Yeryüzünün, hatta bir bakıma evrenin ve yaratılmışların, yüklendiği emanet ve hilafet misyonu, yaratılışı, diğer yaratılmışlarla ilişkileri ve sorumlulukları bakımından merkezini insan oluşturmaktadır. Hayatın merkezinde insan yer almaktadır. Yeryüzündeki her şey insanın emrine tahsis edilmiş, insanın konumuna ve ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiştir. Yaratıcının planladığı düzende, insana biçilen konum işte böyle önemli ve şerefli bir konumdur.
Bu sebeple, insanın tanımı ve konumu ile ilgili bilgi, çok önemli ve belirleyicidir. Eğer bu bilgide isabet kaydedilememiş ve insan doğru tanımlanıp, yaratıcının öngördüğü doğru konumuna oturtulamamışsa, yani insanın tanımı ve konumunu belirlemede zanna dayalı yanlış bilgilerle bir sapmaya yol açılmışsa, yeryüzündeki hiçbir şey hakkında doğru, sahih ve adil bir sonuca ulaşılamayacaktır. Bu bakımdan, insanın kendini bilmesi, doğru tanımlayıp, doğru konumlandırması temel bir meseledir. İnsan olmanın en temel gereği, “kendini bilme”yi önceleyen “bilme”dir. Kendi konumuna ilişkin doğru bilgiye ulaşıp, bu bilgiyi özümsememiş bir insanın, “kendini bilmesi” mümkün değildir. Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “ İnsan, hayvanla kıyaslandığında varlığının göstergesi ‘tekâmül’ olmayıp ‘bilgilenme’dir. Hayvanla kıyaslandığında onun yaşamındaki farklılığın göstergesi ise ‘uygarlık’ olmayıp ‘kendini bilme’dir.” Kendini bilmeyen Rabb’ini de bilmemektedir. Rabbimiz de Kur’an’da, vermiş olduğu, işitme, görme, akletme, düşünme kabiliyetlerini kullanmayan ve bu sebeple kevni ve vahyi ayetlerini okumak, anlamak ve idrak etmekten uzak duran insanların hayvanlardan bile aşağı konumlara sürüklenecekleri uyarısnı yapmış bulunmaktadır.
Max Scheler bu konudaki durumu şöyle tesbit etmektedir; “ Düşünce tarihinin hiçbir döneminde insan, kendisi için günümüzdeki kadar sorunsal olmamıştır. Birbirlerine ilişkin hiçbir şey bilmeyen bilimsel, felsefi ve tanrıbilimsel insanbilimlerimiz (antropoloji) var. Bu nedenle artık insan hakkında açık ve tutarlı bir bilgimiz yok. İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir.”
İnsan, bilim dünyasında kazandığı hayret verici başarılara rağmen, kendi varlığının, hayatının manasını ve gayesini doğru kavramaktan mahrum bırakılmıştır. Yine Ali Şerati’nin ifadesiyle; bu günün insanı, insanı şekillendirme, eğitme hususunda her zamanın insanından daha çok “güç yetirebilen” ve daha geniş imkanlara sahip olandır. Ancak nasıl bir şekil vereceği, nasıl bir eğitimle, hangi istikamette ve hangi amaç ve hedefler, hangi ilke, ölçü ve değerler çerçevesinde yetiştireceği hususunda her zamanın insanına nazaran daha az şey “bilen”dir. Bu günün insanı istediği gibi yaşam sürmekte, ama nasıl yaşadığını bilmemektedir. Çünkü yaratılış gayesinin ve ne için yaşadığının bilgisine uzak durmakta, niçin yaşadığını bilmemektedir. Alaxis Carrel’in deyişiyle, “insan kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği “gelişme” ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi “gerçekliğini” unutmuştur.” Ve böylece giderek kendisine yabancılaşan bir süreci yaşamıştır. Bu süreç sonucunda daha sonra insanlar hayvan bile kabul edilmeyecek derecede aşağılandıkları noktalara indirildi. Sağır ve kör madde dünyasından bir parça haline dönüştürüldü.
İnsanın tanımı ve konumu hakkındaki en doğru, en isabetli, en sahih bilgi kaynağı, şüphesiz, onu yaratan ve yaratılmışların en şereflisi kılan Allah’ın indirdiği vahiydir. O halde vahyi esas almayan düşünce sistemlerinin insanı doğru tanımlaması, konumunu belirlemede isabet kaydetmesi mümkün değildir. İşte bu temel konudaki sapma sebebiyle, vahyden kopuk düşünce sistemlerinin egemen olduğu dünyada, bozgunculuk (fesad) kaçınılmaz bir sonuç olarak yaygınlaşmıştır. İnsanın tanımı ve konumunu tayinde, böyle büyük bir sapmaya sürüklenen batı medeniyeti, pozitivist seküler paradigmaya dayanarak ürettiği “kapitalizm” ve “komünizm” gibi azgın sistemlerin egemenliğinde, dünyayı kan ve göz yaşına boğmuş, insanlığa büyük ıstıraplar yaşatmıştır. Bozulma o kadar ileri boyutlarda yaşanmıştır ki, vahşi sömürü ve katliamlarını, istismar ettikleri bir takım olumlu kavramlarla da kamufle etmeye çalışmışlardır.
Batı ve ABD emperyalizmi, uzun sömürgecilik sürecinde, sömürü ve talanlarını, dünya halklarının kaynaklarını çalıp ülkelerine götürmelerini ve dünya insanlığını köleleştirerek emeklerini sömürmelerini kamufle etmek amacıyla hep bir şeyleri kullanmışlar, amaçlarının bu insanları kurtarmak, özgürleştirmek olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bu amaçla, kapitalist emperyalizm, ilk sömürgecilik döneminde “misyonerliği” kullanarak insanları “Hıristiyanlaştırmak” suretiyle kurtarma “kutsal” misyonunun kamuflajı altında sömürü amaçlı işgal ve istilalarını gizlemeye ve “meşrulaştırmaya” çalıştı. “Sanayi devrimi” sonrasında başlatılan ikinci saldırı ve istila sürecinde kullanılan emperyalist jargon ise, bu sefer geri ve barbar olarak niteledikleri halkları “uygarlaştırmak”tı. Halbuki asıl yapılan, sömürgeleştirme, köleleştirme, köklü uygarlıkları tarih sahnesinden silme, beşeri ve doğal kaynakları yağmalama, talan etme ve Avrupa dışı kültürleri yok etmekti. En son olarak da, son on- on beş yıldır dünya insanlığı, ABD önderliğindeki “Batı medeniyeti”nin yeni bir “küresel saldırısına”, “işgal ve istila”sına muhatap bulunmaktadır. Bu yeni saldırıyı kamufle edip, meşrulaştırmak üzere öne çıkarılan yeni söylem ise, “insan hakları”, “özgürlük” ve “demokrasi” sloganlarını kullanmaktadır. İnsan haklarını ve özgürlükleri temelden yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan, sömürü, istila ve işgale yönelmiş ve büyük katliam ve soykırımlarla sonuçlanan operasyonların adı utanmadan ve dünya insanlığını aptal yerine koyan bir cüretkarlıkla, “Yüce Özgürlük”, “Yüce Adalet” ya da “demokratikleştirme” olarak ifade edilmektedir. Bu kavramlar asıl ifade etmeleri gereken içerikten soyutlanmış, tam tersine dünyanın efendileri tarafından, bizzat bu kavramların gerçek içeriklerini yok etmek için kullanılan bir silah haline dönüştürülmüşlerdir. Kapitalist emperyalizmin, sömürü amaçlı küresel saldırısını ve uluslar arası hegemonyasını meşrulaştırmanın araçları durumuna getirilmişlerdir.
Rabb’imiz Kur’an’da, dünyada fesad çıkaran zalimlerin özelliklerinden bahsederken, “Kendilerine: ‘ Yeryüzünde fesad çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz yalnızca ıslah edicileriz’ derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler” buyurmaktadır. Dünyada bozgunculuk, zulüm ve sömürüyü egemen kılanların bu gün de aynı konumda olduklarını ibretle görmekteyiz. Tarihte Firavun kendini, bölüp, güçsüzleştirerek zulümle tahakküm ettiği insanların kurtarıcısı olarak takdim ettiği gibi bu gün de çağdaş Firavunlar, yüzsüzce ve utanmazca, zulüm ve sömürü ile ezdikleri insanları, kurtarma, özgürleştirme misyonu ile hareket ettiklerini ilan edebilmektedirler. Paulo Freire’nin tespitiyle, “Egemenler kendilerini, (ezip, sömürerek) insandışılaştırdıkları (insanca yaşamaktan, insan onuru ve haklarından mahrum bıraktıkları) ve böldükleri (güçsüzleştirip, zulümle tahakküm ettikleri) insanların kurtarıcısı olarak sunmaya çalışmaktadırlar.”
A. İslam’a Göre İNSAN
1.İnsanın yaratılış hikmeti
ve yüklendiği misyon:
İslam’a göre insan, Kur’an ayetlerinde açıkça ifade edildiği üzere, “yaratıkların bir çoğundan üstün kılınmış, şan ve şeref sahibi yapılmış” “eşref-i mahlukat” olarak yaratılmış bir güzel varlıktır. Allah, “Doğrusu insanı en güzel bir biçimde (ahsen-i takvim üzere) yarattık….” buyurmaktadır. Akıl, kalp, ruh, duyu organları vb. pek çok görkemli özellikler ve vasıflara sahip olarak yaratılan insan bunun gereği olarak iman edip, salih amel (güzel işler) yapan bir hayatı kurmazsa, o zaman da Rabb’imiz, onu “aşağıların aşağısına çevireceğini” beyan etmektedir.
İşte bu tür muazzam yeteneklerle donatılarak ve eşyanın isimlerinin (bilginin) Rabb’i tarafından öğretilmesiyle diğer yaratıkların üzerine çıkarılıp şereflendirilen insan, “yeryüzünün halifesi kılınmak” suretiyle de gerçekten büyük bir onurla onurlandırılmıştır.
Allah’ın yeryüzünde halife kılarak onurlandırmasının karşılığında insana yüklediği misyon, yeryüzüne Allah’ın hükümlerini egemen kılmak, bireysel ve toplumsal hayatı düzenlerken, dünyada her hangi bir tasarrufta bulunurken, öncelikle ve esas olarak sadece Allah’ın vazetmiş olduğu ölçü, ilke, değer ve normları benimsemek ve uygulamaktır. Dünya ve Allah’ın diğer yaratıkları üzerinde tasarrufta bulunurken, “Hududullah”ın yani Allah’ın koyduğu kuralların dışına çıkmamaktır. Aslında bunun anlamı, sadece Allah’a kul olmak, sadece O’na ibadet etmektir. Nitekim, Allah, “Ben cinleri ve insanları ancak (sadece) bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım” ayetiyle hayatın temel gayesinin sadece Allah’a kulluk olduğunu beyan etmiştir. İnsanın mutluluğu yakalamasının da ancak ve sadece tüm evreni ve tüm insanları, yönetilenleri de yönetenleri de yaratmış ve hükmüne tabi olmaya çağırmış olan Allah’ın tek ve nihai otorite ve hüküm koyucu olarak kabul edilmesi ile mümkün olduğu vurgulanmıştır.
Allah, yeryüzünde halife kılarak sorumluluk yüklediği insana, bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi, dünyadaki tasarruflarında Yaratıcının rızasına uygun davranabilmesi için gerekli bilgi donanımını da lûtfetmiştir. Ona eşyanın isimlerinin bilgisini öğretmiş , bilgiyi elde etme ve anlama potansiyelini, hukuka riayet yani ahlak bilincini fıtratına yerleştirmiş, vahiyle de hukuk, hak, ödev ve sorumlulukların normlarını, hudutlarını, ölçü, ilke ve değerlerini bildirmiştir. İşte temel insan hak ve yükümlülükleri de bu çerçevede vahiyle bildirilmiş ve insanın uyması zorunlu bir şeriat kılınmış bulunmaktadır. Yine Kur’an açıklıyor ki, her insan, Rabbi, yaratıcısı olan Allah ile O’ndan başka ilah tanımayacağına dair bir misak (sözleşme) ve ahid yaparak ve Allah’la ahdinin ölçülerini potansiyel olarak fıtratında taşıyarak tertemiz bir fıtratla günahsız bir şekilde dünyaya doğmaktadır.
