İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)’ın düzenlediği ve Mehmet Pamak’ın sunduğu “Mısır ve Suriye Özelinde Ortadoğu ve Müslümanların Gelecek Tasavvuru” konulu konferans Ankara Kocatepe Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Mehmet Pamak’ın bu konferansının kapsamlı bir özetinin önemine binaen sitemizde dizi yazı formatında sunulacağı daha önce duyurulmuştu. İşte bu yazı dizisi iki ana bölümü “I – Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar” ve “II – Değişim Sürecinde Müslümanların Gelecek Tasavvurları” başlıkları altında kendi içlerinde alt bölümler halinde ve bir haftalık periyotlarla yayınlanacaktır. Bugün ilk bölümü ilginize sunuyoruz.
I – Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar
Bu bölümde; Türkiye, Mısır ve Suriye özelinde bölgedeki ayaklanmalar, gelişmeler, değişim sürecinde yaşananlar; doğruları, yanlışları, ders çıkarılması gereken yanlarıyla değerlendirildi. Can yakıcı, içimizi acıtan acılı yanları ve ibret almamız gereken içeriğiyle bu değişim sürecinde farklı İslami grupların takındıkları tutumlar üzerinde de duruldu ve tüm bölge Müslümanlarına yönelik çağrılarda, özeleştiri ve önerilerde bulunuldu.
Bir yandan haklı halk ayaklanmalarını destekleyip yanlarında yer alma sorumluluğumuz gündeme getirildi. Diğer yandan da, bu değişim sürecinde bölgede yerli Müslüman halka nazaran daha örgütlü, daha hazırlıklı egemen yerli güç olan; ordu, polis, istihbarat ve yargı bürokrasisi ile küresel güç olan; onları da kontrol altında tutan, bunlara ilaveten de doğrudan kendisine ait bölgedeki üslerindeki askeri gücü, istihbarat elemanları ve hem bölgedeki işbirlikçi sermayeyi, hem de küresel ekonomik güç odaklarını kullanan emperyalist güçlerin, bölgedeki ekonomik çıkarları, İsrail terör devletini güvence altına alma ve bölgedeki İslami uyanışı engelleme konusu başta olmak üzere bir çok sebeple bölgeyi kendi haline bırakmayacakları ve bırakmadıkları gerçeğine dikkat çekilerek, bu durumun ve emperyal proje ve operasyonların farkında ve uyanık olunması, onların projeleri ve kırmızı çizgilerine uygun yönelim ve sistem içi oyalanmalar yerine, özgün İslami çabalarda yoğunlaşılması gerektiğine de dikkat çekildi.
Ayrıca toplumun henüz İslami sisteme müstahak ve hazır hale gelmediği bu tür kaotik ortamlarda ve küresel ve yerel güçlerin/statükonun çok boyutlu kuşatması altında sistem içi hükümetlere talip olmak yerine, yeni gelişen görece özgür ortam kullanılarak İslami toplumsal dönüşüm ve Kur’ani inkılap üzerine yoğunlaşmanın önemi ve Allah’ın yardımını celp edecek tevhidi stratejik yürüyüşte ısrarlı ve istikrarlı olmanın gereği hatırlatılarak içine düşülen istikamet krizlerinde yol gösterici uyarılarda bulunuldu.
Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar (1)
İnsanlığın Serüveni, Hep Hak İle Batıl, İslam İle Cahiliye Arasında İnişli Çıkışlıdır
İnsanlığın dünyadaki imtihanı, ilk insandan itibaren, hak ile batıl, İslam ile cahiliye arasında geçen inişli çıkışlı bir serüveni ortaya koymaktadır. İnsanlık hakkı terk ederek batıla yöneldiği, hak ile batılı karıştırıp cahiliyeyi her ürettiği yozlaşma süreci akabinde, Rabbimiz kullarına doğru yolu göstermek üzere Peygamberler ve vahiy göndererek tarihe ve topluma müdahale etmiştir. İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden kurtarıp adalete ulaştıracak son mesaj ise, miladi 7. yy. da son Peygamber Hz. Muhammed (s) ve Kur’an’la insanlığa gönderilmiştir.
Allah, bu mesajında insanlığa, bireysel ve toplumsal siyasi, ekonomik, hukuki ve ahlaki bütün hayat alanlarını düzenleyen hükümler göndermiş ve hak olan bu hükümlerine teslim olmaya, itaat etmeye, batılla örtmemeye ve karıştırmamaya çağırmıştır. Hayatın herhangi bir alanında kendi hükümlerini değil de, başka hükümleri tercih edenlerin, yani hayatın herhangi bir alanında Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve Allah’a itaati terk edenlerin ise kafir olacaklarını beyan etmiştir. Allah, Kur’an’da, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otoritenin olmadığına, hükmün sadece kendisine ait olduğuna ve sadece kendi hükümlerine itaat edilerek kulluğun, ibadetin ve itaatin de sadece kendisine tahsis edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bunun dışına çıkanların “cahiliye hükmünü” tercih ederek iman dairesinden çıkacakları uyarısını yapmıştır.
İlk Kur’an Nesli Örnekliğinde Neden Galip Gelindi ve Neden İzzete Kavuşuldu?
Son Peygamber Hz. Muhammed (s)’in davetinin muhatabı olan insanlardan Mekke-Medine sürecinde Kur’an’a topluca sarılan ve Resulün örnekliğini, mücadele sünnetini esas alan ilk Kur’an neslinin öncülüğünde İslam ümmeti inşa edildi. Mekke’nin zorlu şartlarında Kur’anın rehberliğinde, resulün şahidliğinde, akıdevi ilkelerinden ve İslami kimliğinden taviz vermeden yetişen bu örnek nesil İslami toplumu, Medine’yi, İslami medeniyeti ve İslami adalet modelini oluşturdu.
Böylece cahiliye toplumu içindeki bir topluluk, özündeki cahiliye değer ve ölçülerini söküp atıp yerine tevhidi olanı yerleştirerek nefsindekini değiştirmeye ve İslam toplumu hüviyeti kazanmaya doğru bir süreç yaşadı. Sonuçta, hem ümmeti inşa edecek Mekke’deki ilk Kur’an toplumu nüvesi, hem de Medine’de İslami adalet yönetimini tesis eden İslam toplumu izzete kavuştular. Çünkü izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı. Allah’ın dininin yardımcıları /hizmetkârları ve Hizbullah olmayı başaranlara, Allah’ın takdiriyle izzet ve onur geliyordu. İşte bu vahyi bilgi ve bilinçle hareket ettikleri, tevhidi istikameti her şartta ısrarla korudukları ve her türlü bedeli ödeme pahasına Allah’ın tarafında yer aldıkları için, üstünlük, galibiyet ve izzeti hak ettiler.
İhlas ve samimiyetle Allah’a teslimiyet ve Hablullah’a topluca sarılarak Allah’ın dininin taraftarları ve yardımcıları olmak tercih edilip, İslam’ın, Kur’an’ın hizmetkarları olununca, vaat edilen ilahi yardıma müstahak olundu. O zaman da, ilahi vaat tecelli etti, Allah’ın yardımı, rahmeti ve bereketi Müslümanların cemaatinin, vasat ümmet olan ilk ümmet nüvesinin üzerine yağdı. Sonuçta da galibiyet, üstünlük ve izzet Müslümanların oldu.
Tarihsel Süreçte, Tevhidi Hat Terk Edilmek Suretiyle, Sömürgeleşmeye Müsait Hale Gelinerek, Zillete Sürüklenildi
Sonraki Süreçte, Neden Mağlup Olundu ve Zillete Sürüklenildi? Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı. Allah’ın inzal edilmiş ipine (hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele sünneti terk edildi. İtaat, ibadet ve kulluk Allah’tan gayrısına da tahsis edilerek, heva ilahlaştırılarak cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyat hak dine katıldı. Hem de İslam adı altında pek çok bid’at ve hurafeyle, hak ile batıl karıştırılarak, Allah’ın ipi iddiasıyla farklı ipler üretildi. Bundan sonra, insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.
