PAMAK: “Toplumsal sorunlarla ilgilenilmeli, fakat onlara takılı kalmadan, onları müstakil dava haline dönüştürmeden, Tevhit şirk eksenli İslami mücadele çizgisi sürdürülmelidir”. Bir sürü toplumsal sorunlarımız var. Kürt sorunumuz var, işçi sorunumuz var, başörtüsü sorunumuz var, daha birçok insan hakları sorunlarımız var. İşte bu sorunların hepsi İslami mücadelenin alt başlıkları olarak anlamlıdır. Adaletin temsilcileri mü’minler olarak biz, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenip, temel ilkelerimizden taviz vermeden ve sorunların müsebbibi şirk sistemine eklemlenmeden hepsine çözümler sunabilecek konumda olmalıyız. Ancak tevhide çağıran mümin davetçiler olarak, bunlardan bir tanesini bile asla esas dava haline dönüştürmemek şartıyla. Kürt sorununu esas dava yaptığımız zaman Kürtçü oluruz, işçi sorununu esas dava yapan sınıf mücadelesine yöneldiğimiz zaman sosyalist oluruz. İnsan hakları sorununu esas dava haline dönüştürüp tevhid-şirk eksenli İslami mücadeleden soyutladığımız zaman, vahyin ölçüleri yerine, tuğyanı içeren seküler batı insan hakları anlayışını savunma konumuna sürüklenmekten kurtulamayız. Halbuki bizim davamız tevhit-şirk eksenli İslami mücadeledir.
Bismillahirrahmanirrahim
Değerli kardeşlerim!
Allahın selamı rahmeti ve bereketi sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun.
Kardeşlerim bir süreden beri “Yoldaki işaretler”i, temel ilkelerimizi ele almaya, öne çıkarmaya, anlamaya çalışıyoruz. Yeniden gözden geçirip, bu ilkeler çerçevesinde halimizi sorgulamaya çalışıyoruz. Bu ilkelerimizi bir daha gözden geçirme, özellikle bu süreçte çok çok önemli olduğu için yaklaşık 6 haftadır devam ediyoruz. Tabi gündemdeki konuları’da konuştuğumuz için bu kadar uzadı. Bugün İnşallah bu konuyu sona erdirmeye çalışacağız. Biz bugün Müslümanlar olarak, böyle bir sistem içerisinde nasıl bir tutum, nasıl bir davranış biçimi içerisinde olmalıyız? Nasıl bir çizgiyi izlemeliyiz? İnsanlara şahit kılınmış olmanın bilinciyle nasıl bir imaj içerisinde olmalıyız? Nasıl bir ahlakla teçhiz olmalıyız? Ahlakımız, amellerimiz ve yaşantımız üzerinden İslam’ın mesajını dosdoğru bir şekilde insanlara ulaştırmak için neler yapmalıyız, nelere dikkat etmeliyiz? İşte bu sorulara cevap mahiyetindeki sohbetimizde en son 13 başlığı işlemiştik, bugün de 14. Başlıktan itibaren devam edeceğiz.
14 – Hiçbir mümin “emri bil maaruf nehyi anil münker yapmak” sorumluluğunu yerine getirmekten uzak duramaz. Hele hele münkeri tavsiye eden, münkeri söylemlerine, hayatına, ahlakına yansıtan bir görüntü içerisinde asla olamaz. Hiçbir sebeple böyle bir konumu tercih edemez. Biliyorsunuz maarfun Emredilmesi, iyi olanın, güzel olanın, doğru olanın emredilmesidir ki, bunun ölçüsünü de vahiy belirler, Resulullah (S.A.V) in güzel örnekliği belirler. Yapılacak olan bu maruf değerlerin insanlara, toplumlara ulaştırılmasıdır. Maruf olan, Kur’an ve sünnetin karanlıklardan aıydınlığa çıkarıcı mesajı, vahyin ölçüleri, bizim hem söylemlerimizle, hem ahlakımız ve yaşantımızla insanlara ulaştırılmalıdır. Emri bil maruf nehyi anil münker, asla terk edemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz, kaçamayacağımız büyük bir sorumluluğumuzdur. Ama maalesef uzun zamandır terk edilmiş, toplumumuzun gündeminden çıkmıştır. Terk edildiği için de ümmet-i Muhammet, Kuran’ın açık ikazlarına rağmen, Resul’ün açık uyarılarına rağmen Yahudi ve Hıristiyanların bozulma serüvenini yaşamaktan kurtulamamıştır. Onlar, nasıl Allah’ın tevhit dinini bozup Yahudileşmişlerse, Hıristiyanlaşmışlarsa, tıpkı onlar gibi, hatta onlardan biraz daha fazlasıyla ümmet-i Muhammet çizgisini, istikametini kaybetmiş, Kur’an’dan ve Resulün güzel örnekliğinden kopup uzaklaşmış, tarihsel süreç içerisinde üretilen bidat ve hurafeleri dinin içine doldurarak istikamettten sapmış, zillete sürüklenmiştir.
Bu sapmadan kurtulmanın, bu zilletten çıkmanın yolu yeniden kaybettiklerimize, terk ettiklerimize dönmekten geçer. Din konusunda kaynağa yeniden dönmekten, kaynaktan yeniden beslenmekten geçer. Bu anlamda büyük bir sorumluluğumuz var. Maruf ve münkerin ne olduğunu, vahyin ölçüleri, Resulullah (S.A.V)’in güzel örnekliği, milyonlarca insanın yaşayarak intikal ettirdiği sahih sünneti belirler. Rabbimiz Kura’nın birçok ayetinde emri bil maruf ve nehyi anil münker sorumluluğunu dört ayrı gruba veriyor. Birincisi, Ali İmran süresi ayetinde doğrudan Ümmeti Muhammet’e insanlık içerisinde bir sorumluluk olarak yüklüyor. Ümmeti Muhammet, marufu bilmesi, yaşaması ve örneklik oluşturup, şahitlik yapmasıyla, bütün insanlığa marufu emredecek, münkerden nehiy edecek bir sorumluluğu üstlenmiştir. İkincisi, bu yine Ali İmran süresinin bir başka ayetinde (104. Ve 110. Ayetler bunlar) Müslümanlar içinden bir grubun da öne çıkıp, bir cemaat, bir yapı, bir öbek olarak bu sorumluluğu üstlenmesi, diğer insanlara ve Müslümanlara emri bilmaaruf ve nehyi anil münker sorumluluğunu yerine getirmesi gerekiyor. Üçüncü olarak, Hac süresi 41. Ayette doğrudan devlete, İslam devletine, bu sorumluluk yükleniyor. “Biz onlara iktidar verdiğimizde, iktidar sorumluluğunu verdiğimizde onlar namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verirler ve emri bilmaaruf, nehyi anil münker yaparlar” buyuruyluyor. Böylece bu büyük sorumluluk siyasi iktidara, devlete de verilmiş oluyor. Ayrıca dördüncü olarak Tevvbe süresi 71. Ayette Mümin erkek ve kadın Müminlere de, emri bilmaaruf ve nehyi anil münker yapmak sorumluluğu verilmiştir. Bu kadar kapsamlı bu kadar önemli bir sorumluluk altı çizile çizile, tekrarlana tekrarlana üzerimize yüklenmiş, Resulullah (S.A.V) de “ya siz marufu emre eder münkerden nehiy edersiniz, yahutta öyle bir hale gelirsiniz ki, dua edersiniz de duanıza icabet edilmez. Ve kalpleriniz birbirine benzeşir, çarptırılır ve hepiniz birlikte helak edilirsiniz” buyurmuştur. Tıpkı Yahudilerin içerisindeki marufu temsil edenlerin, münkere yönelen İsariloğullarına bir defaya mahsus bu sorumluluğu yerine getirmeleri, fakat ondan sonra da, onlar marufa yönelmedikleri münkeri terk etmedikleri halde, bir daha da bu görevi yapmaksızın onlarla beraber oturup kalkmayı sürdürmeleri sebebiyle kalpleri birbirlerine benzeştiği, çarpıldığı ve hepsinin birlikte helak oldukları ve lanete muhatap oldukları maide süresi 79. Ayette ifade edilir. Resulullah (S.A.V.) de, geniş açıklama ve bu ayete vurgu yaparak bu konuyu bir daha gündeme getirir.
