ANKARA'LILAR A.İPEKÇİ'DE ŞEMDİNLİ İDDİANEMESİ İLE İLGİLİ GENEL KURMAYIN AÇIKLAMASINI PROTESTO ETTİ.
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı İLKAV’dan askeri vesayete ve Genelkurmay’ın siyaset ve yargıya müdahalesine protesto.
İlmi ve Kültürel Araştırmalar vakfı İLKAV 23 Mart Perşembe günü saat 12.30’da Ankara-Sıhhiye Abdi İpekçi Parkı’nda “Genelkurmay’ın yargıya ve siyasete müdahalesini ve baskıcı, yasakçı askeri vesayet rejimini protesto” konulu bir basın açıklaması yaptı.
23 MART PERŞEMBE GÜNÜ SAAT 12:30'DA ANKARA'LILAR SIHHİYE / ABDİ İPEKÇİ'DE ŞEMDİNLİ İDDİANEMESİ İLE İLGİLİ GENEL KURMAYIN AÇIKLAMASINI PROTESTO ETTİ.
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı İLKAV’dan askeri vesayete ve Genelkurmay’ın siyaset ve yargıya müdahalesine protesto
İlmi ve Kültürel Araştırmalar vakfı İLKAV 23 Mart Perşembe günü saat 12.30’da Ankara-Sıhhiye Abdi İpekçi Parkı’nda “Genelkurmay’ın yargıya ve siyasete müdahalesini ve baskıcı, yasakçı askeri vesayet rejimini protesto” konulu bir basın açıklaması yaptı.
Yaklaşık 150 kişinin katıldığı basın açıklamasında İLKAV Başkanı Mehmet Pamak; “seksen yıllık askeri vesayet rejimi ve askeri bürokrasinin öncülüğündeki oligarşinin tahakkümü artık son bulmalıdır. Halkımız kaybettirilmiş özgürlüğüne kavuşturulmalı, tüm yasaklar kaldırılmalı, gasp edilen hak ve özgürlükler iade edilmelidir.
Askerin siyaset ve yargı başta olmak üzere kendi görev alanı dışındaki alanlara müdahalesine asla fırsat verilmemeli, buna teşebbüs edenlerden mutlaka hesap sorulmalıdır” dedi. Mehmet Pamak şu hususların da altını çizdi: “Susurluk çetesi, devlet içindeki kokuşmuşluğu çok çarpıcı bir açıklıkla ortaya koyduğu halde kolayca örtüldü ve unutturuldu. Şimdi de Susurluk kadar ve belki daha da önemli boyutları olan Şemdinli çeteleşmesi Genelkurmay’ın tehdit içerikli ve meydan okuyan açıklamaları sonucunda örtülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.” “Şemdinli’nin de Susurluk gibi örtülmesine müsaade etmemeliyiz. Bu davanın peşini asla bırakmamalıyız. Ucu kime ve hangi makamdakilere ulaşırsa ulaşsın bu çeteleşmenin ve hukuksuzluğun tasfiye edilmesi için, sonuna kadar bu davanın takipçisi olmalıyız”
Pamak tam metni aşağıda verilen basın açıklamasında özetle aşağıdaki hususlara değindi.
“Yaklaşık 80 yıl önce yeni sistem kurulurken, o gün tek örgütlü ve silahlı güç olan ordu yeni devletin sahibi olduğunu ilan etti. Silahlı bürokratların seküler ideolojileri halka rağmen yeni devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Askeri bürokratların öncülüğünde oluşan oligarşik güç, saltanatı Osmanlı’dan devralıp sürdürdü. Osmanlı sultanlarının bile yapmadıkları çağdaş sultanlarca yapılarak, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanları en ufak ayrıntısına kadar belirlenmeye kalkışıldı. Kıyafetten düşünceye halkın neyi ve nasıl yapması gerektiği dikte ettirilmeye çalışıldı. Halkın, resmi ideolojiyle bağdaşmayan İslami kimliği, Batının seküler kültürüyle uyuşmayan yerli kültürü ve egemen ulus kimliğiyle bağdaşmayan Kürt kimliği düşman sayılıp dışlandı.
