Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa HABERLER Pamak: ´Hedef çıtamızı en yüksekte tutmalıyız´…

Pamak: ´Hedef çıtamızı en yüksekte tutmalıyız´…

by İlkav Editor
3,6K 👁
A+A-
Reset

Özgür-Der Diyarbakır Şubesinin 2011-2012 panel-konferans programlarının ikincisi gerçekleştirildi. "Vahyin İlk Müslümanları İnşa Süreci" konulu konferansa konuşmacı olarak İLKAV (İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı) başkanı Mehmet Pamak katıldı.

Selahaddin-i Eyyubi Konferans Salonunda gerçekleştirilen konferans, Nurullah Canpolat'ın Kur'an-ı Kerim tilaveti ve mealinin Ömer Aslan tarafından okunmasıyla başladı.

PEYGAMBERLERİN İNŞA ÇABALARI…

Salonun hınca hınç dolduğunun görüldüğü konferansta, peygamberlerin tarih boyunca yaptıkları mücadeleler ve üstlendikleri misyon üzerinde kısaca durarak konuşmasına başlayan Mehmet Pamak, tarihi süreç içerisinde sorumluluklarını unutan ve terk eden insanlara yoldaki işaretleri gösteren Peygamberlerin gönderildiğini ve vahiyle istikametin gösterildiğini hatırlattı ve bu süreçlerin nasıl işlediğine dair bir giriş yaptı.

Giriş mahiyetinde
Peygamberlerin Mücadele Sünneti

– İlk insan ve ilk Peygamber Adem (as)dan bu yana tekrarlanan serüven

– İnsanlığın yoldan sapıp, cahiliye kültürünü üretip din edinmesini müteakip her seferinde Allah tarihe ve topluma müdahale edip, yeniden doğru yolu ve istikameti göstermiştir. Bu amaçla peygamberler ve vahiy göndermiştir.

– Bu anlamda en son müdahale Miladi 7. yy da gerçekleşmiş ve son Peygamber ve son kitap gönderilmiştir. Artık bir daha vahiy gelmeyeceği insanlığa duyurulmuş ve kıyamete kadar geçerli evrensel hükümler taşıyan son kitabın Allah’ın koruması altında olduğu ilan edilmiştir.

Allah’ın vahyi ile Peygamberlerin insanlığı davet ettikleri istikamet

– İnsanın yeryüzündeki serüveninin gayesi olan yalnız Allah’a kulluk ve imtihanın, yeryüzünde halife kılınma misyonu ve yüklendiği emanetin hatırlatılması

– Yolunu şaşırıp dalalete sürüklenmiş, şirke bulaşmış, karanlıkların zindanlarına hapsolmuş olan insanlığa, aydınlığa çıkış yolu, zulümden ve azaptan kurtuluş yolu, hidayet ve adalet yolu olan tevhidi istikametin gösterilmesi

– Sonuçta ise, insanların imtihan alanı olan dünyada, cahiliye sapması sonucu egemen olan şirkin, zulmün ve ifsadın izale edilip, tevhidi ıslah projesiyle toplumsal değişime vesile olunarak, İslami adalet sisteminin kurulmasının sağlanması

– Böylece, tüm insanların bu imtihan dünyasında, hiçbir baskı ve zorbalıkla karşılaşmadan yapılacak açık tebliğe muhatap olabilecekleri ve sonuçta dileyenin iman ve dileyenin de inkarı tercih ederek kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet vasatına sahip kılınmaları.

Vahyin Yönlendirmesiyle Peygamberinlerin Evrensel Çağrısı, Kevni ve Vahyi Ayetleri Hakkıyla Okuyarak , itaat ve ibadeti Allah’a tahsis etmeye yöneliktir

Hicr sûresinin sonunda Cenâb-ı Hak, başta Hz. Peygamber (A.S.) olmak üzere, bütün mü'minlere seslenerek Allah’ı ham ile tesbih etme, secde edenlerle birlikte secde etme ve ölüm gelene kadar Allah’a ibadeti terk etmeme emirlerini vermiştir. Bu sebeple temel sorumluluğumuz, evrendeki bütün varlıklar gibi, Allah’tan başka ilah tanımaksızın sadece O’na itaat, secde ve ibadet edip, emirlerini harfiyen yerine getirme gayreti içine girerek, hayatın bütün alanlarında sadece O’nun hükümlerini esas alarak, hayatı ibadet kılma çabasını ölene kadar terk etmemektir.

Hayatın herhangi bir alanında Rabbini unutan ve O’nun zikrinden (vahiyden) yüz çeviren insan, saparak Rabbine ve kendine yabancılaşır

Hayatın hiçbir alanında Allah unutulmayacak, devre dışı bırakılmayacaktır. İster hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. (Haşr–19) Böylece fıtratla vahyin arası kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah’da kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. Böylece arzda fesad çıkaracak, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer türü ortaya çıkacaktır. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. (Zuhrıf 36-37) Ve bu sebeple de kendilerine “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onlar kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edeceklerdir. (Bakara 11-12).

İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen fesad, sömürü ve zulüm, bu tür Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar.

Bu girişten sonra Pamak, son Kitap Kur’an’ın ve son Peygamber Hz. Muhammed’in Mekke-Medine sürecinde nasıl bir yol çizdiğini ve bu süreçte ilk Müslümanların nasıl inşa edildiğini anlattı.

Kuranın İlk Müslümanları İnşa Sürecinde yoldaki işaretler

I – İslami şahsiyetin inşası

A – Zihni dönüşüm ve imani inşa

1 – Kur’an’ı, kevni ayetleri, fıtratı ve hayatı okunmaya, eğitim ve öğretim için harekete geçmeye çağrı yapılır. (Müzzemmil ve kalem sureleri)

2 – Rabbi tekbir etme, (Ruczdan) şirk başta olmak üzere her türlü ahlaki ve akıdevi pisliklerden hicret etme (kaçınma, uzaklaşma, arınma) çağrısı yapılır. (Müddessir 1-6)

3 – Böylece imani, kalbi, zihni hicret, zihni ve imani planda Cahiliyeden ayrışıp vahiyle bütünleşme emredilir. (Allah’ın birleştirilmesini ve arasının kesilmemesini istediği iki şey olan fıtrat ve vahyin bütünleşmesi istenir-Rad 25)

Bireysel ve toplumsal dönüşüm sürecinde, zihne-nefse-öze bilgiler bir tohum gibi ekiliyor. Kavramları, fikirleri, değerleri tohum gibi düşünün; tarlaya attığınız tohuma göre sonuç alırsınız. Nefsinize-özünüze-zihninize de hangi inanç sisteminin kavramlarını, değerlerlerini, ölçülerini ekerseniz ona uygun davranışlar sergilersiniz. Bu anlamda bireysel bir dönüşümden sonra İslami şahsiyetlerin bir araya gelmesiyle bir cemaatin teşekkül ettiğini ve bu cemaatin de toplumun özündeki tohum gibi yeşerdiğini görüyoruz. Yani bilgiler, kavramlar, değerler ekilerek toplumun dönüşü sağlanıyor. Onların bir araya gelmesiyle bir İslami cemaat-Kur'an toplumu nüvesi oluşuyor: O da toplumun özüne adeta bir tohum gibi ekiliyor. Onun örnekliğiyle de söz ve hal ile ahlakla, davetle, çabayla da toplumsal dönüşüm yaşanıyor. Ve sonunda toplum özündekini değiştirince de Allah o toplumun durumunu değiştirip onlara adalet sistemini takdir ediyor.

4 – İman ettikten sonra imana zulüm (şirk) bulaştırmaması istenir. (En’am 82) (Yusuf 106)

5 – İslami şahsiyeti inşaya yönelik bu süreçte zihinlerin özgürleşmesi, cahiliyeden bağımsız ve özgün düşünme imkanına kavuşması hedeflenir.

Zihinlerin cahiliye kuşatmasından özgürleşip, cahiliye paradigmasının zindanından, kuşatmasından kurtulması, kendi özgün kavram ve değerlerine kavuşarak, özgün düşünme imkanına ulaşması hedeflenir.

Küresel ve yerel cahili sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar.

İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.

Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları ilahi vahiy de, öncelikle fıtratla bütünleşip, ruhları, zihinleri cahiliye zindanlarından ve kuşatmasından kurtarıp, özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ondan sonra da hür zihinli Müslümanlar bedenlerini kuşatan cahiliyeye karşı bağımsız ve özgün bir mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İşte bu hür zihinli mü’minler, ürettikleri alternatif özgün yapı, model ve faaliyetlerle İslami tevhidi davet ve şahitlik sorumluluklarını yerine getirerek, cahiliye toplumunu tevhidi istikamette dönüştürecek bir örneklik oluşturmuşlardır. Asla cahiliye inancına, kavram ve modellerine sığınarak var olmaya çalışmamışlar, hak-batıl karışımı yöntemlere başvurmamışlardır. En zor şartlar altında bulunsalar da, geçici de olsa asla pragmatizme yönelmemişler, onların kavram ve modellerini ödünç almaya kalkışmamışlar, cahiliyenin daha az zararlısını da tercih etmemişlerdir.

6 – Bu zihni özgürleşme, dönüşüm ve imani inşada kavramların önemi

Özellikle inançla bağlantılı olan kelime ve kavramlar, isimlendirmeler asla nötr değildirler. Kendi düşünce dünyalarını, felsefi bakış açılarını da kullanan zihne taşırlar. Bu sebeple de her düşünce ve inanç kendisini bir başkasına kendi özgün kavramlarıyla tanıtır ve taşır.

Pek çok Müslüman’ın “şura” yerine, taguti felsefi ve ideolojik niteliği açık ve kesin olan “demokrasi”yi kullandıklarını ibretle görüyoruz. Ve üstelik Peygamber’in dönemini en demokratik dönem olarak nitelemeyecek kadar ileriye gidenler bile çıkıyor. Halbuki, İslami Şura ancak demokratik parlamento ile mukayese edilebilir. Bir hayat tarzı olan İslam’ın cahiliyedeki bir karşılığı da şura değil demokrasidir. Ayrıca İslami şura ile demokratik parlamento arasındaki farklılıklar bile temel ve akıdevidir. Peygamber dönemi, demokrasiyi seçim ve denetim mekanizmasına indirgeyen farklı tanımlama yapma zorlamasıyla bile demokratik olarak nitelenebilir mi? Özü itibarıyla ikisi de masum oldukları halde, sırf Yahudiler birsini kötü anlamda da kullandıkları için, “Raina” yerine “unzurna” (bizi gözet, bize bak) demeyi emreden Allah’a rağmen, özü itibariyle kirli, ideolojik ve felsefi boyutlu bir şirk kavramı olan demokrasiyi Peygamber ve dönemi için kullanmak, İslam ile karıştırmak batıl ve zulüm değil mi?

Her din ya da ideoloji kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve insanlara ulaştırır. Kavramlar nötr değildirler, zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dini ve ideolojik boyutu belirleyici olmayan kavramlar vardır ki, onları her din ya da ideoloji ya olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Özellikle de, ilahi iradenin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise, bu tür Kur’anî kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdırlar.

Tıpkı “dinci” kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan “İslamcı” kavramı, buna rağmen kabullenilip “meşru” tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de “İslam” olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul, doğru ve meşru değildir. Her şeyden önce “İslamcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Çağımızın muvahhidlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlamak istiyorsak, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmakta neden ısrar ediyoruz ki? Bizler Müslimiz/Müslümanız, “İslamcı” değiliz diye açıkça haykırmalıyız.

Ayrıca, üretilmiş bir kavramın peşinde sürüklenenler, diğer “İslamcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği “Müslim” adını kullanmakta ısrar etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı? Bu inzal edilmiş “Müslim”/Müslüman kavramının altını Allah’ın beyanıyla, vahyin ölçüleriyle, Kur’ani tanımlarla doldurarak netleştirmek suretiyle, üretilmiş “İslamcılık” kavramının yol açtığı zaafları aşmak ve Allah’ın rahmet ve bereketini celbetmek bakımından, hem daha akıllıca, hem de Kur’an’a daha uygun bir amel gerçekleştirilmiş olmaz mı? Üstelik bu kavramı ısrarla sahiplenenlerin bile, sürekli “olumlu anlamda İslamcılık” tanımlaması yapıp “olumsuz anlamda İslamcılık”tan ya da “Türkiye İslamcılığı” ve “Tevhidi İslamcılık” gibi ilave kavramsallaştırmalara müracaat etmek zorunda kalmaları, farklı “İslamcılık” tanımlarından kendi “İslamcılığını” ayrıştırma çabası göstermeleri ibret verici değil midir? Nitekim, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Evrensel İslamcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de tespit etmekteyiz.

Yüce Allah, kendi tevhid dinine “İslam”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı açık değil mi? O halde, indirilmiş kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, içeriğini vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Cahiliye toplumunu, ancak bu tür indirilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarla tevhidi istikamette dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız. Ve bilmeliyiz ki, üretilmiş kavramlar bir ihtiyaca binaen doğar, belli bir süre yaşar ve sonra da ölürler. Çoğu kez unutularak gündemden kalkarlar. Yani belli bir süre tedavülde kalır ve bir gün yozlaşarak ya da artık amaca hizmet etmediği için, yahut da yerine konjonktürel duruma uyumlu yenileri üretildiği için terk edilirler. Üstelik bu tür üretilmiş kavramlar bir ülkede ya da bölgede kabul görebilirken, diğerlerinde önemsenmeyen, hatta bilinmeyen bir durumda olabilirler. Yani çoğu kez bölgesel ya da daha dar alanlarda geçerli olup, evrensel değildirler, hatta küresel bile olmayı başaramamaktadırlar. Bu sebeple de, İslam ümmetinin ortak paydasını teşkil edememektedirler. Hatta, ümmeti teşkil eden dünyanın değişik bölgelerindeki mü’minlerin birbirini anlamasının, birbiriyle bütünleşmesinin ve vahdetinin önünde engel bile teşkil edebilmektedirler. Halbuki inzal edilmiş vahyin bildirdiği ilahi kavramlar, Yüce Allah’ın tercihi olarak evrensel olup, ümmetin tüm dünyaya yayılmış bütün kesimlerinin en önemli ortak paydasını, ortak adını, ortak şiarlarını, ortak bilgisini temsil etme konumunu kıyamete kadar sürdürecek niteliktedirler. Bu sebeple, inzal edilmiş evrensel özgün kavramlarımız, her bölgenin olduğu gibi, her çağın mü’minlerini de birbirine bağlayan, birleştiren, aralarında kopmaz bağlar kuran, tanımlayıcı, taşıyıcı ve inşa edici kavramlardır.

Ayrıca, geleneksel ve modern hurafelere bulanmış, akıdeleri bozulmuş halk kitlelerinin, kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, bu temel kavramımızdan uzaklaşmamıza yol açmaması gerektiği gibi, halkla ayrışma sebebi kılınmak yerine, tam tersine onlara İslami mesajı ulaştırmada ortak payda olarak öne çıkarılmalıdır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaşmada, bu ortak payda tebliğ zemini olarak kullanılarak, aramızdaki bu ortak ismin Kur’ani muhtevası, gerekleri ve sorumlulukları hatırlatılarak tevhidi davetin vesilesi kılınmalıdır. Bilinmelidir ki, “Müslim” kavramı inzal edilmiş bir temel taşıyıcı kavramımızdır. Eğer bu tür Kur’ani temel kavramlarımız tarihsel süreçte doğru olmayan bir şekilde kullanılmaya başlanmışsa, bize düşen bu kavramları terk edip, onların yerine yine başka anlamlara da gelen kavramlar üretmek değil, özgün vahyi kavramlarımızı Kur’ani içeriklerine tekrar kavuşturarak, onları kullanmakta ısrarcı olmaktır.

B – Ameli ve ahlaki planda dönüşüm, cahiliyeden ayrışıp, cahiliye amellerinden İslami salih amellere hicret etmek, ameli inşa:

1 – Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü’ne icabet edin çağrısı yapıldı. (Enfal 24)

Davete icap eden ilk müminler, iman ettikleri vahyi ölçü, kural ve değerleri teorik olarak zihinlerinde barındırma zaafına düşmeden, hemen hayata taşıma cehdi içine girerek, imani/zihni arınma ve hicretten sonra ameli planda ikinci bir hicreti gerçekleştirdiler. Yaşamakta oldukları cahiliye amellerini terk ederek, iman ettikleri Allah'ın indirdiği ayetler istikametindeki yeni hayat tarzını yaşamaya yöneldiler. Vahyin ölçülerini hayata hakim kılarak, hayatın bütün alanlarında sadece Allah'a rüku (boyun eğme) ve secdeyi (itaati) esas alarak cahiliye amellerinden tevhidi salih amellere doğru hicret ettiler.