Ama buna rağmen biz gerçekten zalimlerden olmayı tercih ederek, ümmeti Muhammet olma vasfımızı yitirerek, kaynaktan koparak, Allah’tan ve Resulünden uzaklaşarak, Allahın ipinden elimizi bırakıp, tarihsel süreçte oluşturduğumuz kendi iplerimize tutunarak, tefrikaya düşüp birbirimizle ayrışarak, birbirimize emribilmaruf ve nehyi anil münker yapma sorumluluğumuzu, bu kaçınılamaz, ertelenemez, terk edilemez büyük sorumluluğu da yerine getirmekten uzaklaşmışız. Sonuçta, bugün geldiğimiz noktaya, zillete ve çürümeye yol açmışız. O halde, şu soruları soralım, kendisini Müslümanlardan olarak nitelendirerek, münkeri tercih ettiğini söylemek mümkün müdür? Bir Müslüman, “ben münkeri temsil ediyorum, münkeri istiyorum, münkerin propagandasını yapıyorum, münkere bağlı kalacağım diyebilir mi? Şüphesiz ki, bunları bir Müslüman süyleyemez ve yapamaz. Ama bugün siyaset alanında da, sosyal planda da birçok kendisini İslama nispet eden insanın açık açık münkeri ifade ettiğini, insanları münkere çağırdığını ve münker yolunda büyük kitlelerin toplanmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu Allahın asla razı olmayacağı, vahye ve Resulullah’ın (s) sünnetine aykırı bir tutumve Allahın mutlaka hesap soracağı bir büyük sapmadır.
15. Başlığa geliyoruz. “Mümin olmayanlarla velayet sevgi, kardeşlik ve sırdaşlık ilişkisi kurulamaz. Velayet ilişkisi, sadece Allah, Resulu ve müminler arasında geçerli olan bir ilişkidir. Bu önemli kavram, maalesef yerli yerine oturtulamamış ve kafirlerle, müşriklerle tağutlarla, tağuti sistemlerle, tağuti ideolojilerin müntesipleriyle, kurucularıyla dostluklar, kardeşlikler, velayet ilişkileri kurabilir hale gelinmiştir. Mesala tevbe süresi 23. Ayette “anne, baba, kardeşlerimiz, evlatlarımız bile olsalar, küfrü imana tercih ediyorlarsa onları veli edinmememiz” isteniyor. “Eğer buna rağmen eğer siz onları dost, veli edinirseniz, siz tıpkı onlar gibi zalimlerden olursunuz” deniyor. Buradaki zalimlik, küfür anlamındadır. Bu kadar açık bir uyarı vardır. Ama, bırakın anne, baba, kardeş olmayı, küfrü temsil eden bunun dışındakilerle bile kolayca velayet ilişkisi içerisine girilebiliyor Türkiye’de. Mücadele 22. Ayette yine çok açık bir şekilde, sevginin, dostluğun/velayetin içerisinde en önemli unsur olan sevginin, velayet ilişkisinin en önemli bağı olan sevginin ancak ve sadece Allaha, Resulüne ve Müminlere tahsis edilmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Anne, baba, evlat, kardeş ve aşiretiniz bile olsalar, Allah’a ve Resulüne isyan ediyorlarsa eğer, onlara karşı bir sevgi asla kalbinizde yer almamalıdır, ikazı yapılıyor. Müminlerin, böyle oldukları, olmaları gerektiği tespit ediliyor. Hizbullah olanların, Allah taraftarı olanların tarifi yapılıyor. İşte anne, baba, kardeş, evlat ve aşireti/kavmi bile olsalar, Allaha ve Resulüne karşı isyanı tercih etmişlerse eğer, onlara karşı kalplerinde hiçbir sevgi duymayanların Hizbullah oldukları, Allah taraftarı oldukları tespiti yapılıyor. Ve gerçekten kurtuluşa erecek olanların da sadece bunlar olduğu ifade ediliyor. Yine maide süresi 55 ve 56. Ayetlerde; sizin veliniz, ancak ve sadece Allah’tır Resulüdür ve namazı dosdoğru kılıp zekatı veren ‘rakiun’ olan, Allah’tan gelene boyun eğmiş, teslim olmuş olan müminlerdir, başkaları asla değildir deniliyor. Ama, görüyoruz ki, pek çok Müslümanım diyen insan, hele siyaset zeminine baktığımızda herkes, ayrım yapmaksızın herkesi veli ediniyor. Herkes herkesin kardeşi dostu oluyor.
Değerli kardeşlerim!
Hücurat süresi 10. Ayette de “müminler ancak kardeştirler” tespiti yapılmaktadır. Mü’minlerin mü’min kardeşleri dışındakilerle, mümin olmayanlarla Kur’an ölçüleri içerisinde, Resulullah (s) in güzel örnekliği çerçevesinde şu bağların kurulacağını görüyoruz.
