetiyle dikkat çeker: “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.”[24] Hiç değilse böyle bir durumda iken yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi? Ama gelin görün ki bunların taşlaşmış kalplerini, bu belâlar, musîbetler, darlık ve zorluklar, salgın hastalıklar, devasa yangınlar, büyük ve yıkıcı depremler ile seller bile harekete geçiremedi, yumuşatamadı ve Allah’a döndüremedi. Şeytan, onlara bu başlarına gelenleri farklı biçimde yorumlattı.
Meselâ Âd kavmi, Hûd kavmi, Lût kavmi, Eyke’liler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar ve ibret alıp düşünerek hallerini sorgulama gereği duymadılar. Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Ve onlar şeytana uyup saptıkları hâlde kendilerinin “doğru yolda” ve “Müslüman” olduklarını sanmaya devam ettiler.
“Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.”[25] Tıpkı bugün Müslüman olduğunu iddia edip şeytanın adımlarını izleyenlerin, sekülerleşme sonucu hevâyı esas alıp her türlü bâtıl ameli yaptıkları hâlde kendilerini “en iyi Müslüman biziz” dedikleri gibi davrandılar. Günümüz “Müslüman”larının şeytana uydukları hâlde “kendilerinin doğru yolda olduklarını” sandıkları gibi, “Âd kavmi, Hûd kavmi, Lût kavmi, Eyke’liler” de aynı şeytânî yönlendirme sebebiyle hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular. “Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur. İşte İslâm budur. İşte şu anda bizler Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz!” dediler.
Şiddet, zorluk, sıkıntı, seller, yangınlar, depremler, salgın hastalıklar ve belalar, akıllarını başlarına getirmeye, gözlerini açmaya, taşlaşmış kalplerini yumuşatmaya yetmiyor. Şeytan arkalarında yer alıp içinde bulundukları sapıklık ve serkeşliği süslü gösteriyordu. Oysa zorluk ve sıkıntılar, yüce Allah tarafından kullara yönelik bir sınamadır. Aslında ders alıp hallerini sorgulayarak tevbe etmelerine önemli bir vesîle olmak bakımından da çok büyük bir lütuftur. Diri olanları uyandırır, gönüllerinin kapılarını açar ve onları Rablerine döndürür. Ama şeytanın ardına düşmüş ve onun süslü göstermesiyle halini sorgulama ihtiyacı duymayan ve tevbe etmeye yönelmeyen zalimler ise, isyanlarında inat ederek azaba sürüklenirler.
Hüsrandan Kurtuluş İçin, Her Şartta Şeytanın İğvâsından Korunmak ve İlâhî Yardımı Hak Edecek Sorumlulukları Yerine Getirmek Gerekir
Günümüzde de, Müslüman olduklarını iddia eden toplumlar da dâhil olmak üzere insanların büyük ekseriyeti, zorluk ve sıkıntı hâllerinde sabır ve tevbe ile Allah’a sığınıp hâllerini sorgulayarak ıslah edici çabalar gösterecek yerde, şeytanın yönlendirmesiyle isyanlarında ısrar etmeyi tercih edip helâke doğru sürüklenmektedirler. Hâlbuki Rabbimizin beyan ettiği üzere “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır…”[26] Yani zorluk ve sıkıntıların rahminde kolaylığın tohumları bulunmakta olup, bu tohumlar ancak zorluk ve sıkıntılara karşı sabır ve tevbe ile Allah’a sığınıp ıslah çabası gösterildiğinde yeşermeye başlayacaktır.
Bolluk, rahatlık ve zenginlik dönemlerinde ise, insanların ve “Müslümanım” diyenlerin çoğunluğu, bu sefer de bu rahatlık, zenginlik ve imkânları kendi çabaları, kendi bilgi ve becerileri ile elde ettikleri zannına kapılıp bunun bir imtihan olduğunu idrak etmezler, böbürlenip müstağnîleşirler. Bu imkân, zenginlik ve nimetleri bir imtihan vesilesi olarak lütfeden Allah’ı ve O’na şükretmeyi unutup dünyevîleşerek, kapitalizmin ölçüsüz kazanma hırsı ve azgın tüketim kültürü içinde şeytan ve hevâlarının güdümünde süflî bir hayata yönelmek suretiyle kaçınılmaz son olan hüsrana doğru sürüklenirler.
