“Biz her Rasülü ancak Allah’ın izniyle itaat olunmak üzere gönderdik” Nisa/64
Nübüvvet müessesesi Allah’ın insanlık tarihine müdahalesidir. Her Nebi ya bir
çığırın açıcısı ya da kendisinden önce açılmış bir çığırın temsilcisi ve sürdürücüsüdür. İnsanlık seli onların açtığı bu çığırda akar. Tabi bu seyir hep Nebilerin açtığı yatakta gerçekleşmez çoğu zaman akış bozulur, çığır dolar, ilk yatak kaybolur. İnsanlık seli yeni ve yanlış yataklarda akmaya başlar.
Nübüvvet, insanlığın ve hatta evrenin şahid olduğu en özgün eğitim ve öğretim kurumudur. Bilinen bir gerçektir ki bu kurumun tarih boyunca kadrosunu oluşturan binlerce öğretmeninden bir tanesi dahi her zaman eziyet ve zulüm, kimi zaman da ölümle sonuçlanan talim ve terbiyelerine karşılık herhangi bir ücret talep etmemişlerdir. Bu açıdan nübüvvet dünya tarihinin en uzun ömürlü gönüllü kuruluşudur.
Nübüvvet kurumunun müfredat programına “din” diyoruz. Dinin yaşanması ve hayata geçirilmesi bu kurum sayesinde gerçekleşmiştir. İnsanın yaratılış sebebi olan “ubudiyet”in gereği gibi tesisi için Nübüvvet kurumu gerekliydi. O nedenledir ki, Rasül (s) kalabalıklara: “Hac ibadetinin usulünü benden alınız.” “Namazı benim kıldığım gibi kılınız.”diye sesleniyordu. Çünkü Allah-kul ilişkisinin mihverini oluşturan ibadeti akıl değil, vahiy koyar. Aklın koyduğuna ibadet değil ‘adet’ denilir.
Nebiler dünyanın görüp göreceği en dirençli, en sadık ve en kararlı dava adamlarıdır. Her müessesede davasına ihanet eden dava adamları görülmüştür, ancak Nübüvvet müessesesinde bunun örneğine rastlanmaz. Çünkü bu müessesenin görevlilerini Allah belirlemektedir:
“Gerçekten Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu alemler üzerine seçkin kıldı.” (Al-i İmran: 33)
Eğer Allah Teala Rasüllerini kendisi seçmeyip toplumlara seçtirseydi değer yargıları tamamen tahribe uğramış olan toplumlar, içlerinden en layık olanını değil en güçlü olanını seçecekler, dolayısıyla bu seçim de isabetsiz olacaktı. En isabetli seçimi adayın sadece geçmişine değil geleceğine de vakıf olan, sadece dış dünyasını değil iç dünyasını da tanıyan, yalnızca yaptıklarını değil yapmadıklarını, yalnızca söylediklerini değil söylemediklerini de bilen ve duygu, düşünce ve kaderini en net bir şekilde okuyup yönlendirebilen biri yapabilirdi ki, bu da Allah’tan başkası değildi.
Tevhidin aslında, ilk Nebiden son Nebiye kadar hiçbir değişiklik olmamıştır. Böyle olduğundandır ki Kur’an Nebiler arasında ayrımcılık yapmayı şiddetle reddeder. İmanın geçerli olabilmesi için iman esaslarının tümüne inanmak gerekmektedir. Elçilerin arasını ayırmak da küfür olarak nitelendirilmiştir.
“O’nun Rasullerinden hiç birini diğerinden ayırmayız.” (Bakara: 285):
“Onlar ki Allah’ı ve elçilerini inkar ederler, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, ‘kimine inanırız kimini inkar ederiz’ derler.” (Nisa: 150)
Tevhid ilkesinin bir ayağını Allah’a iman, diğer ayağını ise Rasul’e iman oluşturur. Rabbimiz Kitabı Kerimimizin birçok ayetinde bu konuyu dile getirir. Allah’a iman etmek, mü’min olmak için yeterli değildir. Allah ile beraber Rasüle de iman etmek gereklidir.
Rasuller, akli melekeleri üstün, insan nevinden ve Allah tarafından seçilmiş, görevlendirilmiş, şerefli varlıklardır.
Tarih boyunca Rasüllere karşı geliştirilen yanlış değerlendirmeler, indirgemeci ve aşırı yüceltmeci olmak üzere iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisine misal olarak Yahudileri verebiliriz. Onların çoğunluğu Rasullerine gereken değeri vermemiş, onlara iftiralar atmış, sıradan bir insana gösterdikleri sevgiyi, saygıyı onlardan esirgemişlerdir. Nihayet öldürecek kadar ileri gidebilmişlerdir. İkincisine örnek ise Hıristiyanlardır. Onlar ise Yahudilerin tam tersi İsa (A.S.) sevgisinde aşırı gitmişler ve bir zaman sonra onu ilahlaştırmışlardır. Peygamberimiz (S) ise sahabelerini aynı duruma düşmemeleri için basiretle şöyle uyarıyordu:
“ Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana (sadece) Allah’ın kulu ve Rasulü deyiniz.” (Buhari, Enbiya, 48)
Bütün Rasullerin ilk anda göze çarpan ortak özellikleri “insan” oluşlarıdır. Allah insanlara kendi cinslerinden Rasuller göndermiştir.