A – Tebliğ ilişkisi: biz hiç kimseye hakaret etmeyiz. Hiç kimseye zulüm etmeyiz. Hiç kimseye haksızlık yapmayız, hiç kimseye adaletsizlik yapmayız. Yapamayız yaparsak İslama aykırı davranmış, günah işlemiş oluruz. Rabbimiz, bütün yarattıklarına karşı bizim adaletle muamele etmemizi istiyor. Onlar isterse Müslüman olmasınlar, isterse küfrü tercih etsinler. Dileyen iman etsin dileyen isyan etsin, zorla kimseye dinimizi, inancımızı dayatamayız. Biz mutlaka, hangi inancı tercih ederse ederse etsin, hangi ideolojinin müntesibi olursa olsun, ayrım yapmaksızın bütün insanlara adaletle muamele etmek ve özgürlüğünü sahiplenme noktasında onun da insanca yaşama hakkını savunmak durumundayız. Çünkü biz, adaleti, merhameti, barışı, kurtuluşa taşıyacak Kur’an’ın aydınlatıcı mesajını temsil ediyoruz. Biz, fıtratla, evrenin vahiyle barışını temsil ediyoruz. Biz fıtratla vahyin, evrenle vahyin uzlaşmasını/ barışını temsil ediyoruz. Biz asla, her şeye rağmen, ne pahasına olursa olsun, kendi heva ve arzularımız istikametinde davranıp, kendi çıkarlarımızı belirleyici kılıp, Allah’ın yarattığı hiçbir yaratığa, doğaya bile zarar veremeyiz. Doğayı tahrip etmek de en büyük zulümlerdendir. Bütün insanlığın hakkı vardır, bu doğadan bütün yaratıklar istifade edecektir, işte bu bakımından tabiatı, doğayı tahrip etmek zulümdür, haksızlıktır, adaletsizliktir ve bir Müslümana asla yakışmaz. Onun için bir Müslüman en iyi çevreci olmak durumundadır. Bir Müslüman, çevreye, doğaya bile zarar veremez, kötülük yapamaz, tahrip edemez. İnsana karşı ise, ki insan yaratılmışların pek çoğundan üstün yaratılmış bir varlık olarak, ayrıca daha da gözetilmesi gereken, hukuku daha çok gözetilmesi gereken bir konumdadır, daha dikkatli ve titiz olmak, hukuku ve adaleti daha çok gözetmek sorumluluğu vardır. Rabbimiz istiyor ki, yaratmış olduğu bütün kulları hangi inanç ve ideolojiyi tercih ederlerse etsinler, ama özgürce tercih etsinler. Bu sebeple “dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin”, “dinde zorlama yoktur” ayetlerini inzal etmiş bulunmaktadır. Bu sebeple, din tercihi konusunda biz dayatma yapamayız. Bir baskı kuramayız. Çünkü dayatmayla, insanlar münafık olur, şahsiyetsiz olur, iki yüzlü olur. Allah’ın dini bunu istemez, Allahın dini insanların kendi hayat tarzlarını inançlarını, imtihan gereğince özgürce tercih etmelerini ister. Ve o istikamette özgürce yaşamalarını ister. Allah’ın tevhit dini, Allahın bütün kullarının şu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerinin zeminini, adalet ve özgürlük zeminini, yeryüzünün halifeleri kılınmanın soruymluluğunu müdrik Müslümanların hazırlamasını ister. İşte böylesine büyük bir dini ve adaleti temsil ediyoruz biz. Karşı taraflar ise, zulümü temsil ediyorlar. Tevhit dini dışında olan bütün batıl inançlar, bir şekilde zulüme bulaşmışlardır. Her hal ve takdirde zulüme bulaşmışlardır. Kimisi daha şedit zalimdir, kimisi göreceli olarak daha az zulüm yapsa da mutlaka zulme bulaşmışlardır. Çünkü, tevhit dini dışındaki bütün inançlar, ideolojiler zulümatı, karanlıkları oluştururlar.
Değerli kardeşlerim!
İşte bu sebeplerle, bizler Müslüman olmayanlarla bu çerçevede tebliğ ilişkisi kurup, onlara Allah’ın kurtarıcı mesajını, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajını ulaştırmaya çalışırız. Merhametle yüreğimiz pır pır atar (atmalı) bir kişiyi daha kurtaralım diye. İnsanları, zorbalıkla baskı altına almak, kötü örneklikler teşkil ederek İslamı temsil etmek bize yakışmaz. İslamı dosdoğru temsil edip, çevremizdeki, yakınımızdaki akrabalarımızdan başlayarak bütün toplum cennete gitsin diye çırpınmak bize yakışır. Herkese, dosdoğru bir daveti, tevhidi bir mesajı taşımak, herkesin, karanlıklardan aydınlığa/nura bir sıçrama gerçekleştirmesine vesile olmak ve herkesin cennete gidecek ölçüleri kavrayıp, cennete götürecek amelleri yapmalarına vesile olmaktır bize yakışan.
B – Mü’min olmayanlarla kurulacak bir başka ilişki; zulüme karşı Allah’ın bütün kullarını korumak, Allahın bütün kullarının hak ve özgürlüklerini savunmaktır. Bu anlamda Müslüman olmayanlarla ilişkiler kurarız. Yani Müslüman olmayan bir kişiye bir zulüm, bir haksızlık yapılmışsa, biz o zulümü ve haksızlığı yapan Müslüman olsa bile, o Müslüman’a karşı mazlum olan kafirin yanında yer alırız. Ne muhteşem bir dinimiz var, gerçekten, başımızı onurlu bir şekilde dik tutan, bize şeref ve onur kazandıran bir dinimiz var. İnanın kitabı bir daha okuduğumda, bir daha okuduğumda daha mutmain, daha onurlanmış hissediyorum kendimi. Allah’a ne kadar hamdetsek azdır. Bizi böyle bir dinle şereflendirdiği, bize böyle bir kitabı tercih edip gönderdiği, bize böyle bir dini seçtiği ve bizi seçip bu kitaba mirasçı kıldığı için ne kadar şükretsek azdır. Ve bunun gereği, bu hamdın gereği meydanlara, sokaklara çıkmak, komşulara, topluma koşmak, konferans salonlarına koşmak ve sürekli daveti yaymak için çırpınmak olmalıdır. Ölüm bize gelene kadar, daha fazla insan vahyin ölçülerini kavrasın da kurtulsun diye çırpınmak olmalıdır. Bize yakışan budur. O halde, biz Müslüman olmayanların özgürlüklerinin de temsilcisiyiz. Adaleti, sadece kendimiz için değil, herkes için istiyoruz biz. Adalet sistemini isterken, Allah’ın bütün kullarının özgürleşmesini, bütün kullarına adaletle muamele edilecek bir sistemin kurulmasını istiyoruz. Kardeşlerim! Demek ki biz, mümin olmayan, Müslüman olmayanlarla, bütün topluma yapılan zulümlere ve zalimlere karşı ittifak edebiliriz. Tıpkı, Medine’de Yahudilerle Mekke müşriklerinin saldırılarına karşı ittifak yapıldığı gibi. Ama bu konuda dikkat etmemiz gereken şey şu, asla kendimiz olmaktan vazgeçmemek, asla temel ilke ve özgürlüklerimizden tavize yanaşmamak kaydıyla, İslami kimlik ibrazımızı asla gölgelemeden, kamufle etmeden, gizlemeden ve temel ilkelerimizi, İslami kimliğimizi arkamıza atmadan bunu yapabiliriz.
Mümtehine 8. Ayetinde ifade edildiği üzere, barışçı olan kafirlere bile adaletle muamele etmekle, iyilik yapmakla yükümlüyüz. Rabbimiz, “eğer sizinle din konusunda savaşmıyorlarsa ve sizi yurtarınızdan çıkarmaya çalışmıyorlarsa o kâfirlere karşı adaletle muamele edin iyilikle muamele edin” buyuruyor. Birr/iyilik kavramını öne çıkarıyor. Velayet yine yasak, ama adaletle, iyilikle muamele etmekten sakındırmıyor Rabbimiz. Buna rağmen, ikrah olmadan onların ideoloji ve ilkelerine bağlı olduğumuzu söyleyemeyiz. Onları benimsememiz asla söz konusu olamaz. Benimsemek hiç mümkün olamaz, ama küfre bağlılığı dil ile söylememiz bile ancak bir can tehlikesi, bir işkence tehdidi altında olabilir.