2- Kur’an onları, Ahiret/Kulluk Eksenli Hayat Tasavvuruna yöneltti ve Dünyevileşme bataklığından uzaklaştıracak yönlendirmeler yaptı. Kulluk ve ahret eksenli tasavvurdan uzaklaşmada, başka inançlara savrulmada, dünyevileşmenin (sekülerleşmenin) etkisi anlatılıp müminler uyarıldı. (En’am 162, Fatır 10, A’lâ suresi 16i Mülk 1-2, Ankebud 64, Tekasür 1, Mutaffifin 1, Zariyat. 19, Ta-ha 131. ENBİYA 35, KIYAMET 36. KASAS 77 )

3 – Allah yolunda infak bilinci, imani bir sorumluluk seviyesinde kazandırıldı. (İSRA 26- FATIR 29- FECR 17-ADİYAT 6- İNSAN 8 -ŞURA 20- AHKAF 20)

4 – Ashab-ı Kehfin, Nuh (as)’ın, Allah’ın övgüsüne mazhar olan “marjinal”liği, İbrahim (as)’ın tek başına ümmet oluşu gündem yapıldı. (KEHF 10-20, 25)

Allah’ın emri ve sorumluluklar yerine getirilip üzerine düşen yapıldıktan sonra, toplumdan uzaklaşıp mağaraya çekilmenin, Nuh (as) misali bir gemi dolduramamanın, İbrahim gibi tek başına ümmet olmanın bile, güzel bir vasıf olabilmesi ve Allah tarafından böyle davrananların övülmesi bilinci kazandırılır

5 – Zorluklara karşı sabır ve direnme teşviki ve çağrısı yapıldı.

Asr suresi – Lokman 17 – Müzzemmil 10 – Müddessir 7- Kalem 48-Beled 17

6 – Korku krallığını aşma desteğiyle umudun canlı tutulması, firavunlara, zalimlere karşı meydan okuma çağrısı ve imtihan bilinci gündem yapıldı. (Ankebut 2, 10, Fatır 32. EN’AM 80-81, HUD 53-56, 91-93, 120-122, NAHL 50- A’RAF 194-196)

7 – Allah’ın yardımıyla üstün ve galip gelmenin mutlaka müminlerin olacağı algısı kazandırıldı. Rum 47, İnşirah suresi 5, Kasas 5.

– Allah’ın yardımının, müminlerin Allah üzerindeki hakları olduğu bildirilerek, müminlere özgüven ve onur kazandırıldı.

– Allah yardım ettiğinde ise, nice az topluluğun, nice çok ve güçlü topluluklara galip ve üstün geldikleri hatırlatıldı.

– Allah’ın yardımıyla seküler mantığın algılayamayacağı muhteşem gelişmelerin olacağı algısına sahip olmaları sağlandı.

– Sahih bir iman ve Salih, ihlaslı bir teslimiyetle, müminlerde müthiş bir özgüven inşa edilmiştir

8 – Kur’an’ı hakkıyla okuma, sorumlulukları kuşanma ve söylediğini önce kendisi yaşayan tutarlı müminler olma yönlendirmesi ve böylece toplumu dönüştürecek, hal ve kal ile daveti taşıyacak ahlaklı örnekleri, şahidleri çoğaltma çağrısı yapılır. (Fussilet 30. Hac 77-78, Bakara 44, – Saf 3-5, En'am, 91, Zümer 67, 2 Bakara: 198, Bakara: 23, ASR Suresi, Bakara 121. Ali İmran 102.)

Allah'ı hakkıyla takdir eden, Kur'an'ı hakkıyla okuyan, takvayı hakkıyla kuşanan ve Allah yolunda hakkıyla cihad eden, Mekke'de "Kur'an'la büyük Cihad"ı en etkili biçimde yerine getiren, tevhidi ilkelerden taviz vermeyen, cahiliyeden tam anlamıyla ayrışarak, her boyutuyla cahiliyeye alternatif oluşturmaya çalışan bu mü'minler topluluğu, örgütlü yapısıyla bütün baskı, yasak, işkence, katliam, ekonomik ve sosyal boykotlara rağmen yılmadan, bıkmadan, geri dönmeden büyük azimle, örnek bir direnişi gerçekleştirdi.

İşte bu çapta bir teslimiyetle, her İslami şahsiyet, Kur’an’ı hakkıyla, yani anlamak, öğüt almak ve yaşamak için bizzat kendisi okuyor, fıkhetme çabası gösteriyor ve böylece lugavi geniş anlamıyla her biri müçtehid vasfı kazanıyordu. İşte bu şahsiyetlerin bir araya gelip bütünleşmesiyle oluşan ilk Kur’an nesli, ilk Kur’an toplumu, müçtehid toplum olarak nitelenmeyi hak edecek bir hüviyet kazanıyordu.

9 – Allah yolunda fedakarlıklarda ve hayırlarda yarışmanın, Allah yolunda “cihad” ın önemi ve gerekliliği bilinci Verildi. (HACC 78 FURKAN 52, ANKEBUT 6, NAHL 110)

Rabbimiz, ilk nesilden ve tüm müslümanlardan O'na yaraşır bir şekilde cihad edilmesini ve Rasul'ün şahitlik ettiği gibi insanlara şahitlik edilmesini istemektedir. Ölümü ve hayatı kimin daha güzel ameller yapacağını sınamak için yarattığı beyan ederek, Salih amellerde yarışmaya teşvik etmektedir. Kafirlere itaat etmemeyi ve onlarla Kur’an’la büyük cihad yapmayı emreder.

II – Yapısal planda cahiliyeden ayrışma ve İslami yapının, ilk Kur’an nesli nüvensin inşası

A – Mü’minler, iman Kardeşliğiyle, velayet bağıyla ve “biz” bilinciyle bütünleşme, kabile korumasıve güvenlik dairesinden çıkarak yalnızlaşan kardeşleriyle bütünleşip, akıde ortak paydasında yeni bir güvenlik alanı oluşturmaya yönlendirilir

B – Cahiliyeden ayrışılarak, alternatif İslami yapının oluşturulması sağlanır.

İnsanlığa “hayırlı vasat ümmet”i oluşturup, sorumlu tutulduğumuz “cemaat planında şahidlik” ve modeli ortaya çıkarma çabası içine girilir.

C – İslam kardeşlik hukuku içinde, tam anlamıyla ve çok boyutlu bir yardımlaşma ve dayanışma gerçekleştirilir.

Sevgi, saygı, merhamet, şefkat ve adaleti ete kemiğe büründüren bir bütünleşme gerçekleşir. Birbirini sevmedikçe gerçekten iman etmemiş olacağının bilincinde, kendisi için istediği iyi şeyi öncelikle kardeşi için isteyen, fedakarlıkta kendisi öne atılan, nimette kardeşini öne süren ve isar bilincine sahip müminlerin oluşturduğu örnek bir yapı inşa edilir.

Allah'ın yönlendirmesi ve Resulünün önder ve örnekliğiyle bir vücudun uzuvları, bir binanın tuğlaları gibi bütünleşip kaynaştılar. Muhteşem iman kardeşliğinin örnekliğini, Hablullah'a topluca sarılarak, Allah yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf tutarak ve zulme uğradıklarında topluca karşı koyarak, tek tek gövdelerinin üzerine dikilen ilkeli, onurlu, tutarlı İslami şahsiyetlerin tevhid ortak paydasındaki birliğiyle ekin meselindeki bütünlüğü, dayanışmayı ortaya çıkardılar. Aralarında sevgiyi, merhameti, birbirine sahip çıkmayı, adaleti, eminliği ve fedakârlıklarda yarışmayı en güzel biçimde yaşamlaştırdılar.

D – Dini hayata hakim kılın ve dinde ayrılığa düşmeyin, parçalanmayın emriyle birlik ve beraberliklerini sürdürdüler.

E – Darun Nedve’ye karşılık, Darü’l Erkam’ı, cahiliye nadiyesine karşı, İslami nadiye’yi (meclisi) oluşturdular. (Meryem 73-75, Yunus 87.)

1 – Müşriklerin meclislerinde oturmamaları, izzeti yanlış yerde aramamaları emredildi. (Fatır 10. EN’AM 68)

2 – İşlerini Şura ile görmeleri emredilir (Şura 38)

İmanın imtihanını vermeden, sadece iman ettik demekle kurtulamayacaklarının bilinciyle vahye dayalı bilgilerini önce bilince taşıyarak, sonra da amellerine hakim kılarak hayatı ibadet kılma çabası içine girdiler.