Melek Rasul anlayışı bir müşrik argümanı olmasına ve Kur’an’da çok yönlü olarak eleştirilmesine rağmen bugün Müslümanların aşırı yüceltmeci mantığının getirisi olarak Rasul (s)’ün insanüstü bir varlık olarak anlaşılması, Kur’an’ın bu insanlar tarafından okunup anlaşılmadığının çok açık bir göstergesidir.
Dini tebliğ etmek için gönderilen Rasullerin birer beşer olmalarını müşrikler bir türlü kabullenmek istememişlerdir. Kur’an konuyu şöyle dile getirir:
“ İnsanlara hidayet (Kur’an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, ‘Allah, bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi? demeleri engel olmuştur. De ki: ‘Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.’ “ (İsra: 94,95)
Ama maalesef her dönemde olduğu gibi günümüzde de kalabalıklar zanna ve ümniyyelere (hurafelere) kulak vererek, bir taraftan Rasulleri ve özellikle Hz. Muhammed (s) İnsan üstüleştirme gayreti ile yarı ilah haline getirmişlerdir. Çevremizdeki birçok insan Nuru Muhammediye, Hakikati Muhammediye, Levlake gibi nazariye ve rivayetlerle sözde Muhammed (s) yüceltip ona ihtiram ve saygı gösterdiklerini zannetmektedirler. Oysaki müşrikler de Rasulullahı aynı çerçevede değerlendirip reddediyorlardı.
Halbuki herkes bilmekte idi ki; O Amine’den olma Abdullah oğlu Muhammed idi. 571’li yıllarda doğmuş, evli ve ticaretle uğraşan arkadaşları idi. Ve o bir insandı. Yani Adem’den önce falan yaratılmamıştı. Hem kainat onun hatırına değil, o dünyanın ve insanlığın ihtiyacına binaen görevlendirilmişti. Yani yaratılmıştı.
Kur’an bizlere onların görevlerini şöyle özetlemektedir. Sahte ilah ve rablik taslayanların, tağutların tanıtılması ve onlardan kaçınılmasını tebliğ etmek. İnsanları yalnız Allaha kulluğa çağırmak. İslamı diğer tüm dinlere üstün kılmak. Müminleri müjdelemek Kafirleri uyarmak. Kendilerine Allahın izniyle itaat olunmak.
Kuran’ın tanıttığı Muhammed (s) ancak kendisine itaat etmekle emr olunan bir Rasuldür. Bizlere düşen Müminler olarak Onun dini yaşamak adına her ne yaptı ise onu onun yaptığı gibi yapmaktır. Elbette bu konuda da mutedil olmak gereklidir. Onun coğrafi konumdan kaynaklanan giyim tarzını, beşer gereği hoşlandığı renk, yemek, elbise, yürüyüş tarzı yani kısacası kılık-kıyafet türü şeyler konusu birer sünnet olarak algılanmamalıdır. Onun sünneti Risalet misyonunu aldıktan sonra şirkle verdiği mücadele yöntemi, uyguladığı metodu, küfre karşı tavizsiz tutumu, Allah’a kulluk gereği namaz kılışı şekli ve içeriği, oruç, hac, cihad, aile ve çocuklarıyla olan ilişkilerin tanzimi, komşuluk ilişkileri, devlet idareciliğinde uyguladığı ölçü, evet sünnet bu. Rasulullah’ı sevmek ve anmak anlamını bilmeksizin ona çokça salavat getirmek gibi yüzeysel bir şekilde değil, getirdiği davayı her şeyimizle desteklemek şeklinde olmalıdır. Onun sünneti, Kur’an’ı hayatına yansıtmak idi. Bizler de onun gibi getirdiği Kur’ani ilkeleri yaşadığımız bölgelere hakim kılma mücadelesi vermeliyiz. Yapacağımız her işi o nasıl yapardı diye sorup cevabını mutmain bir şekilde aldıktan sonra işittik ve itaat ettik demeliyiz.
Rasulullahı doğru tanımalıyız ki itaatimiz de doğru olsun. Onu en doğru ve en güzel tanıtan Kur’an’a gereken ihtimam ve yönelişi göstermeliyiz. Kur’an’da Rasulün çarşı pazar dolaşan her insanın sahip olduğu özellik ve zaaflarla donanımlı bir insan olduğu, çalışıp rızık temin eden, hastalanan, sevinip üzülen, evlenen çoluk çocuk sahibi olan, savaşan, istihbarat yapan , hicret esnasında rehber tutan, hicret ederken birçok zorlukla karşılaşan, hatta ölümle burun buruna gelen, gaybı bilmeyen, ve fakat Allah’tan vahy alan ve bu istikamette Rabbini razı etmeye çalışan, güzel ahlakın yegane temsilcisi, örnek insan olarak görmeli ve rehberliğine teslim olmalıyız.
Ne mutlu onu rehber ve önder bilenlere gönülden teslim olanlara. Yazık onu ilahlaştıranlara, sıradanlaştıranlara…