C – Kafirin mümin üzerinde velayet hakkı asla yoktur. Biz kafirler üzerinde yönetici olabiliriz. Ama kafirler müminler üzerinde zorbalıkla olabilirler, ama bizim tercihimiz olarak, bizim seçimimizle, bizim desteğimizle asla olamazlar. Haramdır. Çünkü onlar fıtratı bozmuş, Allah’a isyan etmişlerdir. Onların da yaratıcısı olan, onların da hak ve özgürlüklerinin güvencesini vaaz eden Allah’a baş kaldırdıkları için, onlar Allah’ın bütün kulları üzerinde yönetici olamazlar. Velayet hakkına sahip olamazlar. Ama biz müminler, onlar üzerine yönetici, hükmetme anlamında velayet makamında bulunabiliriz. Çünkü biz, onların da yaratıcısı, bizim de yaratıcımız olan, bizi de onları da öldürecek olan Allah’ın, bütün kulları için ayrımsız vaz etmiş olduğu temel hak ve özgürlüklerin savunucularıyız. Bizim sistemimizde, bizim yönetimimizde kafirler de özgür olacak, Allahın dinini değil başka dinleri benimseyenler de özgürce tercihlerini yapabilip yaşayabilecekler. Ama onların sistemlerinde görüyorsunuz ki bizler asla kendi hayatımızı, İslami hayatımızı kuramıyor ve Müslüman’ca yaşama imkanına sahip olamıyoruz. Başörtüsü yasağından, diğer başka baskılara yasaklara kadar, İslami eğitim yasağına kadar bir çok yasakla kuşatılmışız. Bakın onlar bize özgürlük vermiyorlar. Avrupa’da da vermiyorlar, Amerika’da da vermiyorlar. Demokratik denilen ülkelerin hiçbirisinde, İslam’ın tarihsel süreçte, geçmişte saltanat dönemlerinde bile, ki saltanat dönemleri tam anlamıyla İslami sistemler bile değildir, gayri müslimlere tanınan haklar Müslümanlara verilebilmiş değildir. Müslümanların tarihinde Müslüman olmayanlara tanınmış olan hak ve özgürlüklerin yüzde onu bile bugün demokratik ülkelerde Müslümanlara tanınmıyor. Onun için biz bütün bunların bilincine vararak tercihlerimizi yapmalı, takip etmemiz gereken yolun ne olduğunu bu temel ölçüler ve çerçeveler içerisinde belirlemeye çalışmalıyız.
Değerli kardeşlerim!
Rabbimiz yine bir takım ayetlerinde tevbe 33 gibi fetih süresindeki ayette olduğu gibi, ne diyor? Diyor ki, “Allah peygamberini hak din ve hidayetle göndermiştir ki, bu dini yani hak dini bütün diğer dinlere hakim kılsın üstün kılsın diye.” Yani hak olan Allahın dini, tevhit dini, hangi inanca ve ırka müntesip olursa olsun bütün insanların özgürlüklerinin güvencesi, hepsine de adaletle muamele etmeyi esas alan tevhit dini, bütün diğer yeryüzü dinlerine üstün kılınmak için hakim kılınmak için indirilmiştir. Hak geldiğinde batıl zail olacaktır. Ama hak doğru temsil edilemediği, doğru ortaya konulamadığı için bugün hak galip gelmiyor. Hak, teorik olarak ve manevi olarak hep üstündür. Allah’tan geldiği için şerefli ve izzetlidir. Ama hakkın temsilcileri zelil olduğu zaman, sanki hakta zelilmiş gibi, mağlupmuş gibi görünüyor. Bu bizim yüzümüzdendir. Onun için zaten izzetli ve onurlu olan Allah’ın dinini, hakkı, tevhidi bütün diğer yeryüzü dinlerine üstün getirecek, pratikte de, uygulamada da üstün kılacak mücadeleyi ve doğru temsili biz müminler ortaya koymak durumundayız.
Değerli kardeşlerim!
16. Başlığa geçiyorum. Öncü kadrolar, en önce en fazla risk alan, fedakârlığı öncelikle yapan konumda bulunmalı ve azimeti tercih etmelidir. Onların ruhsatı tercih etmesi, dinin yanlış anlaşılmasına yol açar. Onun için bir kişi önder konumundaysa, ikrah bile olsa dinde taviz vermemeli, ilkelerden taviz vermemeyi tercih etmelidir. Çünkü insanların çoğu, önderlerein tutumlarına, duruşlarına ve söylemlerine göre dinlerini oluştururlar. Halk kitleleri din konusunda cahildir, cahilleştirilmiştir, haktan, kaynaktan kopmuş ve dinin temel esaslarını bile bilememekte, İslamı temsil iddiasıyla ortaya çıkan önderlerden öğrenmeye çalışmaktadır. İslamı temsil ettiğini iddia eden bir önder nasıl olur da kendisini münkerle, şirk ve küfre ait ilkelerle, kavramlarla tanımlayabilir? Nasıl olur da kendisini, batıl ölçü ve ilkelerle tanımlayıp ben de buyum diyerek toplumun karşısına çıkabilir? Nasıl olur da hem şirke ait ilkelere bağlı olduğunu, onları benimsediğini söyleyip, hem de öteki tarafta namaz kılabilir ve Müslüman olduğunu söyleyebilir? Bu tür insanların, öncü kadroların, bu ilkesiz tutum ve davranışları, bu tutarsızlıkları, insanların tevhit dini olan İslam’ı yanlış anlamalarına, doğru bir din anlayışından uzak düşmelerine yol açıyor. Onun için eğer ilkeli tutarlı ve tavizsiz bir İslami kimlik ibrazından uzak duruyorlarsa ve imanlarına şirk bulaştırıyorlarsa, bu tür şahsiyetlerin İslam adına öne çıkmaları, insanların sapmalarına yol açmak bakımından çok büyük bir zulümdür.
Değerli kardeşlerim!
Bu bakımdan, özellikle önder ve öncü kadroların, hangi zeminde olurlarsa olsunlar, ister siyasi hayatta, ister ticari hayatta, ister sosyal hayatta, hangi alanda bulunursa bulunsunlar, İslami ölçü ve ilkelere, mutlaka büyük hassasiyetle sadakat göstermek durumunda olmalıdırlar. Aslında bütün Müslümanların dikkat etmesi gereken ölçü ve ilkelere, önder konumundaki insanların on kat daha fazla dikkat edip, asla tavize yanaşmayan, hatta belki avam kısmında maslahaten veya baskı sebebi ile mazur görülebilecek olan ruhsatların kullanımına bile önder konumundaki insanların asla itibar etmemeleri gerekir.