Allah, kullarına, bu ahde sadakat göstermeleri, kendisinden başkasına itaat ve ibadet (kulluk) yapmamaları çağrısında bulunarak, kendisinden gayrısına (hevaya ve tağutlara) kulluk yapanların, Allah’ın hükümlerine değil de onların kurallarına isteyerek itaat edenlerin hüsrana uğrayacaklarını, azaba düçar olacaklarını ikaz etmektedir.
2. İmtihan ve sorumluluk:
İnsan bir de emanet yüklenmiştir ki , bununla, dünyada imtihan olmasının bir gereği olarak irade ve tercih özgürlüğüne sahip kılınmıştır. Özgür irade, kavrama yeteneği, kişisel girişim ve sorumluluk yüklenme vasıfları ile donatılmıştır. Yeryüzünün halifesi onuruna sahip kılınmasının doğal gereği ise, bu “irade serbestisi” (tercih özgürlüğü) emanetini, istikamet üzere ve büyük bir sorumlulukla kullanarak, tevhidi ve adaleti ikame etmektir. Aslında emanet sorumluluğu insanı böyle bir davranışa yönlendirmektedir.
Allah (c.c.) insanı yaratırken, onun nefsine “fücûr” (kötülük, Allah’a isyan etme) ve “takva” (iyilik, Allah’tan sakınma, Allah’a itaat etme) eğilimini (kabiliyetini) de ilham ettiğini beyan etmektedir. Böylece, fıtraten temiz olarak yaratılan ve bu temiz fıtratı muhafaza edebilecek, fıtratın yolu olan tevhid, adalet, iyilik yolunda direnmesini sağlayacak tüm imkan ve yeteneklerle donatılan insan, irade serbestisi, tercih özgürlüğü sebebiyle bu imtihan dünyasında, dilerse inkar edip, kötülüğe, fesada ve küfre, dilerse iman edip iyiliğe, adalete, takva yoluna yönelebilecektir.
İmtihan sebebiyle insan, Kur’an’da çeşitli adlarla ifade edilen, (Hak-batıl, Maruf-Münker, Takva-fücur, Nur-Zulumat, Allah’ın Şeriatı-bilmeyenlerin hevası, İslam-cahiliye) , iki yolun başında ve özgür iradesiyle, ikisinden birisini tercih etmek üzere, serbest bırakılmıştır.
Hak ve batılın oluşturduğu bu iki yolun kavşağında insan, hiç şüphesiz, yol bilmez bir başıboşluk içinde de bırakılmamıştır. Yaratıcısı, insana dünyada imtihan olmakta olduğunu, bu iki yoldan hangisinin iyi hangisinin kötü olduğu bilgi ve bilincini, vahy ve yaratılışla vermiştir. İyinin ve kötünün bilgisini ve bunları birbirlerinden ayırdetme kabiliyetini bahşetmiş, üstelik iyi yola gitmesi ve kurtuluşa ermesi, dünya ve ahıret saadetini yakalaması için her türlü tedbiri almış, Peygamber’ler ve kitaplar göndererek kötüye, isyana gidenleri uyarmış, iyiye gidenleri ise teşvik etmiş ve cennetle müjdelemiştir.
“O (Allah) hanginizin güzel ameller yapacağınızı sınamak için hayatı ve ölümü yarattı.” “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikatten huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” “İnsanlar imtihandan geçirilmeden ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”
Tüm bu ayetler ve bunlara benzer daha pek çok ayeti kerime açıkça ortaya koymaktadır ki, insanlar olarak; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”, Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. Sadece Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmış ve yeryüzünde halife misyonuyla onurlandırılmış varlıklar olarak, acaba bu misyonun gereğini yerine getirerek sadece Allah’a kulluk yapmak, sadece Allah’ı ilâh edinmek hususundaki ahdimize sadakat gösterecek miyiz, yoksa başta kendi hevamız olmak üzere Allah’tan gayrısını da ilah edinip, yüklendiğimiz emanete ihanet edecek miyiz? hususunda imtihan olmaktayız.
Bu sebeple dünya hayatımız, Allah’a doğru yürüyüşümüzdür. Tekâmül sürecimizdir. O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz. İşte bu yürüyüşümüz esnasında, tekâmül sürecimizde imtihandan geçmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında, dünya bir nevi bir okul görünümündedir. Bu okul hayatında, insanın tekamülünü, gelişmesini en sağlıklı bir biçimde tamamlayabilmesi, dünya imtihanında başarılı olabilmesi için gerekli olan tüm araç-gereçler ve ona her türlü güvenliği, ihtiyacı olan olumlu ortamı temin eden şartlar, imkanlar Allah tarafından bahşedilmiştir. Tüm insanlara yaratıcı tarafından bahşedilen bu donanımlara insanın temel hakları diyebiliriz. Kur’an, bunları insanın temel sorumlulukları, görevleri ve kulluk vecibeleri olarak zikretmektedir.
En üstün yeteneklerle, akıl ve ruh gibi görkemli nimetlerle ve tekamül sürecini en mükemmel şekilde tamamlaması için gerekli olan temel hak ve özgürlüklerle donatılan ve Peygamberler, kitaplar gönderilmek suretiyle istikameti gösterilen, yapması ve yapmaması gerekenlerin bilgisi verilen insan, hak ve batıldan oluşan iki yol kavşağında dilediğini tercih özgürlüğüne sahip bir şekilde bırakılıyor. Artık, dileyen iman edip, ahdine sadakat gösterip, “halife”lik onuruna müstehak olacak, dileyen de inkar edip, bu onurdan uzaklaşarak “esfelesafiline” (aşağıların aşağısına) sürüklenecektir.
Rabbimizin Kur’an’da açıkça beyan ettiği üzere, ahdine sadakat gösterip Allah’ı tevhid edenler, Allah’tan başkasına kulluk ve iteati reddedenler, dünya hayatlarını sadece Allah’ın hükümlerine göre düzenleyenler (ki Allah, bireysel ve toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi tüm alanlarını düzenleyen nass’lar vazetmiştir) Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olmak onuruna hak kazanıp, meleklerin bile gıpta edecekleri bir konuma yüceleceklerdir.
Özgür iradeleri ile yaratıcılarına başkaldıran, tuğyan edip “tağut” laşan insanlar ise, bireysel ve toplumsal hayatlarından “Allah’ı kovma” teşebbüsüne girişip, kendilerinin veya diğer hemcinslerinin sınırlı ve kirlenmiş akıllarının ürünü kanun, kural ve modellerini esas alarak “hevayı ilah edinecekler” , ve bu sebeple de, hem hilafet misyonuna ve Allah’la ahidlerine ihanet edecekler, hem de bu kötü tercihleri yüzünden Allah’ın “onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvanlardan bile daha aşağıdırlar” hitabına muhatap olacaklardır. Bu ikinci tür insanlar artık fıtratlarını bozarak, tevhid, adalet ve fıtrat yolunu terk ederek kendi hevalarını esas aldıkları için, Allah’a, hemcinslerine ve doğaya karşı sorumluluklarının gereğinden uzaklaşarak, toplumsal hayatı kendi çıkarları ekseninde yaptıkları beşeri kanun ve kurallarla yönetmeye başlarlar ve geniş kitlelere her türlü zulüm ve işkenceyi yapmaktan çekinmezler. Bu sebeple de hayvanlardan bile aşağı bir sapıklığa sürüklenirler.
Hayvanlar yaratıcının takdir ettiği misyona isyan edemezler, yaratıcı arıya bal üretmesini emretmiştir, o bal yapar, inek süt verir ve kendilerine çizilen program dahilinde fonksiyonlarını itirazsız yerine getirirler. Ama insan imtihan sebebiyle kendisine tevdi edilen irade serbestisi emanetini sorumluluk bilinciyle doğru bir şekilde kullanmazsa hayvanların bile yapmadıklarını yapmaya, Rabb’ine isyan ederek, doğaya ve hemcinslerine “hevası”nın arzu ve isteklerine göre tahakküm etmeye, zulüm yapmaya başlar. Hayvan sadece karnını doyurmak için avlanıp, öldürürken, hayvanlardan aşağı konumları tercih eden insan, insanlık tarihi boyunca on milyonlarca hemcinsini yemek için değil, sadece hırsını tatmin etmek , sömürü ve tahakkümünü sürdürmek adına katletmiştir. Yüz milyonlarca hemcinsinin yaşadığı ülkeleri sömürge edinip, emperyalist emelleri uğruna, yaratıcının tüm insanlara lütfettiği en temel haklarını fütursuzca ortadan kaldırabilmiştir.
Aslında, Allah’ın insana verdiği irade serbestisi emaneti bir yandan insana bir özgürlük getirirken, diğer yandan imtihan yükümlülüğü ile birlikte muazzam ve gerçekten ürkütücü bir “sorumluluk” da getirmiş bulunmaktadır. İnsan bu sorumluluğunun gereğini yerine getirip, doğru tercihi yaptığında yani temiz fıtratını bozmadan, aklının ön yargılarla kirlenmesine fırsat vermeden, vahye tabi olmayı ve vahyin en güzel şahidliğini oluşturan Rasulullah’ın (SAV) güzel örnekliğini esas aldığı zaman, yani sadece Allah’a kulluk çizgisini tercih ettiğinde gerçek özgürlüğü yakalamış olacaktır. Yeryüzüne tevhidi ve adaleti ikame etme sorumluluğuna ve hilafet misyonuna uygun davranmış olacak, kendisinin veya hemcinslerinin “hevasının” (Allah’ın hükümlerine mugayir arzu ve isteklerinin) kulu olmaktan kurtularak özgürlüğün zirvesine ulaşacaktır. Çünkü kula kulluktan kurtularak, sadece -bütün evreni ve bütün inanları yaratan- Allah’ın kulu haline gelmekle, kendisine tahakküm edenlerin zulüm, baskı ve dayatmalarından azade olmak gibi bir onurlu konumu elde edecektir.
İslam, şirke bulaşmış hristiyanlık inancının aksine, bütün insanların günahsız ve tertemiz bir şekilde dünyaya geldiklerini sorumluluğun ise ergenlik çağından itibaren başladığını kabul etmektedir. Hristiyanlık ise, her doğan çocuğun günahkâr doğduğuna inandığı için, çocuklar bu doğuştan gelen “ilk günah”tan arındırılmak amacıyla kilise tarafından “vaftiz” edilmektedirler.
Yine İslam inancına göre, bütün insanlar topraktan yaratılmış olan Adem’in çocukları olup bir tarağın dişleri gibi eşittirler . Aynı topraktan yaratılmış aynı anne babanın çocukları olup eşit temel haklara sahip olarak doğarlar. Hiçbir kavim diğerlerine üstün görülmediği gibi, yaratılış itibariyle ve dünya okuluna başlarken hiçbir insan diğerinden üstün kabul edilmemektedir. Dünya imtihanı sürecindeki üstünlük ise sadece “takva” hususundaki üstünlükle irtibatlandırılmıştır.
İslam bundan yaklaşık 1500 yıl önce Habeş’li siyah bir köleyi, İslam ordularının başkomutanlığına getirirken ezilenleri, dışlananları koruma mücadelesi verirken, mustaz’af(zayıf bırakılmış)ların hak ve özgürlüklerini savunurken, dünya bu alanda düşünmeyi bile henüz aklından geçirmiyordu.
İnsanlar arasında çok boyutlu ayırımların yapıldığı, zulüm, haksızlık ve işkencelerin doğal karşılandığı, güçlünün haklı sayıldığı yüzkarası bir ortamda İslam insanlar arasında;
Temel haklardaki eşitliği,
Özgürlüğü,
Adaleti,
İnsan onuruna saygıyı gerçekleştirdi.
İslam’ın getirdiği bu temel hak ve özgürlükleri dünyada beşeri hiçbir sistem ve hiçbir toplum henüz bilmiyor ve tanımıyordu. Bugün dahi hiçbir sistem veya toplum, İslam’ın yaklaşık 1500 yıl önce ortaya koyduğu seviyeye doğru ciddi sayılabilecek bir yakınlaşma gerçekleştirememiştir.
3. İnsanın Allah’a ve hemcinslerine karşı
sorumlulukları:
İnsanı bu kadar mükemmel bir biçimde yaratıp ona “bilgi”yi ve bilgiye ulaşma potansiyelini lutfeden Rabb’imiz, fıtri ve kevni olana ilaveten vahiyle her şeyin hükümünü, ölçüsünü ve hudutlarını da bildirerek tekamül ve kurtuluş yolunu göstermiş, bu yolun güvenliğini sağlayacak normları oluşturup ona ulaştırmıştır. İnsanın yeryüzündeki bu serüveninde, Allah’a, hemcinslerine, eşya ve doğaya karşı sorumlulukları ve bu çerçevede çok boyutlu ilişkileri söz konusudur. İnsan-Allah, insan-insan, insan-toplum, insan-eşya ve insan-doğa ilişkilerini düzenlerken nasıl davranması, neleri yapıp, neleri yapmaması gerektiğinin hükmü ve bilgisi insana vahiyle bildirilmiştir.