3 – İstişari karar organında Allah’ın hükümleriyle hükmetmeleri emredildi

– Kuran Müslümanları Uyarıyor; Göklerdeki İlah da, Yerdeki İlah da Allahtır.

– Kozmik Hakimiyet de, İnsani Toplumsal Hayattaki Hukuki Hakimiyet de Allah’a Aittir

Müşrikler de, göklerdeki ilah olarak, yaratan, rızık veren, öldüren, evrenin işleyişini sağlayan Rab olarak Allah’ı tanıyor, inanıyor ve kozmik hakimiyet O’nundur diyorlardı. Ancak İnsan ve toplum hayatındaki hüküm ve hakimiyeti hevalarına ya da tagutlara tahsis ediyorlardı.

4 – Halk etmek de, Hulk’un (ahlak ve hukukun) kurallarını vazetmek de Allah’a aittir

Yaratmak da, (imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında) emretmek de Allah’a aittir (Araf 54). Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevalarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir (Casiye 18). Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır (Şura 21– “Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?…”).

Allah, dosdoğru yolu olan sırat-ı müstakımini takip etmeye, Kur’an yoluna uymaya, Hakka tabi olmaya, bizi, Nur (aydınlık) olarak nitelenen bu hak yoldan ayıracak olan ve zulümat (karanlıklar) olarak nitelenen, batıl yollara uymamaya çağırmaktadır. (En’m 153).

– Bizi sıratı müstekımine yönelt – Fatiha

– Vahiy onları sistemin tümünü kökten değiştirme hedefine kilitledi ve onlar sistem içi değişimde asla taraf olmadılar, ya da taraflardan birinde aktif rol üstlenmediler.

– Onlar, daha Mekke’de kulluk ve ahret eksenli hayat tasavvuru içinde, eğer toplum layık olursa İslami bir iktidara da yönlendirilmişlerdi. Bu sebeple iktidar olduklarında ümmeti ne ile yöneteceklerinin, neler yapmakla görevli olacaklarının temel ilkeleri de daha Mekke’de bildirilmekte, siyasi perspektif kazandırılmakta ve siyasi hedefler gösterilmektedir.

5 – Tagutu ve taguti sistemi reddetmek, ondan uzak durmak, kaçınmakla emrolunduklarını hiçbir zaman unutmadılar ve ertelemediler. ( Nahl 36, Zümer 17)

Hep sistemin köklü değişiminde alternatif oldular ve toplumun gündemine hep bu tek çıkış ve kurtuluş yolunun mesajını taşımakta ısrar ettiler. Onun için de başlarına gelmedik kalmadı.

F – İslami cemaat içinde kitap ve hikmetin eğitimini gerçekleştirdiler

Dar-ül Erkam'da kitabın ve hikmetin eğitimini alarak Kur'an'la teçhiz oldular, bütün mü'minlerin Kur'an okuma ve anlama, fıkhetme çabası içinde olduğu, yani lugavi anlamıyla herkesin müçtehid olduğu Müçtehid Toplumu oluşturdular.

G – Onlar bilgiyi “ağır bir söz/yük”, gereğince amel edilmesi gereken büyük

bir sorumluluk olarak algılıyorlardı.

Bu sebeple de, elde ettikleri bilgiyi hemen bilince, ardından da hemen amele, ahlaka dönüştüren bir sorumlulukla hareket ediyorlardı. Kitabı hakkıyla okumaktan da bunu anlıyorlar, ibadet algıları da hayatın bütünü Allah’ın hükümleriyle dönüştürme, hayatı ibadet kılma bilincini içeriyordu. Kitabı okurken, salt bilgilenmek, haz duymak ya da anlamadan okumak zaaflarından uzak duruyorlardı. Ahlak edinmek, yaşamak için okumak ve bilgilenmek duyarlılığı, bilgileri arttıkça onları iki büklüm hale getiriyor, tevazularını arttırıyordu. Bu bilginin hakkını nasıl verecekleri, nasıl hayata hakim kılacakları, nasıl ahlak edinecekleri endişesi, onların bu ağır yükün, bu büyük sorumluluğun altında ezilmelerine ve daha mütevazi olmalarına yol açıyordu.

İlk “şahid”in güzel örnekliğinden ve ilk neslin modelliğinden kopuk ve bu sebeple de bugünün şahidlik sorumluluğunu kuşanmaya yönlendirmeyen mealci Kur'an okumaları, hayata yön vermeyen, aklı, imanı, hayatı, şahsiyeti ve ahlakı inşa etmekten uzak bir bilgi birikimi sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Vahyin ilk muhataplarının, Peygamberin şahidliğinde, eğitim ve yönlendiriciliğinde, nasıl anlayıp, nasıl uyguladıklarından, hayatı nasıl dönüştürüp inşa ettiklerinden uzak teorik Kur’an okumaları, hayatı dönüştürmek, ibadet kılmak için bir yol gösterici olan Kur’anı okumayı ve bilgi edinmeyi amaç haline dönüştürme riski taşımaktadır.

Sonuçta da, bilgi sahibi, entelektüel boyutu olan, ağzı laf yapan, eli kalem tutan, ama bu bilgiyi sosyalleştirmekte sorun yaşayan, mü’minler arası ilişkilerden, diğer tüm toplumsal ilişkilere kadar, hayatın içinde vahyin şahidliğini gerçekleştirmek, vahyi ölçüleri ete kemiğe büründürmek, ahlakında vahyi ölçüleri tebarüz ettirerek güzel örneklik teşkil etmek noktasında zaaflar yaşanmaktadır.

Bilmeliyiz ki, söylem boyutu ağır basan siyasal planda kalan şahidlik gerçek anlamda şahidlik değildir. Çünkü şahidlik ancak amelle örneklik teşkil edilerek gerçekleşir. Bu sebeple önemli ve öncelikli olan şahidlik, bilgimizi ahlak edinerek sosyal planda, toplumsal, insani ilişkilerde ortaya koyacağımız örneklik ve vahyi sosyalleştirme sorumluluğudur ki, en çok zaaflı olduğumuz alan da budur. Bilgiyi fetişleştirmeden ve bilgiyle şımarmadan, entelektüel olmak için değil, ahret için ameller yapma hedefini esas alarak bilgilenmeliyiz.

Bu sebeple bilgiyi önce bilince sonra da davranışa, ahlaka dönüştürerek, sosyal hayat içinde görünür kılarak hayatın bütün alanlarında vahyin şahidliğini yapmalı, yani kâl (söz) ile davetten önce hâl ile daveti gerçekleştirmeyi başarmalıyız. Toplum içinde güzel ve örnek ahlakıyla model olacak, insani, ailevi, komşuluk, ticaret vb tüm toplumsal ilişkilerde İslam hukukunu ve ahlakını ete kemiğe büründürecek ve mü'minler arası kardeşlik hukukunu samimiyetle işletecek, nefsimizi denetim altına alarak Allah için fedakarlıkta yarışacak şahsiyetler olmaya çalışmalıyız. Mü’minler arası ilişkilerde sevgiyi, merhameti, adaleti belirleyici kılan, isar ahlakını kuşanan, bütün toplumsal ilişkilerde, Kur'an'ın ilke, ölçü ve değerlerini, ilk şahid Resulün ve eğittiği ilk neslin örnekliğinde, ihlasla topluma yansıtan model İslami şahsiyetler olma sorumluluğumuzu yerine getirmek üzere seferber olmalıyız.

H – Sosyal inşanın öncelenmesi, ailenin, akrabanın önemsenmesi gözetilmesi, Anne ve babaya iyilik, aile içi dayanışmanın davetçi zaviyesinden korunması önemli bir sorumluluk olarak gerçekleştirilir.

I – Müminler, yoksullarla ve yakınlarla maddi, ekonomik yardımlaşma ve dayanışma ile imkanlarını paylaşmaya yönlendirilir.

J – Mal ve serveti biriktirip yoksulun hakkını gasp edenler kınanıp azapla tehdit edilirler.

İlk surelerde statükodan beslenen, zengin, lider ve egemen sınıfının düşmanca tavırları hatırlatılıp, statükoyu değiştirecek olan vahye öncelikle bunların karşı çıkıp düşmanlık yaptıkları hatırlatılır. Özellikle açları yedirmek, fakir ve miskinlere tasadduk, infak, zayıflara şefkat çağrıları öne çıkıp, bunlar da davete icabet ettikçe, kendilerine çıkar sağlayan statükoyu tehlikede görerek düşman kesilmekte, davetin yaygınlaşmasını engellemeye yönelik çabalar sarf etmektedirler.