Hâlbuki, lutfettiği nimetler sebebiyle Allah’a şükrederek kazançlarını helâl yoldan elde etselerdi ve bu kazançlarını da helâl yolda, Allah yolunda harcayabilselerdi, bu hâl onları hüsrandan koruyacak, kurtuluşa taşıyacaktı. Bu sebeple, şeytanın, sıkıntı ve darlıkta sabredip tevbe etmekten alıkoymasından, bolluk ve zenginlik anında ise, bunu Allah’tan değil de kendi nefsinden bilip böbürlenmeye ve müstağnîleşmeye yönlendirmesinden korunmak gerekir.
İnsanlar içinden, Hakk’a şahidlik yapacak ve Allah’ın hükmüyle/adaletle hükmedecek bir vasat ümmetin çıkması ve insanlığa hayırlı bir örneklik ve önderlik oluşturması söz konusu olmadıkça, insanlık, şeytanın yolunda, hevâ ve zanna dayalı bâtılın farklı versiyonlarının tahakkümü altında kalacaktır. Bunun sonucunda iktidarı, zenginliği ele geçiren azgın tâğûtların hevâ ve zanna dayalı şirk hükümleriyle hükmetmeleri sebebiyle sömürü ve adaletsizlikler, ahlâksızlıklar, hukuksuzluklar ve bunalımlar, ekinin-neslin helâki ve hüsran kaçınılmaz sonuç olacaktır.[27]
Nitekim bugün kapitalist kuşatma altında tuttukları mazlum kitleleri sömürerek dünyanın yönetimini eline geçirmiş bulunan “küresel finans diktatörlüğü”nün en tepesindeki (başta Rothschild, Rockefeller ve Warburg gibi aileler olmak üzere) on civarında aile, dünyada kaos, kargaşa ve savaşlar çıkartarak, darbeler, iç savaşlar provoke edip silahlarını satarak ve sömürü projelerini hayata geçirerek, salgın hastalıklar çıkarıp ilaç sanayilerini ayakta tutarak, bu amaçlarla yerel işbirlikçileri eliyle ve istihbarat örgütleriyle operasyonlar yaparak süflî çıkarları uğruna dünyanın mazlum halklarına kan kusturmaktadırlar. Başta enerji, petrol, altın, finans, silah, kimya, ilaç, elektronik, gıda, tekstil sanayii, tarım ve medya olmak üzere, tüm ekonomik ve enformasyona dair alanlar bu şeytânî hanedanlığın karmaşık ve kaotik ilişkileriyle şekillenmekte ve yönetilmektedir.
Bütün bu alanlarda sömürü ve kazançlarını arttırmak için, dünya insanlığını köleleştirmektedirler. Medyada yer alan haberlere göre, “Küresel zengin-yoksul uçurumu artmaktadır! Her yıl zalim müstekbirlerin toplandıkları‘Davos Zirvesi’ öncesi rapor açıklayan Oxfam’ın verilerine göre ‘en zengin 26 kişi’nin serveti dünya nüfusunun “en fakirini oluşturan 3.8 milyar kişi”nin, yani dünyanın yarısının servetine eşit hâle gelmiş bulunmaktadır.”
Yani Allah’a isyan ederek “esfele sâfiline/aşağıların aşağısına”[28], “hayvanlardan aşağıya”[29] düşmüş ve şeytanlaşmış küresel Kârûn’lar, insanlık onurunu ve insânî değerleri yok ederek, azgınlık ve sömürüleriyle tuğyanı, zulmü, sömürüyü, yoksulluğu, ahlâksızlığı, çürümeyi ve çok boyutlu yozlaşmayı küreselleştirip zirveye çıkarmış bulunuyorlar. Doğayı bozan, kirleten, ekolojik dengeyi ifsad eden ve insanlığı ve insanî değerleri yok oluşa ya da köleleşmeye doğru sürükleyen bir takım oyunlar ve projeler uyguluyorlar.
Rasûlullah’ın (s) son Peygamber olması hasebiyle artık Rabbimizin doğrudan müdahale edip tarihteki Kârûn’a yaptığı gibi “…onu da, sarayını da yerin dibine batırıp helak etmesi” benzeri bir son, bugünkü küresel Kârûn’lar için beklenmemelidir.
Artık, dünyayı yöneten küresel bâtıla, küresel kötülüğe karşı öncelikle Hak olanın ve iyiliğin küreselleştirilmesi sorumluluğunun yerine getirilmesi gerekmektedir. Allah’ın gönderdiği Hakk’ın küreselleşmesi ve bâtılın bu tahakkümüne, zulüm ve sömürüsüne son vermesi için, Hakk’ı temsil edenlerin İslâmî sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekmektedir. Yani Yüce Allah’ın bâtılı yok etmeye ilişkin kanunu, yeryüzünde Hakk’ın bir ümmet tarafından yaşanması ve İslâm’ı hakkıyla temsil etmesi şartına bağlıdır.