“Yaratma da emretme de yalnız Allah’a aittir” . Allah sadece yaratıp, sonra yaratıklarını başıboş bırakmamakta, yaratıklarının hayatlarını planlayıp, programlayan hükümler de vaz etmektedir. İnsanlar ve cinler gibi, imtihan sebebiyle “tercih özgürlüğü”ne sahip kılınmış olanlar dışındaki tüm yaratıklar Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu program çerçevesinde bu “emir”lere itirassız ve harfiyyen riayet ederler. Fıtrat ve evrenin işleyiş yasalarını da ihtiva eden bu alandaki “Allah’ın hakimiyeti” “kozmik hakimiyet” olarak nitelendirilmekte olup, zorunluluk arz eder. İnsanın hayatını düzenlemeye yönelik “emir” ve “hüküm”ler de Allah tarafından belirlenmekle beraber, imtihan sebebiyle insan bunlara uyup uymamakta serbest bırakılmış olup hesabını ahırette verecektir. Yaratma ve emir Allah’a ait olduğu için, bu “emir” ve “hüküm” kavramlarının çerçevesine giren, “hak”ları ve “görev”leri belirleme işi de Allah’a aittir. Emir ve yasakları, hakları ve vazifeleri belirleme işini, bir “ferd”e, “zümre”ye ya da “toplum”a bırakmayıp bizzat yaratıcının üstlenmiş olması aslında “insan hakları”nın ve gerçek “hukuk devleti”nin en büyük ve kesin güvencesini oluşturmaktadır. “Adalet” herkese hakkını vermek demek olup, Allah kullarına adaletle hükmetmeyi emretmektedir. Gerçek bir adaletin tesisi, ancak, adil tek hukuk sisteminin kaynağı olan Allah’ın, “yaratmak ve emretmek” makamında tek ve ortaksız bulunduğuna iman edip, emirlerini tam bir teslimiyetle yerine getirmekle mümkün olabilir.
Bir insanın ahlakı; o insandan sadır olan davranışların bütünüdür. Nefse, öze hangi kavram, değer ve ölçüler ekilirse, ona uygun davranışlar, “ahlak” olarak o insandan sadır olacaktır. Bu, Allah’ın değişmez yasasıdır. İşte Allah, özümüze ilahi, tevhidi kavram, değer ve ölçüleri hakim kılmamızı, özümüzde var olanı bu istikamette değiştirmemizi emretmekte, davranışlarımızı, ahlakımzı belirleyen kuralları, “emirden bir şeriat kılarak” insana sunmaktadır.
“Sonra seni de emirden bir şeriat üzerinde kıldık. O halde ona uy bilmeyenlerin hevalarına uyma.” ayetinde açıkça ifade edildiği gibi, insana da hayatın tüm alanlarını düzenleyen Allah’ın emirlerini ihtiva eden bir şeriat (hukuk sistemi) indirilmiş ve insanın “hak” ve “görev”leri de bu çerçevede yaratıcı tarafından belirlenmiş bulunmaktadır. Bu emirlerin oluşturduğu normları özümseyerek hayata taşımak, insanın imani ve ahlaki sorumluluğudur. Yaratmak Arapça “halk” demek iken, Allah’ın emirlerine uygun davranışlar bütünü yani “ahlak”da aynı kökten gelen “hulk” kelimesi ile ifade edilmektedir. Sonuçta, “halkeden” (yaratan) Allah, insanın ilişkilerinin, davranışlarının normları anlamındaki ahlak(hulk)i değer, ölçü ve kurallarını da belirlemektedir. Yani “halk” da, “hulk”un kurallarını koymak da Allah’a aittir. Allah, insandan kendi serbest iradesiyle Kur’an’la ahlaklanmasını istemekte ve ancak iman ve salih amelle kurtuluşa erebileceğini bildirmektedir. Allah’ın hayatı düzenleyen bu hükümlerine iman edip, onlara uygun yaşaması halinde insanın hayatı, zaten (ister istemez) Allah’ın hükümleri çerçevesindeki bir program dahilinde hayatiyetini sürdüren fıtrat ve evrenle barışık ve uyumlu bir konuma gelecektir. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği iki şeyin yani “vahiy” ve “tevhid” ile “fıtrat”ın arasının kesilmemesi ancak böylece pratize edilmiş, “insan hakları”nın ihlaline yol açan “fesad”ın yayılması da ancak böylece engellenmiş olacaktır. İşte insanın hayatını düzenleyen ve insanın ahlakının sahih kaynağını teşkil eden bu ilahi “emir”ler içinde en önemli yeri, bu gün “insan hakları” diye tanımlanan “temel haklar” ve “hukuk” teşkil etmektedir. Bu emirlerden oluşan Allah’ın şeriatı, insanın kendi dışındaki varlıklarla karşılıklı hak ve sorumluluklarını belirlemektedir.
İslam aleminin bu günkü zilleti, tabii ki Kur’an’dan ve bu temel değerlerden kopmasından, uzaklaşmasından kaynaklanmaktadır. Buna rağmen, İslam alemindeki bütün bu bozulmalara rağmen, vahyin kırıntıları, tarihi ve kültürel İslam’ın özünde nesilden nesile taşınan vahyi temel değerlerin esintileri dahi, bu gün İslam halklarını hâlâ batıya nazaran daha insani ve daha adil, hatta gerçek anlamıyla daha medeni bir konumda tutabilmektedir.
B. Batı Düşüncesinde İNSAN
Özetle belirtecek olursak, Batı düşüncesi, bu çağa kadar bir cahiliyyeden (batıldan) başka bir cahiliyyeye geçip durmuştur. Grek cahiliyesinden Roma cahiliyesine, oradan Ortaçağlarda tahrif edilmiş Hristiyanlığı dayatan kilise dininin cahiliyyesine, oradan Rönesans cahiliyesine, arkasından “aydınlanma (!) çağı” cahiliyesine, onun da peşinden pozitivizm cahiyesine… ve nihayet çağdaş cahiliyeye geçiş yaptı. Batılı insanın serüveni hep kendi ürettiği ilahlarla savaşmakla geçti. Her şeyin ve herkesin yaratıcısı ve mutlak ilmin, bilginin, hukukun, değerlerin, her husustaki adil ölçü ve hudutları belirlemenin kaynağında yer alan mutlak varlık Allah’ı ve O’nun hükümlerini dışlayarak, her tarihsel döneminde kendi uydurduğu ilahların peşine takılan batılı, bilahare büyük bedeller ödeyip, acılar çekerek yakasını bunların ellerinden kurtarmaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman vahye yönelmediği için de hep yeni uydurduğu ilahların tahakkümüne sürüklenmiştir. Bunlardan bir türlü kurtulamamış ve kula kulluktan kurtulma anlamındaki gerçek özgürlüğün tadını da hiçbir devrinde tadamamıştır. İnsanın gerçek konumunu hiçbir zaman keşfedemediği için, insanla irtibatlı hiçbir konuda sağlam, sahih, doğru sonuçlara tam anlamıyla ulaşmayı başaramamış ve hep bir hüsrandan diğerine, bir yanılgıdan diğerine savrulup durmuştur.
Bu sebeple Batı düşüncesi, bütün tarihi boyunca şirkten hiç kurtulamadı. Sürekli Allah’tan başka ilahların peşinden koştu. İnsan hevasını, iradesini ve aklını ilahlaştıran ve Allah’a karşı tuğyanı, isyanı ve şirk koşmayı hiç bir devrinde terk etmeyen, bu sebeple de hep Hak’tan uzak, zulumat’ın (karanlıkların) değişik kulvarları arasında dolaşan bir düşünce olmuştur.
İslam’ın, Adem’(as)ın “topraktan yaratıldığı ve tüm insanlığın da Adem ile Havva’dan türediği” hakikatini ifade etmesine karşılık, Batı düşüncesi, insanın tabiatın yaratığı olduğunu ve maymundan evrildiğini iddia edecek dereceye kadar sapıtmıştır.
Yine İslam’ın, Allah’ın insanı yaratıkların en üstünü kılıp, bütün evreni ve içindekileri emrine tahsis ettiği ve yeryüzünde “halife” kılmakla onurlandırıp kendi hükümlerini yeryüzüne egemen kılması için memur ettiği hakikatine karşılık, batı düşüncesi, hep, İnsan’ın “halifelik” misyonuna isyanını ve Rabb’i ile ahdine sadakatsizliğini temsil etmiştir. Allah’ın yeryüzü halifesi olmasının gereği olarak, insanın dünyadaki her türlü tasarrufunu, sadece Allah’ın hükümlerini nazara alarak yapması yerine, kendi hevasını ilah edinerek, hevasının ürünü kanun, kural, ideoloji, fikir ve ilkelerle dünyayı ifsat etmeyi, bozgunculuk ve kan dökmeyi temsil etmiştir.
“Aydınlanma” döneminde de batı paradigmasının temel unsurunu “hümanizm” oluşturmuştur. “Hümanizm antik Yunan’a özgü mitolojik bir bakış açısına dayanmaktadır; Yer ve gök arasında (tanrılar dünyası ile insanlar dünyası arasında) rekabet, zıtlaşma, hatta bir tür haset ve kin gütme hakimdir. Tanrıların…..bütün çabaları ve hissettikleri şey insan üzerinde zorbalığa dayanan bir otorite kurmaktır. İnsanı esir alarak, onu güçsüz, bilgisiz ve “aşağılık toprak” olarak bırakmak düşüncesi hakimdir. Sürekli olarak, insanın benliğinden haberdar olmasından, bağımsızlığından, özgürlüğünden ve insanın tabiat üzerinde otorite kurmasından korkmaktadırlar. Buna kalkışan her insan da büyük günah işlemiş, tanrılara baş kaldırmış olarak en kötü işkence ve cezalara çarptırılmaktadır. İnsan, her zaman bu esaretten kurtulma, tanrısal güçlere sahip olarak kendi bağımsızlığını elde etme, tabiatta tanrıların yerine geçme, kendi yazgısını onların kahredici pençesinden kurtararak, kendi irade ve seçmesinin pençesine atma peşindedir……Bu sebeple Yunan hümanizmi, tanrıları devre dışı bırakıp, onların hükümranlığını yok sayarak ve insanın gökle olan bağlarını kopararak “insanın kudsiyeti” fikrine ulaşması” çabalarını ifade etmiştir. Antik Yunan’dan günümüz batı düşüncesine kadarki süreçte, hümanizm hep belirleyici role sahip olmuş, batılı insanın, kendi ürettiği “tanrı”larla savaşıp, onlardan “bilgi, bağımsızlık ve özgürlüğünü” kutarma çabası bu sürece damgasını vurmuştur.
Antik Yunan’da Promete adıyla Tanrılarla savaşıp bilgiyi çalmaya çalışan batılı, ortaçağda ilahlaştırdığı Ruhbanın tekelinden bilgiyi ve tahakkümünden yakasını kurtarmak, aklı ve düşünceyi özgür kılmak için de bu sefer kilise ilahlarıyla savaşmak zorunda kalmıştır. Modern dönemde ise, ürettiği seküler ilahların, ilmi, bilgiyi ve hukuku, pozitivizmin son derece dar kalıplarına sıkıştırarak güdükleştirmesinin, insana biçtiği dar elbiseyi mutlakçı bir anlayışla dayatmasının oluşturduğu bunalımları yaşamaktadır. Fıtrata ve vahye aykırı, egemen güçlerin çıkarlarına dayalı kuralların, sömürücü, ezici, öğütücü, şahsiyetsizleştirici, insan onurunu ve insani değerleri yok ederek insandışılaştırıcı cenderesinde kıvranmaktadır. Bakalım ne zaman bu modern cahiliyenin ilahlarına karşı da ciddi bir savaş başlatacak ve bakalım ne zaman bilgiyi karşılıksız bir merhametle lutfeden Allah’a teslim olarak “kulluk” konumuna avdet edip, kendi zanlarıyla ürettiği bu uyduruk ilahlara kölelikten yakasını kurtaracaktır?
