676
Mü’min Kişi, Hükmetme Makamında Yer Aldığında Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmez İse Kâfir, Zalim ve Fâsık Olur
Tevhidî uyanış süreci gruplarının istikamet krizi yaşayarak laik Kemalist ve kapitalist bir iktidarın aktif destekçisi olmaları ve zamanla bizzat kendilerinin de hükmetme makamlarına talip olup o makamlara gelmeyi meşrulaştıran bir savrulmayı yaşamalarının arka planında çok temel bir sapma yer almaktadır. O da “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenlerin, inkâr etmedikleri sürece mü’min olmaya devam edeceklerine” dair te’vilden tahrife sapan akıdevî bir kirlenmenin pençesinde yaşadıkları zihnî kargaşa olup, hakikati görüp ona teslim olmalarına ve savruldukları büyük yanlıştan dönmelerine engel olmaktadır. Bu sebeple, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin konumu”yla ilgili bu önemli ilmî konuyu Rabbimizin izniyle kapsamlı biçimde açıklamaya çalışacağım.
Mâide 44. ayet konusundaki açıklamalarımıza devam edecek olursak; hükmün muhatabı olanları ifade edercesine şöyle bir tespitle giriliyor “Gerek Allah’a teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah’a bağlı bilginler ile din adamları, Allah’ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler.”
Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat’ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah’ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve hayatı bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah’a teslim etmiş Nebiler/peygamberler, Tevrat’la hüküm verirler. Onlar ona, kendilerinden bir şey eklemezler. O kitap tümüyle Allah’a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur.
İslâm’ın özgün anlamı da budur zaten
O peygamberler, yahudilere Tevrat’a göre hüküm veriyorlardı.
Tevrat, yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı
Onların din adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat’a göre hüküm verïyorlardı. Zira onlar, Allah’ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna ve uygulamamasına şahidlik etmekle yükümlüydüler.
Burada, Tevrat’a ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah’ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından, baskı ve çıkara dayalı yönlendirmelerinden etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Allah’ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen davrananlara gelince: “İnsanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler.”
Yüce Allah, -her zaman ve her toplumdan- kimi insanların, Allah’ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah’ın hükümlerine razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Egemen şirk statükosundan beslenen burjuvalar, tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler, “mele” ve “mütref” takımı Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira Allah’ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah’a ait olacaktır. Böylece, insanlar için Allah’ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzenle kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki adaleti getirecek Allah’ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır.
Çünkü Allah’ın şeriatı, sağladığı adaletle onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yağmaladıkları malların, ele geçirdikleri makam ve mevkilerin esiri olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah’ın indirdiği hükümlerin yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın yaygınlaşmasından, zulme ve sömürüye dayalı egemenliklerini sonlandıracağı endişesi duyup rahatsız olduklarından dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah’ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için çaba harcayacaklardır.
Bu açıklamalardan sonra Maide 44. ayetin sonunda hükmetme makamında olan herkesi bağlayan genel bir hüküm vazedilmektedir: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” Yani “Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler.”
Bu son derece kesin, açık ve anlaşılır bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak “men”in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, aynı konumda bulunan herkesi kapsadığının göstergesidir. Ayette herhangi bir kapalılık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi toplumda olursa olsun, hükmetme makamında olup da Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür…
Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira, Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah’ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah’ın ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah’ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmış olmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- bu anlamda sırf küfür kokuyorsa, dil ile mü’min ya da müslüman olduğunu söylemenin bir anlamı olabilir mi?
Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, hakikati örtmekten ve Hak’tan kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da te’viller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah’ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez.
Maide 45. ayette ise aynı fiili işleyen hükmedicilerin diğer bir niteliği ifade edilir: “Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler.” Bu da genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenlere “zalimler” diye yeni bir nitelik daha ekleniyor.
Bu yeni nitelik, daha önce geçen “kafirler” biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah’ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah’ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya çağırıp zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı hak etmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.