Rabbimizin, Allah’ın ipine (Hablullah’a), Kur’an’a topluca sarılma çağrısına uyulmamış, hak-batıl karışımı farklı din anlayışlarına sahip her parça kendi ürettiği iplere tutunma çağrısı yapmaya başlamıştır. Sonuçta da Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak olma hal, nitelik kaybedildi ve Allah’ın yardımı kesilince zulüm ve zillet kaçınılmaz oldu. Bu sebeple, ümmet tevhidi niteliğini, zindeliğini yitirerek, ümmet olma vasfını ve vahdetini de kaybederek parçalanmış, zillete sürüklenmiş, sömürgeleşmeye müsait hale gelmiştir.
Sonra görece uyanış çabaları ve direnişler gündeme geldi. Sömürgeciler bu yeni şartlarda çıkarlarını koruyup sürdürecek yeni bir proje üreterek onu uygulamaya koydular. Bölgeyi sun’i ve yerli halklar arasında sürekli sorun çıkarma potansiyeli taşıyan sınırlarla bölüp, ulus devletler kurdular, yetiştirdikleri işbirlikçilerine despot rejimler kurdurup onları destekleyerek doğrudan sömürge yerine dolaylı sömürgeciliği ikame ettiler. Büyük ve yaygın zulümler, sömürüler, işkenceler altında uzun dönemler geçirilmiştir. Türkiye’de ise başından itibaren dolaylı sömürgecilik yöntemi uygulandı. Filistin İşgali ise sürekli kılındı. İşgal topraklarında BM kararıyla kurdurdukları Siyonist terör devletini sürekli desteklediler, ümmetin bu yarasını sürekli kanattılar.
Yeniden Tevhidi Uyanış Süreci, İslam’ın Tehdit ve Düşman İlan Edilmesiyle Kesilmeye Çalışıldı
Ancak bölgede tevhidi uyanış süreci (taban bulma anlamında) 20. yüz yılın ortalarından itibaren başlamış, son çeyreğinden itibaren de seküler dünyaca tehdit olarak algılanacak derecede ivme kazanmış, yaygınlaşmıştır.
Bu sırada soğuk savaş, kapitalist bloğu temsil eden Amerika ve AB ülkelerinin lehine komünizmin dünya siyasi sahnesinden çekilmesi ve SSCB’nin dağılması ile sonuçlandı. Hatta Amerikan politika yapımcıları –ki onlardan birisi F. Fukuyama’dır- artık kıyamete kadar gezegenin kapitalist uygarlık ekseninde şekilleneceği ve ömrünü böylece tamamlayacağı, kapitalizmin dışında insanlığın yaşamına hiçbir uygarlığın müdahil olamayacağı anlamına gelen “Tarihin Sonu Liberalizmin Zaferi” tezlerini gündemleştirmeye başladılar. Halbuki çöken yalnız komünizm değil, kapitalizmi de üreten topyekun modern seküler Batı paradigması idi. Buna rağmen bu gerçeklik örtülmeye ve kapitalizm, yeni şartlara göre kendisini yeniden üretip, zafer kazanmış olduğu propagandasıyla dünya insanlığına dayatılmaya kalkışıldı. Ancak kendisini yeniden üretip, ayakta kalabilmesi için yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bundan sonra İslam, Komünizmin de yıkılışıyla şımarıp zaferini ilan eden küresel kapitalizmin hedefi haline getirildi ve emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun da yeni düşman algılamasında, yeni tehdit ve düşman olarak ilan edildi. Komünist bloka karşı konumlandığındaki NATO’nun düşman rengi de olan “kırmızı” da, İslam’ı ve Müslümanları temsil etmek üzere “yeşil” döndürüldü.
Soğuk savaşın bitiminin hemen ardından 1994 yılında NATO’nun en üst düzeyli komutanı olan John Galvin şunu söylemektedir: “Soğuk savaşı kazandık. İşte şimdi 70 yıllık oyalayıcı mücadelenin ardından 1400 yıl boyunca var olan gerçek mücadele eksenine geri dönüyoruz. Bu mücadele İslam’la hesaplaşma mücadelesidir.” İşte Müslüman halkların, parçalanmış olarak dağıldıkları ulus devlerde, tahakkümü altında yaşadıkları egemen Batıcı zulüm sistemlerinde yaşadıkları zillet sebebiyle, emperyalist amaç bu kadar açık ve cüretkarca ifade edilebilmiştir.
Emperyalistlerin bölgeye hakim kılıp destekledikleri despot yönetimlere ve zulümlerine rağmen, İslami uyanış süreci devam ediyordu. Artık despot yönetimleri ayakta tutmak batının çıkarlarını da tehlikeye sokuyordu. Patlamaya hazır hale gelmiş mazlum halkların öfke birikimi kendiliğinden patladığında kontrolü ve yönlendirilmesi mümkün olmayabilir endişelerine yol açıyordu. Komünist blokun çöküşü ve İslam’ın NATO’nun düşmanı ilan edilmesi üzerine yeniden işgaller dönemi geldi.
İslam’a ve Müslümanlara karşı bu kamuoyu oluşturma çabalarının ardından 11 Eylül olayları geldi ve Amerika bu senaryo ile bir taraftan Orta Asya’yı kontrol edebileceği Afganistan’ı diğer taraftan Ortadoğu’yu kontrol edebileceği Irak’ı, yani stratejik açıdan son derece kıymetli bu iki ülkeyi işgal etti.
İslam Coğrafyasını İşgal ve Dönüştürme Projeleri Ardı Ardına Devreye Sokuldu
Bölgede, on yıllardır Batı tarafından desteklenen despot yönetimler, monarşiler, diktatörlükler, Batıcı sert politikalarla halkın haklarını, özgürlüklerini yok edip acımasız zulüm politikaları uyguluyorlar. Ancak emperyalist güçler, destek verdikleri bu despot yönetimlerin, haklarını, özgürlüklerini ve kaynaklarını çalarak köleleştirdikleri kitlelere ve Müslümanlara yaptıkları çok boyutlu zulümler sonucunda, bölge halklarının Batı düşmanı ve daha bilinçli bir İslami eğilim içine girdiklerini gördüler. Yaklaşık yüz yıl önce kurdukları bu sistemler ve onların despot yönetimleri, artık batı çıkarlarına zarar vermeye başlamıştı.
Küresel kapitalist sistemin, komünizm karşısında zaferini İslam’a karşı da düşmanlığını ilan etmensi müteakip aceleyle İslam coğrafyasına yönelik yeni işgal ve istilalar, sopa ve havuç politikalarıyla dönüştürme projeleri ardı ardına gelmeye başladı.Bu süreçte milyonlarca insan katledilmiş, on binlercesi işkenceden geçirilmiş, on binlercesi zindanlara tıkılmış, mülteci konumuna zorlanmış, açlık, sefalet kaderleri haline getirilmiştir. Çekilen acılar, ödenen bedeller, adaletsizlik, sömürü ve aşağılamalar sonucunda, bölge halklarında öfke birikimi ve değişim arzusu zirve yapmış, patlamaya hazır toplumsal yapılar oluşmuştur. Bölgenin despot yönetimlerini yıllardır destekleyen emperyalist demokrasiler, artık bu gidişin ve mevcut yönetimlerin bölgedeki çıkarlarına zarar verdiğini ve kendi kontrolleri dışında bir patlamayla meydana gelecek değişimlerin aleyhlerine olacağını fark etmişlerdir.