İşte yaşadığı bu süreçte Batılı insan, kendisini bilmek, kendisini gerçekleştirmek ve hayatın gayesi istikametinde tekamül ettirmek için gerekli olan mütekamil bir insan hakları ve hukuk anlayışına hiçbir zaman ulaşamamış, vahye yönelmediği sürece de ulaşması mümkün değildir.
1 . Antik Yunan kültüründe insana biçilen konum:
Batı felsefe tarihi boyunca insanı tanıma, anlama ve anlamlandırma çabaları, evreni anlama ve anlamlandırma çabaları ile birlikte hep öncelikli bir konu olmuştur. Ancak vahye kapalılık, bu çabaların, isabetli, sahih ve doğru bilgiye dayalı doğru sonuçlara ulaşmasını hep engellemiştir.
“İnsan” olma, ancak “bilme” ile gerçekleşmektedir. Bunun en üst noktası ise “kendini bilme”dir.İnsan, insan olarak, “kendi konumuna” ilişkin bilgi sahibi olmadıkça ve bunu kendisinde duyumsamadıkça “kendini bilen” biri haline gelemez. Sahih bilgiye dayanarak “kendini bilmeyi” başaramayan, kendini doğru tanımlayamayan insanın, hakikati ve Rabb’ini bilmesi ve doğru tanıması da mümkün olmayacaktır.
Felsefe tarihindeki “kuşgucular” “kendini bilmenin”, kendini gerçekleştirmenin ilk ön şartı olduğunu ileri sürerler. Batı dışı diğer kültürlerde de bazı düşünürlerin, “kendini bilme”nin insanın temel yükümlülüğü olduğunu ileri sürdükleri gibi. Ancak vahiye uzak duran ve bu sebeple sahih bilgi kaynağından kendini soyutlayan kültür alanlarındaki, insanı tanımlamaya yönelik felsefi araştırmalar, üretilen fikirler, konuyu açıklığa kavuşturmak yerine tam bir kargaşaya sürüklemiştir.
Greko-Romen kültürün temsilcilerinden İmparator Marcus Aurelius Antonius’a göre; “ Akıl, insanın gerçek gücü, doğruluğun ve ahlaklılığın (tek) ortak kaynağıdır. Çünkü o, insanın tümüyle kendisine dayanabileceği tek şeydir. Özgür olup, kendi yasasını kendi koyar ve kendine yeterlidir.” Sokrates, Epiktetos ve Marcus Aurelius, “kendini bilmek” için insanın kendine ve aklına güvenip kendisini dinlemesini yeterli buluyorlar, bu konuda daha üst bir otoriteyi dinlemeye yanaşmıyorlardı. İşte bu düşünce sahih bilgiye değil de zan ve hevaya tabi olmanın sonucudur ve Grek putperestliğinin, insanı ilahlaştıran Antik Yunan düşüncesindeki sapmanın temelini oluşturmaktadır. Bu sapmanın tabii sonucu olarak insanın kendini bilmesi ve tanımasına yönelik Grek kültürü içindeki çabalar yanlış sonuçlara ulaşmış ve insanın insana kulluğu, köleliği makul ve “meşru” görülmüştür.
Grek Rasyonalizmi, bir çeşit akla tapınmak, aklı ilahlaştırmak, akla gerçek yapısından oldukça büyük ve yapısıyla bağdaşmayan bir hacim vermek şeklindeydi. Aklı ilahlaştırıp dünya hayatı ile ilgili düzen, model, kanun ve kurallar oluşturma yetkisini akla ve insanın hevasına terk edenler, ister istemez eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye dayalı toplumları oluşturmuşlardır. Yunanlı filozoflar hukukun üstünlüğü ve adalet üzerinde önemle durmalarına rağmen, bu dönemde insanların eşit olduğuna dair bir anlayış henüz gündemde değildir.
Eflatun, “Cumhuriyet” adlı eserinde yönetim hakkını sadece filozoflara veriyor, toplumun diğer fertlerini, askerler, çifçiler, köleler diye üç sınıfa ayırıyordu. “Tanrı sizi değişik şartlarda yaratmıştır. Sizlerden bazılarında yönetme yeteneği vardır ve Tanrı onları altından yaratmıştır. Bazılarınız gümüşten yaratılmıştır, bunlar yöneticilerin yardımcılarıdır. Daha sonra çiftçiler ve sanatkarlar gelir, bunları Tanrı pirinçten ve demirden yaratmıştır” diyordu. Yani daha yaratılıştan itibaren, insanların içinde yer aldıkları farklı sınıfların varlığına ve bunların farklı maddelerden yaratıldığına, kimisinin efendi, yöneten, kimisinin de köle, teba olduğuna inanarak, insanlar arasında büyük ve köklü bir ayırımcılığı öngörüyor ve daha da kötüsü, buna kutsal bir meşruiyet sağlamaya çalışıyordu. Eflatun “adalet” kavramı ile ilgili olarak da şunları yazıyordu; “Adaletin, güçlü olanın çıkarlarını koruyan bir şeyden başka bir şey olmadığını ilan ediyorum. Dünyada her yerde adaletin bir kuralı var ki, o da güçlü olanın çıkarı demektir” Eflatun’un şu sözleri de adaletten ne anladığını daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır: “Adalet, dostlara çıkar sağlama ve düşmanları sürüm sürüm süründürme sanatıdır.”
Eflatun’un talebesi Aristo’da aynı yoldadır. İnsanların eşitliğinden nefret etmekte, adalet konusunda da hocası gibi düşünmektedir. “İnsanların yaratılıştan eşit olmadıklarını, kimisinin köle, kimisinin de efendi olmak için dünyaya geldiklerini” söylemiştir. Ona göre bir kısım insanlar hizmet ve itaat edilmesi gereken efendiler (ilahlar), büyük kısmı da onlara hizmet ve itaat etmesi gereken kul ve köleler olarak yaratılmışlardır.
Bütün evreni ve bütün varlıkları yaratan ve başı boş bırakmayıp onlara emreden, yöneten, hayatlarını düzenleyen hükümler vaz eden tek ve kadir-i mutlak bir ilah inancına uzak duranların, hevalarını ve hemcinslerini ilah edinme zilletine sürükleneceklerini Rabb’imiz Kur’an’da beyan etmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu da, gücü ele geçirenlerin koyacakları heva ve çıkarlarına uygun yasalarla diğerlerini ezip, sömürmeleridir.
Grek putperestliği ve aklı ilahlaştıran rasyonalizmi, Roma İmparatorluğu döneminde egemenliğini sürdürmüş, mevcut ilahlarına yeni ilahlar ekleyerek, insanın insana kulluğunu, zulmü, sömürüyü ve köleliği daha yaygın, daha şedid ve daha kurumsal boyutlara ulaştırmıştır. Yeni ilahların en önemlisi Roma yöneticileriydi. “Sezar”lar insanların hayatına tahakküm eden, onlar hakkında tek yanlı kararlar alabilen ve kesin, itirassız bir şekilde kendilerine itaat ve kulluk edilen ilahlar olarak algılanıyordu.
Grek cahiliyesinin insanın eşitsizliği, bir kısmının ilah bir kısmının da onlara hizmet ve ittaatla yükümlü kul ve köleler oldukları anlayışı üzerine oturttuğu bu sapması ve güçlüyü haklı gören adalet ve hukuk anlayışı, maalesef batı düşüncesi tarihine damgasını vurmuş gibidir. Bugün dahi bu damganın izleri çok çarpıcı bir biçimde, çağdaş batı düşüncesinde gözlenmektedir. İşte bu düşüncelerden ilham alıp Greko-Romen kültür üzerine kendini yapılandıran “batı medeniyeti” (!) kaçınılmaz bir sonuç olarak güçsüzleri ezmeyi, sömürmeyi ve insan haklarını ihlal etmeyi hak sayan bir anlayış ve uygulamadan hiç kurtulamamıştır.
Halbuki İslam, ilk insanın yaratılışından, ilk peygamber Adem (AS) dan beri, bütün insanların aynı maddeden ve eşit olarak yaratılıp, aynı anne babadan türedikleri hakikatini haykırmakta ve her türlü ayrımcılığı reddedip, insanların eşit temel haklara sahip olduklarını vurgulayarak yeryüzünde sadece Allah’ın hükümlerini egemen kılmak suretiyle, kula kulluğa son verecek, mutlak adaleti sağlamaya talip olmaktadır.
2. Batının Hristiyanlık kültüründe insana biçilen konum:
Batı düşüncesi, yukarıda özetlenen Grek cahiliyesinden sonra “dinin egemenliği” dönemine girmiştir. Aslında böyle bir geçişle, cahiliyenin karanlığından “Nur”un aydınlığına çıkması gerekirken, yeni karanlıklara sürüklenmiştir. Bu da, Hıristiyanlığın, tevhid ekseninden saptırılmış, şirke bulaşmış bir kilise dini olarak, aklı tamamen devre dışı bırakacak derecede, dayatılmasından kaynaklanmıştır. Grek cahiliyesindeki, aklın her şeyin tek ve nihai belirleyeni olduğu sapmasına ölçüsüz bir tepki göstererek, “Aklın, doğruluğun ve bilgeliğin yolunu gösteremeyeceği” iddiasıyla, bu sefer aklı tamamen dışlayan başka bir sapmaya sürükleniyorlardı. İnsanın kendi içindeki “Tanrı”ya (akıla) uyması ve saygı göstermesi gerektiğini söyleyen Stoacı ahlak buyruğu artık putperestlik ve sapkınlık olarak algılanıyordu. “ ‘Kendini bil’ buyruğu, Grek filozof ve düşünürlerinin kullandığı içerikle felsefi anlamda ele alındığında, yalnız etkisiz değil aynı zamanda yanıltıcı ve yanlıştır. İnsanın, kendine ve aklına güvenip onları dinlememesi, tam tersine daha yüksek bir otoritenin sesini duymak üzere kendini susturması gerekir” diyorlardı. “Başka bir yol gösterici ve belirleyici güç olmadan, insan kendi başına kaldığında, yaşadığı küçük çevreyi dünyanın merkezi gibi görmeye ve kendi özel yaşamını, tercihlerini, evrenin ve bütün insanların ölçütü yapmaya eğilimlidir.” Bu sebeple, eski Yunan felsefecileri, vahye ve ilahi olana kapalı bir alanda, insanı ve aklı merkez ve tek belirleyici kılarak, kendi zanlarını bütün insanlığın tabi olacağı ölçütler olarak algılamışlardır. Bu durumu eleştirmekte haklı olan Hristiyanlık ise, kaynaktaki tahrifat ve aklın tamamen devre dışı bırakılması neticesinde, bu sefer merkezi ve hüküm koyma makamını gasp eden Ruhbanın hevasına tabi olunmasına yol açarak yeni bir sapmaya savrulmuş, Kilisenin taassup ve cehaletten kaynaklanan, zanna dayalı iddialarını bütün insanlığın evrensel değerleri gibi dayatmıştır.
a- Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini:
Aslında Batıda, insanın onuru ve hakları bilincinin ve bunları koruma duyarlılığının sahici köklerinin, çok zayıf da olsa, Hristiyanlığın tevhidi istikamet ve içeriğini koruduğu o ilk döneme ve oradan gelen, tabiri caizse vahyin kırıntılarına uzandığını söylemek tabii ki yanlış olmayacaktır. Çünkü Hz. İsa (as) da tevhid dininin bir Peygamberi olarak, tıpkı Hz. Muhammed (as) in yaptığı gibi insanları, kendilerini yaratan ve hüküm koyan Allah’a teslim olmaya ve birbirlerinin haklarına riayet etmeye çağırıyordu. Tıpkı Kur’an’ın, insanları “tağut”u redde ve Allah’tan başkasına kulluk etmemeye, özgür şahsiyetler olarak sadece Allah’a kulluğa, itaata çağırdığı gibi , “ Hiçbir uşak iki efendiye kulluk edemez……….Siz hem Tanrıya, hem de mamona ( tağuta, zenginlik ve para ilahına ) kulluk edemezsiniz.” diyerek aynı tevhide ve insanların tahakkümünden, zorbaca dayatmalarından kurtularak, Allah’a kulluğa doğru hicret etmeye yani özgürleşmeye çağırıyordu. “Zina etmeyin, adam öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, yalan yere şahidlik etmeyin, anne babanıza saygı gösterin.” diyordu. İnsanları, “mallarını satıp parasını yoksullara dağıtmaya” çağırıyordu. “Rabb’im beni, yoksulları müjdelemek, tutsakları, köleleri özgür bırakmak, ezilenleri kurtarmak, özgür kılmak için gönderdi.” diye haykırıyordu. Bu dönemde, “mü’minler topluluğu tek yürek halindeydi. Her şeyleri ortaktı, aralarında yoksul olan yoktu. Çünkü mallarını satıp, elçinin buyruğunda, herkese ihtiyacına göre dağıtıyorlardı.” İsa (as) tıpkı Kur’an’da olduğu gibi, Allah’ın “Güçsüz bırakılanları (mustaz’afları) önderler yapmak istediğini beyan ediyor, servetin belli ellerde toplanmasına karşı çıkıyor, zenginlerin mallarından fakirlerin hakkının verilmesini ve adil paylaşımı öne çıkarıyordu. Kur’an’la mutabakat arz eden bu içerik, tevhidin netliğinde muhafaza edilip, pratiğe aktarılabilseydi, hiç şüphesiz çok mükemmel bir insan hakları teori ve uygulaması batıda da gelişebilecekti. Ancak tevhidten uzaklaşıp, kaynakta tahrifat yaparak, hevanın ilahlığı ve siyasi otoritelere kayıtsız şartsız itaat esas olunca, batı insanı, hak, özgürlük ve onurunu kaybettiren bir karanlığa yuvarlandı.