Alâeddin Palevi’nin tefsir notlarında bu ayetler hakkında şu bilgiler aktarılmıştır: “Şunu da iyi bilelim ki, bu ayet tarihte iki kez tahrife uğramıştır.
Birinci tahrif, Hz. Ali döneminde Haricîler tarafından olmuştur. Hatta Haricîler bu ayete dayanarak, her günah işleyeni tekfir etmişlerdir. Zira onlara göre ayetteki “yehkumu” fiili “ya’melu” manâsındadır. Dolayısıyla Allah’ın indirdiklerinden başka ve aykırı kurallara uyarak amel edenler; hırsızlık yapanlar, zina edenler, içki içenler ve benzeri ameller yapanlar kâfir olurlar. Oysaki ayette yer alan “yehkumu” fiili “ya’melu” manâsında değildir. Hem Allah (c) ayette “yehkumu” demiştir “ya’melu” dememiştir ki biz böyle bir mana verelim. Bir de zaruret olmadan ayetin zahirini terk etmek caiz değildir. Dolayısıyla “yehkumu” kelimesini “ya’melu” manâsına çevirmek tahrifin ta kendisidir.
İkinci tahrif ise, tâğutun gölgesinde dünyaya gelmiş olan çağımızın çağdaş mürcieleri; “Allah’ın varlığına Hz. Peygamber’in (s) hak olduğuna inanan, ne yaparsa yapsın Müslüman’dır. Tağutu savunsa da, müdafaa etse de imanına zarar vermez” düşüncesine sahip olanlar tarafından yapılmıştır. Onlar, parlementolarda kendisine göre kanun vaz’ edenleri Müslüman göstermek için, dört şüphe getirerek bu ayeti tahrif ederler. Bu şüphelerden birincisi, bu ayet ehl-i kitap hakkındadır. Müslüman olanları kapsamaz. İkincisi, bu ayetteki küfür, küçük küfürdür. Günah işlemek demektir. Kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Ayetteki küfür “küçük küfürdür” diyenler şunlardır: Sahabeden Abdullah bin Abbas’a nisbet edilir. Hâlbuki bu eser Hişam bin Huceyr’den dolayı zayıftır. Bir de ‘küçük küfürdür’ ibn Abbas’ın sözü değil, bilakis müdrec olan İbn Tâvus’un sözüdür. Aslen Sahihi’h-Senet’te Allâme İbn Cerir’in söylediği gibi, İbn Abbas ayeti zahire alıp küfür görür. Küfür değil, ya da küçük küfürdür sözü İbn Abbas’a ait değil müdrectir.
Tâbiinden Tâvus ve Atâ bin Ebi Ribah da bu ayetteki küfür “küçük küfürdür” demiştir. Sonradan gelen müfessirler bu söze dayanarak buradaki küfür lafzının “küçük küfür” olduğunu belirtmişlerdir. Hâlbuki sahabe icmaı varken, birkaç tâbiinin dediğini almak yerinde değildir. Aslen ilmin tahkikiyle bu ayeti incelersek görürüz ki, bu ayet küfürden bahseder. Zira her şeyden evvel büyük küfür olduğuna sahabe icmaı vardır. İbn Abbas’a isnad edilen söz müdrectir ve sahih değildir. İbn Abbas’ın “büyük küfürdür” dediği sahih senetle sabittir. İkincisi bu ayette “el-kâfirun” kelimesi mutlak olarak gelmiştir. Malum mutlak bir şey zikredildiğinde ondan “ferd-i kâmil” kastedilir. Binaenaleyh bu ayetteki küfür büyük küfürdür, küçük değildir. Bir de mübteda ve haberin ikisinin de marife gelmesi ve fasıl zamiri ile te’kid edilmesi hasr-u kasrı ifade ettiği gibi, açıkça büyük küfrü de ifade etmektedir.[1]
Bir de Kur’ân’da tüm küfür kelimeleri, büyük küfür manâsına gelmiştir. Kur’ân’ın hiçbir yerinde küçük küfür manâsıyla gelmemiştir. İbn Hacer Fethu’l Bârî ’de: “Allah’ın örfünde şirk zikredildiğinde, tevhidin tersi anlaşılır. Tüm kitap ve hadislerde bu lafız tekrarlanmış, böyle alınmıştır.”[2] der. Dolayısıyla bu ayetteki küfür büyük küfürdür, küçük küfür değildir.