Batıcı oligarşi tarafından dayatılan modernleştirme sürecinde ve egemen Askeri vesayet rejiminde devlet çürütüldü, toplum baskı ve yasaklarla kuşatıldı. İslami kimliğe yönelik baskıların ve başörtüsü yasağı başta olmak üzere halkımızı bunaltan bütün yasakların, haksızlıkların arkasında hep askeri bürokrat öncülüğündeki bu oligarşi yer aldı. Bu sebeple ülkemizdeki bütün sorunlara kaynaklık teşkil eden ana sorun hep oligarşik despotizm oldu.
Uzun süredir sistemin her yanından çevreye pis kokular yayılıyor. Devlet içinde oluşan ya da oluşturulan ve en tepelerden korunan çeteler, sürekli yeni keyfiliklerin, hukuksuzlukların, cinayetlerin ve provokasyonların altına cüretkarca imza atmaya devam ediyorlar. Ancak bu çeteleşmelerde en önemli rolü oynayanlar çoğu kere asker kökenli olmalarına rağmen, onlara hesap sorulamaması sebebiyle bu tür hukuk dışı faaliyetlerin üzeri sürekli örtülüyor.
Genelkurmay Başkanlığı henüz yargılama sürecinin başında olan bir dava ve onun savcısı hakkında bu kadar ağır ithamlarda bulunarak, iddianameyi “mesnetsiz, hukuki dayanaktan yoksun ve maksatlı” olarak nitelemek suretiyle ne yapmak istemektedir? Maksatlı ve hukuki dayanaktan yoksun olduğunu nereden bilmektedir? Neden bu tespiti yapmayı mahkemelere bırakmamakta ve mahkeme yerine geçerek kesin hükümler vermektedir?
Parlamento suskun, hükümet adına yapılan açıklama ise yapılanı hoş gören, saygı duyan bir içerikte. Siyasete ve yargıya müdahale yönü tartışılmaz olan bu açıklamayla ilgili hesap sorması, soruşturma başlatması gerekenler doğal bir açıklama gibi geçiştirirken, özgürlükleri savunması gereken medya ve yazarlarının büyük çoğunluğu ise, her zamanki gibi askeri vesayetin destekçileri konumunu tercih ederek zelil bir tutum sergiliyorlar.
Askeri yetkililerin zaman zaman sarf ettikleri Halkı yüceltici sloganik sözlerin, uygulamadaki çarpık tutum dikkate alındığında, hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Asker bürokratların, bu ülkenin halkına en küçük bir sevgi ve saygıları varsa yapacakları ilk şey; ellerindeki silahı ve maaşlarını veren halkımıza hakim değil hadim, efendi değil hizmetkâr, ideoloji ve kıyafet dayatan değil güvenlik sağlayan bir kurum olmaları gerektiğinin bilinciyle hareket etmek ve askeri asıl görev alnına çekmektir. Ordu özgürleşmenin ve gelişmenin önünde engel olmak konumundan çıkarılmalıdır. Mesela somut bir şey söylemek gerekirse, eğer darbe amacıyla değilse son derece anlamsız bir şekilde başkenti kuşatan büyük zırhlı birlikler kaldırılıp sınır boylarındaki asıl görev alanlarına kaydırılmalıdır.
Halkımız artık özgür olmalı ve kendi ülkesinde kendi silahlı güçlerinden korkmadan yaşayabilmelidir. Çetelerin tasallutundan, provokasyonlarından, faili meçhullerinden, yargısız infazlarından ve işkencelerinden uzakta gerçek bir özgürlük ortamında yaşayabilme imkanına kavuşturulmalıdır. Bilmeliyiz ve halkımıza da anlatmalıyız ki, bütün bunlar bize sunulacak bir lütuf değil, yıllardır gasp edilmiş en temel haklarımızdır.