b- Tahrif Edilen Hristiyanlık:
Büyük zulümlere muhatap olarak yürüttüğü mücadele sonunda Roma’nın (Batının) resmi dini olan Hristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği, eksiksiz insan hakları anlayış, ilke ve normlarını ihtiva eden tevhid dinini tahrif edip şirke bulaştırarak, Ruhban’ın son sözü söylediği kilise dini haline dönüştü. Hristiyanlık batıya yerleşirken değişime uğrayarak, artık tevhid dini olma özelliğini yitiriyor ve insanları, Sezar ve kilisenin (iki efendinin) kulu haline getiriyordu. Tevhidi özelliğini kaybederek şirke bulaştırılan Hristiyanlık, menşeinde var olan özgürlükçü, haktan, adaletten ve ezilenden yana kimliğini de kaybediyor, tam tersine Sezarların, güç sahiplerinin, egemen zorbaların emrine giriyordu. Allah’ın kullarını şaşırtıp, oyalıyor, egemen güçlere koşulsuz itaata çağırıyor, onların sömürü ve tahakküme dayalı ayrıcalıklarına kutsallık ve meşruiyet sağlama misyonunu üstleniyordu. Hristiyanlığın hayatı kuşatan “şeriat” (hukuk) içeriği, ileride zuhur edecek sekülerizmin işini kolaylaştıracak şekilde büyük ölçüde boşaltılıyordu. Artık insanların kurtuluş umudu olmaktan çıkarak, Greko-Romen şirk kültürüne eklemleniyordu. Orta doğudan batıya geliş sürecinde yapılan tahrifatlarla aslından uzaklaştırılarak, peygamberini ve rahiplerini ilahlaştıran bu yeni şirk dini, heva ve zannın ürettiği dogmaların egemenliğini sağlamak uğruna, “Engizisyon” zulmünü ve korkuyu egemen kılıyor, bu karanlık çağda on binlerce insan ve bilim adamı yakılarak öldürülüyordu.
Bu dönemde kilise adamları, ruhban sınıfı, kendi hevalarının ürettiği kuralları sanki Allah’ın hükümleri imiş gibi topluma dayatarak, bunlar üzerinde düşünmeyi, şu veya bu şekilde akıl ve düşüncenin devreye sokulmasını ve tartışılmasını dahi yasakladılar. Teslis inancıyla Allah’ı üçe çıkarıp, “Meryem oğul Mesih’in de Allah’ın oğlu bir ilah olarak kainatın işlerinin yönetilmesinde Allah’ın ortağı olduğunu” iddia ettiler. Üstelik insan aklı hacr altına alındı, faaliyetten, düşünmekten yasaklandı. Çünkü insanlar akıllarını kullanır ve düşünürlerse bu büyük sapma ve çelişki ortaya çıkacak, belki de reddedilecekti. İnsan aklının aynı zamanda tek bir şey olan üç ayrı şey düşünmesi mümkün değildi. "İşte aklın tamamen devre dışı kaldığı bu dönemde, batı düşüncesinde, tartışılması yasaklanan büyük sapma ve çelişkiler arasında, olduğu gibi kabul edilen “dogmalar” ortaya çıktı. Akıl, Allah’ın bir ve tek olduğunu, göklerde ve yerde Allah’tan başka ilah olması halinde düzenlerinin bozulacağı hususları üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye yöneldiği yerde….Kilise kalkıyor ve ona: “ilah üç tanedir” diyor. Daha sonra işleri iyice karışık hale getirerek şunları söylüyor: üç birdir, bir de üçtür. Bunun arkasından da terör uygulayarak, bu gibi hususların tartışılmasını yasaklıyor. Akıl, kendi mantığını ve düşünme yollarını kullanarak Allah’ın çocuk sahibi olmaya ihtiyacının bulunmadığına, bütün mahlukatı bizzat kendisinin iradesi ile yarattığına ve hepsinin O’nun kulları olduğuna, dolayısıyla ihtiyacı olmayan bir şeyi edinmekten münezzeh bulunduğuna, her şeyi yaratan ve belli bir ölçü ve düzen içerisinde takdir eden Allah’ın ortaklardan münezzeh olduğuna, çünkü her şeyin melekutunun ve yönteminin elinde bulunduğuna, yönetmede yorgunluk ve zorlukla karşılaşmadığına ve tüm bu sebeplerle herhangi bir ortağa, yardımcıya muhtaç bulunmadığına… iman etmek yolunu seçtiği halde, kilise kalkıp ona şöyle demektedir: “Hayır, Allah’ın bir çocuğu vardır, iradesiyle onu yarattıktan sora evlât edinmiştir. Bu evladı Meryem oğul Mesih (AS) O’nun ortağıdır. Allah’la birlikte bir başka ilahdır” ve bu sapık akideyi akla zorla kabul ettirmeye çalışıyor, tehdit ve terör estiriyor.
İşte “karanlık ortaçağ” diye adlandırılan ve yaklaşık on asır süren bu dönemde batı düşüncesi, aklın tamamen devre dışı bırakıldığı, düşünmenin, konuşmanın ve ilim yapmanın yasaklandığı dar kalıplar içine sıkıştırılmış ve kilitlenip bırakılmıştır.
Rabbi’mizin Tevbe Suresi’nde çok net bir biçimde ifade ettiği gibi, Rahiplerin, papazların, Yahudiler açısından da hahamların, bilginlerin ilah edinilmeleri suretiyle, Grek rasyonalizminde ilahlaştırılan genel aklın ve genel hevanın yanında bu sefer özelde din adamlarının hevasının ilah edinilmesine doğru bir geçiş sağlanmıştır. “Onlar Allah’ı bırakıp da rahiplerini, hahamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Halbuki onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardı…”
Allah’ın adı kullanılarak, rahiplerin, hahamların kendi hevalarından uydurdukları emir ve yasaklar insanlara dayatılmış ve geniş kitlelerce de bu hal kabullenilerek, rahip ve hahamların vazettikleri hükümler sorgulanmadan tabi olunduğu için, din adamlarının ilahlaştırılması ve onların tahakkümü altında teokrasi denilen, Allah’ın diniyle alakasız, Allah’tan ve tevhitten soyutlanmış zalim ve insan (ruhban) iradesini, aklını esas alıp belirleyici kıldığı için de bu anlamda “laik” bir sistem doğmuştur.
c – Katolik kilisesine karşı çıkan reform çabaları:
Papalığın, ortaçağ Avrupa’sında oluşturduğu tahakküm ve uyguladığı istismarcı, baskıcı politikalar her şeye rağmen okuyan, araştıran, düşünen Avrupalıyı sorgulamaya ve yeni arayışlara yöneltiyordu. İşte bu yeni süreçte doğup gelişen “hümanizm” ve “reform” hareketlerinin karşılıklı etkileşim içerisinde birbirlerini tetiklediklerini görüyoruz. İnsanı merkeze alarak onu yüceltmeye, ona saygınlık kazandırmaya çalışan “hümanizm”, Greko-Romen şirk kültürü çizgisinde insanın Tanrı’yla ilişkisini sorgulayıp onu sekülerleştirmeye çalışırken, “reform” hareketi de Roma Kilisesinin dini yorumlama ve uygulamasına itiraz ederek dinde reformun gerekliliğini gündeme getiriyordu. Ancak sonuçta her ikisi de, dini, hayata müdahale ettirmemeyi, vicdanlara hapsetmeyi esas alan sekularizme ortak katkı sunuyorlardı.
Reformcular kilisenin dini yorumlamadaki tekeline karşı çıkarak, (tahrif edilmiş olan) kaynağa (İncil’e) dönmeyi ve herkesin kitabı okuyup anlayabileceği düşüncesini öne çıkarıyorlardı. Roma kilisesinin siyasi tahakkümüne ve “endüljans” (para karşılğı günahların affedilmesi uygulaması) ticareti yapıp çıkar peşinde koşan ayrıcalıklı bir ruhban sınıfının oluşmasına ve bu kesimleri kuşatan yolsuzluğa, kokuşmuşluğa karşı çıkıyorlardı. Genelde bütün reformistler, özelde ise Luther ve John Calvin, bir yandan Kilisenin, dolayısıyla da dinin siyasal otorite karşısındaki konumunu sınırlamaktan, diğer yandan ise siyasal otoriteye kayıtsız şartsız itaatın sağlanmasından yana idiler. Dini vicdanlara hapsedip, seküler siyasal otariteye kayıtsız şartsız itaata, yani ruhbana kulluğa ilaveten laik siyasal otoriteye de kulluğa çağıran bu yeni sapmaya, tahrif edilmiş İncil’den dayanak da buluyor, Yeni Ahit’te yer alan Pavlus’un dünyevi otoriteye itaate yönelik şu ifadelerini esas alıyorlardı;
“Herkes, altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen, Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanırlar.”
Luther’de kilise kurumuna, çoğu haklı, ağır eleştiriler yöneltirken, hukuku, insan haklarını, kötü ve inançsız bile olsalar siyasi egemenliği ele geçirmiş tağutların keyfi tasarruflarına terk etmeyi teklif eden şu sözleri söyleyebiliyordu; “ Dünyevi yetki sahipleri kötü ve inançsız bile olsalar, yetki ve taşıdığı iradeleri yine de güzeldir ve Tanrı’dan gelir……….Ne kadar buyurgan olursa olsun, bir prens prens olarak kalmalıdır; zorunluluk gereği birkaç kişinin kafasını uçursa da…” Bu sözler, hak ve hukuk anlayışını temelden yok eden, insanı hemcinslerinin kulu kölesi olmaya layık gören ve üstelik bu sapkın anlayışa ilahi bir meşruiyet de sağlamak suretiyle vehameti daha da arttıran bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
İlk reformistlerden olan John Wycliffe de şunları söylemektedir; kral yasaya ve adalete uygun olarak yönetmese bile, yine de ona itaat edilmelidir….Kral Tanrı’nın temsilcisi olup, ona karşı çıkmak doğru değildir.
Katolik kilisesine haklı bazı eleştiriler yönelten reformistler, teslis sapmasını ve ruhbanı ilahlaştırmayı bir şekilde sürdürdükleri gibi, siyasi otoriteyi kutsallaştırıp ona kayıtsız şartsız itaatın gerekliliğini vurgulayarak da, insanlığın kaderini bir avuç zorba egemenin monarşist ve mutlakçı yönetimine terk etmekle, insan haklarına en büyük darbeyi indirmişlerdir. Hatta Almanya’daki köylü ve çiftçilerin, egemen, zorba, sömürücü prenslere karşı, Luther’in görüşleriyle de uyuşan dini özgürlükler, bazı ekonomik ve sosyal haklar talebiyle isyan ettiklerinde, Luther’in prenslerin tarafını tutarak, onları köylüleri ölümle cezalandırmaya teşvik eden bir bildiri yayınlayarak şunları söylediğini görüyoruz;
“Köylüler,……..“Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” ve “altında bulunduğunuz idareye itaat edin” diyen, kutsal emirleri dinlememişlerdir. Dolayısiyla, hem kutsal metine hem de idarecilere karşı gelmişlerdir. Bu nedenle, ölümü iki kez hak etmişlerdir.”