Bunca nimet verilmesine rağmen, Allah’ın ayetlerine inatçı kesilenler, inkarcılık yapanlar, Allah’a döndürüldüklerinde, hesap gününde zorluk ve meşakkat bulacakları uyarısı yapılır.

K İslami cemaat, aynı zamanda arınma ve ahlaki eğitim merkezive “emri bil maruf nehyi anil münker” zemini olarak öne çıkarılır.

L İş bölümü ile işleri paylaşma, emanet ve ahidlere riayet bilinci ve becerisi kazandırılır.

İlk Kur’an nesli, emanet ve ahidlerine riayette, işbölümü ve sorumluluklarını yerine getirmede çok dirayetli ve fedakar bir örneklik oluşturdular. İşlerini aralarında şura ile yürüttüler.

M İşkencelere rağmen imtihan bilinciyle direniş, hicret, ruhsat ve Zulme karşı topluca mücadele etme aşamalarından geçildi.

Mekke müşrikleri tevhidi çağrının yükselen gücü karşısında azgınlaşıp şirretleşmeye ve müslümanlar üzerinde işkence ve baskıları yoğunlaştırmaya başlamışlardı. Ancak Mekke'nin ilk Kur'an nesli "insanlar yalnız inandık demekle, hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" (Ankebut, 29/2) uyarısıyla kazandıkları sorumluluk ve imtihan bilinciyle hayırlarda, fedakarlıklarda yarışan, hicret ve ikrah halinde ruhsat tanındığı halde büyük çoğunluk bunları kullanmaya bile yönelmeden fedakarca direndiler. büyük acılar çekmelerine, ciddi bedeller ödemelerine, ateş çemberinden geçmelerine rağmen imanına şirk bulaştıran çıkmadı.

N – Kazanç ve harcamaların meşru alanları ve sınırları aşmaması gerektiği bilinci kazandırıldı.

O – Tebliğ, şahidlik ve emri bil maruf sorumluluğunu yerine getirmeleri emredildi be bunun için seferber oldular, ferdi ve cemaat planında çabalar gösterdiler.

-Vahyin yönlendirmesiyle, muhtevada net, açık ve tavizsiz. Üslupta güzel, hikmetli, yumuşak ve sabırlı olmaları istendi.

-Onlara ve putlarına sövülmemesi emredildi.

-Tebliğde hiçbir ücret ve karşılık beklememe ahlakı kazandırıldı.

-Tebliğ muhataplarının Kur’anı değiştir teklifi reddettirildi, kendisine vahyolunanın tavizsiz biçimde ve asla bir değişikliğe uğratılmadan, Allah’tan geldiği gibi muhataplara tebliğ edilmesi emredildi. (Yunus 15-16, Fussilet 40, İsra 73-75, Hicr 89-93)

– Hem bireysel ve hem de cemaat planında vahyin şahidliğini, tevhidi mesajın hal ve kal ile tavizsiz tebliğini üstlendiler.

III – Mekke’de istikameti korumaya yönlendiren uyarılar

Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru yürümek ve istikameti muhafaza etmek emredildi ve ilk nesil bunun muhteşem örnekliğini oluşturdular.

1 – Hak – Batıl Uzlaşmazlığının, Ayrışmasının ve Hakkın batıla üstünlüğünün ısrarla vurgulanıp, her şartta tavizsiz bir biçimde sürdürülmesi istendi. (İsra 81, Enbiya 18)

2 – Cahiliye inanç, toplum ve sisteminden zihni, ameli ve yapısal planda tam bir ayrışma, uzlaşmazlık ve itaatsizlik vurgusunu sürekli ve her şartta gündemde tutmaları sağlandı.

Mekke sürecinde, ilk surelerden itibaren, Kur’an ilk muhataplarını, inanç, amel, hayat tarzı ve cemaat bazında, cahiliye inanç, amel, hayat tarzı ve siyasi yapısından ayrışmaya, onlara ve inançlarına itaat etmemeye, tagutlardan, taguti inanç ve siyasi yapıdan kaçınıp, sadece Allah’a itaat ve ibadet etmeye çağırmaktadır. (Nahl 36). Şirke, küfre itaatsizlik ve uzlaşmazlık, en temel ilke olarak ilk surelerden itibaren ortaya konarak, çok zor şartlara rağmen mü’minler bu istikamette yönlendirilir. (Kâfirun,Yunus 41, 104, Hud 112-113) Kur’an’ın tevhid anlayışı hayattan kopuk, soyut, teorik bir tevhid anlayışı değil, hayatın içinde oluşan, hayatın bütün alanlarında hemen yansımasını bulan, pratiğin içinde anlamını bulan/bulması gereken ve hayatı hemen dönüştürmeye başlayan/başlaması gereken, iman-amel bütünlüğünü gözeten bir tevhid anlayışıdır.

3 – Çoğulculuğun ve hak batıl sentezi birlikte yönetim tekliflerinin reddi emredildi ve bu konuda hepimizi bağlayan güzel bir örneklik oluşturuldu.

Bugün moda olan çoğulculuğu evren ve fıtrat da kabul etmez. Maalesef o gün müşriklerin peygamber’e getirdikleri çoğulcu anlayışla, uzlaşarak birlikte yönetme tekliflerini, hem de en yüksek makam olan devlet başkanlığı bile kendisine teklif edildiği halde Peygamber (s) en zor şartlarda bile reddettiği halde, bugün Müslümanlar aynı teklifleri (demokrasiyle uzlaşmış ılımlı İslam eğilimleri yaygınlaşıyor) bizzat kendileri şirk sistemine öneriyorlar ve kendiliğinden kabul ediyorlar.

4 – Batıl kavramlar ve modeller “ödünç” alınarak, “ehveni şer” tercih edilerek özgün inşalar gerçekleştirilemez, özgün düşünce ve projeler üretilemez

Bugün, küfrün, batılın, inanç boyutlu ideolojik kavram ve modellerinin, “merhale fıkhı” adı altında “ödünç alınarak” da olsa benimsenebileceği, talep edilebileceği ve bu uğurda mücadele edilebileceği, geçici de olsa Müslümanların gündemi ve bulunduğu merhalesinin hedefi haline getirilebileceği konusunun, hiçbir Kur’ani ilke ve Sünnete dayalı delille desteklenemeden ortaya atılması üzücü v düşündürücüdür.

Ehven-i şer tercihi zemininde, ödünç kavram ve modellerle, özgür ve özgün düşünceler, projeler üretilemez ve özgün inşalar gerçekleştirilemez. Ancak sistem içinde kalan eklektik anlayış ve düşünceler üretilebilir, ancak hak-batıl karışımı proje ve modellere eklemlenilir.

Mekke’de müşriklerin “Ey Muhammed, gel bir yıl biz senin kulluk ettiğine kulluk edelim, bir yıl da sen bizim kulluk ettiğimize kulluk et. Bu sayede biz seninle bu işte ortak olalım. Eğer seninki bizimkinden hayırlı ise, biz o hayırdan payımızı alırız. Yok eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlı ise, sen ondan mahrum kalmamış olursun” diyerek, yönetimde ortaklık teklif etmeleri ve bu ortaklıkta devlet başkanlığını bile Resulullah’a (s) bırakmaları söz konusu olduğunda, Allah Resulünün tavrı bizzat vahiyle yönlendirilmiş açık bir red ve ayrışma değil midir? (Kalem, Kafirun, Yunus 41, 104) Allah’ın da yönlendirmesiyle şirk sisteminden, cahiliye inancı, modeli ve inançla bağlantılı kavramlarından tam anlamıyla bir ayrışma ve uzlaşmazlık ve itaatsizlikle şirk sistemi ve inancına karşı tavır alınmıştır.

Hak, batılla uzlaşmak ve çoğulcu bir model içinde toplumları onunla birlikte yönetmek için İndirilmemiştir. Hak batlı zail etmek, bâtıla üstünlük kurmak, ona galebe çalmak ve bütün insanları hevaya dayalı batıl sistemlerin cenderesinden kurtarıp Allah’ın hükmüyle ve adaletle yönetmek üzere indirilmiştir.

Hak ile batılı uzlaştırmaya çalıştıran “çoğulcu” modeller batıldır. Hakla arasına mesafe koyan batıl bir yerde duruyor demektir. Hakka ve batıla eşit uzaklıkta duran sistem ve devlet de batıldır ve eşit uzaklık iddiası aldatmacadır. İslami bir hedefe, Hak olan bir amaca ulaşmak için kat edilecek her merhale de hak olmak zorundadır. Şimdilik zor şartlar bahanesiyle batıl olan bir merhale kabul edilirse, stratejik bir hedef sapması gerçekleşir ve bu merhaleye uyum sağlayanlar bir süre sonra içselleştirip, rehavete alışarak, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.