Sonuç olarak ifade ediyoruz ki, seksen yıllık askeri vesayet rejimi ve askeri bürokrasinin öncülüğündeki oligarşinin tahakkümü artık son bulmalıdır. Halkımız kaybettirilmiş özgürlüğüne kavuşturulmalı, tüm yasaklar kaldırılmalı, gasp edilen hak ve özgürlükleri iade edilmelidir. Askerin siyaset ve yargı başta olmak üzere kendi görev alanı dışındaki alanlara müdahalesine asla fırsat verilmemeli, buna teşebbüs edenlerden mutlaka hesap sorulmalıdır. Askeri yargı lağvedilmeli, askerleri de sivil mahkemelerin yargılaması temin edilmelidir. Böylece hiç olmazsa taklit edilen Avrupa’nın kendi halkına tanıdığı hak ve özgürlükler standardına riayet edilmelidir.
Bu ülkenin insanları olarak hak, özgürlük ve adalet mücadelemizden asla vazgeçmemeliyiz. Ne pahasına olursa olsun, bıkmadan, yorulmadan ve yılmadan büyük bir azimle baskı ve yasaklara ve yasakçılara karşı itirazımızı yükseltmeyi ısrarla sürdürmeliyiz. Unutmamalıyız ki, ancak fedakarca mücadele edip bedelini ödeyenler, zulme karşı zelil bir suskunluk yerine itiraz etmenin onurunu kuşananlar gerçek anlamda özgürleşebilirler. Çünkü vahye daylı olmayan sistemlerde gerçek ve kalıcı özgürlükler hiç bir zaman hediye olarak verilmez, ancak direnerek ve bedeli ödenilerek elde edilebilirler.
Sloganlar:
İslami kimliği koruyacağız.
Başörtüsü onurumuz koruyacağız.
Uyan diren özgürleş.
Askeri baskılar sona ermeli.
Asker vuruyor yargı susuyor.
Asker dönsün kışlaya.
Askeri vesayete hayır.
Darbeli çeteler hesap vermeli.
Efendi halktır devlet hizmetkar.
Ordu kutsal olamaz halka yasak koyamaz.
Halkın silahı halka çevrilmez.
Zulme karşı direneceğiz.
Taşınan Dövizler:
Asker siyasetten elini çek
Askeri bürokrat siyasetten elini çek
Anayasa ve yasalar askeri bağlamaz mı?
Bari kendi yaptığın anayasaya uy!..
Yasakların ve keyfiliklerin arkasında hep oligarşi var.
Darbeci paşalar hesap versin.
Şemdinli çetesi hesap vermeli Genel Kurmay yargıdan elini çekmeli.
Son bulsun askeri vesayet, gelsin artık hak, özgürlük, adalet.
BASIN AÇIKLAMASININ TAM METNİ 23.03.2006
Yaklaşık 80 yıl önce yeni sistem kurulurken, o gün tek örgütlü ve silahlı güç olan ordu yeni devletin sahibi olduğunu ilan etti. Silahlı bürokratların seküler ideolojileri halka rağmen yeni devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Askeri bürokratların öncülüğünde oluşan oligarşik güç, saltanatı Osmanlı’dan devralıp sürdürdü. Osmanlı sultanlarının bile yapmadıkları çağdaş sultanlarca yapılarak, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanları en ufak ayrıntısına kadar belirlenmeye kalkışıldı. Kıyafetten düşünceye halkın neyi ve nasıl yapması gerektiği dikte ettirilmeye çalışıldı. Halkın, resmi ideolojiyle bağdaşmayan İslami kimliği, Batının seküler kültürüyle uyuşmayan yerli kültürü ve egemen ulus kimliğiyle bağdaşmayan Kürt kimliği düşman sayılıp dışlandı.
Batıcı oligarşi tarafından dayatılan modernleştirme sürecinde ve egemen Askeri vesayet rejiminde devlet çürütüldü, toplum baskı ve yasaklarla kuşatıldı. İslami kimliğe yönelik baskıların ve başörtüsü yasağı başta olmak üzere halkımızı bunaltan bütün yasakların, haksızlıkların arkasında hep askeri bürokrat öncülüğündeki bu oligarşi yer aldı. Bu sebeple ülkemizdeki bütün sorunlara kaynaklık teşkil eden ana sorun hep oligarşik despotizm oldu.