Luther gibi reformistlerin, insanın konumunu saptıran, hak ve hukuku yok eden diğer bir düşüncesi de, insanın kurtuluşuna dair görüşlerine dayanmaktadır. Luther, insanı kurtaracak olanın sadece iman olduğunu, kimin iman edeceğinin ise insanın çabalarından bağımsız olarak önceden Tanrı tarafından belirlenmiş olduğunu, kişisel çaba ve salih amel anlamında iyi davranışların insanın kurtuluşu açısından hiçbir fonksiyon ifa edemeyeceğini beyan ederek insan haklarına yeni bir darbe vuruyordu. Çünkü insanın insana ve topluma karşı hak, ödev ve sorumluluklarını ihtiva eden şeriata (hukuka) uymanın kurtuluşa etkisinin olmayacağını ve sadece Mesihe imanın kurtuluş için yeterli olduğunu söylüyordu. Üstelik bu imanın oluşmasında da insanın kişisel çaba ve iradesinin sonucu olan güzel amellerinin kurtuluş açısından hiçbir öneminin olmadığını iddia ediyordu. Böylece insanların güzel ameller yapmasını caydırıcı bu iddia ile hak, hukuk ihlalini teşvik ederek ifsada zemin hazırlıyordu. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesini sağlayan amelleri engelleyecek, salih amellerde yarışmak üzere yaratılan insanı bu hayırlı yarıştan alıkoyacak, her türlü ifsada ve azgınlığa müsait bir anlayışı, hem de Allah’ın dini adına ortaya atarak, insanın tekamülüne menfi katkılarda bulunuyordu. Ayrıca hayatı düzenleyen ilahi hukuku devre dışı bırakıp, din dışı siyasi otoritenin koymuş olduğu beşeri yasalara tabi olmayı esas alarak sekülerizme, hevanın ilahlığına zemin hazırlıyordu. Böylece de insanın insana, hevasına göre hükmetmesini meşru göstererek, insanların hak ve hukuklarını egemen otoritelerin keyfi tasarruflarına terk ediyordu.
3. Rönesansla gelişen sekülerist-Modern
dönem’in insana biçtiği konum, “Aydınlanma”
adı altında ortaya çıkan “yeni karanlık”:
Batılılar, Haçlı Savaşları ve ticaret yolları ile İslam alemindeki görkemli medeniyetle tanıştılar. Ayrıca Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve başka yerlerdeki ilim ve kültür merkezleri ile kurulan barışçı ilişkiler sonucunda, İslam medeniyetinin ilmi birikimlerini aktararak, ayılmaya, uyanmaya başladılar. Batılı aklı, düşünme hürriyetini geri alma özlemiyle yanmaya başladı. Böylece Rönesans cahiliyesine geçiş gündeme geldi. Ortaçağ karanlığının temel özelliği aklı faaliyetten alıkoymak, düşünceyi dumura uğratmaktı. Rönesans ve ondan sonraki dönemlerde ise bu durumun tam zıttı gelişti. Akıl her alana müdahalenin tek vasıtası olarak egemenliğini kurmaya başladı. Aklın önünde hiçbir sınır tanınmıyor, aklı ilahlaştıran bir rasyonalizmle yine bir başka aşırılığa kayılıyordu.
Bu yeniden doğuş, Rönesans dönemi, aslında ortaçağ öncesi rasyonalist Grek cahiliyesine bütün sapıklılarıyla yeniden dönüş ve bu sapıklıklara bir yenisini ekleme anlamı taşıyordu. Bu ise, kilise adı altında, dini olana, ilahi olana top yekûn karşı çıkıp, tam anlamıyla hayattan kovma teşebbüsüdür.
Grek ve Roma cahiliyesi uygulamada tam anlamıyla putperest bir cahiliye idi. Düşünür ve filozoflar yaratılış, kendini bilme ve Allah’ın varlığı konularında düşünceler ürettiler, ancak aklı esas alıp, zan ve kanaatleriyle baş başa kaldıkları için hakikati bulamadılar, dipsiz uçurumlara dalıp gittiler. Bu karanlık ortamda vahy’in ışığından mahrum ve hakikatten, hakikatin ölçülerinden yoksun akıl, hayatın karmaşık sorunlarını mantık ve zanlarla, tahminlerle çözümlemeye kalkışınca, en büyük güçlükle karşılaştı. Meseleye nereden başlamak gerektiği konusu ortaya çıktı. Aklın önünde tanınmış gerçekler bulunmadığı için, gereken delilleri ortaya koyamadı ve ister istemez, konuya bir noktadan başlamak gerektiği için, yapay tezler, ideolojiler ve görüşler ileri sürdü. Böylece akıl; güvenilmez, kıyas ve tahmine dayalı tavır ve tartışma biçimini benimseyerek karşılaştığı güçlüğü kendince çözümlediyse de, insanlığın karşılaştığı sorunların tatmin edici, gerçekçi, sahici çözümlerini üretmekte aczini ortaya koydu. Kirlenmiş aklın sunduğu belirsiz, çelişkili, dengesiz ve karmaşık düşünce ve görüşler bu sorunları daha da içlerinden çıkılmaz hale getirdi. Ve insanlık cehaletin bataklıklarında daha da derinlere doğru sürüklendi. Kur’an-ı Kerim işte aklın bu çaresizliğine şöyle işaret etmektedir;
“Ey Muhammed “Eğer yeryüzünde onların bir çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Çünkü onlar, ancak zanna tabi olurlar. Onlar ancak saptırmaya gayret ederler”
“De ki: Nezdinizde bir ilim var mıdır ki, çıkarıp bize gösteresiniz, siz ancak zanna tabi olursunuz. Ve ancak yalan söylersiniz”
İşte Rönesans cahiliyesi de, aklı sınırsız özgür ve egemen kılma yolunda tam anlamıyla zanna tabi olmayı, vahye ise başkaldırmayı esas aldı. Rönesans ve takip eden dönemlerde artık hür düşünmek, ateist olmak anlamına alınmaya başlandı. Dine bağlanmak, ilahi olanı esas almak ise, kilisenin tahakkümünü, aklın vesayet altına alınmasını kabul etmek anlamına alınıyordu.
Brenton, “Modern Düşüncenin Menşei” adlı kitabında: “ Rasyonalizm kainattan Allah’ı ve tabiat ötesini ortadan kaldırmaya yönelir…” diyordu.
Devran bir daha dönerek Avrupa aklın üstünlüğünden tabiatın üstünlüğüne geçiş yaptı. Bu süreçte ilmin kainatın sırlarını keşfetmesi artınca, artık düşünürler: “başvurulması gereken, dönülmesi gereken, aslolan tabiattır” demeye başladılar. Tabiat akılda oluşan düşünceleri nakşediyordu, o halde bilginin kaynağı vahy değildir diyorlardı. Bilginin kaynağı akıl da olamazdı. Çünkü akıl kendiliğinden bir şeyi inşa edemiyordu. Asıl olan olsa olsa tabiattır. Hissedilen dünyadır.. işte pozitif gerçek budur.” diyorlardı.
Artık batı düşüncesinin fiilen tapınılan tanrısı akıl olmaktan çıkmış, yerine Darwin’in: “Tabiat herşeyi yaratır ve onun yaratma kudretinin sınırı yoktur” dediği tabiat geçmiştir. Ancak bu yeni ilah bundan önceki ilahı da öldürmüyordu. Sadece aklı kendi alanıyla sınırlandırıyor, onu kendi şartları içinde kalmaya zorluyordu. Birinci ilah (akıl), hakiki ilah(Allah)ı “rasyonel olmadığı” gerekçesiyle dışlarken, ikinci ilah (tabiat) da onu his ile idrak edilemediği ve labaratuvarda deney altına alınamadığı için bir kenara itiyordu.
İslam aleminden devşirilen deney metodu, Allah’ın kainattaki “kevni ayetlerini” araştırıp, tefekkür emek, Allah’a bağlılığı pekiştirmek ve dünyayı imar fonksiyonunu yerine getirirken bu araştırmaların sonuçlarından istifade etmek amacının dışında kullanılınca, batılılar için fitne haline gelmiştir. Bu temel amaçtan uzaklaşarak, tabiata hakimiyet sağlamak, güç sahibi olmak, “Antik Yunan”dan gelen alışkanlıkla “tanrılara karşı bağımsızlık kazanmak” gibi sapkın amaçlar için kullanılan bu yöntemle kainatın sırları hakkında yeni bilgiler elde ettikçe, batı insanı kendini yeterli görmeye, müstağnileşmeye başlamıştır. Tabiat hakkındaki bilgi artışı onları Allah’a yaklaştırması gerekirken amaçtaki sapma sebebiyle Allah’tan uzaklaşmalarını arttırmıştır.
Julian Huxley’in “Modern Dünyada İnsan” adlı eserinde dediği gibi: “insan acz ve bilgisizlik dönemlerinde aczi ve bilgisizliği dolayısıyla bundan önceleri Allah’a tapıyordu. Fakat şimdi artık çevresine egemen olmayı öğrendiğinden acz ve cahillik dönemlerinde Allah’ın omuzlarına yüklemiş olduğu şeyleri bizzat kendisinin omuzlamasının zamanı gelmiştir… Ve bu bakımdan kendisi ilah olmuştur.”
Allah’ın Kur’an’da beyan ettiği gibi; “Hayır, muhakkak insan kendini müstağni (kendine yeterli) gördüğü için azar” hükmü gereğince, bir yandan böyle bir aldatıcı yeterlilik sapmasıyla kendisini müstağni gören batılı, Allah’a başkaldırıp ilâhlığını ilan ederken, diğer yandan deney yoluyla ispat edilemeyen şeylerin ya var olmadığına ya da dikkate alınmaması gerektiğine inanıyordu. Rönesans ve sonraki dönemlerin Rasyonalizmi, aklın dışındaki bütün bilgi pencerelerini kapatıp insanın vahy ile tam manasıyla ilişkisini koparırken, aklı dilediği şekilde doludizgin gitmek konusunda serbest bıraktı. Diğer taraftan on dokuzuncu asırdan beri, Avrupa düşüncesine egemen olan deneysel rasyonalizm, deney ve hissedilenin dışında aklın bütün kapılarını kapattı. Çağdaş cahiliye, müstekbir bir tavırla, büyüklenme ile, ya Allah’ın varlığını inkar etti, yahut Allah’ı yeryüzüne bireysel ve toplumsal insan hayatına müdahale edemez bir konumda sadece göklerin Rabbi olarak algıladı. Bir başka ekol de, tabiatın ya da maddenin ezeli, ebedi ve egemenlik sahibi yaratıcı olduğunu ileri sürdü. Teşri yani yasama, insanların hayatlarına çekidüzen verecek kuralları koyma hususunda, daha önceki bütün cahiliye düzenlerinin, Firavunların, Nemrut’ların yolunu izleyerek egemen kimselerin bu hususta tam yetikli olduğunu kabul etti. Yani her halûklarda insan bu hususta nihai otorite kabul edildi. Bu hususta, feodalizm, kapitalizm ve komünizm arasında fark yoktu. Hepsi şu veya bu tür insan grubunu diğer insanların hayatına çeki düzen verecek kanun ve kuralları vazetmede mutlak yetkili görüyorlardı. Yani hepsinde ilah insandı. Halbuki; Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul” adıl kitabında söylediği gibi; “…….bizler çağlar boyu gelmiş geçmiş ilim adamlarının, filozofların, şairlerin, büyük ruhani alimlerin üst üste yığdığı mülahazalardan oluşan büyük bir hazineye sahip bulunmamıza rağmen, kendimizin sadece belirli bir takım yanlarını anlayabilmekteyiz; o kadar. Bizler kesinlikle insanı bir bütün olarak algılayamıyoruz… Bizim her birimiz, ortasında bilinmeyen bir gerçeğin yürüyüp durduğu bir orduyu andıran cisimlerden oluşmuştur. Fakat gerçek şu ki, bizim bu konudaki bilgisizliğimiz katmerlidir. İnsan türü üzerinde inceleme yapanların kendi kendilerine sormuş oldukları soruların büyük çoğunluğu cevapsız kalmaktadır.”
Sınırlı aklı, kısırlığı, yetersizliği ve kendini tanımakta bile içine düştüğü bütün aczine rağmen nasıl olur da insanlardan bazıları, hem cinslerinin bireysel ve toplumsal hayatlarını düzenleyecek kuralları koyma cür’etini gösterebilirler ? Bazı insanların sınırlı ve kirli akıllarının, her halukârda kendi çıkarlarını gözeterek koyacakları kuralların diğer insanlara saadet getirmesi mümkün müdür ?