Değerli kardeşlerim!
17. Başlık; “toplumsal sorunlarla ilgilenilmeli, fakat onlara takılı kalmadan, onları müstakil dava haline dönüştürmeden, Tevhit şirk eksenli İslami mücadele çizgisi sürdürülmelidir”. Bir sürü toplumsal sorunlarımız var. Kürt sorunumuz var, işçi sorunumuz var, başörtüsü sorunumuz var, daha birçok insan hakları sorunlarımız var. İşte bu sorunların hepsi İslami mücadelenin alt başlıkları olarak anlamlıdır. Adaletin temsilcileri mü’minler olarak biz, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenip, temel ilkelerimizden taviz vermeden ve sorunların müsebbibi şirk sistemine eklemlenmeden hepsine çözümler sunabilecek konumda olmalıyız. Ancak tevhide çağıran mümin davetçiler olarak, bunlardan bir tanesini bile asla esas dava haline dönüştürmemek şartıyla. Kürt sorununu esas dava yaptığımız zaman Kürtçü oluruz, işçi sorununu esas dava yapan sınıf mücadelesine yöneldiğimiz zaman sosyalist oluruz. İnsan hakları sorununu esas dava haline dönüştürüp tevhid-şirk eksenli İslami mücadeleden soyutladığımız zaman, vahyin ölçüleri yerine, tuğyanı içeren seküler batı insan hakları anlayışını savunma konumuna sürüklenmekten kurtulamayız. Halbuki bizim davamız tevhit-şirk eksenli İslami mücadeledir. Bizim hattımız, bütün peygamberlerin ortaya koyduğu örnek işte bu örnek hattır. Takip edilmesi, taviz verilmemesi ve ölüm bize gelene kadar sürdürülmesi gereken hat budur. Ama biz, tevhit şirk eksenli İslami mücadelenin onurlu, tutarlı, ilkeli müntesipleri olduğumuz zaman zaten bütün insan hakları ihlallerine karşı adaletin, hemde mutlak anlamda herkesi gözeten adaletin mücadelesini vereceğiz. Kürt sorunu konusunda da en adil tavırları, bütün kavimleri ve dilleri Allah’ın ayeti ilan eden vahyin belirleyiciliğinde geliştirebileceğiz. Kürt halkına yapılan zulümlere karşı, bizim yıllardır yapa geldiğimiz gibi, son derece net, tavizsiz ve bütün kavimleri Allah’ın ayeti sayan ve eşdeğer, aynı derecede saygıdeğer konuma oturtan bir adalet mücadelesini ikame edebileceğiz. İslami mücadele bunu gerektiriyor. Aynı şekilde, işçilerin, emekçilerin haklarını savunmak söz konusu olduğunda da asla bir sosyalist bizim ulaştığımız adalet seviyesine ulaşamaz. Ulaşamamalı, çünkü bizim temsil ettiğimiz adaleti bir sosyalist temsil edemez. Çünkü o heva ve zannın ürettiği değerlerle bu hakkı savunuyor. Heva ve zannın ürettiği bu değerler, hep önyargılarla kuşatılmış, sınırlı, insani zaaflarla kirletilmiş, tahrif edilmiş değerlerdir. Çünkü insan üretimidir. İnsan aklı zaaflıdır, sınırlıdır ve kendi ön yargılarıyla kuşatılmıştır. Pratikte akıl da kirlenmiştir, genelde selim bir akıl yoktur. O halde, biz de bu toplumsal sorunları gündeme getirirken, İslami kimlik ve ilkeleri belirleyici kılan, tevhit-şirk eksenli İslami mücadelenin alt başlıkları olarak bunları ele almalıyız. Bunları müstakil dava haline getirmek İslamı ana dava olmaktan çıkarmak sonucunu doğurur ki, bu gerçekten önemli bir sapma olur.
Bir tarafta, toplumsal sorunlarla ilgilenmeyenler var. Tamamen toplumsal sorunlarla ilgisiz fil dişi kulede teoriyle meşgul olanlar var. Bunlar tefriti temsil ediyorlar. Birde ifrat var, bunlar da, tek tek sorunları belirleyici kılıp dava haline dönüştürenlerdir. Fil dişi kulede, toplumsal sorunlarla tamamen ilgisiz olarak teoriyle meşgul olup, kitap ve makale yazanlar, toplum kaynarken, ızdıraplar yaygın, kitleler inim, inim inlerken bunları görmezden gelirler. İşte bu duyarsızlık İslama ve Müslümanlara yakışmaz. Bizim ulaştığımız sonuç olarak ifade etmek isterim ki, Müslümana yakışan vasatı teşkil etmektir. Adil olmak, orta ümmet olmayı başarmaktır. Ve böylece kardeşlerim, bütün sorunlara İslami ilke ve ölçülerden taviz vermeden yanaşan, onlara İslami ölçülerle sahiplenip mazlum halkların, mazlum kişilerin kim olurlarsa olsunlar ayrım gözetmeden çifte standartsız bir şekilde hak ve özgürlüklerini savunarak yanlarında yer almak, zalim de kim olursa olsun zalime itirazını yükselten bir konumda bulunmaktır. Ama bunları, bütün bu mücadeliyi de İslami ana mücadelenin, tevhit şirk eksenli mücadelenin bir alt başlığı olarak görmektir.
Değerli kardeşlerim!
Daha Mekke döneminde Resulullah (S.A.V) ve beraberinde olanların, ilk Kuran neslinin ekonomik, sosyal, siyasi konularda çok net tavırlar koyduklarını, bütün toplumsal sorunlarla da vahyin ölçüleri içinde ilgilendikllerini görüyoruz. İşte Maun süresi Mekki bir süredir. Bu surede, yetimin itilip kakılması, fakirin doyurulmaması gibi ekonomik ve sosyal tatumların, insanları dini yalanlayan konumuna sürüklediğine dikkat çekiliyor.
18. Başlığa geçiyorum. Kuran merkezli ve Resululalh (S.A.V) örnekliğinde gerçek bir din anlayışı ortaya çıkarılmalı yanlış din anlayışını ıslah edici çabalar gösterilmelidir. Bazı Müslümanlar geleneksel hurafelere, bidatlara karşı yalın kılıç mücadele eden tavırlar geliştiriyorlar. Ama bir bakıyorsunuz, modern hurafelere karşı hiç sesleri çıkmıyor. Bazıları da modern olana karşı tavır koyarken, geleneksel hurafelerle içi içe bir hayatı ve din anlayışını yaşıyor. İkisi de ifrat ve tefrittir. Bizim, Kur’an merkezli düşünen ve Resulullah (S.A.V) in güzel örnekliğini bugüne taşımak duyarlılığını gündemleştiren müminler olarak, yine bu ifrat ile tefritin ortasında vasat ümmet olmayı başarmamız gerekiyor. Ve hem geleneksel bidat ve hurafelere karşı, hem de modern dünyanın ürettiği modern hurafelere karşı tavır geliştirmeliyiz. Ve insanları uyarıp, bu yanlış anlayışların, geleneksel ve modern cahiliyeye ait bu iki uçtaki anlayışların İslam olarak algılanmasına engel olmalıyız. Modern hurafeleri de ikiye ayırıyoruz biliyorsunuz. Birincisi, doğrudan doğruya batı zemininde, pozitivist, seküler zeminde üretilmiş olan kavramların, demokrasi, laiklik, rasyonalizm, hümanizim kapitalizm, kominizm gibi kavram ve ideolojilerin oluşturduğu modern hurafelerdir. İkincisi de, Müslümanlardan olduğunu iddia edipte, tarihselcilik gibi, rölotalizm gibi, Protestanlaşma, ılımlı İslam gibi süreçleri yaşayan ve burada yanlış yönelişlerle Allah’ın muhkem olan ayetlerini bile sorgulayıp değişim talep edebilen, dinin sabitilerinde bile değişimden yana olan sapma ve savrulmalardır. İşte bunları da modern bidat ve hurafelerin içerisine koymamız gerekiyor. Ve bütün bunlardan beri olarak, geleneksel ve modern kuşatmaya karşı, tevhidi duruşu ortaya koymalı ve Kur’an merkezli doğru din anlayışının topluma ulaşmasına vesile olmalıyız.