Bütün anket sonuçlarından çıkan ortak tespite göre, bir yanda halkın yaklaşık %80’lik bölümünün hak ve özgürlük talepleri diğer tarafta ise en fazla %10-15’lik bir taraftar bulabilen oligarşinin yasakçı ve zorbaca uygulamaları yer aldı. Üstelik bu ucube hale hiç sıkılmadan “demokrasi” adı verildi. Tıpkı ABD’nin demokratikleşme projeleri gibi demokrasi kamuflajı altında sürekli hak ve özgürlükler katledildi. Halka rağmen ve halka düşman politikalarla ülkemiz insanı sürekli ve yaygın ıstıraplara, sefalete ve zillete mahkum edildi.
Uzun süredir sistemin her yanından çevreye pis kokular yayılıyor. Devlet içinde oluşan ya da oluşturulan ve en tepelerden korunan çeteler, sürekli yeni keyfiliklerin, hukuksuzlukların, cinayetlerin ve provokasyonların altına cüretkarca imza atmaya devam ediyorlar. Ancak bu çeteleşmelerde en önemli rolü oynayanlar çoğu kere asker kökenli olmalarına rağmen, onlara hesap sorulamaması sebebiyle bu tür hukuk dışı faaliyetlerin üzeri sürekli örtülüyor.
İşte bu anlamda en önemli çeteleşme olan Susurluk çetesi, devlet içindeki kokuşmuşluğu çok çarpıcı bir açıklıkla ortaya koyduğu halde kolayca örtüldü ve unutturuldu. Şimdi de Susurluk kadar ve belki daha da önemli boyutları olan Şemdinli çeteleşmesi Genelkurmay’ın tehdit içerikli ve meydan okuyan açıklamaları sonucunda örtülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor . Askeri bürokrasi alışkanlık haline getirdiği siyasete ve yargıya müdahalelerini ısrarla sürdürüyor.
Şemdinli iddianamesi, devlet içi çeteleşmeye dair ilk defa bu kadar kapsamlı ve ciddi tespitler yapan ve bu bataklığın kurutulmasıyla ilgili çözümlerin önünü açabilecek muhteva taşıyan son derece önemli bir belge olarak ortaya konmuştu. Bu belgeden ve tespitlerden yola çıkarak yargı sürecini ciddi, tavizsiz, korkusuz ve objektif bir biçimde işleterek hukuk dışılıkları ayıklamak, keyfiliklere son vermek, adaleti tesis ederek devlet içi çeteleşmeleri tasfiye etmek mümkün iken, bu imkân yine yok edilmek isteniyor.
Genelkurmay Başkanlığı 20 Mart günü yaptığı açıklamada, Şemdinli iddianamesi ve savcısı hakkında daha yargılama başlamadan bakınız hangi ifadelerle ve nasıl yargısız infazda bulunuyor: “…bir şahsın hiçbir somut delile dayanmayan hayali iddiaları üzerine Türk Silahlı Kuvvetlerinin bazı mensupları hakkında görevi kötüye kullanma, rüşvet ve kaçakçılık gibi çok ağır suçlamalar yapılarak vahim bir hukuki hata işlenmiştir” deniyor. Eğer böyle bir durum varsa neden bunu mahkemenin belirlemesi beklenmeden böyle kesin hüküm verilerek yargı yönlendiriliyor? Türkiye’deki yargının oligarşinin ve resmi ideolojinin ne kadar etkisi altında olduğu ve brifinglerle yönlendirmeye ne kadar açık bulunduğu gerçeği de dikkate alındığında, hangi yargıç Genelkurmay Başkanlığının bu açıklamasını naksedecek bir karar vermeye cesaret edebilir?