Bilindiği üzere, Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan vb. ülkelerde, ABD ve Batı eksenli STK’ları, Soros vakıflarıyla finanse edip meydanlara dökerek gerçekleştirilen “renkli devrim”lerle Batı yanlısı demokratik yönetimler oluşturulmaya çalışılmıştı. İslami duyarlılığı hiç olmayan ya da çok az olan eski Demirperde ülkelerinde STK’ları kullanarak ve halkı sokağa dökerek, “demokratikleşme” adı altında Amerikancı yönetimleri iş başına getirenler, Ortadoğu ülkelerindeki halkları, önce silahla bastırmaya, sindirmeye kalkıştılar. Çünkü buralarda da aynı yöntemi denerlerse, İslami duyarlılığı yüksek olan bu bölge halklarının, İslami yönetimler kurarak Amerikan ve Batı projelerini akamete uğratabileceğinden korktular. Halbuki Ortadoğu’da emperyalizmin işbirlikçisi Batı yanlısı despot yönetimler de, yolsuzluk, yoksulluk ve baskıların bunalttığı halklarda büyük tepkilere yol açmış ve ABD ve Batı karşıtlığının zirveye tırmanmasına yol açarak, artık tükenmiş, çürümüş ve batı çıkarlarına da zarar vermeye başlamışlardı. Dolayısıyla Batı zaviyesinden bakıldığında buralarda da, yine ABD ve Batı yanlısı demokratikleşmelere gidilerek, bölgedeki Batı hegemonyasının ömrünü uzatmaya dair tedbirleri almak zarureti doğmuştu. Aksi takdirde, halkın doğal isyanıyla yıkılacak bu despot rejimlerin yerine, Batı çıkarlarının sonunu getirecek İslami sistemlerin ortaya çıkma “riski”nden korkuluyordu.
Bu gerekçelerle buralardaki değişimi farklı yöntemle gerçekleştirmek istediler. Bu sebeple, 20. yy sonu ve 21. yy başında yeniden işgal için bölgemize geldiler. Ve önce sopa politikasıyla bölge halklarını sindirip ezerek, arkasından da BOP projesiyle, kontrol altında laik demokratik batı yanlısı bir değişime zorlamak, yönlendirmek istediler. TC’yi de model olarak sundular. Olmadı, model de tutmadı. Çünkü o zaman İslam düşmanlığı yapan radikal Kemalist laikliği esas alan Türk ulus devletinin, İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşı aktif durumdaydı. Bütün komşular düşman konumundaydı. Yüzünü Batıya, arkasını bölgeye dönmüş, kendi halkı ve bölge ile ilişkilerini düşmanlık statüsüne oturtmuş bir model, bölgeyi dönüştürecek bir model olamazdı. Buna benzer sebeplerle başarılı olamadı.
İşgal de başarılı olamadı, işgalle ele geçirme, sindirme ve dönüştürme projesi de, direnişle akamete uğrayıp, üstelik emperyalist ülkeler giderek artan büyük bütçe açıklarıyla tam bir ekonomik yıkıma da duçar olunca, bölgeyi terk etmek, önce Irak’tan çekilmeyi, bilahare Afganistan’dan çekilmeyi gündemlerine almak zorunda kaldılar.Bölgede oluşan bu boşluk, NATO’nun içinde önemli işlevler gören Türkiye ile doldurulmak istendi. Böylece, NATO’nun da bölgede daha işlevsel hale gelmesi ve meşruiyet kazanması temin edilmek isteniyordu.
Bölgeyi dönüştürerek Batı çizgisinde tutmanın, Batının bölgedeki temsilcisi Siyonist devleti güvenceye ve enerji kaynaklarını kontrol altına almanın yolunu aramaya ve bu amacı temine matuf yeni projeler üretmeye yöneldiler. Ancak silahlı müdahalenin başarılı olamaması, direnişin giderek tırmanması gibi sebeplerle, Ortadoğu halklarını da Amerikancı düzenlere ikna etmek, bunun için Müslüman halkları ve İslam anlayışlarını sekülerleştirmek ve emperyalizmin amaçlarına göre reforme etmek üzere, havuç politikası olan dönüştürme projelerine hız verdiler.
Bush,Hantington’un “medeniyetler arası savaş” projesini öne çıkarırken, Obama daha çok, “dinler arası diyalog”, “medeniyetler arası uzlaşma” ve Kisinger’in önerdiği “medeniyet içi çatışma”, “ılımlı-radikal” ayrımında “ılımlı” kanadı destekleyip, “model ortak” statüsü vererek, “dine karşı din” projesini/stratejisini uygulamaya koydu.
Yukarıda ifade ettiğim üzere, ABD öncülüğünde Afganistan ve Irak işgaliyle başlatılan süreçte BOP denenmişti ve Türkiye, işgal ve katliam sopası ile terbiye edilen Müslüman halklara, laik-demokratik-batıcı “model” olarak sunulmuştu. TC Başbakanı, BOP’un ve “Medeniyetler arası ittifak” projelerinin eş başkanı olarak öne çıkarılmıştı. Ama bu “model” tutmadı. Çünkü, sadece kendini İslam’a nispet edenlerin, askeri vesayet altındaki göstermelik yönetimi model olmak için yeterli değildi. Çünkü Türkiye, bürokratik diktatörlük, askeri vesayet altındaki İslam düşmanı radikal laik çizgisini koruyordu. İslam’ı düşman sayan, kamu alanında, okullarında İslami kimlik ve tesettürle savaşılan, kendi ülkesindeki, bölgenin önemli bir halkı olan Kürtlere yönelik, inkâr, asimilasyon ve zulme dayalı politikalarıyla, kirli bir savaşı ısrarla sürdüren ve sınır komşusu ülkelerle düşmanlık içindeki bir Türkiye’nin bölgeye “model” olması mümkün değildi. İçeride askeri vesayet sisteminde, İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşan radikal laik ve radikal ulusalcı/ırkçı Türkiye, bölgedeki halklardan (Arap ve Kürt) parçaları bünyesinde bulundurduğu halde, komşu ülkelerde akrabaları yaşayan bu halkların Kürt, Arap ve İslami kimliklerini asimile etmeye, onları zorla Türkleştirmeye, laikleştirmeye çalışırken, aynı sorunlardan kaynaklanan düşmanlık ve bölünme paranoyasıyla komşularına karşı düşmanca politikalar güderken, bölge halklarını etkileyip dönüştürecek demokratik bir “model” olması mümkün değildi. Bu sebeple, Obama döneminden itibaren, öncelikle bu konularda Türkiye’de bir siyasal değişimin yaşanmasının önü açıldı, sistemin AB ölçüleri içinde ve Batı çizgisinde güncelleştirilmesi hedefli demokratikleşme (Neoconlar ve Yahudi lobisi hariç) ABD ve AB tarafından desteklendi.
Bu sebeple, Radikal Kemalist, İslam düşmanı laiklik uygulamasının, bireysel ibadetler alanındaki özgürleşmeye rıza gösteren, İslami duyarlılığı olan halkın sisteme muhalefet etmesine yol açan birikmiş kimi hak ve özgürlük taleplerini karşılayan Batı standardındaki “ılımlı laiklik”e dönüştürülmesi, Kürt halkına yapılan zulümlerin durdurulması, gasp edilmiş haklarının kısmen de olsa iadesi ve kirli savaşın sona erdirilmesi, böylece ülke içinde görece bir özgürleşmenin sağlanması, diğer yandan da komşu tüm ülkelerle barışın temin edilmesi hedeflenmiş bulunuyordu. Tabii ki, bütün bunların karşılığında, dış ve iç laik kesimleri, batı ve batıcıları rahatlatmak için de, AKP-Gülen koalisyonunun öncülüğünü yaptığı kendini İslam’a nispet eden kesimin de, bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal ve hukuki alanda seküler/laik, muhafazakâr-demokrat, hak ve özgürlükler alanında liberal, ekonomi alanında kapitalist olan “ılımlı İslam” anlayışına razı edilmesi hedefleniyor ve bütün bunlar büyük ölçüde de başarılmış bulunuyor.
Sonuçta bir yandan ekonomik, sosyal, hukuki, siyasal alanlardaki iddialarından vazgeçip küresel emperyalist kapitalist sisteme ve tüketim kültürüne eklemlenmiş “Ilımlı İslam” algısını benimsemiş ve yeni düzenin müdafiliğini yapacak bir Müslüman kesim oluşturulurken, diğer yandan İslam’ı da bu istikamette yorumlayarak Protestanlaştırmak arzu edilmektedir. Böylece bir süreden beri, “ılımlı laiklik”le, “ılımlı İslam”ın bütünleştirildiği bu noktada, kendi içindeki halklar görece özgürleştirilerek, yöneticilerinin İslami bireysel yaşantılarıyla da Müslümanlara güven verilerek, bölge ülkeleriyle geliştirilen barış ataklarıyla da komşular rahatlatılarak, İsrail terörüne karşı söylem bazında da olsa sert çıkışlar yaparak bölgede kahramanlaşan bir liderin öncülüğünde, Türkiye’nin bölge halkları için “model” olarak sunulması süreci yaşanıyordu.