Değerli kardeşlerim!
19. Başlığa geliyorum: “reaksiyon değil aksiyon olunmalı, İslam düşmanlarının oluşturduğu gündemlerin akışına kapılınmamalı, gündem oluşturucu bir mücadele sürdürülmelidir” diyoruz. Görüyorsunuz, gündemi hep birileri, İslam düşmanları belirliyor. Müslümanlar da arkalarından sürükleniyor. Öyle olmamalı, gündemi Kocatepe kültür merkezinde belirlediğimiz gibi biz belirlemeliyiz. Ne yaptık? Orada haksızlığa, zulme ve zalime karşı hakkı Haykırdık. Tahakküm eden resmi ideolojinin baskısı ve zulmüne itiraz ettik. Temel hak ve özgürlüklerimiz gündeme taşıyıp zalimleri sorguladık, hesaba çektik. Eğitim sisteminin yol açtığı büyük çürüme ve yozlaşmayı gündem yaparak, resmi ideolojinin oluşturduğu bataklığa dikkatleri çektik. Haftalarca, aylarca bizim söylemlerimizi tartıştılar, hala tartışıyorlar. Bir taraftan da vakfımızı kapatmaya çalışıyorlar. Halbuki, biz kimseye zulüm etmedik, zulüm etmiyoruz. Haksızlık etmedik/etmiyoruz. Adaletsizlik etmedik/etmiyoruz. Biz herkesin özgürlüğünü, herkesin adaletle muamele görmesini savunduk/savunuyoruz. Savunmaya devam edeceğiz. Ölüm bize gelene kadar, biz vahyin belirlediği temel ilke ve ölçüler çerçevesindeki adalet ve özgürlük yürüyüşümüzü sürdüreceğiz inşallah. Biz reaksiyon değil, aksiyon olan, gündemi oluşturan açılımların sahibi olmalıyız. Tabiî ki, bizim dışımızda oluşturulan gündemlere de cevap vereceğiz. Yani bunlar bizim dışımızda oluşturuldu ne yaparlarsa yapsınlar cevap vermeyiz diyemeyiz. Onlara da cevap vereceğiz, bizim dışımızda bize hakaret ediliyorsa, bizim dışımızda biz mahkum ediliyorsak, bizim dışımızda irtica laftasıyla İslama saldırılıyorsa, bizim dışımızda İslam ve Müslümanlar için projeler üretilip uygulamaya konuluyorsa, sırf gündeme takılmamak için bunları görmezlikten gelebilir miyiz? Tabii ki bunu yapamayız ve tabii ki bunlara da özgün İslami kimlik ve ilkelerimiz çerçevesinde cevap vereceğiz. Ama, tepkisellikle, duygusallıkla, heyecanlarımıza kapılmayacağız. Bize rağmen bizi ilgilendirilen gündemler oluşturulduğunda, akıl ve vahyi belirleyici kılarak onlara da tepkiler vereceğiz, onurlu, ilkeli tepkiler, itirazlar yükselteceğiz. Ama asla akıl ve vahyi dışlayarak duyguların ve heyecanların güdümünde, onların kullananabilmesine müsait vasatları oluşturan sürüklenmelerin içerisine girmeyeceğiz. Tepkisellik bize yakışmaz, ama bilinçli, ilkeli ve akıllı tepki bize yakışır. Tepki koymak, onurlu, ilkeli tepki koymak ayrıdır. Duygu ve heyecanların güdümünde, hem de gündemleri oluşturan zalimlerin de kullanabileceği tepkiselliklere sürüklenip, zaaflar göstermek ayrı bir şeydir. Biz bu ikincisini yapmamalı, ama bir taraftan kendimiz gündemler oluşturmaya çalışırken, kendi gündemimize yoğunlaşmayı ısrarla sürdürürken, bir taraftan da bizim dışımızdaki gündemlere de ilkeli, onurlu cevaplar vermeye, itirazlar yükseltmeye de devam edeceğiz. Hiçbir şartta kendi özgün gündemimizden kopmayacağız, kopmamalıyız. Ne pahasına olursa olsun, hangi şart altında bulunursak bulunalım, tıpkı Nuh (A.S) gibi tevhit gemimizi inşa etmeyi ısrarla sürdürmeli, Kur’an nesli inşa projemizi tavizsiz bir şekilde devam ettirmeliyiz.
20. Başlığa geliyorum: “konjüktürel özgürlük, geçim ve refah ihtiyacımızı karşılamak için stratejik hedeflerimizden kopmamlayız.” Bizim, sadece Allaha kulluk yapmak ve onun rızasını kazanmak gibi stratejik bir hedefimiz var. Bu bağlamda, İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermeksizin, tevhidi istikamette bir hayatı kurup yaşamak, bütün Allahın kullarına vahyin şahitliğini yapmak, tıpkı peygamberlerimizin yaptığı gibi dosdoğru bir daveti ulaştırmak gibi stratejik bir hedefimiz var. Toplumu vahiyle yeniden inşa etme, ümmeti Kur’an nesli öncülüğünde yeniden inşa etme bizim stratejik hedefimizdir. Biz bu temel hedefimizden, asla ve hiçbir şartta, hiçbir baskı altında kopmamalıyız. Hapise koysalar hapisteki insanlara ulaşmaya çalışmalıyız. Dışarıda kaldığımızda topluma ulaşmaya çalışmalıyız. Her türlü şart altında, tavize yanaşmadan dosdoğru istikamette yürümeliyiz. Ve bu stratejik hedef ve yürüyüşümüzden, konjüktürel çıkarlarımız için vazgeçmemeli ve asla bu mücadelemizi ertelemeliyiz. Konjonktürel en önemli ihtiyacımız, özgürlük ihtiyacımızdır. Baskı altındayız, çok boyutlu zulümler görüyoruz. Açız, sefiliz, işsiziz, tüm bu sorunları aşmaya, bu alanlardaki ihtiyaçlarımızı gidermeye acilen ihtiyaç duyuyoruz. İşte tüm bunlar için bir taraftan zulmü geriletmeye yönelik mücadele zaten sürecektir. Ama bulara takılı kalıp, bu ihtiyaçları gidermeyi dava haline dönüştürüp stratejik hedefimizi terk etmemeliyiz. Bunu söylemeye çalışıyorum. Konjüktürel gündemlere, dayatmalara cevap yetiştireyim derken, temel stratejik hedefimize yönelik stratejik yürüyüşümüzü zayıflatmamak, ertelememek en büyük sorumluluğumuzdur.