Van Cumhuriyet Savcısının kişiliğini hedef alan ve hatta hiçbir delile dayanmadan savcı üzerinden yapılan tamamen hayali isnatlarla bir takım çevreleri de suçlayan ifadeler bile Genelkurmay açıklamasında yer alabiliyor. Savcıya yönelttiği “hayali iddialarla suçlama yapma” konumuna bizzat Genelkurmay kendisi de düşerek şu açıklamayı yapabiliyor: “…bir Cumhuriyet savcısının bu derece hukuk bilgisinden yoksun veya tecrübesiz olamayacağı, bu bariz hataları yapması için, belli bir görüşün temsilcilerinin kamu oyuna da yansımış etki ve telkinleri altında kalmış olabileceği değerlendirilmektedir”. “Muhteva olarak bu iddianamenin söz konusu bölümlerinin maksadını aşan, hukuki olmaktan çok siyasi içerikli, bazı mensuplarını hedef alarak Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmaya ve terörle mücadeledeki azim ve iradesini zayıflatmaya yönelik olduğu kanaatine varılmıştır” deniliyor. Bütün bunlar bir savcıya delilsiz olarak yapılacak en ağır suçlamalardır. Ve yargıya müdahalenin de ötesinde doğrudan bir saldırı hüviyeti taşımaktadır. Ve buna rağmen bütün bir yargı kesimi ve siyasiler söz konusu olduğunda kolayca tavır koyan yargı kurumu yetkilileri, nedense yargıya müdahale kendilerine brifing veren askerlerden gelince, bu tür saldırı ve delilsiz suçlamaları bile sineye çekmekte hatta haklı bulup onayladıklarına dair açıklamalar yapabilmektedirler.
Genelkurmay Başkanlığı henüz yargılama sürecinin başında olan bir dava ve onun savcısı hakkında bu kadar ağır ithamlarda bulunarak, iddianameyi “mesnetsiz, hukuki dayanaktan yoksun ve maksatlı” olarak nitelemek suretiyle ne yapmak istemektedir? Maksatlı ve hukuki dayanaktan yoksun olduğunu nereden bilmektedir? Neden bu tespiti yapmayı mahkemelere bırakmamakta ve mahkeme yerine geçerek kesin hükümler vermektedir? Kendi mensuplarından bazılarına yapılan suçlamaları bile hem de tüm TSK’ya yönelik hale dönüştürecek derecede onur meselesi yapanların, kendi dışındakilere bu derece ağır ve mesnetsiz ithamlarda bulunmayı kendileri için hak kabul etmeleri büyük bir çelişkidir. Üstelik bu açıklamada, böyle bir iddianamenin “kamu vicdanını da rahatsız ettiği” ifade edilmiştir. Eğer biz de bu kamu vicdanını oluşturanlar içinde yer alıyorsak buradan ilan ediyoruz ki, özgürleşmenin önünün açılmasına, ülkedeki askeri tahakkümün sorgulanmasına ve hukukun tesisine vesile olabilecek böyle bir iddianamenin hazırlanmasından dolayı son derece memnunuz.
Diğer taraftan, TSK’nın kimi mensupları hakkındaki iddialar nasıl oluyor da TSK’ya yapılan suçlamalar olarak nitelendirilebiliyor? Böyle bir tutum TSK’yı korumak mıdır? Oysa tam tersine bazı mensuplarıyla ilgili doğru çıkma ihtimali de olan suçlamaları TSK’ya yapılmış sayarak ona en büyük kötülüğü yapmak ve onu töhmet altında bırakıp daha fazla yıpratmak değil midir? Anayasa ve kanunlar sadece sivilleri mi bağlamaktadır? Askerler aynı anayasa ve yasalarla bağlı değil midir? Abartarak ve mesnetsiz bir biçimde bazı askerler hakkındaki iddiaları TSK’ya yönelik maksatlı suçlama saymakla kalınmamakta, üstelik hükümet kastedilerek “anayasal sorumluluğu olanların tavır almaları, bu saldırıyı bütün yönleriyle ortaya çıkarmaları ve arkasındaki çarpık zihniyetin temsilcilerini makam, statü ve konumları ne olursa olsun kamuoyuna açıklamaları ve haklarında işlem yapmaları gerekmektedir” denilmektedir. Hükümete, emrinde olması gereken bir askeri bürokratın böylesine bir talimat vermesi hangi anayasal yetkiye dayandırılmıştır?