Emperyalist Güçlerin Bölgemizi Kendi Haline Bırakmamalarının ve Asla Bırakmayacaklarının Sebepleri
Bush ve Neo-con’lar ve bir süre kullandıkları sopa politikasıyla gerçekleştirmek istedikleri zora dayalı değişim projesi BOP tutmayınca, başarılı olamayınca, yandaş despot yönetimlerin miadının dolduğunu, çürüme, yozlaşma ve zulüm karşısında bölge halklarındaki patlamaya hazır öfke birikimini de tespit ettikleri için çare arayışına girdikleri bu süreçte; aşağıdaki üç sebeple, kontrol edemeyecekleri bir ayaklanma meydana gelmeden, patlamak üzere olan bölge sosyal barajındaki birikimin, drenaj kanalları açılarak rahatlatılması, batıya zararsız bir değişime doğru yandaş görece demokratik yönetimlerce yönlendirilmesi isteniyordu.
1 – Birincisi, bölgedeki ekonomik çıkarlarının korunması ve bu bağlamda petrol, doğalgaz vb enerji yataklarının ve nakil yollarının denetim altında tutulması:Emperyalistlerin yaklaşık bir asırdır bölgedeki politikaları, güçsüz ülkelerin kaynaklarını çalmak ya da ucuza kapatmak ve bunlarla ürettikleri mamül mallarını aynı ülkelere pahalıya satarak iki kez sömürmek, böylece lükse ve israfa dayalı azgın hayatlarını finanse etmek. Bu bağlamda yeni silahlarını denemek ve reklam edip satmak, mevcut silah stoklarını tüketip, faturasını bombaladıkları ülkelere yüklemek, enerji kaynak, yatak ve nakil yollarını kontrolleri ve denetimleri altına almak, başka ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmek, ürettikleri malları satacak pazarlar elde etmek.
2 – İkinci olarak, Batılı emperyalistlerin bölgeye yerleştirip ileri karakol ve çıban başı, bir fitne unsuru olarak destekleyip kullandıkları İsrail terör devletinin güvence altına alınması. (Batı ülkelerinde Siyonist Yahudi lobilerinin önemli etkisi vardır, ki bu lobiler aynı zamanda petrol ve silah şirketlerinin de ortaklarıdır, ayrıca emperyalist sermaye de büyük çapta bunların kontrolünde ve etkisindedir),
3 – Üçüncü olarak da, Müslüman toplumların Kur’an’a sarılması ile yeniden bir İslami dirilişin gerçekleşmesinin ve modern paradigmanın pençesinde kıvranan ve “yeni bir dünya mümkün” arayışı içinde adalet talebiyle meydanları dolduran dünya insanlığına Kur’ani bir modelin adil örnekliğinin sunulmasının engellenmesi: Bölgede gerçek ve bütüncül adaleti tesis edebilecek ve kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı Kur’ani mesajı modelleştirerek tüm insanlığa sunabilecek ve küresel korsanların sömürü düzenlerini başlarına geçirebilecek İslami adalet sistemini üretebilecek vahyi dirilişi durdurmak, engellemek üzere İslam coğrafyası üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek istemektedirler. Geçmişte Cezayir’de, bugün Mısır ve Suriye’de bu amaçla gerçekleştirilen katliamların arkasında, hep Batılı (ABD-AB-BM-NATO vb) ve doğulu (Rusya ve Çin) emperyalist seküler kapitalist ya da sosyalist demokrasiler ve emperyal çıkarları için araçsallaştırdıkları uluslar arası kuruluşların eli, desteği, teşviki, koruması ve en azından görmezden gelme anlamında dolaylı desteği vardır. Doğulu ve Batılı emperyalist demokrasilerin hemen hepsi kitlesel katliamlara imza atmış, tarih içinde yüz milyonlarca insanı katletmiş eli kanlı katillerdir.
İşte sayılan bu sebepler, korkular ve hesaplarla, bölgede beklenen muhtemel patlamayı erken doğuma zorlamayı da gündeme alıp yönlendirmeyi programlarına aldılar ve hazırlıklara giriştiler. Bu süreçte ve daha Bush döneminden itibaren bölgeden birçok aydın, ilim adamı, din adamı ve genç Batıda, özellikle de Amerika’da eğitimden geçiriliyordu. Hatta ABD politikaları istikametinde çabalar göstermek üzere bu kadrolardan bazıları önce Irak’ta, sonra da ayaklanmalar sürecinde diğer ülkelerde çalışmaya başladılar. Şu anda Suriye’de bazı silahlı grupların Ürdün üzerinden içeriye sokulup ABD bağlantılı olarak görev yaptıkları bildiriliyor. Mısır’daki ayaklanmaya ilk öncülük edenlerden 6 Nisan hareketi gibi kimi liberal ve sol grupların da, 2008 yılında kitleleri harekete geçirme ve yönlendirmede sosyal medyayı kullanma becerisi kazandıran eğitimler aldıkları biliniyor. Bu tür tespitleri yapanlara, Arap halk ayaklanmaları sürecinde kızgınlık gösteren kimi kardeşlerimiz, daha sonra gezi olayları sürecinde aynı politika AKP’yi devirmek için devreye konulunca, bizim daha önce söylediklerimizin daha fazlasını söylemeye ve bu gençleri Batılı güçlerin, sermaye lobilerinin, bu tür yönlendirmelerle, sosyal medya üzerinden provokasyon ve tahriklerle, hatta medya ve finans desteği vererek sokağa döktüklerine, ayrıca bu amaçla Batılılarca yazılmış bir kitaptaki maddelerin tek tek uygulamaya konulup kitle hareketi oluşturmaya çalıştıklarına dahi vurgu yapmaya başladılar.
Şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki, Amerika ve AB emperyalist ülkeleri bu üç önemli sebep ve çıkarları gereğince bölgeyi asla kendi haline bırakmazlar. Ve bu çıkarlarını korumak için bölgede hem çok sayıda yandaş edinmişler ve sürekli irtibat halindedirler. Batılı (ABD, AB) ve Doğulu (Rusya ve Çin) emperyalistler, seküler emperyalist kültürce devşirilmiş ordular, polis gücü, istihbarat ve yargı bürokrasisi, entelektüel batıcı elitler, işbirlikçi, sömürücü büyük sermaye ve onların kontrolündeki seküler medyadan oluşan bu yandaşlarını kolayca yönlendirme, yerli halka ve değerlerine karşı kullanma imkanına sahiptirler. Hem de bölgede doğrudan kendi istihbarat ve askeri güçleri yanında küresel ekonomik, askeri ve siyasal gücü ve kullanıma hazır değişik enstrümanları, uluslar arası kuruluşları (BM, IMF, Dünya Bankası, NATO, küresel enformasyon ağını kontrolü altında tutan emperyalist medya vb) kullanarak dünya kamu oyunu ve bölge halklarını yönlendirme, baskı altına alma imkanına sahiptirler. Yani “kadiri mutlak” değildirler, ama bölgeyi yönlendirme bakımından, on yıllarca baskı altında tutulup kuşatılmaları, zayıf düşürülmüş olmaları sebebiyle bölgedeki tüm halkların imkan, güç ve örgütlülüklerinden daha fazla imkana sahiptirler.
Kendi Ülkelerinde Kaderleri Üzerinde Söz Sahibi Olabilmeleri İçin Bölge Halklarının Önünde İki Yol Vardır
Bölge halklarının bu güce karşı galip gelebilmelerinin, Mısır’da da, Suriye’de de, Tunus’ta da geçerli olan, biri beşeri, diğeri vahyi ölçüler içinde düşünülmesi gereken iki yolu vardır. Beşeri yol, iki güç arasındaki beşeri mücadeleye indirgenmiş zeminde, en az onlar kadar, hatta mümkünse daha fazla miktarda maddi güce, silaha, orduya, polis, yargı vb bürokratik kadroya, istihbarat teşkilatına, sermaye gücüne, teknolojik imkanlara, medya gücüne vb sahip olmak ve tüm bu araçları kullanarak onlara karşı aynı silah ve yöntemlerle ve hatta onlarda olmayan yenilerini de keşfederek, asgari onlar kadar, hatta daha fazla çaba sarf ederek mücadele etmektir.