5 -Sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, savrulmaya ve sisteme eklemlenmeye yol açıyor

Sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, zamanla bunlarda görece bir iyileşme yapılırsa bununla yetinmekte ve tür görece kazanımlar üzerinden sisteme eklemlenme, sistem içi değişime aktif destek verip o kulvarda rol üstlenmeye başlama zaafına sürüklenmektedir. Halbuki, sistemi aşan, sistemi kökten değiştirmeyi ya da sistemin vereceğinin hayal bile edilemeyeceği köklü talepleriyle kendi gündemini oluşturup, diğerlerini bu tartışmalara çekenler, bu temel strateji istikametinde ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken sistem içi değişimle bir takım haklar verildiğinde de bundan fazla etkilenmeden, köklü değişim talepleri istikametinde devam ederler. Bu tür inkılapçı kesimleri sistem verdiği tavizlerle kendi alanına çekme imkanını yakalayamaz, çünkü talepler köklü ve tamamının verilmesi sistemin kökten değişimini gerektirecek taleplerdir. Gelinen noktada çıtamız yerlerde sürünüyor. Çıtanın altındaki talepleriniz karşılandığı zaman geniş kitleler sisteme eklemlenir. Talepleriniz aşağıda olunca siyasiler o talepleri yerine getirdiği vakit siz bittiniz-tükendiniz demektir. Ama Kur'an-i bir inkılâba-Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeye çıtayı koyarsan, daha altta verilen haklar çözemez-eklemleyemez seni.

İlk neslin örnekliğinde, Mekki surelerde ısrarla vurgulanan Kur’ani değişim, yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu (Araf 54), Allah’ın emrinden olan şeriatına tabi olunması ve bilmeyenlerin hevalarına uyulmaması gerektiği, tagutlardan uzaklaşılıp, yalnız Allah’a itaat ve ibadet edilmesi gerektiği (Nahl 36) ve Allah’ın hükmüyle hükmetme, Allah’tan gayrısının hüküm koyma yetkisini tanımama (Şura 21) çağrısı gündemi belirlemiş ve o günün cahiliye toplumunda hep bu çarpıcı mesaj tartışma konusu olmuştur. Çünkü Allah Resulü (s) ve ilk nesil çıtayı hep bu en üst noktada tuttular ve bu bakımdan da gündemi hep onların bu tavizsiz tutumu ve söylemleri belirledi. Bu sebeple de, uzlaşma teklifleri hep şirk sisteminden Müslümanlara geldi, bu çıtanın altında kalan tüm teklifler de (devlet başkanlığı ve zenginlik dahil) onları sisteme eklemleyemedi, uzlaşmaya çekemedi, hepsi reddedildi. Bugün de, bir yandan sistem içi değişimlerle elde edilebilecek meşru haklarımız gündemleştirilirken bile, Kur’an’ın hükümlerinin hakim olduğu İslami bir yönetim, bireysel ve toplumsal hayatımıza İslam şeriatıyla hükmedilmesine dair hak ve sorumluluklarımız ve hayatın bütün alanlarının vahiyle düzenlenmesine dair bütüncül İslami hedeflerimize vurgu da tevhidi bilincin gereği olarak mutlaka gündemleştirilmelidir.

IV – Sistem içi araçların kullanılmasında ve daha az zalim ortamlara sığınılmasında ölçü:

İslami kimliği zedelemeden, şer’i ölçü ve hudutları aşmadan, hiçbir taviz ve uzlaşmaya yanaşmadan, bu anlamda herhangi bir taahhütte bulunmadan sistem içi araçlar kullanılabilir. İlk nesil de, kabile dayanışması, ilaf (şirk sisteminin civar kabilelerle yaptığı ticari anlaşmalar), panayırlar gibi sistem içi araçlardan, bu ilkeli duruşla istifade ettikleri kadar yararlanmışlardır.

Bunlardan birisi de himaye – eman (can güvenliği) müessesesidir. Resulullah sistemin hukukunda zaten var olan bu müesseseden faydalanıp, eman istiyor. Olmayan böyle bir müesseseyi içine koyacağımız yeni bir hukuk sistemi hazırlayalım teklifinde bulunmuş ve bu yolda sistem içi siyasi çabalara aktif destek vermiş değildir.

Muhtemelen o zamanda sistem içi politik çatışma ve yarışmalar vardır. Kabileler arası siyasi gücü ele geçirme çabaları vardır. Kur’an bu tür sistem içi ayrışma ve mücadelelerle ilgili tek kelime etmez ve Müslümanları bu tür ilişkiler içinde tutum belirleyip, taraflardan görece iyi olan birinden yana olmaya yönlendirmemiş, Peygamber de böyle bir tutum içine girmemiştir. Vahyin yönlendirmesiyle, Resulün takip ettiği yöntem, hep şirk sistemini bütün olarak reddedip Allah’ın hükmüyle hükmedilecek adalet yönetimini ikame etmeyi gündemde tutmuş ve bununla çelişecek tutumlardan uzak durulmuştur

İnsanlara zulmetmeyen hükümdar Necaşi’nin ülkesine sığınmak da aynı ilkeli duruşla gerçekleşmiştir. Birinci olarak, Necaşi, kendi ülkesindeki bir alternatif, hele de İslamilik iddiasında, ılımlı İslam gibi sapmaları temsil eden ve ülkesini yöneten bir alternatif değildir. İkinci olarak da, müminler oraya gidip onun sistemine aktif destek veren, onun anayasa ve yasalarının yapımına iştirak eden bir konumda olmamışlar, sadece var olan onun görece adil yönetiminde can güvenliği elde etmişlerdir.

Mekke’de uzlaşma teklifi, hep Müşriklerden ve şirk sisteminden, izzetli, tavizsiz ve ilkeli duran, eklemlenmeye asla yanaşmayan Resulullah’a gelmiş ve reddedilmiştir.

Sistem içine savrulup görece bir takım imkanlara kavuşarak daha rahat mücadele arzusuyla ve bu baptan kimi beklentilerle sistem içi demokratikleşmeye eklemlenme, Müslümanlar açısından bugün önemli bir risk oluşturmaktadır. Mekke şirk sisteminde, Müslümanlar açısından, uzlaşma, taviz verme riski, Resulullah’a, onu baskıyla, şiddetle çözemeyen şirk sisteminden gelen taleplerle gündemleşiyordu. Bugün ise, henüz, bu anlamda Müslümanların tavizsiz bir biçimde Kur’ani ilkeleri, talepleri gündemleştirip dikkati çekerek, ciddiye alınarak, alternatif görülerek, o boyutlarda baskı ve şiddete maruz kalmaları söz konusu değildir. Böyle olmadığı için, Müslümanlar bu baskılara rağmen kahramanca ve fedakarca bir direniş ortaya koyarak şirk sistemini uzlaşma arayışlarına zorlayacak bir örneklik de oluşturmuş değildirler. Bu sebeple de, şirk sisteminde ciddiye alınmayan, muhatap alınmayan, hatta çok beğendikleri ve onun üzerinden sisteme eklenme sürecine girdikleri AKP hükümetince bile ciddiye ve muhatap alınmamaktadırlar. Bu yüzden önce ABANT toplantılarıyla başlayıp, bugün tevhidi kesimin önemli, bir kısmını da içine alan bir boyutta, doğrudan Müslümanlar şirk sistemine uzlaşma teklifleri sunmakta, sentez arayışlarıyla, eklektik adlar ve söylemlerle sistem içinde bir şeyler kapma arzularını izhar etmekte, kendi kendilerine gelin güvey olmakta, sisteme yaklaşmaya çalışmaktadırlar.

V – Mekke; İslami şahsiyetin, ümmeti ve Medine’yi inşa edecek kadronun ve model İslami cemaatin, Kur’an toplumu nüvesinin inşa edilme sürecidir:

Mekke’de Reslün önderliğinde ilk Kur’an nesli;

– çok zor şartlarda sınanarak,

– buna rağmen tavize ve uzlaşmaya yanaşmadan,

– sistem içi değişim taleplerine eklemlenmeden,

– Çıtayı hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması, uzlaşmasız, sentezsiz bir biçimde hakkın hakim kılınması seviyesinde tutarak,

– Ehven-i şer’i gündemine almadan, hep Hakkı hakim kılma iddiasını gündemde tutarak. Ebu Talip’in emanından istifade etse de onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif destekçi olmadan,

– Batıl model ve inanç bağlantılı kavramlarını ödünç almadan, asla daha az kötü diye ayrım yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan,

– Taguti sistemin nadiyesine alternatif nadiye oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ertelemeden hareket ettiler ve kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik oluşturdular.