İşte bütün bu boyutlarıyla değerlendirildiğinde, yapılan açıklama, anayasal, hukuki ve sivil tüm kurum ve kişileri kapsayan tehdit, zan altında bırakma ve mesnetsiz suçlamaları içeren bir “muhtıra” niteliği taşımaktadır.
Açıklamanın sonuç kısmında ise, “Türk Silahlı Kuvvetleri milletinden aldığı güçle, vatanın birlik ve bütünlüğü için bütün mensuplarıyla, gerektiğinde canlarını da seve seve vererek kutsal görevini yapmaya devam edecektir. Bu mücadele azminin kırılamayacağını ve ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu kutsal kurumun içine nifak sokulamayacağını yüce ulusumuza teyiden ifade etmek isteriz” gibi hazırlanan iddianameyle alakasız ve hukuki bir açıklamada asla yer verilmemesi gereken duygusal ifadeler kullanılarak ne yapılmak istendiğini de ve böyle mesnetsiz, hayali iddialarla kimlerin ve neden suçlandığını da anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir. Yoksa bu tür hamasi söylemlerle Şemdinli’nin üzerine gitmesi ve sorgulaması gereken yargı tesir altında mı bırakılmak isteniyor? Başta hükümet olmak üzere, TBMM Araştırma Komisyonları, hukukçular, provokasyonlar hakkında beyanda bulunan emniyet birimleri ve bu çeteleşmelerin üzerine gitme cesareti gösterenler “ordu içine nifak sokma” töhmeti altında bırakılıp korkutulmak ve sindirilmek mi isteniyor?
Böyle sert ve ağır bir suçlama, böylesine mahkum edici bir tutum karşısında bundan sonra hangi savcı TSK mensuplarıyla ilgili bir iddiayı soruşturma cesareti gösterebilir? Hangi yargıç objektif ve bağımsız bir karar verebilir? Hangi hükümet, emri altında olması gereken asker üzerindeki yönetim ve denetim görevini korkusuzca ve hakkıyla yerine getirebilir?
Emekli askeri hakim Ümit Kardaş bile bu açıklama ile ilgili şu tespitleri yapıyor. “Genelkurmay sanki mahkeme yerine geçmiş ve bir yargılama sonunda gerekçeli karar yazmış gibi geldi bana… Van savcısını bir tertip içinde gösteriyor ve ağır suçlama var. Anayasal organlar da bu tertibi ortaya çıkarmaya çağırılıyor. Bu açıklama karşısında siyasetçilerin, parlamentonun diyeceği bir şeyler olmalı… Genelkurmay’ın bu açıklamasından sonra şu an Türkiye’de bir demokratik sistem var mı, hukuk devleti var mı diye tartışmak gerekir” sözleriyle çok önemli bir konuya dikkat çekiyor.
Buna rağmen, Parlamento suskun, hükümet adına yapılan açıklama ise yapılanı hoş gören, saygı duyan bir içerikte. Siyasete ve yargıya müdahale yönü tartışılmaz olan bu açıklamayla ilgili hesap sorması, soruşturma başlatması gerekenler doğal bir açıklama gibi geçiştirirken, özgürlükleri savunması gereken medya ve yazarlarının büyük çoğunluğu ise, her zamanki gibi askeri vesayetin destekçileri konumunu tercih ederek zelil bir tutum sergiliyorlar. Onurlu tavır koyup tepki gösteren istisnalar dışında basının büyük kısmı maalesef hukuk, adalet, insan hakları ve özgürlükler adına utanç verici, yüz karası bir üslup ve tutumla doğrudan asker kaynaklı hukuksuzluğun safında yer alıyorlar. Bu utanılacak tavırlarıyla yeni andıçlara kucak açmaya çok hevesli bir tutum sergiliyorlar.