Kur’ani ve Peygamberi yol ise: Hablullah’a topluca sarılıp, Resulün örnekliği ve önderliğinde ilk Kur’an neslinin mücadele sünnetini takip ederek; içinde yaşanılan cahiliye toplumunu vahiyle ıslah ve inşa etmeye yönelmektir. Öncelikle tevhidi davet ve eğitimle İslami şahsiyetleri inşa etmek, vahiy ahlakını ve takvayı kuşanıp, Allah yolunda hakkıyla cihada adanmış bu şahsiyetlerin ferdi planda oluşturacakları vahye şahidliği gerçekleştirmektir. Ardından da, bu İslami şahsiyetlerin biz bilinciyle ortak akidede kardeşler olarak kucaklaşıp, güç birliğiyle ortaya çıkaracakları ve cahiliye toplumuna alternatif olacak İslami yapı/Kur’an toplumu nüvesinin “vasat ümmet” olarak ortaya koyacağı cemaat planındaki şahidlik/örneklik ve Kur’ani modelle toplumu etkileyip; özündeki cahili değerleri terk edip vahiyle inşa olmasına vesile olarak İslam toplumunu inşa etmektir. Ortaya konacak ferdi ve cemaat planındaki ahlaklı adil örneklikle “Muhammed-ül Emin” kimliğini çağımıza taşıyarak cahiliye toplumu içindeki davete icabet etmeyen çoğunluğun da, Medine toplumunda olduğu gibi, hiç değilse önemli bir kısmının güvenine sahip olan emin bir hali kazanmaktır. Bu süreçte, yapılan Kur’ani çaba ve hizmetlerle, Allah yolunda yapılan fedakarlıklar, ödenen bedeller ve “meta nasrullah” diyecek hale gelene kadar büyük sıkıntı ve darlanmalar yaşandığı halde temel ilke ve istikamette tavize yanaşmayan, müdahane/uzlaşmanın her türünden uzak durarak tevhidi mücadele stratejisinde ısrar eden bir sabır ve direniş örnekliği ortaya konmalıdır. Böylece, onurlu ve ilkeli bu tutumda ısrarla, sistem içi siyaset arenasında oyalanacak yerde Kur’ani inkılaba, tevhidi toplumsal dönüşüme kilitlenen mü’minler topluluğu olunacaktır. İşte böylece Allah’ın vaat ettiği yardıma da müstahak olunduğunda, çok az ve çok zayıf durumda bile olunsa, seküler mantığın algılayamayacağı ve düşünemeyeceği muhteşem gelişmeler olacak ve inşallah galibiyet ve izzet mü’minler topluluğunun olacaktır.
İşte ister Mısır, ister Suriye, isterse Tunus ve Libya olsun bütün toplumlarda ancak bu hal kazanılır, bu vahye uygun birikim sağlanabilir ve sonuçta Allah’ın yardımı da celp edilebilirse, Allah’ın yardımı ve takdiri ile İslami adalet sistemine ulaşılabilecektir.Aksi takdirde, sistem içi hükümetleri sistemin yöntemini kullanarak ele geçirip, böylece görece bir takım iyileştirmeler peşinde koşulacak, demokrasi-laiklik-liberalizm-ılımlı İslam sentezi hak-batıl karışımı çoğulcu modellerle oyalanılacaksa, ya da İslami şer’i hükümleri hakim kılmak amaçlı olarak bile olsa, sistemin kurumlarının ve işbirlikçiliğini yaptığı dış güçlerin kuşatması altında sistem içi hükümet olmaya yoğunlaşılacaksa, o zaman da bu iki halin ilkinde çok büyük, ikincisinde daha az da olsa bir kirlenme olacak ve sonuçta bir istikamet sapması yaşanacaktır. Böyle olunca da, İslami adalet sistemine ulaşmak çok daha uzun mesafelere ve ona müstahak halin tekrar kazanılmasına kadar ertelenecektir.
Ayrıca, sistem içi görece iyileşmeye dair dar bir amaçla hükümette kalabilmek için bile, asgari yukarıda ifade ettiğimiz beşeri yolun şartlarına sahip olmak gerektiği akıldan çıkarılmamalıdır. Yani ya Hablullaha topluca sarılmak ve vahye dayalı ortak akidede bütünleşmek suretiyle Peygamberi örneklikteki temel ilkeler ve tevhidi strateji takip edilerek, Allah’ın yardımını hak ettiği için kendisinden çok büyük güçlere bile galebe çalabilecek bir muvahhidler topluluğu oluşturularak İslami topluma ve adalet sistemine ulaşılacaktır. Ya da sistem içi hükümet arayışlarıyla görece iyinin peşinde oyalanırken kirlenilecek, istikamet krizleri yaşanacak, sistem içinde ele geçirilen görece iyiyi korumak için bile, en az karşı tarafa denk bir beşeri güce ihtiyaç duyulacaktır. Bu güce, örgütlülüğe ve birikime ulaşılamadığı zaman da, daha güçlü olan zorba güçlerce Müslümanların yok edilmesi, katledilmesi, yasaklar ve baskılarla yeniden kuşatılması ve sonuçta İslami mücadelenin çok büyük yaralar alıp, uzun vadeli ertelemelere maruz kalması kaçınılmaz olacaktır.
Bu süreçte küresel emperyalist güçlerce bölge halklarının, Türkiye’li AKP modeli üzerinden, bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal ve hukuki alanda seküler/laik, muhafazakâr-demokrat, hak ve özgürlükler alanında liberal, ekonomi alanında kapitalist olan “ılımlı İslam” anlayışına razı edilmesi ve sistem içinde kalmaya ikna edilmeleri hedefleniyordu. Bu amaçla, bölgedeki Müslümanları kolayca etkileyip dönüştürecek, “liberal, muhafazakâr (Ilımlı Müslüman), demokrat” bir “model” ortaya çıkarılıyordu. Ve bu model, başta Ortadoğu olmak üzere, bütün İslam coğrafyasında saygıyla, sempatiyle ve kendi ülkelerinde de gerçekleşmesi özlemiyle karşılanmaya başlanmıştı. Ayrıca bu süreçte bütün bölge ülkelerinin eğitim programlarına müdahale edilip, başta “tevhid, şirk, cihad, şehadet, tağut, müstekbir, mustazaf vb” İslami kavramların eğitim programlarından çıkarılmasına dair tedbirler alınması sağlandı. Bu bağlamda Türkiye’de AKP’li İçişleri Bakanlığı’nın valiliklere 2005’de gönderdiği bir tebliğle, eğitim kurumlarında bu tür 40 civarında kavramın kullanılmasının yasak olduğu bile bildirildi. Yasak kapsamına giren kelimelere tek tek bakıyorsunuz, bunların hemen hepsi de Kur'anî kavramlar. Üstelik bu kavramlar olmadan Kur'an'ın anlaşılması ve anlatılması da mümkün değil. Mesela "mü'min, münafık, kafir, şirk, cihad, mücahid, Firavun, infak, şehadet, şehit, şeriat, şûrâ, tağut, tebliğ, tevhid, imam, halife, hizbullah, hizbüşşeytan, mustaz'af, müstekbir… "http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/mart/21/shocaoglu.html
Bir yandan “Ilımlı İslam” algısını yerleştirip, Müslüman halkların İslam anlayışını seküler demokratik emperyalizmin razı olacağı istikamette yönlendirmek, dönüştürmek üzere eğitim programlarına müdahale edilirken, diğer yandan da bölgeden binlerce alim, aydın, akademisyen, molla ve genç insanlar Amerika’ya götürülerek bu anlayış çerçevesinde ve Batı kültürü-çıkarları ekseninde eğitilmeleri sağlanmaya çalışıldı. Gençlere kitle hareketlerini sevk ve idarede sosyal medyayı nasıl kullanacakları da öğretiliyordu.
