Tâğutî Rejimi ve Uygulayıcılarını Savunmak
Bismillâh, el-hamdu lillâh, esselâmu aleykum ve rahmetullah.
Hakikatin ortaya çıkması için ilmî tartışmalara ne kadar ihtiyaç varsa, ilimden yoksun ve hevânın tatmini cinsinden yapılan ve her bilgisayar tuşuna dokunanın çalatuş tartışmalara katılmasının, aklına estiği gibi yorum yapmasının da o kadar problem ve zararı olduğuna inanıyorum. Onun için internet sitelerindeki tartışmaları oldum olası sevemedim. Beni sitelere girmekten soğutma işlevi gören bu ilim dışı tartışmanın öznesi ve nesnesi durumuna kendim de düşmek istemiyorum. İknâ olmak istemeyen bir kimseyi iknâ etmenin mümkün olmadığını, sabit fikirli insanlara bir şey anlatılamayacağını bildiğimden, o tür kişilere tebliği ulaştırdıktan sonra “selâm!” deyip geçilmesi gerektiğine inanıyorum. Bütün bunlarla beraber, hakkı savunma ve hakkı tavsiye mecburiyetimiz var. Mehmet Pamak Bey’in yazısının Kur’an kültürü ve hak ölçülerine teslimiyetle değerlendir(e)meyen bazı kardeşlerimizin bazı yorumları yukarıdaki ölçüleri hatırla(t)mama sebep oldu.
Öncelikle, bir konuda âyetler delil olarak gündeme getiriliyorsa, mü’minlere düşen husus, bu konuda alternatif olarak şahsî kanaat ve yorumlarını belirtmek olmamalı; o âyetlerin ilmî usullere göre delil olup olmadığını gündeme getirmek olmalıdır. Bu konuda söz ve yazı ile tartışmaya katılacak kişi, o âyetlerin ilgili hüküm konusunda delil olduğu tezini çürütecek ve onlar kadar sağlam başka deliller ileri sürecekse, bu konuyu ilmî olarak tartışıyor demektir. Yoksa… İmam Şafii şöyle diyor: “Kim Kur'an ve sünnetten kaynaklanan sağlam bir delile dayanmadan, kendi görüşü doğrultusunda bir fetva verirse, doğruya isabet etmiş bulunsa bile, bu yaptığından dolayı sevap alamaz ve yanlış yapmış olmaktan kurtulamaz. Eğer Kur'an ve sünnete dayanmadan yanlış fetva verirse, bu durumda da özür sahibi sayılmaz.”1
Kur’an, ihtilafları gidermek için gelmiştir. “İhtilâfa/ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur.”2 Kur’an, mü’minler arasında hakemdir, ölçüdür. Mü’minler, bir âyetten uluorta, ilimsiz ve aceleci yaklaşımla hüküm çıkarmamaya dikkat ederler. Ama onların hükmü Kur’an’la irtibatsız ve hele Kur’an hükümlerine ters olamaz. Kur’an’ın çok açık bir hükmü kendine ulaştığında, farklı bir yoruma, farklı bir tercihe, farklı bir alternatife gidemez. Hükmün kabulünde ve uygulamaya geçirilmesinde ertelemeye gidemez. “İşittik, itaat ettik.”3 derler. Hele, bir âyet değil, birbirini destekleyen onlarca âyetin hükmü gündeme getirilince, Allah’ın kitabına teslim olmaları gereken mü’minlerin ne yapmaları gerekir?
Bunun için Kur’an okumalıyız, özellikle de şu ayetleri topluca ve bütünlük içinde okuyup, ilk indiği ve inşa ettiği hayatla ve bugünkü hayatla bağını da kurarak anlamaya çalışmalıyız. (16/Nahl, 17, 35/Fâtır, 3, 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/Nisâ, 65, 24/Nûr, 47-48, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 4/Nisâ, 59, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40, 39/Zümer, 17-18, 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115., 18/Kehf, 26, 17/İsrâ, 23, 12/Yûsuf, 40, 25/Furkan, 43, 6/En’âm, 153, 2/Bakara, 85, 5/Mâide, 49, 2/Bakara, 42, 2/Bakara, 257, 6/En’âm, 129
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.”4 Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”5 Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.”6 Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.
"Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz."7
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”8
Yukarıda sadece örnek cinsinden alıntıladığım ve benzerini çokça sayabileceğimiz nasslardan anlaşılmaktadır ki; Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm'ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.
Önce konuyu direkt ilgilendiren genel bazı hususları açıklayıp Haksözhaber sitesinde yayınlanan ve genel ölçüler itibarıyla görüşlerine katıldığım Mehmet Pamak Ağabey’in “Ölümün Yol Açtığı Duygusallıkla Feda Edilen İlkeler” başlıklı yazısına yapılan eleştirileri ele alacağım.
Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız Kendisine kulluk etmenizi… emretti.”9 “Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”10 Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah'a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.