Öncelikle, İslâm’ı hayatında uygulayarak insanlık için vahye şahidlik sorumluluğunu yerine getirecek bir “vasat ümmet”in, bir toplumsal modelin ortaya çıkması ve Allah’ın vaadettiği ilâhî yardımı hak etmesi gerekmektedir. Allah’ın vaadettiği yardımı hak etmek için ise, samîmi bir teslimiyetle Allah’a teslim olup Allah’ın dininin yardımcıları, Allah yolunun fedakâr hizmetkârları olmak şartı vardır.[30]
Eğer bu İslâmî sorumluluklar yerine getirilerek, Allah’ın yardımına müstahak hâle gelinirse, Rabbimiz, vaadettiği yardımın “çok yakın” olduğunu bildirmektedir: “…Rasûl ve onunla beraber mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.”[31] İşte ancak bundan sonra, yani zorluk ve sıkıntılara sabredip direnmenin ve tevbe edip Allah’a sığınarak, O’na teslim olup O’nun hükümlerini hayatımıza hâkim kılmanın soncunda yüce Allah, yardımına müstahak olan Hak ehli adanmış mü’minler topluluğunu kullanarak, Hakk’ı batılın üzerine atıp, onu paramparça edecektir. Çünkü Allah yardım ettiğinde, mü’minler topluluğuna, İslâm ümmetine galip gelecek hiçbir güç yoktur. “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse (hiçbir güç) yoktur.”[32]
Ancak böylece Hak ehli muvahhid kadroların, bütün insanlığı kurtaracak olan Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetini sağlamaları sonucunda bâtıl yok olup gidecektir. Tabii ki, Hakk’ın hâkimiyeti sağlanınca, bâtılın, şirkin hâkimiyetinin kaçınılmaz sonucu olarak insanlığı kuşatmış bulunan haksızlık, zulüm, sömürü, hukuksuzluk ve ahlâksızlık bitecek, ahlâk, huzur, barış ve adalet egemen olacaktır inşâAllah.
“De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.”[33] Hak, Allah katındandır. Allah “Hakk’ı” kendisinin isimlerinden biri kılmıştır. Allah ise diri ve kalıcıdır, bâkîdir. Bâtılın ardında ise, şeytan vardır, şeytânî iktidar vardır ve geçicidir, yok olmaya mahkûmdur. Ancak Allah’ın verdiği söz, Hak’tır ve doğrudur. Allah’ın iktidarı, daha güçlüdür ve kalıcıdır.
“Hayır, biz Hakk’ı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiştir…”[34] Mü’minlere deniliyor ki, “Eğer Hak safında yerinizi alır, Allah’ın istediği gibi kullar olursanız, Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olursanız, Allah Hakk’ı bâtılın üzerine öyle bir vurur ki o köpük ve cüruf mahiyetinde olan bâtıl çok kısa bir zaman içinde yok olup gider.” Çünkü bâtıl ârızîdir, kabuktur, köksüzdür, gelip geçicidir, gücü, kudreti, otoritesi yoktur. Ama Hak hiçbir zaman bâtıla benzemez. Hak bu kâinatın tabiatında, varlığın fıtratında köklü olan bir esastır. Bâtıl gibi ârızî, gelip geçici değildir. İşte bu âlemin yaratılış gerçeği budur.
O halde Hak taraftarları tembelce oturup hiçbir iş yapmadan, hiçbir çaba göstermeden Allah’ın kanununun gerçekleşeceğini beklememelidirler. Çünkü onlar bu durumda Hakk’ı temsil edemedikleri gibi, Hakk’ın taraftarları da sayılamazlar. Bu yüzden Allah’ın vaadetmiş olduğu ilâhî yardımı da hak edemezler. Onlar sadece yerlerinde oturan uyuşuk tembellerdir. Yeryüzünde tâğûtlaşarak ilahlık taslayanların ilâhî hâkimiyeti gasp etmelerini önleyen ve arzda Allah’ın hâkimiyetini yerleştirmek üzere hareket eden bir ümmet ortaya çıkmadıkça Hak gerçekleşmez.[35]
“O, Rasulünü hidâyetle ve Hak din ile -(sırf) Hak dîni bütün dinlere üstün kılmak için- gönderendir, isterse müşrikler hoşlanmasınlar.”[36] hükmü gereğince Rabbimizin Rasûlünü hidâyet ve Hak dinle göndermesinden muradı bu Hak dini diğer bütün yeryüzü dinlerine (ideolojlerine) hâkim, gâlip ve üstün kılmaktır. Ancak Kur’ân bütünlüğündeki başka âyetler dikkate alındığında[37] bu gâlibiyet ve hâkimiyetin sağlanabilmesi için mü’minlerin ilahî yardımı hak eden bir ümmet olarak ortaya çıkmaları ve sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekir.