Nasıl ki, tüm evreni yaratan Allah bu evrenin ve içindekilerin tabi olduğu kevni kanunlarını (tabiat kanunlarını) vazetmiş ve bunlar insana rağmen geçerliyse ve yine insanın doğum ve ölümü, biyolojik yapısı ve organlarının işleyişi, hastalığı, sağlığı vb. yine ister istemez Allah’ın koyduğu kanunlara tabi ise, insanın bireysel ve toplumsal hayatını düzenleyen kurallar da aynı Allah’ın vahy ile gönderdiği nass’lardan alınırsa, ancak o zaman evren ve fıtratla uyum sağlanabilecek barış ve saadet düzeni yakalanabilecektir. Çünkü insanı her yönüyle tam anlamıyla bilen onun yaratıcısı olan Allah’tır ve insanın hayrına olan en güzel hükümleri de ancak O vaz edebilir. İnsanlardan bazıları diğerleri için hüküm koymaya kalktıklarında ise, sınırlı bilgi ve akıl kapasiteleri ve daha çok kendi çıkarlarını esas alan hırsları sebebiyle kanun koyanlar, mutlaka kendilerini, diğerlerini köleleştiren, sömüren, kendi yakınlarını ise kayıran kurallar vazetmekten alıkoyamayacaklardır. Bu güne kadar ki insanlık tarihi bunun şahididir.
İnsanlık için en iyi, en güzel, en isabetli kanun, kural ve modeli ancak hepsini yaratan kadiri mutlak Allah vazedebilir. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan ancak ve sadece Allah’tır. İnsan değildir. “Yaratan hiç bilmez mi? O latiftir (bilgisi her şeyi kuşatandır) her şeyden haberdar olandır” “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve bazen hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” “(Allah) her şeyi bilgisi ile kuşatmıştır.”
Bu sebeple Kur’an’da teşri (yasa yapma, hüküm vazetme) hakkının sadece yüce Allah’ın olduğu ısrarla vurgulanmış, insanın bu hususta kendisini öne çıkarıp, arzu ve isteklerini esas alması halinde hevasını ilah edinerek, şirke sürükleneceği uyarısı getirilmiştir. Tabii ki, Allah’ın nass vaz etmediği alanları yine nasslara ters düşmemek şartıyla, içtihad yoluyla kendilerinin düzenlemesi konusunda mü’minlerin ehil olanlarının oluşturacağı şuraların ikincil derecede kanunlar yapma yetkisi bunun dışındadır.
Bütün bu temel hakikatlara rağmen, 17. Yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar uzanan Avrupa “Aydınlanma”sı (!) sürecinde batıda rasyonalizmin ve deneyciliğin, bilimsel ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak yükselişi ile birlikte gelişen ve yaygınlaşan “secularizm” (dünyevileşme) sapması, insanı kendi hayatında mutlak söz sahibi ve kanun koyucu yapmayı ve ilahi olanı dünyadan kovmayı amaçlıyordu.
Mesela 19. Yüzyılın daha hemen başlarında Fransız düşünürü ve sosyoloğu Auguste Comte “bilimin yükselişi ve dinin çöküşü”nü tasarlamış ve Batı felsefesi ve bilimin gelişimindeki seküler mantık doğrultusunda toplumların ilkellikten modernliğe doğru “evrimleştiğine”, “geliştiğine” inanmıştı. Yine 19. Yüzyılın Alman filozofu, şairi ve ütopisti Friedrich Nietszche, Zerdüşt’ün diliyle Tanrı’nın öldüğü! (hiç olmazsa batı dünyası için) haberini veriyordu. Zaten batılı filozoflar, şairler, romancılar bunu büyük umutlarla uzun zamandır beklemekteydiler ve bunu, Tanrı’nın ve dinin olmadığı, insanın kendi hayatını, nihai otorite olarak kendi koyduğu kanunlarla yönettiği, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmış, kurtarılmış(!) bir dünyaya doğru atılan ilk adım olarak sevinçle karşıladılar.
Sekülerleşme: Hollandalı teolog Corneks van Peursen tarafından, “insanın, aklı ve dili üzerinde önce dinî sonra metafizik denetimden kurtarılması” olarak tanımlanmıştır.” Sekülerleşme, hayatın sadece siyasal ve toplumsal yanlarını değil kaçınılmaz olarak kültürel yönünü de kapsar, çünkü o, “kültürel entegrasyon sembollerinin dini olarak belirlenişinin kaybolmasıdır”. Sekülerizasyonun son ürünü tarihsel göreceliktir. Çünkü onlara göre tarih, bir sekülerleşme sürecidir. Sekülerleşmenin tamamlayıcı unsurları, doğanın dini içerikten kurtarılması, siyasetin kutsalla, ilahi olanla ilişiğinin koparılması, değerlerin kutsanmasına son verilmesidir. Hem dini hem dünya görüşünü içine alan bütün değerler manzumesini, kutsallıktan arındırmak suretiyle, gelip geçici ve izafi bir hale dönüştürmeyi hedeflemektedirler.
Anlaşıldığı üzere, dini ve ilahi olanın bir kenara itilmesi ve dinin insanın bireysel ve toplumsal pratik hayatından uzaklaştırılması batı düşüncesindeki sekülerizmin özünü teşkil etmektedir. Batılının, şirke bulaştırılmış, ruhbanın iradesini, hevasını ilah edinmiş, kilise dinini reddetmesi ve özgürlüğünü talep etmesi son derece haklı bir yönelişti. Ancak bunun arkasından Allah’ın tevhid dinini araştırıp ona tabi olmaları gerekirken, bunu yapmadıkları gibi kilise adı altında tüm ilahi olana başkaldırmayı, toptan dini reddetmeyi esas aldılar.
Ancak, din ile hayatı birbirinden ayırmak, batılının pratiğinde, daha Hıristiyanlığı kabul etmeye başladığında gündeme gelmiştir. Mesihiliği şeriattan (hayata çekidüzen veren hukuk sisteminden) kopuk, soyut bir akide olarak kabul etmişlerdir. Ancak toplumsal hayata sirayet eden bazı dini kırıntı ve kalıntılardan söz edilebilirdi ki, işte sekülerizm de bunları atmış tam olarak hayattan uzaklaştırmıştır.
Kilise dininin cahiliyesine karşı çıkışı haklı olan batılı, Allah’ın hakiki dini İslam’a da haçlı kini ve şartlanması sebebiyle kendini kapatınca, yeniden daha önce içinde bulunduğu greko-romen cahiliyesine doğru irtidat etti. Kilisenin şirk dininden, ruhbanı ilah edinmekten, kaçarken, bu sefer ruhban olmayan insanları ilah edinerek bir başka şirk dinine doğru sürüklendiler. Bu sürüklenişin ünlü mimarlarından Auguste Comte ve Jean Jacques Rousseau, dini savunmak için karşılarında duranlara şöyle sesleniyorlardı: İşte biz insan hayatının zaruri değerlerine kaynaklık edecek dinin dışında başka bir kaynak bulmuş bulunuyoruz. Biz bunu “tabiat”ta ve “insanın nefsinde” bulduk. Bu ise değerleri yeşertmekte ve bunları kökleştirmekte dinden daha üstün bir kaynaktır…” İnsanı ilahlaştırarak “Büyük-Varlık” olarak ilan eden Comte, “İnsanın tek, gerçek ve hakiki ilah olduğu” iddiasıyla, “düşünceye dalışımız bu varlığı tanımak içindir. Duygularımız onu sevmek içindir. Hareketlerimiz ona hizmet etmek içindir.” demiştir. Bunlar, yeni oluşturdukları felsefenin adını da “insanlık dini” olarak koydular ve ilahının insan olduğunu vurguladılar. Onlara göre en mükemmel varlık olan insan, hayatını düzenleyecek kuralları kendisi belirlemeli, Allah bu işe karıştırılmamalıydı. Kutsala karşı savaş açanlar, sonuşta yeni kutsallar üretme çelişkisine düştüler. Kendi ürettikleri dogmaları kutsal ilan ettiler.
Naturalist, hümanist, pozitivizt düşünceler, insan davranışının biçimini tabiattan aldığını, yaratıcının “doğa” olduğunu ileri sürerler ve insanı tarihsel güçler çerçevesinde anlamaya çalışırlar.
İslam ise bu anlayışı reddederek, esasen “doğa”nın insan için yaratıldığını ve ondaki herşeyin de insanın emrine verildiğini beyan eder.(Lokman-20) İnsan “doğa”nın üstündedir, “doğa”ya hükmeder, onun kanunlarına tabi değildir. Vahye dayalı olan fıtri insani değerleri yok edip, insanlık onurunu ayaklar altına alan ve kendisine tabi olan insanı “aşağıların aşağısına” düşürüp, ahlaki ve moral yönden çökerten pozitivizm belası işte böyle oluştu. Üstelik böyle karanlık bir döneme “aydınlanma” adı verilerek gözler boyanmaya çalışıldı.
En büyük musibet ise Darwinizm’le insanın kendi kendisini insanların dünyasından uzaklaştırıp, hayvanların dünyasına katmasıyla ortaya çıktı. Tabiatın yaratığı olarak insanın maymundan türediği ve hayvanlar alemine ait olduğu esas alınınca, artık hiçbir şekilde değerlere de ihtiyaç kalmazdı…Ne dine , ne ahlaka, ne de dinden kaynaklanan geleneklere…. Artık bir kısım Batılı düşünür, insanın, tabiatın tesadüfen ortaya çıkarmış olduğu bir yaratığı, bir hayvan türü olduğuna inanıyor ve bu görüş her vasıta kullanılarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
Hippolyt Taine gibi modern kuramcılara göre insan, “tıpkı ipek böceklerinin kozalarını ya da arıların peteklerini örmeleri gibi, felsefeler ya da şiirler ortaya koyan üstün bir hayvan türü olarak düşünülmeliydi” Modern insan kuramı, insan ve doğası hakkında zihinsel bir kargaşaya saplanmıştı. İnsan doğasına ilişkin olarak, Nietzsche, güç istencinden söz ederken, Freud, dikkatleri cinsel içgüdüye çekiyordu. Marx ise belirleyici en yüksek yeri ekonomik içgüdüye veriyordu.
Antik Yunan’dan bu yana insan bir taraftan ilahlaştırılırken bir yandan da hep hayvanla bir soy bağı kurulmaya çalışılmış, onun için;
-“toplumsal hayvan”,
-“düşünen hayvan”,
-“simgeleştiren hayvan” ,
-“ekonomik hayvan”
gibi ifadeler kullanılagelmiştir. Ve gelinen noktada batılılar insan ve konumu hakkında tam bir kaosa sürüklenmiş bulunmaktadırlar.
Max Scheler bu konudaki durumu şöyle tesbit etmektedir; “ Düşünce tarihinin hiçbir döneminde insan, kendisi için günümüzdeki kadar sorunsal olmamıştır. Birbirlerine ilişkin hiçbir şey bilmeyen bilimsel, felsefi ve tanrıbilimsel insanbilimlerimiz (antropoloji) var. Bu nedenle artık insan hakkında açık ve tutarlı bir bilgimiz yok. İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir.”
İnsan, bilim dünyasında kazandığı hayret verici başarılara rağmen, kendi varlığının, yaşamının manasını ve gayesini doğru kavramaktan mahrum bırakılmıştır. Ali Şerati’nin ifadesiyle; bu günün insanı, insanı şekillendirme, eğitme hususunda her zamanın insanından daha çok “güç yetirebilen” ve daha geniş imkanlara sahip olandır. Ancak nasıl bir şekil vereceği, nasıl bir eğitimle, hangi istikamette ve hangi amaç ve hedefler, hangi ilke, ölçü ve değerler çerçevesinde yetiştireceği hususunda her zamanın insanına nazaran daha az şey “bilen”dir. Bu günün insanı istediği gibi yaşam sürmekte, ama nasıl yaşadığını bilmemektedir. Çünkü yaratılış gayesinin ve ne için yaşadığının bilgisine uzak durmakta, niçin yaşadığını bilmemektedir. Alaxis Carrel’in deyişiyle, “insan kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği “gelişme” ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi “gerçekliğini” unutmuştur.” Ve böylece giderek kendisine yabancılaşan bir süreci yaşamıştır. Bu süreç sonucunda daha sonra insanlar hayvan bile kabul edilmeyecek derecede aşağılandıkları noktalara indirildi. Sağır ve kör madde dünyasından bir parça haline dönüştürüldü.