İttibâ Şirki
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. İtikad ve ibâdet şirki kısmen bilindiği halde, ittibâ şirki nedense hemen hiç gündeme getirilmez. Aslında, bırakın câhilî eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden, şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek… Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar “Müslümanım” diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”11 Çözüm, câhiliyye düzenini toplumsal plandaki dönüşüm sürecinde yaşanacak inkılâpla değiştirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir; Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi öncelikle tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, iman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin ya da imanınıza şirk bulaştırmayın, Allah’a şirk koşmadan iman edin, eğer çoğunluğun yaptığı gibi şirk koşarak iman etmişseniz o şirk unsurlarından arınarak sahih anlamda iman edin).”12
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.13 “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”14 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah…” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm… Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Yığınlar tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya (somut ilâhlara) bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiliyyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici… Allah'a aittir. “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”15; “…Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir.”16; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”17; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?”18
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?). Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”19
(Hüküm ve hâkimiyet konusundaki şu âyetleri bir daha okuyalım: 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/Nisâ, 65, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40)
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”20 “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”21
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”22 âyetinde fukahâ, (Allah’ın hükmüyle hükmedilmekte olan İslâmî bir sistemdeki Müslüman hâkimlerden) münferit bir olayda Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri (müctehid) ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar…
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar, helâllar, yasalar, kurallar koyuyor, meşrû ve gayri meşrûlar belirliyor. İslâm tarihinde akaid ve fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, akaid ve fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;23 çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, sadece dilleriyle “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı hiç yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.24
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevânın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm… bu etkenlerin başında gelir.
Yer yer sert eleştiri ve (cevabı kendileri açısında verilmiş) sorular yönelten Hasan Soylu, Gerçekçi Davut ve İbrahim Deniz’in cevaplanması gerekiyor. Bir de daha mutedil ve kapsamlı sorular soran Adil’in daha önemli ve ilmî soruları var. Bunlardan İ. Deniz ve H. Soylu’nun sorularını bu bölümde, diğer ikisini yazımın ikinci bölümünde cevaplamaya çalışacağım.
İbrahim Deniz’in cevabı içinde soruları ve sert eleştirileri şunlar: “Kapitalist sistemde bildiği doğrularla parlamentoda yer alanla ticaret yapanın veya memurluk yapanın da pek ayrıştırılacağı kanaatinde değilim.” diyor İ. Deniz. Ne alâkası var? Kur’an’da tâğutları inkâr imanla irtibatlandırılan bir konu. Diğerleri açısından aynı şey söylenebilir mi? Hangi ülkede olursa olsun, Allah’ın helâl kıldığı25 müslümanca ticareti kim haram kılabilir? Memurlukların ve memurların durumunu İslâmî ölçüler içinde ayrı ayrı tahlil etmeden tümünü aynı kategoride görmek mümkün müdür?
“Zaruret şartlarını da kimse domuz eti yeme sınırına indirgememeli.” diye de tavsiyede bulunuyor İ. Deniz kardeşimiz. Kimse, zaruret şartlarını sadece domuz eti yeme sınırına indirgemez, ama unutmamalı ki, zaruret konusu Kur’an’da bu vurguyla yapılmaktadır: “Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır da zarûret halini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse, ona günah yoktur.”26
Hasan Soylu’nun yazısı suçlamalardan ibaret; tek ciddi eleştirel sorusu şu: “Eğer Meclis'te bulunmak bu hükme varmaya kâfiyse, o meclisteki herkes, ilaveten onlara oy veren tüm halk, hatta bu halkı Müslüman kabul edenler de aynı hükme girmez mi?” Kur’an’da iki tür yönetici var. Birisi “ülü’l-emr”27, diğeri “tâğut”28 Evet, biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’; diğeri, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iman için şart koşuluyor.29 Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!”30 emrinin muhâtabı oluyor ve böyle yapacağımızı zımnen ilan ediyoruz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’l-akd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hal’ etme” denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
Bir yöneticinin durumu ile sıradan insanlar arasında Kur’an çok ciddi ayrım yapar. Dolayısıyla bu konu direkt itikadî bir alandır. Yoruma açık değildir. Yorum, sadece “tâğut”un kimleri kapsadığı konusunda olabilir. Bu konuda da Kur’an’da “tâğut” kelimesinin geçtiği sekiz âyet ve Kur’an’ın bu konulardaki diğer âyetleri ışığında değerlendirme yapma zarureti vardır. Mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Allah’ın sevmemizi istediklerini seven mü’min, inkâr ve reddetmemizi emrettiği kimselere karşı sevgi besleyemez. Hasan Soylu’nun sorusuna tekrar dönelim: “Eğer Meclis'te bulunmak bu hükme varmaya kâfiyse, o meclisteki herkes, ilaveten onlara oy veren tüm halk, hatta bu halkı Müslüman kabul edenler de aynı hükme girmez mi?” Hayır, aynı hükme girmez. Tâğutlara oy veren insanların durumu ile tâğutlar aynı durumda değildir. Oy verenlerin akaid açısından hükmü; kişilerin cahilliği, demokrasiyi ve oy vermeyi (İslâm’ın ilkelerine ters düşmeyecek şekilde, bize göre yanlış ve geçersiz de olsa) te’vil etmesi, güvendiği İslâm âlimlerinin verdiği fetvalar gibi sebeplerden dolayı değişebilir. Sırf oy verdiği için halkı tekfir etmek yanlıştır. Ama, bilinçli olan veya bilmesi gereken konumda olan kişilerin oy vermesi hükmü ağırlaştırır. Kendilerine oy verilen kişilerin, yani tâğutların hükmü ise nettir. Tâğutların tâğut olduklarını kabul ettiği halde, onları inkâr ve reddetmeyen ve hele oy vererek destekleyen kimseler de Kur’an’da tâğutların inkâr ve reddedilmesini imana aykırı gören âyetler31 ışığında değerlendirilmelidir. Bununla birlikte Kur’an’ın emrettiği “tâğutları inkâr ve redd”in anlaşılması için “tâğut”un kim olduğu “tâğut” kavramının kimleri kapsadığı konusuna geniş ve ilmî açıklamalar getirmek kalıyor. Öyleyse buyurun:
Tâğut Kimdir?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."32 İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."33 Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır."34 buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede35 Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir."36
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Demokratik sistemler, insanın hevâ ve zannına göre yapılan yasaların hâkim olduğu, İlâhî vahyin toplumsal, siyasal, ekonomik, hukukî alanlardan dışlandığı ve hevânın ilâhlaştırıldığı düzenlerdir. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Tabii ki bu cihad, Peygamberî örneğin merhale bilinciyle öncelikle Mekke’yi inşa etmek üzere “Kur’an ile büyük cihad”ı vermeyi gerektirir. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dinine "hayır" demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının"37 diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.38
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.39 Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdûdi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, râhip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.40 Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim/egemen ve Rasûlü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir.41
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyân etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyândır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.42
Nisa, 76. âyetine göre tâğut; Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşrûiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.43 İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.44
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyân etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.45
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyânı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür. Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor.46
Bir kimse, Allah'a, meleklerine… inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse "ilâhlık" iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akîdesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan "çağdaş devlet modelleri" iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bugün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler.47
Hz. Âdem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut… Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan/bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir."48
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.
Siyasî Otoritenin Tuğyânı/Tâğutlaşması
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyân türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi."49
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyânıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyânını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyân etti (azdı)."50 Buradaki tuğyânı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek sûretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı. Firavun, rubûbiyet (rab'lik) iddia ederek tuğyânın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"
Tuğyânkâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyânlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyânkârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyânkârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyânkâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyânlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.51 Böylece, ikrah olmadan, isteyerek, benimseyerek tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş52 olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' tavrıyla tâğutu reddetmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a isyan (inkâr) etmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.53 Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyân ve küfrünü arttırır.54 Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani hevâ ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.55
Dipnotlar:
1. Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178. risale
2. 42/Şûrâ, 10
3. 2/Bakara, 285
4. 42/Şûrâ, 21
5. 9/Tevbe, 31
6. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
7. 15/Hıcr, 94-95
8. İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
9. 17/İsrâ, 23
10. 12/Yûsuf, 40
11. 26/Şuarâ, 227
12. 4/Nisâ, 136
13. Bak. 33/Ahzâb, 44
14. 39/Zümer, 17-18
15. 7/A’râf, 54
16. 12/Yûsuf, 40
17. 16/Nahl, 17
18. 35/Fâtır, 3
19. 40/Mü’min, 26; Ve yine Bak. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
20. 4/Nisâ, 13-14
21. 39/Zümer, 17-18
22. 5/Mâide, 44
23. Bak. 16/Nahl, 106
24. Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
25. “…Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır…” (2/Bakara, 275)
26. 2/Bakara, 173
27. Bk. 4/Nisâ, 59
28. Bk. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
29. Bk. 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256
30. 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
31. 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256 vb.
32. 16/Nahl, 36
33. 4/Nisâ, 76
34. 4/Nisâ, 60
35. 4/Nisâ, 60
36. İbn Kesir, Tefsir, 1/519
37. 16/Nahl, 36
38. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 316-317
39. 2/Bakara, 256
40. Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Y., c. 1, s. 202
41. Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
42. Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, Hikmet Y., c. 3, s. 269
43. 16/Nahl, 36
44. 4/Nisâ, 60
45. Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 70
46. 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
47. Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Y., s. 140
48. 2/Bakara, 85
49. 79/Nâziât, 23-24
50. 79/Nâziât, 15-17
51. 2/Bakara, 257
52. 5/Mâide, 60
53. 4/Nisâ, 60
54. 5/Mâide, 64
55. Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 320-321