Halbuki askeri vesayet rejimi halkımızın hak ve özgürlüklerini yok etmiş, büyük sorunlara yol açmıştır. Yaklaşık seksen yıldan bu yana hüküm süren bu asker egemen sistemde haksızlıkların, keyfiliklerin, yolsuzlukların girdabında büyük ıstıraplar yaşandı/yaşanıyor. Özgürlükten, adaletten yoksun bir yaşam ile yoksulluk ve sefalet halkımızın kaderi haline getirildi. Türkiye’nin her tarafında, Şemdinli’den Susurluğa, Diyarbakır’dan Bursa’ya, Yüksekova’dan Ankara “Sauna çetesi”ne kadar, yönetim kadrolarında üst düzey askerlerin de yer aldığı çetelerle halkımızın en temel hak ve özgürlükleri gasp edilip, kaynakları talan edilirken, “Sauna çetesi”nin elindeki en gizli askeri belgelerin nasıl olup da onların kasalarından çıkabildiğini izah etmesi gereken merci herkesten önce Genelkurmay’dır. Öncelikle bu sorumluluklarını yerine getirmeyenler, hamasi nutuklar atarak ya da tehditler savurarak bu kokuşmuşluğun tartışılmasını engelleyemezler. Bu konuda üzerlerine düşen görevi yerine getirmeyenler, soruşturmaları engelleyenler, “kutsal” olduğunu iddia ettikleri kurumlarına en büyük kötülüğü bizzat kendileri yapmış olacaklardır.
Değerli basın mensupları!
Muhterem kardeşlerimiz!
Bütün bunlar gösteriyor ki, ülkemizde yaşana gelen yaygın hukuksuzluğu, keyfiliği ve çeteleşmeyi deşifre etmeye teşebbüs edenler Van savcısı örneğinde görüldüğü gibi, haksız saldırı, tehdit ve güç gösterileriyle, baskı altına alınıp tasfiye ediliyorlar. Bu sebeple Şemdinli’nin de Susurluk gibi örtülmesine müsaade etmemeliyiz. Bu davanın peşini asla bırakmamalıyız. Ucu kime ve hangi makamdakilere ulaşırsa ulaşsın bu çeteleşmenin ve hukuksuzluğun tasfiye edilmesi için, sonuna kadar bu davanın takipçisi olmalıyız.
Evet artık bu gidişe dur diyen onurlu bir itirazı yükseltip yaygınlaştırmalıyız. Hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmalı, hiç kimsenin insafına terk etmemeliyiz. Bu ülke hepimizin ülkesidir ve hangi düşünce ve dinin müntesipleri olursak olalım kendi ülkemizde özgürce ve insanca yaşamak her birimizin en temel hakkımızdır. Hiç kimse ve hiçbir kurum üzerimizde efendi değildir. Birilerinin ülkemizin asıl sahipleri ve bizlerin efendileri gibi davranmasına asla müsaade etmemeliyiz. Hiç kimse hesap sorulmaktan, yargılanmaktan muaf değildir. Bugünkü anayasa ki darbecilerin yapıp dayattıkları ve bizim de asla razı olmadığımız bir anayasadır. Ancak darbeciler ve asker bürokratlar, hiç olmazsa kendi yaptıkları anayasanın kurallarına uyan bir tutarlılık içinde olmalıdırlar. Siyaset ve yargı üzerinden ellerini çekmeli ve orduyu kışlasına bir daha çıkmamak üzere döndürmelidirler.
Askeri yetkililerin zaman zaman sarf ettikleri Halkı yüceltici sloganik sözlerin, uygulamadaki çarpık tutum dikkate alındığında, hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Asker bürokratların, bu ülkenin halkına en küçük bir sevgi ve saygıları varsa yapacakları ilk şey; ellerindeki silahı ve maaşlarını veren halkımıza hakim değil hadim, efendi değil hizmetkâr, ideoloji ve kıyafet dayatan değil güvenlik sağlayan bir kurum olmaları gerektiğinin bilinciyle hareket etmek ve askeri asıl görev alnına çekmektir. Ordu özgürleşmenin ve gelişmenin önünde engel olmak konumundan çıkarılmalıdır. Mesela somut bir şey söylemek gerekirse, eğer darbe amacıyla değilse son derece anlamsız bir şekilde başkenti kuşatan büyük zırhlı birlikler kaldırılıp sınır boylarındaki asıl görev alanlarına kaydırılmalıdır.