Ancak bu hazırlık süreci devam ederken Tunus’taki bir gencin kendisini yakmasıyla kendiliğinden patlayan öfke, henüz Batının da tam hazır olmadığı bir zamana denk geldi. Ne yazık ki Müslüman halklar ve İslami yapılar da yukarıda bahsettiğim hazırlık ve birikime henüz sahip olamadıkları için yeteri kadar hazır değildiler. Çünkü her biri asgari yarım asrı aşan zamandan beri alçak katil despot rejimlerin baskısı, kuşatması altında idiler, yasaklarla engelleniyor, adeta nefes almalarına bile müsaade edilmiyordu. Bahsettiğimiz hazırlığı yapma süreçlerinde, defalarca katliamlara, toplu halde zindanlara atılmaya, çok boyutlu işkence ve zulümlere muhatap kılındılar. Bu sebeple de yeterli hazırlığı yapamamış olmakta mazurdular. Ama işte şimdi despotların devrilmesiyle, Batı desteğinde görece özgürlüklere alan açan demokratik rejimlere doğru sistemin kendisini yenilemesi söz konusuydu. Müslümanlar, baskıcı dönemlerdeki açıklarını kapatarak, yukarıda bahsettiğimiz yoldaki işaretleri takip ederek içinde yaşadıkları toplumu vahiyle inşaya yoğunlaşmalı ve İslami inkılabın zeminini inşa etmeliydiler. Tağuti kurumları, ordusuyla, polisiyle, yargısıyla dimdik ayaktayken, onları toptan tasfiye edip yeniden yapılandırmanın da ancak toplumsal inkılap sonucu gelinen bağımsız İslami iktidar ile mümkün olacağının bilincinde olarak, bu tağuti kurumların kuşatması altında sistem içi siyaset ve hükümet peşinde oyalanmamalıydılar.
Bölgede Biriken Öfke, Dirilen Direniş Ruhu ve Konjonktürün Zorlaması Değişimi Kaçınılmaz Kıldı
Batı destekli despot yönetimler on yıllardır devam ede gelen uzun süreçte Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkum ederken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler. İslami uyanış sürecindeki kesimlerle savaştılar. İsrail ile işbirliği yaptılar. Özetle aşağıda zikredilen hususlar, bölge halklarında despot yönetimlere karşı bir öfke birikimine yol açtı ve değişimi zorlayan iç sâikleri oluşturdu:
1 –Mevcut yönetimlerin akraba ve yandaş kayırmacılığına dayalı büyük yolsuzluklara bulaşmaları,
2 –Ülkenin kaynaklarını emperyalistler ve kendileri arasında paylaştırıp talan etmeleri,
3 –Fakir geniş halk kitlelerinin ise, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizlik cenderesinde kendilerini yakacak kadar bunalmaları,
4 –Buna rağmen halkların bir de İslami kimliği ve değerlerini yaşama ve yayma çabalarına müdahale edilmesi, baskı, yasak, devlet terörü ve çok boyutlu zulümlerle sindirilmeye çalışılması, pek çok Müslüman, aydın, öncü şahsiyet ya da alimin zindanlara atılması, şehid edilmesi,
5 –Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkına uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi birçok sebep birleşince, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları kaçınılmaz hale geldi.
Bölgedeki değişimi zorlayan ve yukarıdaki bölümde zikrettiğimiz dış sebepler ve konjonktürün dayattığı gelişmeler yanında, bir yandan sistemlerin iç çürüme ve yozlaşması, diğer yandan da mazlum halkların yıllara sari mücadeleleri ve ödeye geldikleri bedeller, acı ve ıstırapların birikimi değişimi zorlayan iç sebepleri oluşturuyordu. İşte tüm bu sebeplerle patlamaya hazır hale gelen değişim potansiyeli ve öfke birikimi Tunus’taki kıvılcımla patladı ve ardı ardına halk ayaklanmaları meydana geldi.
İşte bu pek çok iç ve dış sebeplerle, konjonktürün de zorlamasıyla, bölge değişime doğru sürüklenmiş, biriken öfkenin ve mücadelenin sonunda değişim kaçınılmaz olmuş ve artık emperyalist ülkeler de despot yönetimleri savunamaz olmuş ve değişimi sahiplenip yönlendirmek tek çıkar yolları haline gelmiştir. Ancak bu ayaklanan kitleler, despotların devrilmesi talebinde birleşirken, yerine ikame edilecek sistemin niteliği konusu henüz netleşmiş değildi. Üstelik bu ülkelerin önde gelen İslami şahsiyetleri bile artık açıkça, AKP modeline ve “ılımlı İslam”a razı olduklarını, demokratik ya da sivil devlet taleplerini açıklayabiliyorlardı.
Biz Müslümanlar, despotizme karşı ayaklanan mustaz’aflar Müslüman olmasalar da, despotizme karşı onların Allah tarafından lütfedilen temel hak ve özgürlüklerinin savunucusu olmak ve onların adalet ve özgürlük arayışlarını görece olumluluk olarak görüp, despotizmin yıkılmasını istemek ve teşvik etmekle mükellefiz. Allah’ın sosyal, siyasal dönüşüm yasasının, baskı ve zorbalıkla engellenmeden doğal ortamda, fıtri niteliklerin özgürce kullanılmasıyla işlemesi sonucu, toplumların layık oldukları sisteme ulaşmalarının önünün açık olması bizim de arzumuzdur. Sonuçta, despotizme karşı mazlumların yanında yer almakla mükellef olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak dünyada gerçek adalete ulaşmanın ve ahirette kurtuluşa ermenin tek yolunun, bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hakimiyetinde tevhidi adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan geçtiğini anlatmalıyız. Karanlıklardan, zulümattan aydınlığa ve adalete ulaştıracak kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların, sistem içi alanlarda, zulümatın gri tonlarında oyalanmaması ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi, dikkate alınıp alınmayacağına, sonuç alıp almayacağına aldırmadan yerine getirmeliyiz.
İlk değişim Türkiye’de yaşanmıştı, ABD ve AB tarafından desteklenen bu değişimle Türkiye liberal muhafazakar (ılımlı Müslüman), laik demokratik bir model olarak bölge halklarına sunulmak ve böylece bütün bölge Batı yanlısı ve modern paradigma içinde kalan bir değişime yönlendirilmek istenmekteydi.
İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik liberal demokratik Batıcı sistemlere doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik liberal demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halkları, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Kemalist, İslam düşmanı radikal laiklikten ılımlı laikliğe, devletçi askeri vesayetten/bürokratik despotizmden liberal demokrasiye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü ilişkilerine devam ediyor, ABD ve AB ile stratejik ortaklığını sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek diktatörlüklerden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlardı.
Tüm Bölge, Türkiye’nin Modelliğinde Batı Çıkarları ve Seküler Değerler İçinde Kalarak Değişime Yönlendiriliyor
Türkiye’de tıkanan rejimin değişime zorlanması sonucunda yaşanan değişim süreci bölgemizdeki diğer değişim süreçlerinin de öncüsü oldu. Ülkemizde 80 yıldır tahakkümünü sürdüren Kemalist laik kapitalist ulus devlet, egemen darbeci bürokratik despotizm ve ulusalcı kapitalist seküler resmi ideolojisi tıkandı, çöktü ve konjonktürün de zorlaması sonucunda sistem değişmek zorunda bırakıldı.