21. Başlığa geçiyorum. “şer ve ehven-i şer arasındaki yolları tercih edip, bu tercihlere kendini kapatıp, ehveni tercih dışı bırakmaktan Allah’a sığınmalıyız. Aslında, “ehven-i şer” de şer’den bir şubedir. Bir mümine, ehveni şeri tercih etmek asla yakışmaz. Gerçekten utanılacak bir şeydir, aynı zamanda ahlaki ve ilkesel bir zaaftır. Diyorsunuz ki, ben hakkı, ehveni temsil ediyorum, ehveni istiyorum, ehveni özlüyorum, ama şimdilik, ehven bir yerde dursun, ben ehven-i şeri tercih edeyim, böyle şey olur mu? Bu tutum, bir Müslümana yakışır mı? Müslüman, ehven-i şeri tercih ettiğinde, insanlara ehvenin temsilciliğini, hakkın şahitliğini nasıl yapacak, ehvenin mesajını nasıl taşıyacak, ehvenin ilkelerini nasıl hayatında gösterip de örneklik teşkil edecek, nasıl vahyin şahitliğini yapacak? Tabii ki yapamaz, başını yere eğmek zorunda kalır, kendisine saygısını bile kaybeder. Daveti götürdüğünüz bir insan, “Ya sen nasıl bir adamsın ki, ehveni temsil ediyorum, vahyi temsil ediyorum, Kur’an yolundayım, Allah yolundayım, tevhit yolundayım diyorsun, ama ondan sonra da şirke dayalı yollardan birini tercih edip, bu ehveni şerdir şimdişlik bu yoldayım diyorsun” dediği zaman başınızı yere eğmekten başka yapacağınız bir şey kalmaz. Onun için tevhidi düşüncenin müntesipleri, asla ehvenden vaz geçmemeli, ehveni tercih dışı bırakan, şer ve ehven-i şer arasındaki tercihlerle kendisini sınırlamalı, kendisini aldatmamalı, başka insanları da yanıltacak durumlara düşmemeli. Tabiî ki, tevhidi bilince ulaşmamış halk için bu böyle değildir. Tevhidi bilince ulaşmamış, namazını kılan, kendisini Müslüman sayan, ama tevhidi bilinçten uzak, Kur’an’ın getirdiği din anlayışına bir türlü ulaşamamış milyonlar var. Bu kitlelerin, şerri temsil ettiğine inandığı darbecilere, çetecilere, ahlaksızlara, ahlaki çürümeyi, çeteleşmeyi temsil edenlere karşı, ulusalcı çeteleri temsil edenlere karşı, Kemalist resmi ideolojinin baskısını, zulümünü temsil edenlere karşı görece özgürleşmeyi ehven-i şer olarak görüp, o ehveni şere meyletmesi, bu halk kitleleri adına bir olumluluk olarak görülebilir. Çünkü bu kitleler, tevhid yolu olan ehveni hiç tanımadılar. Ama, tevhidi bilince sahip birisinin ehven-i şerre meyletmesi gericiliktir, gerçek anlamıyla irticadır, gerçek anlamıyla geriye gitmektir, zulümdür, haksızlıktır. Kendi nefsine de Allah’ın dinine de zulümdür. Allah, “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur, cehennemlik olursunuz” diye uyarmıyor mu?
Değerli kardeşlerim!
Bizim sonuç olarak söyleyeceğimiz şudur: sistemin içerisinde bir takım yollar var, görece bir özgürleşmeyi temin etme araştırmaları var. Bu zulümatın kulvarları arasında değişimi arzulamaktır. Bugüne kadar, seksen yıllık zulüm sisteminden AKP nin temsil ettiği görece bir özgürleşme umudu henüz gerçekleşebilmiş değil, inşallah bu sefer gerçekleştirecek dirayeti gösterirler. İşte bu umudu temsil eden yol, zulumatın seksen yıllık baskıcı daha koyu karanlığı temsil eden kulvarlarından, daha özgürlükçü kulvarlarına geçişi temsil eder. Tıpkı Stalin, Lenin döneminden Gorbaçov’un dönemine geçiş gibidir bu değişim. Gorbaçov’un dönemi İslam mı? Aydınlık mı? Hayır, gri bir ton. Yani zulümatın koyu kulvarlarından gri tonlarına geçiş yapmıştır Rus halkı Gorbaçov yönetiminde. Nasıl yapmıştır. Büyük bedeller ödemiş, onda bile büyük bedeller gerekiyor. Meydanları doldurup haykırmak gerekiyor. Bu anlamda bir mücadele sürerek ancak sonuç alınabiliniyor.
Değerli kardeşlerim!