Halkımız artık özgür olmalı ve kendi ülkesinde kendi silahlı güçlerinden korkmadan yaşayabilmelidir. Çetelerin tasallutundan, provokasyonlarından, faili meçhullerinden, yargısız infazlarından ve işkencelerinden uzakta gerçek bir özgürlük ortamında yaşayabilme imkanına kavuşturulmalıdır. Bilmeliyiz ve halkımıza da anlatmalıyız ki, bütün bunlar bize sunulacak bir lütuf değil, yıllardır gasp edilmiş en temel haklarımızdır.
Sonuç olarak ifade ediyoruz ki, seksen yıllık askeri vesayet rejimi ve askeri bürokrasinin öncülüğündeki oligarşinin tahakkümü artık son bulmalıdır. Halkımız kaybettirilmiş özgürlüğüne kavuşturulmalı, tüm yasaklar kaldırılmalı, gasp edilen hak ve özgürlükleri iade edilmelidir. Askerin siyaset ve yargı başta olmak üzere kendi görev alanı dışındaki alanlara müdahalesine asla fırsat verilmemeli, buna teşebbüs edenlerden mutlaka hesap sorulmalıdır. Askeri yargı lağvedilmeli, askerleri de sivil mahkemelerin yargılaması temin edilmelidir. Böylece hiç olmazsa taklit edilen Avrupa’nın kendi halkına tanıdığı hak ve özgürlükler standardına riayet edilmelidir.
Bu ülkenin insanları olarak hak, özgürlük ve adalet mücadelemizden asla vazgeçmemeliyiz. Ne pahasına olursa olsun, bıkmadan, yorulmadan ve yılmadan büyük bir azimle baskı ve yasaklara ve yasakçılara karşı itirazımızı yükseltmeyi ısrarla sürdürmeliyiz. Unutmamalıyız ki, ancak fedakarca mücadele edip bedelini ödeyenler, zulme karşı zelil bir suskunluk yerine itiraz etmenin onurunu kuşananlar gerçek anlamda özgürleşebilirler. Çünkü vahye dayalı olmayan sistemlerde gerçek ve kalıcı özgürlükler hiç bir zaman hediye olarak verilmez, ancak direnerek ve bedeli ödenerek elde edilebilirler.
Son olarak;
Bugün Ankara’da yapılan bir toplantıya değinmez isek günün gereğini tam yerine getirmemiş oluruz. Evet küresel sistemin askeri temsilcileri, Afganistan ve Irak’ta yüz binlerce masum insanı katleden, işkence ve tecavüzlerin en iğrençlerini gerçekleştiren katil orduların komuta kademesi bugün masum halkların kanına bulaşmış şahsiyetleriyle ülkemizi kirletiyorlar. Türkiye’deki askeri vesayete benzer bir biçimde tüm dünyayı askeri vesayet altına almaya çalışan Nato üyesi ülkelerin Genel Kurmay Başkanları bugün Bilkent Üniversitesindeler. Tüm dünyada terör estirenler “Uluslararası Terörizm ve Küresel İşbirliği Sempozyumu”nda buluştular. Bugün hala Irak ve Afganistan’daki katliamlarını en vahşi boyutlarda sürdüren bu katil orduların komutanlarını ülkemizde görmek istemiyoruz. İnşallah bölgemizde döktükleri kanlarda boğulacakları gün yakındır. Rabbimiz, bu emperyalist katillere karşı onurlu bir direniş sürdüren kardeşlerimizi muvaffak kılsın, direniş azimlerini ve güçlerini arttırsın.
Mehmet Pamak
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
İLKAV