Üçüncüsü, eğer Allah’ın indirdikleriyle hüküm yapmayan, bunu inkâr etmediği müddetçe kâfir olmaz. Ama eğer inkâr ederse, ya da helal görürse o zaman kâfir olur. Hâlbuki bizim başkanlar Allah’ın indirdikleriyle hüküm vermediğinde o hükmü inkâr etmezler ve helal de görmezler. Kendilerini genelde günahkâr görürler. Dolayısıyla bizim başkanlar küfre girmezler. Çünkü onlar Allah’ın hükmünü inkâr etmiyorlar. Böylece bu mürcieler de Haricîler gibi ayetteki “yehkumu” kavramını “yusaddiku” kavramına çevirip tahrif ederler. Yani çağdaş mürcie ile tarihteki Haricîler bu ayetin tahrifinde ittifak etmişlerdir.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de “kâfirun” kelimesi kâfirler hakkında kullanıldığı gibi, “zâlimun ve fâsıkun” kelimeleri de kâfirler hakkında istimal ediliyor. Yani başta ‘elif lam’ olan ism-i fâil şeklindeki “ez-zâlimun, el-fâsikun” daimen kâfirler manâsında kullanılmıştır.
Bazı tahrihçiler de, ayetteki “yehkumu” kelimesine “yusaddik” manâsını verirler. Dolayısıyla Allah’ın ayetini tasdik eden herkes, ne yaparsa yapsın imanına zarar vermez. Hâlbuki “yehkumu” ile “yuseddiku” arasında büyük bir fark vardır. Ne lügatte, ne de ıstılahta alâkaları vardır.
Dördüncüsü, bazıları da “kâfirun” Yahudiler hakkında, “zâlimun” Hristiyanlar hakkında, “fâsikun” Müslümanlar hakkındadır, deyip şu anki idarecileri kurtarmaya çalışırlar. Hatta bununla da yetinmeyip, Allah’ın indirdikleriyle hüküm vermeyen, kendine göre kanun vaz’ edenleri tekfir eden muvahhid davetçilere “Haricî mantığına sahiptir” diye itham ederek, hak ile batılı birbirine karıştırırlar.
Oysa Allah’ın indirdiğiyle hüküm vermeme bir illettir. Bu illet kimde bulunursa, o kimse hangi kesime mensup olursa olsun, kâfir olur. Çünkü malul varlıkta ve yoklukta illetle beraberdir. Bir de bu ayetin başındaki ‘men’ kelimesi şart manâsını ifade eder. Malumdur ki, tüm usûl âlimleri “‘men-i şartiye’ umumu ifade eder”, derler. Ayrıca hiçbir sahabi bu ayet Müslümanları kapsamaz dememiştir. Bu ayet kitap ehli hakkındadır, sadece onları kapsar, demek uygun değildir. Bilakis onlar hakkında inmiştir ama herkesi de kapsar. Zira nüzul sebebinin hususiliği hükmün umumiliğine engel değildir. Geniş bilgi için Kasımî’nin “Mehasi- nu’l-Tevil” ine, Ebu Hayyan’ın “el-Bahru’l-Muhit” ine bakılabilir.[3]
Kur’an bütünlüğünden çıkarımımıza göre, Allah’ın hükmüyle hükmedilmesi gerektiğine imanı olan ve fiilen de böyle davranan bir Müslim/Müslüman, zaaf göstererek ferdî konumda ve kendi hayatında korku ya da çıkar zaafı göstererek Allah’ın hükmü yerine bir başka hükmü uygulasa ya da heva ve hevesine uysa ama kalbi Allah’ın hükmüne ve ona uygun yaşaması gerektiğine dair imanla dolu ve mutmain olsa günah işlemiş olur. Tabii ki, ferdi konumdaki bu tür günahlar da sürekli olup kanıksanır ve “günahı hayatını kuşatırsa” o da imanını kaybederek “ebedi cehennemlik olur.” (Bakara, 2/81).