Batı düşüncesindeki sekülerleşme ve laikleşme serüveni, aklı, insan iradesini, hevasını ilâhlaştırma, deneyle ispat edileni var kabul edip bunun dışında kalanları reddetme, Allah’ı, peygamberlerini, kitaplarını, meleklerini, ahıreti, vb. iman esaslarını reddetme yani pozitivizm ile noktalandı. Bu zeminde gelişen seculerizm, insanların özel hayatları da dahil top yekûn, sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel bütün alanlarda kutsaldan soyutlanarak dünyevileşmeyi ifade ederken, laiklik daha ziyade devletçe tepeden dayatılan ve siyasi hukuki, kamu alanını zorla din dışına çıkarmayı ifade eden bir kavram olarak açıklanabilir.
C. Sonuç ve değerlendirme
İşte batı düşüncesinin, yüzyıllarca süren tarihi boyunca sürekli şirke dayalı bir biçimde gelen ve oradan oraya savrulan çizgisi, insanın tanımı ve konumu hakkında da yukarıdaki bölümlerde izah edildiği üzere, gerçekten bir kargaşa oluşturmuştur.
Allah’ın, insanı kulluk için yaratıp, dünyaya imtihan için gönderdiğini ve kendisine “halifelik” misyonu yüklenerek evrendeki diğer yaratıkları (hayvan ve bitkileri) onun emrine tahsis ettiğini, bunların üzerinde tasarrufta bulunurken ve hemcinsleri ile ilişkilerinde Allah’ın hükümlerine ve adalete riayet etmesi gerektiğini beyan eden vahyi bilgi dışlanarak, “aydınlanma”nın seküler anlayışı içinde, “tanrı, insan ve hayvan” eşit hale getirildiler. Bir yandan insanla hayvan arasında soy bağı kurarak hayvanlaştırdıkları insanı, diğer yandan onun akıl ve iradesini her şeyin tek ve nihai ölçü ve kaynağı haline getirerek ilahlaştırıyorlardı. Hristiyanlık İsa’yı (as) ve ruhbanı ilahlaştırırken, “aydınlanma” insanı ilahlaştırıyordu. Ortaçağ karanlığına nazaran görece bir aydınlanma daha doğrusu grileşme ve büyük bedeller ödenerek elde edilen görece bir özgürleşme, şüphesiz bir olumluluk olarak nitelenebilir. Ancak vahy’den uzak düşünce karanlıktan kurtulmak söz konusu olamıyor, karanlığın kulvarları arasında şerit değiştiriliyordu.
Çağdaş cahiliye olarak ifade edilen pozitivizm zemininde, rasyonalizm ve hümanizm (yani insanı ve aklını ilahlaştıran yaklaşımlar) çerçevesinde laiklik ve demokrasi dünyaya gelmiştir. Demokrasi, kurucularının ve izleyicilerinin ifadeleriyle teorisinde halk iradesinin mutlak hakimiyetidir. Yani halk çoğunluğu ne istiyorsa, o doğru olandır. Bu iradenin üzerinde Allah’ın otoritesi de dahil başka bir otorite kabul edilemez. Pratikte ise hiçbir ülkede halkın çoğunluğunun iradesi mutlak egemen olamamıştır. Daha ziyade sermaye oligarşisinin egemenliği esas olmuştur. Türkiye gibi az gelişmiş taklitçi ülkelerde ise, silahlı ve sivil bürokrasi ile büyük sermayenin oluşturdukları oligarşik bir diktatörlük demokrasi olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.
İslam noktai nazarından ise, halk çoğunluğunun iradesi dahi mutlak egemen olamaz. Mutlak hakim, hüküm koyucu ancak ve sadece Allah’tır. Yönetenler de yönetilenler de aynı Allah’ın hükümlerine uymak zorundadırlar. Toplumun (ümmetin) yetkisi ise yöneticilerini seçme ve azletme ile sınırlıdır. Yani halk ya da ümmet serbest iradesiyle yönetici kadroları seçmek, iktidara getirmek, beceremediği ya da başarısız olduğunda ise azledip, görevden uzaklaştırmak yetkisine sahiptir. Ancak demokrasiden en temel fark ise; yönetilen halkı da onun seçtiği yönetimleri de aynı ilahi hükümlerin bağladığı hususudur. Yönetenler de yönetilenler de Allah’a ve Rasulüne itaat etmekle mükellef olup, Allah ve Rasulü bir mesele hakkında bir hüküm vaz etmişse, aynı meselede, mü’min bir erkek ve kadınının yeni bir tecih yapma hak ve özgürlüğü yoktur. Ümmetin seçtiği ehil insanlardan oluşan şura ancak nass vazedilmemiş alanlarda, yine nassların ışığında ikincil derecede kanunlar yapabilirler.
Laiklik ise, insanı, aklı ve hevayı ilah edinmek, insanın hayatına yön verecek kural ve kanunları yine insanın yapmasını ve Allah’ın dünya hayatına karışmaması gerektiğini esas almak demektir. Bu bakımdan bütün beşeri sistemler mutlaka laik sistemlerdir. Hepsinin ortak paydası laiklik, yani insanı hayatı düzenlemede ilah kabul etmektir. Demokraside (en azından teorisinde) halk çoğunluğu ilahtır. Halk çoğunluğunun ya da temsilcilerinin çoğunluk kararı kesindir, mutlaktır, onun üzerinde ilahi otorite dahil başka bir otoriteye yer yoktur. Demokrasilerde Allah’ın hükümleri geçersizdir. Yani demokrasi, insan iradesini ilah edinmek bakımından, mutlaka laik bir sistemdir. Oligarşi de ise bir grup insanın iradesi mutlak egemendir, yani ilahtır. Bu sebeple bu sistem de laiktir. Monarşide de bir tek insanın iradesi ilahtır. Onun dediği kanundur. Üzerinde başka bir otorite kabul edilmez. Tüm bu sistemlerde, hatta batının geliştirdiği en iyi sistem olan demokrasilerde bile, insanın hak ve yükümlülüklerini, uyması gereken kuralları yine bir başka insanların belirlemesi ve insanı yaratan, başı boş bırakmayıp ne yapıp yapmaması gerektiğinin, hak ve ödevlerinin ne olduğunun hükümlerini de vaz eden Allah’ın hayata müdahalesinin engellenmesi söz konusu olduğundan, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.
Teokraside ise, yine insan olan ruhbanın iradesi, Allah’ın adı da istismar edilerek, mutlak egemen kılınır. Bu bakımdan bu sistem dahi insan iradesini nihai otorite kabul etmek bakımından laikliktir yani ilahi olandan soyutlanmıştır.. Bu sistemde dahi ilahi irade mutlak egemen değildir.
Görüldüğü üzere batı insanı ya kilise adamını, ruhbanı ilah edindi, ya da ona duyulan tepki sonucunda ilahi olanı toptan reddedip, kendi hevasını ilah edinip laikleşti, sekülerleşti.Yalnızca Allah’a kulluğu terk edince de, hemcinslerinin veya kendi hevasının kulu, kölesi konumuna düşerek, özgürlüğünü kaybetti.
İslam’ın doğarken tertemiz bir fıtratla ve günahsız doğan bir insan anlayışına karşı, daha doğarken günahkar doğduğu için, rahipler tarafından vaftiz edilip bu günahtan arındırılmak istenen bir insan anlayışı batı düşüncesinin önemli bir kesiminin inancını oluşturmaktadır.
Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, batı düşüncesinde, insanın konumuna dair tam bir kargaşa söz konusudur. Hayvandan evrilmek suretiyle tabiatın bir yaratığı olarak tekamül eden ve kendi kendine yeterli hale geldiği için, müstağniliğini, Allah’a ihtiyacı kalmadığını ilan ederek ilahlık taslayan, seküler, laik, rasyonalist, hümanist, “insanlık dini” olarak sunulan pozitivizmin kulu, hevasının kulu bir insan anlayışı öne çıkarılmıştır.
İnsanı, ekonomik çıkarları için hareket eden, kedisini motive eden, yönlendiren tek unsurun çok kazanmak, ekonomik çıkar ve haz duygusu olduğuna inandıkları, hayvani bir boyutta ele aldılar ve “insan insanın kurdudur” dediler. Bu sebeple insanın sadece dünyaya ilişkin maddi yönünü gördüler ve onu öne çıkararak sekülerleştiler. Allah’a inanmayan veya tevhidi esas almayan bir dünya görüşünün, insanı daha şerefli bir konumda değerlendirmesi de mümkün değildi.
İnsan ilahlaştırılınca, Allah’ın şeriatı, hükümleri dışlanıp, bunun yerine egemen insanların kanun yapması esas alınınca, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları peşinde koşan güçlü ve egemen insanlar, yasa yaparken, yönetirken, ya da yargılarken, kendi çıkarlarını, hevanın ürünü sapkın değer yargılarını esas aldılar. Ve tabii olarak sonuçta zulüm ve insan hakları ihlalleri, sömürü ve emperyalizm yaygın bir hal aldı.
Zaten melekler de, Kur’an’da yer alan ifadelerinde, Allah’ın yeryüzünün halifesi kıldığı insanın serbest irade sahibi olarak kendisini, vekalet konumunda değil de, asalet pozisyonunda zannederek, yeryüzüne kendi hevası, aklı, iradesi istikametinde kanun ve kurallarla düzen vermeye kalkarsa, fesad çıkarıp, kan dökecek bir yaratık haline geleceği endişelerini dile getirmiyorlar mıydı?
Batı, insanı ilahlaştırmasının doğal bir soncu olarak, insan iradesinin üzerinde, başka bir otorite tanınmadığı için, egemenliğin kayıtsız şartsız insana ait olduğunu iddia etti. Özgürlük iddiası ve mücadelesi, sadece yönetimlere ve diğer insanlara yönelik olarak gündeme getirilmedi. Allah’a karşı da özgürlük iddiası ile hareket edilince fücur, sapma ve fesad (bozgunculuk) kaçınılmaz bir sonuç oldu. Sadece Allah’a kulluktan kaçınan insan hemcinslerine kul oldu. Temel hak ve özgürlüklerini hemcinslerinin insafına terk etmek zorunda kaldı. Hududullahı aşarak münkere yöneldi. Fücur, münker, kötülük, isyan adına ne varsa onları da insan hak ve özgürlüğü saydı. Böylece temiz fıtratını kirleten, bozan, Allah’ın bütün insanları üzerinde yarattığı fıtratın yolundan uzaklaşan insan, fıtratlarına müdahale edilerek ot yerine et yedirilen danalar gibi çıldırdı, azgınlaştı. Yeryüzünde vekaleten Allah’ın hükümlerini egemen kılması gerekirken, asaleten hevasını egemen kılmak suretiyle hilafet misyonuna ihanet etti. İrade serbestisi emanetini kötüye kullanarak tuğyan etti. Yüklendiği emanete, sorumluluklarını reddederek ihanet etti. Allah’dan başka ilah tanımayacağı sözüne ve ahdine sadakatsizlik ederek, hevasını ilah edindi.
Ahseni takvim yaratılışına aykırı davranarak, “esfele safiline”, “aşağıların aşağısı”, “belhum adal”, “hayvanlardan bile aşağı” konumlara düşerek, egoist, çıkarcı oportünist, saldırgan, dünyaperest bir sapkınlığa yöneldi. Yanlış tercihi sonucunda, hayvanlaşan, hatta hayvanlardan bile aşağı seviyeye inen insan, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları için diğer insanları sömürmeyi, ezmeyi haklarını gasbetmeyi kendisi için bir “hak” olarak telakki edebildi. Tüm bu sebeplerle batı düşüncesi, sadece kendi insanını insan sayan ve insan haklarını sadece kendi insanı için isteyen, diğer insanları ise sömürme, ezme ve kendisi gibi inanmaya zorlama “hak”kını kendisinde gören, zalim ve çifte standartçı bir konuma sürüklenmiştir. Batı düşüncesine müntesip olup da, henüz fıtratları tam anlamıyla bozulmamış bazı bireylerde sınırlı bir erdemlilik zaman zaman tezahür etse de, bunun dahi sürekli olmadığı, konjonktüre göre değişebilen ve zaman zaman kaybolan bir haslet olduğu görülmektedir.
Kurtuluş; insanın Rabb’i, yaratıcısı tarafından kendisine biçilen kulluk konumuna dönmekten, kendi ile Rabb’i arasındaki ikincil ilahları kaldırıp, sadece Rabb’ine ibadet, itaat eden konumuyla, kula kulluktan kurtulup özgürleşmesinden geçmektedir.