Türkiye’de sistemi değişime zorlayan kesimlerin arasında, en başta merhum şehidimiz Şeyh Said’den beri bedel ödeyen Müslümanlar vardır. İstiklal mahkemelerinden bu yana, on binlerce Müslüman katledildi, on binlercesi de zindanlarda büyük acılar çektiler. Sadece bizim İLKAV ve şahsımız hakkında bile son 22 yıl içinde yaklaşık 60’ın üzerinde soruşturma ve davalar açıldı. Birçok cezalara hükmedildi. Aynı şekilde Aleviler, Kürt sosyalistleri ve Türk sosyalistleri de hem katliamlara muhatap kılındılar, hem de zindanlarda yaşananlarla büyük acılar çektiler, bedeller ödediler. Liberaller ise, son dönemde ortaya çıksalar da, onlar da despotizme yönelik itirazları, yazıları, zulmü ifşa edip, darbecileri ve yaptıkları zulümleri topluma tanıtarak yıpratan katkılarda bulundular. Ancak bu değişimci liberal ve sol kesim ile Aleviler, son dönemde AKP düşmanlığı ortak paydasında eski statüko taraftarı darbeci, katil Esed’in askerleri/taraftarlarıyla ve geçmişte kendilerine zulmetmiş Mustafa Kemal'in askerleriyle örtüşen bir kulvara savrularak, daha önce sistemi değişime zorlama istikametindeki katkılarını nötralize ettiklerinden artık burada sayılmayabilirler. Ayrıca sistem içi değişimle iktidar ve ranttan payını alma, hak ve özgürlüklerin önünü açma mücadelesi veren muhafazakâr siyasal mücadele de, bir yandan kitleleri despot statükoya karşı muhalif bir kimliğe taşıyarak sistemi değişime zorlamada önemli katkılarda bulunurken, bir yandan da sistemin kendisini yeniden üretip sürdürerek değişmesinin istikametini de işaret etmiş, yerel ve küresel kimi güçleri buna ikna etme fonksiyonu da görmüştür.
İşte bugün sistem içi değişimi gerçekleştirenler, bütün bu kesimlerin oluşturduğu değişime zorlama vasatında, dış konjonktürün de etkisi ve desteğiyle sonuç alıyorlar.Yani birileri, çok kahraman oldukları, büyük bedeller ödedikleri için, sadece kendi çabalarıyla ve kendilerinin eseri olan bir değişimi gerçekleştirmiyorlar. Olgunlaşmış bir meyveyi koparıp yeme işlevini görüyorlar. Bunu da yapmaları önemlidir, ancak fazla abartılıp duygusal etkilenmelere sebep olarak, sağlanan sistem içi değişime eklemlenmeye yol açılmamalıdır. Üstelik şu da bilinmelidir ki, bizler ve diğer bedel ödeyen kesimler, egemen zorba sistemle meydanlarda, mahkemelerde, zindanlarda, sürgünlerde hesaplaşırken, bugün liberalleşerek değişimin öncülüğünü üstlenenler, o gün devletçi, ulusal kirliliklerle malül biçimde uzlaşmacı bir konumda bulunuyorlardı. Bugün AKP öncüsü olan geçmişin “Milli Görüşçüleri” kendilerine sıra gelene kadar, bizler TCK 312. Madde ve benzerleriyle yıllarca ideolojik yargının baskısından geçerken seyretmekle yetinmişlerdir. Hatta bugünün sistem içi değişimcisi, görece özgürlükçüsü Fethullah Gülen gibi önderler darbeci generallere methiyeler düzen bir zilleti yaşıyorlardı.
Evet, sistemin iç çürümesine ilaveten, zikrettiğim bütün kesimlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedellerin sistemi yıpratan birikimi ve konjonktürün zorlaması sonucunda, sistem değişmek zorunda bırakıldı. On yıllardır bütün bu zulümlerine rağmen darbeci bürokratik despotizmin arkasında durup destekleyen Batılı emperyalist demokrasiler, artık İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşan, radikal laik ve Türk ulusalcısı niteliğiyle bu sistemin devam etmesinin mümkün olmadığını gördüler. 28 Şubat darbesiyle sonuç alamayınca, bölgedeki aynı patlamaya hazır sosyal yapının Türkiye’de de meydana geldiğini görerek, ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler. Küresel sistem önce AKP’nin öncülüğünden razı olmayıp, ısrarla alternatifler oluşturmaya çalışsa da, kendi destek verdiği yandaşları olan siyasi kadrolar yeterli halk desteğini arkalarına alamadılar. Bu bağlamda Ecevit’in partisini bölüp içinden Dünya Bankasının görevlisi Kemal Derviş ve Cem İpekçi öncülüğünde bir kadroyu öne çıkarıp alternatif oluşturmaya çalıştılar. Daha sonra DYP’nin başına Amerika’da görev yapan bir dışişleri mensubunu geçirip, sırayla bunları büyük yerel ve küresel medya desteğiyle parlatıp değişimin öncüsü siyasiler haline getirmek istediler, ama halk desteği alamadılar. Bu arayışlar tutmayınca da kontrollü biçimde, halkın büyük desteğini alan AKP kadrosunun önünü açmak, tabiri caizse bükemedikleri bileği öpmek zorunda kaldılar.
Sonuçta küresel sistem de, AKP modelinin ülkeyi ve bölgeyi dönüştürüp küresel kapitalist seküler sisteme eklemlemede, “dindar” kimlikleriyle daha elverişli olabileceği vakıasını da kavrayarak, ama aslında doğrudan kendisini temsil edenleri öne çıkarmada, halka kabul ettirmede de başarısız olunca, AKP’yi desteklemek zorunda kaldı. Sistemin kendi içinde görece değişimi, başka çıkar yolu olmayan küresel sistem tarafından da desteklense de, bu değişim büyük halk desteğine sahip yerli bir inisiyatif olarak AKP-Gülen koalisyonu tarafından üstlenildi. Aslında Gülen hareketinin de bu değişimi sağlayacak koalisyonda yer alması, küresel sistemi daha da rahatlatıcı bir rol de oynadı.
Türkiye’de ordu ve yargı bürokrasisi ile işbirlikçi büyük sermaye ve onların sahip oldukları büyük medyanın gücünü her zaman kolayca Müslüman halkın iradesini bastırmak üzere kullanmış olan emperyalist güçler, sistem içinde giderek güçlenen, zenginleşen, örgütlenen kimi İslami duyarlılıkları da olan kitlelerin iktidar ve ranttan paylarını almak isteyen arayış ve değişim arzularını okudular.Mevcut haliyle sistemi sürdürmekte ısrarın, bölgedeki çıkarlarına zarar verir hale geldiğini de görerek, sistem içi değişim için harekete geçip kitleleşen bu güçlü eğilime karşı diremenin anlamsızlığını ve kendilerine rağmen meydana gelecek değişimin nereye doğru evrileceğinin belli olmamasının riskini de dikkate alarak, destek verip yönlendirmeyi tercih ettiler.
Böylece, daha önce on yıllarca takip edilen zora dayalı sekülerleştirme ve sopa politikaları tutmayınca, gönüllü sekülerleşmenin önü açılıp, teşvik edilmeye ve siyasi ve ekonomik destekle ödüllendirerek yönlendirilmeye çalışılıyor. Emperyalist ABD ve Batılılar, miadı dolmuş “bizim çocuklar”ının tasfiye edilmesine ve demokratikleşmenin önünü kontrollü biçimde açmaya destek veriyorlar. Böylece, Türkiye’de sistem içi değişim yol almaya, NATO’nun en önemli müttefiki TSK içinden onlarca darbeci general tutuklanmaya ve bürokratik despotizm tasfiye edilerek yerine, ılımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, liberal demokratik Batı standartlarında yeni statüko inşa edilmeye başlandı. Bu konuda sonuç alındıkça aynı model, abartılı bir propaganda eşliğinde ve bölgede kahramanlaşan değişim önderlerinin söylemiyle bütün bölgeye de sunulmak üzere harekete geçildi. Artık Obama ile havuç politikası eşliğinde ve “model ortaklık” adı altında, ülke ve bölge halklarının değerlerine daha yakın siyasi kadroların öncülüğünde Türkiye’de ortaya çıkan, son ayaklanma sürecinde bunun sinyallerini vermesiyle anlaşıldığı üzere bölgede de tutması daha mümkün olan bu yeni model üzerinden bütün bölgeyi mümkün olduğunca kontrollü biçimde değişime uğratmaya çalışıyorlar.