Nitekim Rabbimiz, Şuarâ Sûresi 227. âyette de, Müslümanlara egemen olan bâtılın zulmünden kurtulabilmek ve zalimlerin bir inkılâpla devrilişine vesîle olmak için mü’minlerin sorumlulukları şu şeklide sıralanmıştır: Fert ve cemaat planında vahye şahidlik yapması istenen mü’minlerin, “iman edip sâlih amel işlemeleri, bütün hayat alanlarında Allah’ı çokça zikredip Allah’ın hükümlerini bütün hayat alanlarına hâkim kılma çabası içinde olmaları ve son olarak da, bâtılın hâkimiyetine ve zalimlere karşı aralarında yardımlaşarak mücadele etmeleri gerektiği” şartı beyan edilmektedir.
“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya yarımlaşarak zalimlere karşı mücadeleyle öçlerini alanlar) başka. (İşte o zaman) Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”[38] İşte bu sonuca ulaşabilmek için, her şartta taviz vermeden istikameti koruyarak tevhîdî mücadele stratejisinde direnmek gerekmektedir. Bunun gereği ise, Nebevî yöntemin yoldaki işaretlerini ciddiyet ve sadakatle takip ederek Hakk’ın bâtıla galebe çalmasına vesîle olacak bir toplumsal dönüşüm ve inşâyı, Kur’ânî bir inkılâbı gerçekleştirmeye yoğunlaşıp bunda ısrar etmektir.
Bu sebeple Müslümanlar, kendilerince icad ettikleri ve şeytanın da cazip gösterdiği bir takım maslahatlar, kazanımlar peşinde bâtıl sistem içi seküler siyasetlere eklemlenip destek verme süreçlerinde oyalanarak kirlenmekten uzak durmalı ve istikâmeti her şartta korumalıdırlar. Israrla insanları vahiyle arındırıp dönüştürmeye, insanlık için model olacak ve yukarıda bahsedilen misyonu ifa edecek olan “İslâm ümmeti”ni inşâ etmeye yönelik tevhîdî dâvet, eğitim ve şahidlik sorumlulukları konusunda yoğunlaşmalıdırlar. Rabbimiz, insanlığa vahyin şahidliğini/örnekliğini yapacak bu model ümmetin, Hakk’ı temsil edip ilâhî yardıma müstahak olacak vasat ümmetin ortaya çıkarılmasına bizleri vesîle kılsın ve bu konudaki sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirmeyi nasip etsin.
Dipnotlar:
[1] Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 322-325
[2] Nisa, 4/119.
[3] M. İ., Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal Tefsir, sh 176.
[4] Necmettin Çepel, Doğa Çevre Ekoloji ve İnsanlığın Ekoloji Sorunları, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 38.
[5] Ruşen Keleş, Can Hamamcı, Çevrebilim, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2002, s.28.
[6] Â’raf, 7/54.
[7] Casiye, 43/18.
[8] Hicr, 15/98,99.
[9] Fetih, 48/29.
[10] Kamer, 54/49
[11] Rahman, 55/5-8.
[12] Mü’minun, 23/71.
[13] Enbiyâ 21/22.
[14] Bakara, 2/257.
[15] En’am, 6/42.
[16] Â’raf, 7/94.
[17] A’raf, 7/130.
[18] A’raf, 7/131-133.
[19] Hicr, 15/39.
[20] Şems, 91/8.
[21] Furkan, 25/43.
[22] Leyl, 92/10.
[23] Nisa, 4/27.
[24] En’am, 6/43.
[25] Zuhruf 43/36-37.
[26] İnşirah, 94/5.
[27] Bakara, 2/205.
[28] Tîn, 95/5.
[29] Furkan, 25/44.
[30] Muhammed 47/7.
[31] Bakara, 2/214.
[32] Âl-i İmran, 3/160.
[33] İsrâ, 17/81.
[34] Enbiya, 21/18.
[35] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân Tefsiri.
[36] Tevbe, 9/33.
[37] Muhammed, 47/7; Âl-i İmran, 3/159 vb.
[38] Şuara, 26/227.