Sistemin ve toplumun çürümüşlüğünü ortaya koyan, her yandan çetecilerin, soyguncuların ve sömürücü projelerin yağdığı, ahlaksızlığın, çeteleşmenin, şiddetin, fuhşiyatın her taraftan fışkırdığı bir baataklıkla kuşatılmışız. Yozlaştırıcı, çürütücü cahili bir toplumsal ve siayasal yapı söz konusudur. İslami akide, kimlik ve ilkeler, ahlaki değerler ve hatta insani erdemler ve fıtrat bile bozulmuştur. Böyle bir toplum ve sistemle muhatabız. Böylesine tükenmiş ve bütün insani ve ahlaki değerleri de tüketmiş bir sistemin kuşatması altındayız. Yapılacak şey ısrarla iki mücadeleyi birlikte sürdürmektir. Birincisi özgürlük ve adalet mücadelsidir. Zulümü geçici olarak da olsa, biraz da olsa, kısmi ve görece de olsa geriletme mücadelesidir. İkincisi de, tevhidi istikamette toplumu dönüştürme, vahiyle yeniden inşa ve ıslah mücadelesidir. Birincisinin anlamı, mevcut sistem içerisinde, bize zulüm etmeyin, bize haksızlık etmeyin, bize işkence etmeyin, Allah’ın kullarına haksızlık ve zulüm yapmayın, bu ülkenin insanları kim olurlarsa olsunlar hepsi özgür olsun, hepsi adaletle muamele görsün, haksızlık ve zulüm kimseye yapılmasın demektir. Bunun için yapıması gereken, meydanları doldurmak, itirazı yükseltmek, egemen sistemi ve uygulamalarını sorgulamak, hesap sormak ve halkta muhalefet bilincini uyandırıp yaygınlaştırmaktır. Bu mücadele bir taraftan yürüyecektir. Yani biz, hele İslam gelene kadar şu zulümlere katlanalım diye yatamayız, zulme rıza gösteremeyiz. Zulüme karşı itirazımızı, özgürlük mücadelemizi, tıpkı hılfıl füdul da da yapıldığı ve sonra da Resulullah (S.A.V)’in bugün de çağrılsam giderim dediği konum anlamında bir itirazı da yükselteceğiz. İnsanlara haksızlık yapılmasına karşı çıkacağız. Allah’ın bütün insanlara lütfettiği temel hakların savunuculuğunu yapacağız. Adaleti savunacağız, bu anlamda bir mücadeleyi geliştireceğiz. Yani zulümü görece olarak geriletmeye yönelik, görece olarak özgürlüklere kavuşmaya yönelik özgürlük ve adalet mücadelesi bir taraftan sürecek, bu anlamda sistemin ehveni şer denilen partileri bir irade gösterip, bu konularda görece olumlu bir iş yaparlarsa, biz aferim deriz onlara. Niye insanlara zulümü kaldırıyorsunuz, niye insanları özgürleştiriyorsunuz der miyiz? Tebrik ederiz, aferim iyi yapıyorsunuz deriz. Ama bunu yapabilen cesaret ve yüreklilikte ve o ferasete sahip bir kadro bugüne kadar asla gelmedi. En iyisi AKP kadrolarıydı sözde, onlar da dört buçuk seneyi gerçekten boşu boşuna harcadılar. Bu konuda asla bir adım atamadılar. Görece AB baskısıyla verdikleri özgürlükleri de geri aldılar dönemlerinin sonuna gelindiğinde. Bu dönemde yaparlarsa, aferin iyi yaptınız deriz, ama asla onlara medyunu şükran olmayız. Haklarımız çalan hırsız kim? Egemen sistem. Yüz birimlik malınızı çaldım, al sana beşini iade ediyorum diyince, biz Allah senden razı olsun ne iyi hırsızsın mı? diyeceğiz. Gasp edilen haklarımızn tamamını da alana kadar mücadele edeceğiz. Beşini onunu verdi diye ona medyunu şükran olmak, teşekkür etmek asla bir müslümana yakışmaz. Dolayısıyla AKP de hırsız olan bu sistem adına bize bir takım özgürlüklerimizi henüz iade etmedi. Yeni döneminde iade ederse yine AKP ye medyunu şükran olmayız. Onun destekçisi, onun peşine sürüklenen bir zillete kabul etmeyiz. Rabbimize hamt eder geri kalan özgürlüklerimizi kazanma mücadelesini AKP yönetimine karşı da sürdürürüz. Biz Müslümanlara yakışan budur.
Değerli kardeşlerim!
İşte bu iki başlıklı mücadeleyi sürdürüken bile, halkın görece özgürleşmeyi bile hak etmesi, buna müstehak olacak bir değişim geçirmesi gerekiyor. Özgürlük taleplerini gündemleştirmesi gerekiyor. Meydanları doldurup haykırması, özgürleşmenin bedelini ödemeye hazır olduğunu ispat etmesi gerekiyor. Bunlar olmadıkça, meydanlar darbecilerden geri alınmadıkça, özgürleşmek mümkün değildir. Geçmişte, gerginlik çıkarmayın idye engelleneceğine, masa başı ve kurumlar arası konsensus arayışı esas alanıcağına, AKP ye oy verenlerin meydanlara çıkması teşvik edilseydi, diğer partilere oy veren özgürlük yanlıları da meydanlara çıksaydı, meydanların dili özgürlükleri haykırsaydı, meydanlar özgürlük türküleriyle inleseydi, inanın daha fazla özgürlükler verilirdi. Ve verilen özgürlükler de geri alınmazdı. Çünkü meydanların desteğini arkasına almayan özgürlükler çok kolay geri alınır. Hediye edilen özgürlükler kolayca kaybedilir. Kaybedilmeyecek, geri alınması zor olan özgürlükler ise, bedeli ödenerek feth edilen, satın alınan özgürlüklerdir. Bu da yürekli, irade sahibi, onurlu insanlara düşer. İşte toplum, bu manada muhalefet bilinciyle techiz olunmalı ve özgürlük taleplerini meydanlara taşımalıdır. Yeni dönem milyonların meydanlarda özgürlükleri haykırdığı, darbeci generallerden hesap sorduğu, çeteleri hesaba çektiği ortamlar olmalıdır. Ancak o zaman siyasi iradede biraz daha yüreklenebilir. Biraz daha cesaretle darbecilerin çetecilerin üzerine gidebilir. Gerçekten halkın taleplerine ve kendisinin halka vaat etmiş olduklarına sadakat gösterecek, bir görece özgürleşmeyi hiç olmazsa sistem içerisinde sağlayabilir.
Ama bizim süreklilik arz etmesi gereken, asla taviz vermeden ölüm gelene kadar sürdürülmesi ve gelecek nesillere de bir örneklik teşkil ederek iktidal ettirilmesi gereken tevhidi mücadelemiz hiçbir zaman hiçbir şart altında ertelenmeyecek, aksatılmayacak, zaafa uğratılmayacaktır. Biz esas yoğunlaşmamız gereken kısmın tevhidi davet ve mücadele, eğitim ve tebliğ çalışmaları olduğunu bilmeli ve asla gündemimizden çıkarmamalıyız. Büyük sorumluluğumuzun, toplumun özündekini tevhide doğru değiştirmesine vesile olmak olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz. Yani kendi esas gündemimizle meşgul olmalı, kendi gündemimize yoğunlaşmalıyız. Gündemimizin ana maddesi tevhidi dönüşümdür, tevhidi davet ve eğitimdir. Toplumun özündekini değiştirmesine vesile olmaktır. Toplumu, kendimizden ve yakınlarımızdan başlayarak vahiyle yeniden inşa etmektir. Kur’an nesli projesini uygulamaya koymak ve yetiştireceğimiz Kuran nesli öncülüğünde ümmeti yeniden inşa etmektir. Esas işimiz budur. Süreklilik arz etmesi gereken istikametimiz budur. Ama tabi ki, biz bu arada yaşanan zulümlere haksızlıklara karşı itirazlarımızı, özgürlük ve adalet mücadelemizi de İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeyen bir anlayışla, yine bununla atbaşı bir şekilde sürdürmek durumundayız. Rabbimiz bu anlamda sorumluluklarımızı yerine getirmeyi nasip etsin. Gerçekten de Kur’an’ın yolunu, Peygamberlerin yolunu, Tevhit yolunu, Allah yolunu terk etmeden, zaafa uğratmadan her şart altında takip eden, ısrarla sürdüren ve onu dosdoğru temsil eden müminler olmamızı bizlere nasip etsin Rabbimiz.
Bu konferansımla yaklaşık 6-7 haftadır sürdürdüğümüz temel ilke ve ölçüler çerçevesinde kendi halimizi gözden geçirmeyi gerçekleştirmiş olduk. Allah yardımcımız olsun. Allah bizleri mümin olarak yaşatsın mümin olarak öldürsün. Hepinizi Allaha emanet ediyorum.