Şimdi, ülkede Kemalist despotizmi gerileterek ve İsrail’e söylem bazında da kalsa açık tepkiler vererek, ülkede ve bölgede kahramanlaşıp duygusal sempatiler kazanan ve bireysel ibadetleri bakımından “dindar” olarak bilinen Tayyip Erdoğan öncülüğünde, bu ılımlı laik liberal demokrat model üzerinden hem Türkiye Müslümanları, hem de tüm bölge Müslüman halkları, dönüştürülüp, küresel ve yerel sisteme eklemlenmeye çalışılıyor. Menderes ve Özal döneminde daha çok geleneksel Müslüman kesimler, kendilerine yakın duran ve görece özgürlük getiren hükümetler üzerinden yerel ve arkasındaki küresel sistemlere eklemlenmişken, bireysel dindarlığı diğerlerinden çok daha ileride olan Erdoğan döneminde ise, bunlara ilaveten maalesef “tevhidi öbek”lerin çok büyük kısmı da sistem içi demokratikleşmeye eklemlenmiş ve özgün kavram, ilke ve modellerini büyük ölçüde öne çıkarmaktan uzak düşmüş bir görünüm sergilemektedirler.
Sistem İçi Demokratikleşme Eğilimi İçine Girmek, İslami Ölçü ve İlkelerle Bağdaşmaz
Türkiye’de laik demokratik iddiası taşıyan ama aynı zamanda Kemalist ve despot olan mevcut statükoyu değiştirip, yine laik-demokratik sistemde görece daha özgürlükçü konuma geçişle, zulmünde ve Kemalist dayatmalarında bir miktar azaltma sağlayacak olan sistem içi değişim, halkımız için eski zorba/despot statükodan görece daha olumlu bir durumu ifade etmektedir. Bu değişimi sağlamak isteyen AKP hükümeti öncüleri, bugüne kadarki hükümetlere ve öncülerine nazaran daha barışçı, halka ve değerlerine daha yakın, daha saygılı bir konumda bulunmakta, daha zalim statükoyu kısmen değiştirip halkın görece özgürleşmesini sağlamak isteyen niteliğiyle sistem içi görece olumluluğu temsil etmektedir. Bu sebeple de, yıllarca ezilmiş “dindar” halkı kendi yanlarına çekip değiştirmekte daha etkili olmaktadırlar. Önceki zulümlerin bir kısmını sürdürmeye devam etmekle, özellikle uyguladığı liberal ekonomi politikalarıyla büyüyen ekonomiden aslan payını yine büyük kapitalistlerin almasını sağlamakla, diğerlerinde olduğu kadar olmasa da yandaşların yolsuzluklara bulaşmasını engelleyememekle ve geniş yoksul kitlelerin durumunu iyileştirmede başarılı olamamakla beraber, sistem içinde görece bir iyileşmeyi ifade etmektedir. Üstelik, tevhidi bilince ulaşamamış halk kitlelerinin, CHP – MHP – Darbeci bürokratlardan oluşan en koyu “zulümat”/karanlıklar kulvarına, en zalim despotizme değil de, aynı cahili sistem içinde AKP’nin temsil ettiği görece özgürlükçü gri ton kulvarına doğru yönelip desteğini bu “görece iyi”ye (ehveni şer’e) vermesinin, halkın despotizmden özgürlüğe doğru kaçışı anlamında görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceği de açıktır. Müslümanlar olarak karşı çıkıp eleştirmemiz gereken ise, vahiyden, “Nur”dan, “aydınlık”tan haberdar olan muvahhidlerin de böyle bir eğilime girerek tevhidi duruşlarını bu tür griliklerle gölgelemeleridir. Demokrasinin ve seküler haklar anlayışının da evrensel değerler olarak zikredilip İslam ile sentez edilmeye kalkışılmasıdır.
Halbuki her Müslüman bilir ki, Yüce Allah Kur’an’da, “yaratmanın da emretmenin de kendisine ait olduğunu” bildirmekte (Araf 54) vemü’min kullarını kendi “emrinden oluşan şeriata uymaya, bilmeyen insanların ve kurumların hevalarına, vahiyden soyutlanmış arzu ve isteklerine uymamaya” çağırmaktadır. (Casiye 18). Kendi hevalarına ya da başkalarının hevalarının ürünü olan, şeriata aykırı yasa ve kurallara isteyerek ve benimseyerek itaat edenlerin, onları ilah edinecekleri uyarısını yapmaktadır. (Casiye 23, Furkan 43). Kur’an, Allah’ın vazettiği hükümlere aykırı kurallar koyanları, bu bağlamda kendi hevalarını veya başka bilmeyenlerin hevalarını ilah edinenlerin, vahyi işitme ve akletme çabası göstermeyerek bu duruma düştüklerini söylemektedir. Ve bu yola yönelenlerin isyanı/tuğyanı ifade eden bu tercihleriyle, Allah’a itaatten başka bir şey yapmayan hayvanlardan bile aşağı düştüklerini açıkça bildirmektedir. (Furkan 44, Araf 179) Anlaşılmaktadır ki Allah, kullarını ya kendi emrinden oluşan şeriatı benimseyip tabi olmak ve böylece sadece Allah’ı ilah edinmek ya da ilahi vahyi esas almadan insanların hevalarının ürünlerini yasalaştırmayı, şeriat/hukuk haline getirmeyi benimseyip onlara itaat etmek, böylece “Allah’ın dinde izin vermediklerini onlar için şeriat/hukuk haline getirmelerini kabul ederek” Allah yanında onları da ilah edinmek (Şura 21) imani tercihiyle imtihan etmektedir.
Demokrasi ise, teoride yasa yapma, yönetme ve yargılamada halkın iradesi üzerinde ilahi otorite dâhil hiçbir otorite kabul etmeyen, pratikte ise halkın iradesinin ilahlığını bile sağlayamayıp, bürokratik ya da büyük sermaye oligarşilerinin ilahlığına dönüşen modern cahiliye sisteminin adıdır. Buna rağmen Müslüman olmayanların despot rejimlere, baskı ve zorbalığa, haksızlık ve adaletsizliklere karşı çıkarak daha özgürlükçü demokratik sistemlere meyletmeleri kendi çerçevesinde makul ve tutarlı bir tercih iken, Müslümanların batıl despot rejimlere karşıtlığının, görece daha özgürlükçü olsa bile bir başka batıl sistem olan demokrasiye savrulmalarına yol açması İslami kimlik, inanç ve tutarlılıkla bağdaşmayan bir sapmadır. Sözde demokratik emperyalist Batı ülkelerinin uşağı konumundaki işbirlikçi yönetimler olan, Türkiye’deki despot Kemalist bürokratik oligarşinin ve haksızlıkla, cehaletle İslam’a nispet edilen Ortadoğu’daki despot monarşilerin zulüm, baskı ve adaletsizliklerine nazaran Batıda uygulanan standartlardaki demokratik rejimlerin daha özgürlükçü uygulaması batıl içindeki görece olumluluğu temsil etmekle beraber, İslam’a nazaran adaletsizliği ve cahiliye zulmünün bir başka versiyonunu ifade etmektedir. Despotluktan, askeri vesayetten kaçarken laik demokrasilere meyledenler bilmelidirler ki, “şirk büyük bir zulümdür” (Lokman 13) ve zalimlere meyledenler cehennem ateşiyle tehdit edilmişlerdir. (Hud 112)
Buna rağmen demokrasiyi, bir seçimle iktidarı belirleme yöntemine indirgeyip, İslam’ın da bu yöntemi kullanabileceğini iddia edenler, liberal ve sosyalist demokratlara şu soruyu yöneltsinler: “siz liberal ve sosyalist değer ve ölçülerle ekonomik, siyasi ve hukuki projeler hazırlayıp, örgütlü bir mücadeleyle bu projelere toplumu davet ederek halk desteği aldığınızda liberal ve sosyalist bir sistemle toplumu yönetebildiğiniz gibi, bizler de tüm bu alanları vahyin hükümlerini esas alan projelerle düzenlemeye dayalı örgütlü davetimize halk desteği aldığımızda İslami bir sistem kurup toplumu bu sistemle yönetebilir miyiz?” İşte bu sorunun liberal ve sosyalist demokratlar tarafından kesinlikle şöyle cevaplandırıldığını göreceklerdir; “Ama bu dediğiniz demokrasiye aykırıdır”. Çünkü onlar demokrasiyi sadece bir yöntem olarak değil, ilahı, halk iradesi olan bir dünya görüşü, bir hayat nizamı olarak kabul edip dayatmaktadırlar ki, seküler modern paradigmanın doğurduğu demokratik model tam da budur.
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -V-
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -IV