Ama aynı Müslim/Müslüman, hükmetme makamında iken Allah’ın hükmüne aykırı bir hükmü esas alsa, Allah’ın hükmüne mugayir bir hüküm teşr’i ederek hükmettiği topluma hevasına göre ihdas ettiği bu yasayla hükmetse, kalbinin imanla dolu olduğunu iddia etse de küfre girmektedir. Hükmetme makamındaki insanlara Maide 44. ayette “insanlardan korkmayın benden korkun ve ayetlerimi az bir paha karşılığında (değişmeyin) satmayın” uyarısı yapılmakta, kalbi imanla dolu olsa bile, korkarak ya da çıkar karşılığında zaaf göstererek Allah’ın hükmüne mugayir bir hüküm ihdas edip bu hükümle hükmetmesi halinde “kâfir” olacağı tehdidi getirilmektedir.
Görüldüğü üzere hükmetme makamındakilerin muhatap olduğu hüküm, bireysel konumdaki Müslümanın konumuna göre daha ağırdır. Çünkü hükmetme makamındakilerin yaptıkları yasalar, aldıkları kararlar ve uygulamaları bir toplumu ilgilendirmekte ve sonuçta bir toplumu ifsad edebilecek işleve sahip bulunmaktadır. Bu sebeple de onlara yönelik tehdit, ferdî konumdaki bir Müslümanın kendi bireysel hayatını ilgilendiren vahye aykırı uygulamasına nazaran daha ağırdır.
Bu sebeple bir Müslüman, Allah’ın hükmüyle hükmedemeyecekse hükmetme makamından uzak duracak veya bu makama geldiğinde mutlaka Allah’ın hükmüyle hükmedecektir. Hükmetme makamındaki Müslümanın Allah’ın hükmüyle hükmetmemesi için korku ve çıkar sebebiyle zaaf gösterme de dâhil hiçbir mazereti kabul edilmemektedir. Korkuyorsa ya da dünya menfaatleri konusunda zaaf gösteriyorsa hükmetme makamına gelmekten uzak duracak, bu makama geliyorsa da her şartta, hatta gerektiğinde ölümü bile göze alıp Allah’ın hükmüyle hükmedecektir.
Laik demokratik parlamentolar ve hükûmetler de bir toplumun nihai anlamda teşri’ (yasa yapma) ve hükûmet etme fonksiyonu gören hükmetme makamlarıdır. Bu sebeple, tevhidî akîdesini ve İslamî kimliğini korumak isteyen Müslümanların, Allah’ın hükümleriyle değil de heva ve zanna göre yasa yapacakları ve bu tür şirk yasalarıyla hükûmet edecekleri bu makamlarda yer almamaları, buralara gelmek için çaba göstermemeleri imânî sorumluluklarıdır. Aksi takdirde, iman ettikten sonra bu makamlara gelip hevaya dayalı teşri’de bulunan ya da hevası ile hükmeden en azından imanına zulüm/şirk bulaştırmış olur. İmana şirk bulaştırmaya, Allah’ın hükmüne mugayir biçimde heva ve zanna göre yasa yapma ve hükmetme konumunda bulunandan daha açık ve daha somut bir örnek de verilemez.
Diğer taraftan, Maide 44. ayetin daha iyi anlaşılması için Kur’an bütünlüğünde daha birçok ayet meseleyi çok net biçimde açıklığa kavuşturmaktadır. Mesela Kur’an bütünlüğünden anlıyoruz ki, insanların çoğu sözle iman ettiklerini ifade ve hatta iddia ettikleri halde Rabbimiz birçok ayetinde, bunların aslında mü’min olmadıklarına ve yapıp ettikleriyle, amelleriyle inkârcı bir konumda olduklarına şahidlik yapar.