– Bütün kuşatılmışlığa, çaresizliklere, imkansızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere, zayıflığa ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle uzlaşmadılar, bütünleşmediler.

– Allah'ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek için değil, Allah'ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiye/meclis oluşturup mü'minlerin şurasını kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler.

– Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh (as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı inşaya yoğunlaştılar.

– Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, hududullahı aşmadan kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye çaba gösterdiler.

Sosyal Şahidliği ve İnşayı İhmal Eden ve Sistem İçi Mücadele Gündemlerine Endeksli Aşırı Siyasallaşma, Savrulmalara Yol Açmaktadır

İmani, sosyal ve ahlaki planda vahye şahidiliği öncelemenin önemini kavramalı, açık İslami kimlik ve ilkelere dayalı siyasal şahidliği de bu emin zemin üzerine inşa etmek gerektiğini anlamalıyız. Tıpkı siyasal sistem değişikliğinin, ancak sosyal planda yaşanacak tevhidi toplumsal dönüşüm sonucunda Allah tarafından takdir edileceği gibi, İslami mücadelede de siyasal plandaki şahidlik çabamız, topluma örneklik teşkil edecek sosyal plandaki şahidlik sorumluğumuzun gereği yerine getirilerek sağlanacak zemin üzerine oturtulmalıdır. Bu olmadan, sistem içi mücadeleyle net hatlarla ayrılmayan siyasal şahidliğe yoğunlaşmak, hem tevhidi temsilde başarısızlığa ve etkisizliğe sebep olacak, hem de topluma söyledikleriyle kendileri ahlâklanmamış olanların, bu siyasal zeminde kolayca savrulma riskini arttıracaktır.

Bu sebeple, toplumsal sorunlar alanındaki siyasal şahidlik çabalarımızı, mutlaka bireysel, ailevi ve toplumsal alanları kuşatan sosyal şahidliğin üzerine inşa etmemiz gerektiğini akletmeliyiz. Hayatın bütününü kuşatıp ibadet kılma hedefli sosyal şahidlik üzerine yükselteceğimiz siyasi şahidliğimizi (ve bu alanda kuracağımız ilişkileri, atacağımız adımları), ısrarla İslami kimlik, değer, ölçü ve kavramların belirleyiciliğinde, tevhidi ilkelere sadakatle sürdürmeye dikkat etmeliyiz. Bu amaçla yaptığımız her açıklama ya da eylem, mutlaka Kur’ani kavramları, ölçüleri, ilkeleri ve İslami kimliği belirleyici kılan ve açıkça vurgulayan bir muhteva taşımalıdır. Böyle olmadığı takdirde, kalbi derinleşme, bütüncül anlamda hayatı ibadet kılma ve öncelikle insani, ahlaki alanda vahyi sosyalleştirme zayıflayıp, ihmale uğrayınca, siyasal şahidlikte de tevhidi ilkelerde ısrar zayıflamakta, pragmatizmle sistem içi seküler politikaya eklemlenme riski artmakta ve sonuçta bütüncül bir İslami mücadele ikame edilememektedir.

Günübirlik siyasal gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca, uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslami birikimin, şahsiyetleri ve toplumu topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslami kimlik ve Kur’ani daveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahidliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır.

Dengeli vasat tutum, kulluğun hiçbir parçasını ihmal etmeyen, birini diğerine tercih etmeyen bir bütünlük içinde, hayatın bütün alanlarına Allah'ın hükümlerini hakim kılmaya ve hayatı bütünüyle ibadet kılmaya çalışan, Allah'ı razı etmeyi ve sadece O'na kulluk etmeyi temel hedef yapan bir çabadır. Bu anlayış bilir ki, kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, kulluğun bütünlüğünü koruyarak yapacağı (eğitim, davet, şahidlik) salih ameller sonucunda, toplumsal dönüşüme, sosyal değişime vesile olabilirse, işte bu sosyal değişimin sonucunda ilahi yasanın işleyişiyle, Allah da o toplumun siyasal durumunu, siyasal sistemini değiştirecektir. Yani siyasal değişim, öncelikli olan ve bizim irademize bırakılmış bulunan sosyal değişimin sonucunda, ilahi iradenin takdir alanına bırakılmış bir durum olarak gerçekleşecektir.

VI – Mekke-Medine eksenindeki bu çabalar sonucunda toplumsal değişimin yasası işledi ve İslami toplum ve İslami devlete ulaşıldı.

Mekke’de oluşan kadronun Medine’ye hicreti ve oradaki ensarla bütünleşip, Resulün çevresinde takvaca yüksek seviyedeki bu kadronun, Allah’ın yardımını hak edip celbedecek bir fedakarlıkla tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirmeleri sonucunda toplumun özündekini değiştirmesi üzerine Allah da toplumun durumunu değiştiriyor ve Medine İslam toplumunu ve İslami devleti kurmaları mümkün oluyor.

Mekke, daha ziyade İslami şahsiyet, İslami cemaat, ilk Kur’an toplumu nüvesinin ve bu zeminde oluşan örneklikle toplumsal dönüşüme vesile olacak akıde merkezli, iman amel bütünlüğü içinde sosyalleşme eksenli bir inşanın gerçekleştiği yerdir. Siyasal, ekonomik ve hukuki toplumsal sorunlar ve alanlar için Rabbimiz tertil üzere naslar indirmekte, hayatın bu alanlarıyla ilgili uyarı ve emirleriyle, bu alanların temel ilke ve sınırlarını belirlemektedir. Bu alanlardaki sapma ve yanlışlara yönelik kınama, eleştiri ve emirlerle, bir yanda davetin muhataplarına dinini tanıtmakta, davetin muhataplarına hakların, hukukun temel esaslarını bildirmekte, iman edenlerin ise, bu konularda sahih bilgiyle buluşmalarını ve bilinç kazanmalarını hedeflemektedir.

MEDİNE ise, bu sosyal inşa ve toplumsal dönüşüm sonucunda Allah’ın takdiri ile siyasal inşanın, ekonomik, hukuki sistem, proje ve yapılanmanın gerçekleştiği yerdir. İlk mescidin inşa edildiği yerdir siyasi, ekonomik, hukuki boyutlarıyla İslami modelin oluştuğu yerdir.

– Medine Vesikası, iddia edildiği gibi konsensüsle hazırlanmış değildir. Batıl ile birlikte yönetim anlamında çoğulcu bir model de, çoğunlukçu bir sistem de değildir.

Allah, peygamberini hak din ve hidayetle göndermiştir ki, müşrikler hoşlanmasalar da, hak dini yeryüzündeki bütün batıl dinlere galip kılsın, üstün kılsın diye. (Tevbe 33) “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.” (HACC 41) Kesin bir inançla iman eden bir topluluğun, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otorite tanımamaları gerektiğini, (Maide 50), hükmün sadece Allah’a ait olduğunu ve müminlerin sadece O’nun hükümlerine itaat edip, yalnız O’na ibadet etmekle mükellef olduklarını ve dosdoğru dinin de bu olduğunu (Yusuf 40), bir ihtilaf vukuunda, onu Allah’a ve Resulüne götürmeleri gerektiğini (Nisa 60), sonuçta Allah ve Resulü bir hüküm vermişse, müminlerin kalplerinde hiçbir darlık hissetmeden tam bir teslimiyetle ona iman edip, teslim olarak gereğince amel etmekten başka bir alternatiflerinin olmadığını (Nisa 65), Allah ve Resulü bir meselede herhangi bir karar/hüküm vermişse, mü’min bir kadın ve erkeğin aynı konuda farklı bir tercih yapmak hak, özgürlük ve yetkisinin bulunmadığını (Ahzap 36), Rabbimiz Kur’an’da bildirmektedir.

Hak ile batılın uzlaşarak yönetimi birlikte yapmaları anlamında çoğulculuk da, toplumun ancak çoğunluğunun Müslüman olması halinde İslami yönetimin gerçekleşebileceği anlamında çoğunlukçuluk da söz konusu değildir. Nitekim hak ile batıl arasında bir uzlaşma gerçekleştirerek toplumu birlikte yönetme anlamında çoğulcu bir yönetim Mekke’de çoğunluğu teşkil eden müşriklerce Resulullah’a (s) teklif edilmiş ve hatta bu yönetimde devlet başkanlığı da kendisine bırakılmıştır. Ama buna rağmen, kabul edilmemiş, her an öldürülme riski altındaki bir avuç mü’min, her şeye rağmen “hak ile batılın uzlaşamayacağını, yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğunu, Allah’ın emrinden oluşan şeriata itaat etmek gerektiğini, hükümranlığın göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’a ait olduğunu” söylemeye devamla, İslami yönetimde ısrar etmişlerdir.

Evet Allah’ın, toplumun özündekini İslam’a doğru değiştirdiğini kabul edeceği kadar nitelikli bir azınlığın Müslüman olması ve Allah’ın yardımcıları olma özelliği kazanarak vaat edilen ilahi yardımı cepletmeleri halinde, nice az topluluk nice kalabalık kitlelere üstün gelmişlerdir. Allah’ın yardımı gelince seküler aklın idrak edemeyeceği muhteşem gelişmeler olmakta, Medine’de olduğu gibi büyük çoğunluğu teşkil eden gayrimüslimler, küçük bir azınlık olan Müslümanlara sığınıp, onlar tarafından ve İslam’ın hükümleriyle adaletle yönetilmeye rıza göstermişlerdir.

İşte Medine toplumunda bu gerçekleşmiş, önce Müslümanlar arasında oluşan kardeşlik anlaşması, bilahare daha sonraki yıllarda, muhtemelen Bedir savaşı kazanıldıktan ve Kabb bin Eşref öldürüldükten sonra, Yahudilerin Peygamber’e sığınıp, kendi durumlarının ne olacağını sormaları üzerine, Resulüllah (s) onlara bugün elimizdeki, Medine Vesikası’nın ikinci bölümünü teşkil eden anlaşmayı dikte ettirmiş, yazdırmıştır. Böylece, Medine’de azınlık olan, (%10) civarında nüfusa sahip Müslümanlar, %90 olan gayrimüslimler üzerinde yönetme hakkını elde etmişlerdir. Ortaya çıkan vesika, Medine’yi dışarıdan gelecek saldırılara karşı koruma amaçlı bir savunma paktı hüviyeti daha belirgin olsa da, aynı zamanda Allah’ın gayrimüslimlere de lütfettiği tüm temel hakları Yahudilere tanıyan hükümlere de yer verilmiştir.

Müslümanlar Allah’ın yarımı halinde yaşanacak muhteşem gelişmelere dair algılarını yitirip seküler düşünmeye başladılar. Bu sebeple, Medine’de Resulullah’ın diğer kesimlerle konsensus sağlayarak yönetimi ve vesikayı belirlediğini iddia ediyorlar. Hatta Peygamberin sığınmacı ve güçsüz olduğunu, Mekke’de Müşriklere teklif ettiği halde kabul edilmeyen uzlaşma teklifini (le kum dinikum veliye din) Medine’de tekrarladığını ve bu sefer uzlaşmanın sağlandığını iddia edecek kadar ileri gidiyorlar.

Halbuki, Bedir savaşının kazanılmasını ve Kabb bin Eşref’in öldürülmesini müteakip Resulullah’a gelip çözüm isteyen Yahudiler söz konusudur. Bu sebeple Medine modelinde, sözleşme maddeleri konsensüsle değil, Resulullah’ın vahye dayalı tek taraflı belirleyiciliği ile yazdırılmıştır. İki taraf arasında vuku bulacak öldürme vakaları gibi ihtilafların, Allah’a ve Resulüne götürüleceğine dair bir hükme yer verilerek, İslam ceza hukukuna göre hükmedilmesi kabul edilmiştir. Medine yönetimi Müslümanlarca yürütülmekte, (çünkü kafirlerin mü’minler üzerinde yönetme-velayet hakkı yoktur), ancak Yahudilere kendi cemaatleri içinde, şahsi ve medeni hukuk alanında hukuki özerklik tanınmış bulunmaktadır.

Hakkı temsil edenler, batıl inanç kesimlerini yönetebilir, batıl ehli olanlar Müslümanları yönetemez

Allah herkesin Rabbidir ve herkese adaletle muamele edilmesini emredip, her insanın imtihan dünyasında kendisini özgürce gerçekleştirmesi için lüzumlu adalet vasatını ve temel hakları güvence altına alan hükümler vazetmiştir. Bu sebeple İslam’a göre, Hak’kı temsil edenlerin, hakkın hükmüyle adaletle yönetenlerin, batıl kesimler üzerinde velayet/yönetme hakkı vardır. Ancak batılı temsil edenlerin Müslümanlar üzerinde velayet/yönetme hakkı yoktur. Müslümanlar böyle bir yönetimi gönüllü olarak kabul edemezler, benimseyemezler. Çünkü Müslümanlar, gayri Müslimlerin de rabbi olan Allah’ın onların da hukukunu, imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine fırsat veren temel haklarını, dini özgürlüklerini güvence altına alan adil hükümleriyle hükmedecek, yöneteceklerdir. Onlar yönettikleri zaman ise, hevanın ürünü olan, egemen olan grupların çıkarlarını gözetme zaafından hiçbir zaman kurtulamayan ve şirk olması hasebiyle en büyük zulüm olma vasfını taşıyan adaletsiz beşeri yasalarla yöneteceklerdir.

VII – Resulün ve Yetiştirdiği İlk Neslin Örnekliğinde Öncelikle Mekke’yi İnşa Ederek Medine’yi ve Mekke’nin Fethini Hak etmeliyiz

Kur’an’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı mesajını daha fazla insana ulaştırmak, tüm insanlığa vahyin şahidliğini yapacak “vasat ümmet”i oluşturmak, zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vererek, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırıları önleyecek, baskıcı, yasakçı zalimleri geriletecek gücü üretmek, eğitim ve emri bil maruf ile arınma, korunma, gelişme ihtiyacını karşılayacak zemini oluşturmak, yardımlaşma, dayanışma, bir yere müntesip olma ve güvenlik ihtiyaçlarını gidermek, insanlığa şahid “vasat ümmet”i üretmek ve Allah’ın dinini tek ümmet olarak temsil etmek için Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde tevhid ümmetini oluşturmak, akıdevi bir zaruret ve sorumluluktur.

Zihinler cahiliyeden arınıp, özgürleşip Allah’a teslim olmadan, sahih bilgiyle inşa edilmeden, özgün düşünce, proje ve pratikler gerçekleştirilemez. Mekke de, Medine de inşa edilemez. Bilgi; heva ve zanna dayalı olmaktan çıkarılıp, seküler kirlenmeden arındırılarak, vahye dayalı sahih ve sağlam bir zemine oturtulmadan, yani bilginin İslamileşmesi, din anlayışının Kur’anileşmesi sağlanmadan İslami bir toplum inşa edilemez ve sonuçta da İslami bir medeniyet üretilemez.

Vahye dayalı ıslah projesiyle cahiliyeden arındırılıp, vahyin ölçüleriyle inşa edilmiş Kur’an nesli kadrolarının, adanmış İslami şahsiyetlerin yetiştiği, en çetin şartlar altında yaşanan imtihanlarla imanın çelikleştiği, mü’minlerin ekin meselindeki gibi gövdesinin üzerine dikilip onurlu bir duruş sergilediği, bu öncü kadronun vahye şahidlik, davet ve direniş çabalarıyla ilk ümmet nüvesinin inşa edildiği Mekke dönemi doğru anlaşılmadan ve bu ilk örnekten çıkarılacak ilkeler çerçevesinde gereken sorumluluklar yerine getirilmeden Medineye de, medeniyete de, Mekke’nin fethine de ulaşılamaz.

Böyle kapsamlı bir projeyi, bütün boyutlarıyla gerçekleştiremesek bile, hiç değilse bu hedefe yönelik ilk adımları atmak suretiyle, tevhidi ümmete giden yolda gücümüzün yettiği çabaları ortaya koyarak, Rabbimize bir mazeret hazırlayabiliriz ve aynı zamanda bizden sonraki Kur’an nesline hazır bir zemin ve sahih bir gelenek bırakabiliriz. Ve inşallah bunları yaparak imtihan hayatımızı Allah’ın rızasını kazanarak tamamlayabilme ve böylece de gerçek/kalıcı yurt olan ahirette güzelliklerle karşılaşma bahtiyarlığına erebiliriz.




Ekitap için tıklayın

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon