6,3K
Özgür-Der Bağcılar Temsilciliği’nin düzenlediği Kur’an-Hayat İlişkisi Sempozyumu, yoğun bir katılımla 16 Mayıs Pazar günü gerçekleştirildi.
Özgür-Der Bağcılar Temsilciliği'nin düzenlediği Kur'an-Hayat İlişkisi Sempozyumu 16 Mayıs Pazar günü gerçekleştirildi. Bağcılar Belediyesi Kültür Merkezi'nde yapılan sempozyumda "Kur'an'ın Aydınlığı ve Amaçları" konusuyla ilgili tebliğler sunuldu ve müzakere edildi.
I. Kur'an-Hayat İlişkisi Sempozyumu, Mevlüt Akbal'ın okuduğu Kur'an tilaveti ve mealinin ardından, Özgür-Der Bağcılar Temsilciliği sorumlusu Veysi Selimoğlu'nun, Kur'an'ın ihya, inşa ve ıslah misyonu üzerine yaptığı giriş konuşmasıyla başladı. Selimoğlu, sempozyumunun, şahidi olduğumuz küresel dünyanın Kur'ani bir zeminde değerlendirilmesi ve vahyi doğruların paylaşılarak çoğaltılıp sosyalleştirilebilmesi amacıyla tertip edildiğini ifade etti. Öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere iki oturum şeklinde gerçekleşen programda "Kur'an'ın Aydınlığı ve Amaçları" konusu bağlamında 5 tebliğ sunuldu.
I. OTURUM
Özgür-Der Bağcılar Temsilciliği Başkanı Bahattin Urlu'nun başkanlık ettiği ilk oturumun birinci konuşmacısı Prof. Dr. Şinasi Gündüz'dü. Gündüz'ün tebliği, Ahmet Kalkan ve Özgür-Der yönetim kurulu üyesi Musa Üzer'in müzakeresi ile masaya yatırıldı. İkinci tebliğci Nurcan Büyük ve müzakerecileri Murat kirişçi ve Nurten Çakır'dı.
İlk İnen Kur'an Ayetlerinin İlgi Alanları
İlk tebliğci "İlk İnen Kur'an Ayetlerinin İlgi Alanları" konusunu işleyen Prof. Dr. Şinasi Gündüz idi ve ilk vahiylerin temel olarak hangi konular üzerine eğildiğini ve muhataplarının kimler olduğunu açıklayarak sunumuna başladı. Konuşmacı, ilk surelerin Mekke'de özellikle bireysel inşa üstünde durmasına karşın Medine'de bundan farklı olarak toplumsal inşa sürecine girildiğini dile getirdi. Kur'an'ın insanı eğitim süreci, yeni, bilinmeyen bir sistemi tesis etmek yerine hastalıklı noktaları tespit edip bu noktaları düzeltmek olarak ilerlemiştir diyen Gündüz, bunu vahyin toplumu restore etmesi olarak yorumladı. Konuşmacı, yapı çözümü yapıp, yanlışlıklara reddiye olarak indirilen Kur'an'ın Mekke toplumunda muhatap olduğu iki ana grubun olduğunu belirtti: Ehl-i Kitap ve Ümmiler.
Gündüz, Mekke toplumunun din algısını üç başlıkta özetledi: Din, etnik-kültürel aidiyetin yanında, ekonomik gelir ve siyasal yapı olarak algılanmaktaydı ve dolayısı ile Rasul ve beraberindekilerin tebliğ faaliyetleri direk bu başlıklara karşı bir söylem olarak algılanmaktaydı.
Konuşmacı, cahiliye Mekke toplumunun 'tanrı' algılarının yanlışlık ve eksikliklerinden söz ettikten sonra Kur-an'ın, dönemin güç odaklarını nasıl açıkladığına dikkat çekti. İnsanın fıtratı gereği evrensel olan güç algıları Kur'an'da genel çerçevede şu başlıklarla dile getirildiğini belirtti: Servet, asalet (statü), çocuk sahibi olmak, silah sahibi olmak vd.
Dönemin güç odaklarının, risaletin Muhammed gibi ortalama güce sahip olan birine verilmiş olmasını kabullenememelerinin sebebini bu algı ile açıklayan konuşmacı, tebliğinin devamında tevhidin birleştiriciliğine değindi. Birliği ve tekliği ifade eden tevhidin evrende ve insanda da bu toplanmayı ve birliği ifade ettiğini söyleyen Gündüz, Allah'ın dinini ikame ederken tevhidî birlikteliklerin öneminin altını çizerek zulme karşı, adalet ve ahlak vurgusunu yaparak konuşmasını sonlandırdı.
Şinasi Gündüz'ün tebliğini ilk olarak Ahmet Kalkan, müzakere etti. Kalkan, "Kur'an ayetlerini müfessirler genellikle kelime tahlilleri yaparak, nüzul ortamlarını inceleyerek izah ediyorlar. Dolayısıyla gündelik olaylara vukufiyeti noktasında dar açılımlar söz konusu oluyor. Tefsirlerimiz, o günkü siyasal-toplumsal olaylar hakkında bilgi vermeli o dönemi yansıtmalıdır. Ancak bu ihmal ediliyor. Kur'an'a felsefe ve teori kitabı olarak bakılıyor. Bazen de seküler bir dil kullanılıyor. Şinasi Bey'in teori düzleminde işlediği konuyu daha geniş işlemesini beklerdim. Kur'an her dönemde her şeyin rotasını çizer. Kur'an'ın indiği toplumdan bağımsız Kur'an'ı anlamamız mümkün değildir. Kur'an'ı Mekke ve Medine Dönemine hapsedip, evrenselliği üzerinde durulmaması büyük haksızlık. Kur'an her dönemde hayat ile ilişkisinin sempozyumda daha çok işlenmesini bu sempozyumda beklerdim" dedi.
Gündüz'ün ikinci müzakerecisi Musa Üzer'di. Üzer, Nüzul ortamının sağlıklı bir şekilde ele alınmasının gerekliliği üzerinde durdu ve bu konuda Şinasi hocanın güzel bir yaklaşım gösterdiğini belirtti. Literatürümüzde çelişik rivayetlerin var olduğundan bahseden Üzer, tüm bunların kritize edilmesi gerekliliğini belirtti. Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapıya karşı sözümüz olmalı. İlk inen ayetlerden değil, şaz rivayetlerden yola çıkılarak hayat anlaşılmaya çalışılmaktadır. Vahyin ilk dönemine gizlilik dönemi diyorlar. Bu mantık bir çok eserde var; oysa bu vakıadan ve hayattan kopuk bir anlayıştır. İlk sureler hayatın tüm alanını kapsıyor. İtikattan ekonomik, sosyal, siyasi yapıya kadar ve bu ilk ayet kümelerinde de görülüyor ve bu tavrı ilk Müslümanlar taşıyorlar. Yaşamın ne olduğu ve tevhidi mücadelenin ne gibi fedakarlık istediği ile ilgili ilk sürelerde bir çok somut örnekle gösteriliyor.
Prof. Dr. Şinasi Gündüz, tebliğini müzakere eden müzakerecilere karşı verilen cevap hakkında kavramların öneminden bahsetti. Gündüz, kavramların ancak ortamının bilinmesiyle, bilmenin mümkün olacağını söyledi. "Kur'an kime hitap ediyor?", "Muhatabının ve toplumun özellikleri nelerdir?" gibi soruların konu açısından önemli olduğunu vurgulayan Gündüz, bunun tarihselliğe prim vermediğini dile getirdi Kur'an hayat kitabıdır. Bugün bize ne söylediği çok önemlidir. Seküler bir dil yerine Kur'an'i bir dil kullanılmalı diyen Ahmet Kalkan'ın ikazını Gündüz, tabii ki temel kavramlarımızı korumalıyız ama günümüz insanlarına derdimizi de günümüz ifadeleri ile anlatmalıyız dedi. Gündüz, ikinci müzakereci Musa Üzer'in "Nüzul ortamı bilinmeli" ifadelerinin önemli olduğunu ve insanların tekrar Kur'an ile buluşturulmasının bu açıdan oldukça fazla önem arzettiğini söyledi.
Kur'an'da Dünya-Ahiret ilişkisi
Kur'an-Hayat ilişkisi sempozyumunun ikinci konusunu "Kur'an'da Dünya-Ahiret ilişkisi" başlığı altında Özgür-Der İzmir Şübe Başkanı Nurcan Büyük sundu.
Belli bir olgunluğa ulaşan insanın kendini evreni ve ikisi arasındakileri adlandırmak için sorduğu soruların altında hakikati bilmek ve doğru olana ulaşma isteği olduğunu söyleyen Büyük, ayetler çerçevesinde kainatın başıboş yaratılmadığını Allah'ın yarattığı her şeye ölçü verdiğini, kitap ve peygamber göndererek de hayat imtihanında yol gösterdiğini söyledi.
Büyük, hiç kimsenin kendisinden kaçamayacağı ölümün Nisa süresindeki "Nerede olursanız olun,isterseniz sarp ve sağlan kalelerde, yinede ölüm size ulaşır". Ayeti gibi Kur'an'da 165 yerde geçtiğini aktardı.
Kur'an'da "dünya" kelimesinin yakın, "hayat" kelimesinin ise sonra gelen hayat anlamında kullanılmasıyla aralarında bir devamlılık ilişkisi olduğunun anlaşılacağını söyleyen konuşmacı, ahiretin dünya hayatının devamı, ahiretin ise dünyanın gayesi olduğunu aktardı.
Büyük, ahiret inancının kişiyi dünyada, vahyi ahlakı kuşanmaya, itikadi alandan ameli alana kadar her türlü zulme, şirke, cahiliyeye karşı mücadeleye sevk ettiğini vurguladı. Ahirete yaklaşımda iki yanlış olduğunu aktaran konuşmacı, bunlardan birinin dünya hayatının süsüne kapılıp öte dünyayı unutanlar diğerinin ise dünyayı aşağılık görüp küçümseyenler olduğunu söyledi; oysa Müslümanların hem dünyayı hem ahreti ciddiye alan ibadetin yanı sıra ticaret de yapan bir nebinin ümmeti olduğunu aktardı.
İnsanın ahiret hayatına karşı ilgisizliğinin sebeplerini değinen Büyük, Ahiret bilincinin dünyanın tüm kirlerine karşı mücadele azığı olduğunu söyledi. Modern dünyanın hayatımıza soktuğu süslü gösterimlere karşı uyanık olup zihinsel kirlerden arınıp vahiyle dirilen, hayra çağıran topluluk olma görevimizi bir an önce üstlenmemiz gerektiğinin altını çizerek konuşmasını tamamladı.
Kur'an'da dünya-ahiret ilişkisi başlığının müzakerecilerinden Murat Kirişci müzakeresine Nurcan Büyük'ün çizdiği çerçeveye ek olarak günümüz Müslümanlarının dünya ahiret hayatını nasıl algıladıkları ve ne yaptıkları ile ilgili örnekler vererek açıkladı.
Kapitalist yaşam biçimine Müslümanların dahil olduklarını bu bağlamda ölçü ve tartı konusunda sıkıntıların oluştuğunu mal yığma hırsıyla beraber infaktan kopuk ve cimriliğe doğru evrilen bir süreçten bahsetti.
İkinci müzakereciNurten Çakır, Kur'an'da dünya ve ahiretle bağlantılı ayetlerden yola çıkarak kavramların doğru anlaşılmasını bu ikili ilişkinin sahih bir temelle inşa edilmesinin tek yolu olduğunu söyledi. Dünya-Ahiret dengesini Kur'an'nın istediği doğrultuda oluşturamamış insanları Allah'ın vahiyle uyardığını, çözümün de yine vahiyde olduğunun altını çizdi.
Nurcan Büyük son olarak; kapitalizmin zirve yaptığı bir dönemde Müslümanlar olarak dünya hayatının lüksüne karşı sosyal hayat içerisinde ciddi bir fıkıh oluşturmanın gerekliliği üzerinde durdu. Hakikatlerin bulanıklaştığı bir ortamda fahşa ve münkerden arınmış vahyi bir toplum kurmak için çabalamak gerektiğini bunu içinde peygamberin örnekliğinin ve vahyin bizim için bir kalkış noktası olduğunu vurgulayarak konuşmasını bitirdi.
ARA
Sempozyumun I. Oturum'u bitince yemek ve namaz arası verildi. Katılımcılara Bağcılar Kültür Merkezi'nin üst katında yemek verildi.
II. OTURUM
İkinci oturumun başkanlığını Mehmet Pamak gerçekleştirdi. Üç tebliğci ve altı müzakereci ve yine üç tebliğcinin müzakerecilerini cevaplaması süreci içinde yürüttüğü yönetimini, zamana riayet açısından başarıyla sürdürdü ve tebliğ konularının işlenmesini kolaylaştırıcı kısa giriş cümleleriyle sempozyuma katkıda bulundu.
Kur'ani Tebliğde Model Sorunu
Sempozyumun ikinci oturumundaki ilk tebliği "Kur'ani Tebliğde Model Sorunu" başlığı ile Kenan Levent sunudu ve konuşmasına tebliğ kavramını izah ederek başladı. Kur'an'ın kendisinin de bir tebliğ (belağ) olduğunu ve Kur'an'ın bize Hz. Peygamber'in asli görevinin de tebliğ belirtti.
Hz. Peygamber ve ashabına güzel bir örnek olarak sunulan peygamberlerin hayatı, Kur'an tarafından "üsve-i hasene" olarak nitelendirildiğini belirten Levent, Hz. Peygamber'in hayatı da Kur'ani tebliğde model sorununa cevap bulmamıza yardımcı olacağını vurguladı. Konuşmacı Rasulullah'ın da tebliğinde dikkat ettiğini gördüğümüz tebliğ modelinin ana hatlarını şu beş başlık altında değerlendirdi: a)Tebliğ'de Çevre Faktörü (Muhatap Çevre Tahlili), b)Tebliğde Muhteva ve Usul (Yöntem), c)Tebliğde Üslup, d)Mübelliğin Vasıfları, e)Tebliğde Toplu Şahitlik.
Tebliğci Hicr süresindeki "Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve münkerden (kötülükten) sakındıran bir ümmet (topluluk) bulunsun .Kurtuluşa erenler işte bunlardır." ayetini açıklarken de, ayette söz konusu edilen 'sizden bir topluluk' ifadesini hepiniz böyle olunuz şeklinde anlayanların olduğu gibi, ümmet saparsa onu düzeltecek maya bir topluluk bulunsun şeklinde de anlaşıldığını; ancak "Emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy' ani'l-münker" prensibinin bütün Müslümanların görevi olduğunu vurguladı.
Levent, Müslümanlar içinde bu vazifeyi hakkıyla yerine getirecek "önderlik edecek" bir topluluk oluşturma çağrısında bulunacak, öne düşecek, kendisine uyulacak bir 'öncü nesil'in bu vazifedeki rolünün önemine dikkat çekti.
Tebliğci, küçük de olsa ilkelerinde, ilişkilerinde ve üslubunda İslami şahsiyeti oluşmuş insanların öncülüğünde kurulan veya yürütülen Kur'an temelli bir cemaatin, arzulanan Kur'an ümmetine varmanın test edilebilecek öncü bir uygulaması veya laboratuarı mesabesinde olduğunu vurguladı. Vahye şahitlik yolunun Siret-i Rasul örnekliğinde gördüğümüz uygulaması da böylesine bir yükümlülüğü yerine getirerek gerçekleştirilebileceğinin önemini vurgulayarak konuşmasına son verdi.
Kenan Levent' den sonra söz alan ilk müzakereci Ahmet Yıldız, Kur'an'la beraber hayatın da ele alınması gerektiği üzerinde durdu ve konuşmasına şöyle devam etti; "Tebliğde gizlilik kavramının anlamı eğer şu ise ben bunun doğru olduğu kanaatinde değilim. Çeşitli kuvvetlerin yaptıkları herhangi bir baskıya karşı çalışmalarımızı erteliyorsak, kendi içimize bir süreliğine de olsa kapanıyorsak bu doğru değil. Tam tersine teşhir edici açık, net, yaptığımız işin meşru olduğu bilinci ile kararlılığımızı ortaya koymalıyız. Mesajımızın birilerini rahatsız etmesi, mesajımızın sesini kısmamalıdır."
İkinci müzakereci olarak söz alan Rıdvan Kaya, tebliğci Kenan Levent'in metnin bütüncül bir metin olduğunu, eleştirel anlamda söyleyecek pek bir şeyin olmadığını söyleyip konuşmasını şöyle sürdürdü; "Tebliğ faaliyetlerinin merkezinde tevhidin olması gerekir. Ezilen halkların kurtuluşu için mücadele etme, başörtüsü yasağına tepki, namaza davet gibi tüm bu eylemlerin temelinde tevhidi oluşturmak zorundayız. Eğer tevhidi oluşturmazsak, tüm bu eylemlerin eksik olduğunu görürüz." Kaya, ayrıca içinde yaşadığımız toplumdaki ahlaki erozyonla ilgili boyuta ve bu erozyonu yaşayan temsil düzeyindeki insanlarla ilgili değerlendirmelere İslami camia içinden "özel hayata saygı duymalıyız" tarzındaki yaklaşımların ölçüsüzlük taşıdığına dikkat çekip ilkeli ve tevhidi tavrın ne olması lazım geldiğine işaret etti.
Müzakerecilerin ardından söz alan Kenan Levent tebliğini şu vurgularla bitirdi; "Ahmet beyin gizlilik maddesiyle ilgili söylediğine bir şey demek istiyorum. Gizlilik dediğim mahiyetiyle ilgili bir husus değil, tebliğde bulunan insanların içinde bulundukları sosyal ve siyasal şartlarla ilgili bir şeydir. Şu dönemdeki insanların davranışları, İslam'ı yaşamalarıyla ümmet insanının arasında dağlar kadar fark var. Dolayısıyla içinde yaşadığımız sosyal siyasal yapıyı tahlil ile ilgili tebliğde bulunan insanların ilişki biçimiyle ilgili bir husustur. Zamanla zeminle değişebilecek bir husustur."
Din ve Siyaset Ayrımı Doğal mı?
Doç. Dr. Mustafa Aydın, ikinci oturumun ikinci konusu olan "Din ve Siyaset Ayrımı Doğal mı?" başlıklı tebliğini sundu. Aydın konuya sağlıklı bir bakış açısı oluşturabilmek için bazı sorularla giriş yapmak istediğini söyledi. Bu sorularla; devlet ve dinin doğasını, hangi düzlemde ilişkide bulunduklarını, bu ilişkinin doğurduğu sorunları, dinin ve devlet ayrımının çözüm olup olmadığını, değilse sorunun çözümü için ne önerilebileceğini ve İslam'ın bu konuya yaklaşımını irdelemeye çalıştı.
Dinin insana ait en temel bir özlük alanı olduğunu belirten Aydın, dinin tarihsel ve toplumsal bir işleve sahip olduğunu ve sosyal bir işleve sahip olan siyasetin de kaçınılmaz olduğunu söyledi.Ardından din-devlet ilişkisinin muhtemel dört biçimini aktarmaya çalıştı: 1. Dinin devlete egemen olması. 2. Devletin dine egemen olması: 3. Din ve devletin birbirlerinden ayrılması. 4. Din ve devletin birlikte iç içe olması. Ve bu başlıklarla ilgili açıklamalarda bulundu.
Bu dört maddeden sonra "İslam'da din devlet ilişkisine değinen Aydın, İslam'da din ve devletin birleştirilmesi ya da ayrılması üzerinde durulmadığını kaydetti. Buna ilişkin devletin formel bir şekli olmadığını dile getirerek önemli olanın hakkaniyetin gerçekleştirilmesi olduğunu belirtti. Hatta -modern kültürün kavramlarıyla- monarşik ve oligarşik olabileceğini de ifade ederek bu yönetim biçimlerinin ne emredildiğini ne de yasaklandığını anlattı. Sunumuna Kur'an'dan örnekler vererek devam eden Aydın, Belkıs'ın oligarşik devlet yapısının takdirle karşılandığını, Süleyman peygamberin monarşik devlet yapısının eleştirilmediğini, Talut ve Calut örneğinde ise şeklen din ve devletin -veya temsilciliklerinin- duruma göre birbirlerinden ayrılabileceklerini söyledi. Yönetimle ilgili demokrasinin de bu bağlamda değerlendirilebileceğini belirtti. Ancak öncelikli şartın adalet olduğunu ve bunun sağlanması için de şura ve istişarenin esas olduğunun altını çizdi.
Ardından, İslam'ın bir değer sistemi olarak -devlet dâhil- hayatın tüm alanlarında kendini gösterdiğini dile getirdi. Devletin bir güç sistemi olduğunu ve kontrol edilmesi gerektiğini ve Müslümanların ise bu sistemin işleyişi ile ilgili nesnel mekanizmalar üretmesi gerektiğini söyleyerek sunumuna son verdi.
Mustafa Aydın tebliğinin ilk müzakerecisi Bahadır Kurbanoğlu oldu. Kurbanoğlu, Mustafa Aydın'ın tebliğinde siyasetin yerine devleti koyarak açıklama yaptığını ve bunun rasyonalist bir akıl yürütme ile ortaya çıktığı eleştirisinde bulundu. Tebliğcinin din devlet ilişkine dair sormuş olduğu soruların modern paradigma dahilinde rasyonel zihniyetin soracağı sorular olduğunu ve Müslümanların bu tarz sorular sormaması gerektiği önerisinde bulundu. Ayrıca batıda devletin dinden ayrılması konusu hakkında da bunun mümkün olmadığını, Hıristiyanlıktan sıyrılıp rasyonel bir din ürettiği açıklamasını yaptı. Devletin tarafsız olamayacağını, bu tür vurguların liberal merkezli vurgular olduğunu, devletin adil olması gerektiğini söyledi. Din-siyaset ilişkisine dair ise siyasetin hayatın bütününü kapsadığını söyleyerek devletin konumunun çok önemli olmadığını belirtti.
İkinci müzakerecisi olan Hülya Şekerci, Mustafa Aydın'ın tebliğindeki "din ve siyaset ayrımı yoktur" vurgusunu geliştirmek istediğini söyledi. Orta çağın skolâstik düşüncesinde batının aydınlanması için din ve siyasetin ayrılması gerektiğini fakat İslam'da Rasul'ün zaten siyasi bir aktör olduğunu örneklerle açıkladı. Ancak zaman içerisinde din ve siyasetin bir bütün olduğu algısının bozulduğunu ifade etti. Siyasetin dünyaya özgü olduğu ve üstü kapalı laiklik olduğu algısıyla Müslümanların siyasete mesafeli durduğu gerçeğini de aktardı. Siyasete giren Müslümanların ise sağlam bir duruş sergilemediklerini, siyasete bakış açılarının sağlıklı olmamasından dolayı siyasete şekil vereceklerine, verili siyaset tarafından şekillendiklerini belirtti. Bunların yanında Kur'an'ın insanları doğrudan siyasete yönlendirdiğini ayetlerle açıkladı. Siyasetin toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için talep edilen bir şey olduğunun altını çizdi. Biz Müslümanların vahyi güncele işlemek sorumluluğumuzu bir kez daha hatırlatarak çağın sorunlarına –cahiliye üretti bahanesiyle- ilgisiz kalamayacağımızı ifade etti. Şirk sisteminin örgütlü bir şekilde çalıştığı gibi bizlerinde örgütlü bir şekilde şirk sistemini deşifre etmemiz gerektiğini sözlerine ekledi. Ayrıca siyasetin devlet olmak anlamına gelmediğini, tebliğ yöntemi, usulü, nasıl bir duruş sergileneceği, mesajın yaygınlaştırılması gibi konuların bütününü kapsadığından bahsetti. İktidarın ise adaleti ayakta tutmak için önemli bir araç olduğunu belirtti. Sözlerine şu cümlelerle son verdi: "siyaset ve din asla ayrı değildir çünkü din hayatın kendisidir."
Müzakerecilerin sunumunu değerlendiren Mustafa Aydın, "din-siyaset" başlığını "din- devlet" başlığı ile değiştirdiği eleştirisine katılarak böyle bir yanılsamaya düştüğünü kabul etti. Ancak din ile siyaset ayrımı diye bir şeyin mümkün olmadığını ve kastedilenin –Batı'daki form düşünüldüğünde- kilise yerine din, siyaset yerine de devlet olabileceğini düşündüğünü söyledi.
Çoğulculuğun bir kandırmaca olduğunu fakat buna denk gelebilecek sistemi bulana kadar kullanılabileceğini dile getirdi. İstişarenin katılımcılara bir danışma biçimi ama "şura"nın bir organizasyon, örgütsel bir yapı olduğunu da sözlerine ekleyerek devletin bir organizasyon olduğunu fakat hedef olmadığını beyan etti. Müslümanların yirmi-otuz yıl evvel ulus devletten kurtulmak hevesiyle devlet kurma projesine sarıldığının, fakat ardından gelen bir umutsuzlukla devlet kurmaya karşı tamamen ilgisiz kalındığının yanlış algılar olduğunu kaydetti. Devlet ile ilgili, sunumundaki vurguları tekrarlayarak sözlerine son verdi.
Kur'an'da Fikri ve Doplumsal Dönüşüm
Son tebliğci Hamza Türkmen, "Kur'an'da fikri ve toplumsal dönüşüm" başlıklı tebliğine, Tin suresinde belirtilen Allah'ın insanı en güzel kıvamda yarattığı vurgusunu yaparak başladı. Konu bağlamında değişim ve dönüşümün bireysel ve toplumsal olmasının yanında fikri ve kimliksel olduğunu söyleyen Türkmen, bu süreci vahyin öğretilerinin yanında Rasullerin uygulamalarından faydalanabileceğimizi dile getirdi. Konuşmacı, her türlü düşüncenin insan gerçeğini ele alarak başladığını ve düşünceleri çözümlemede insan fıtratını esas kabul ettiğimiz sürece doğruya varacağımızı kaydetti. Allah'ın insanı tanımladığı ayetlerde insanın zorunlu ihtiyaçlarının yanında temel ihtiyaçlarının da olduğunu vurguladığını söyleyen Türkmen, insanın önce zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğini bunun yanında temel ihtiyaçlarımızı giderebileceğimizi vurguladı. Ve burada önemli olanın temel ve zorunlu ihtiyaçlarımızı giderirken ölçümüzü belirlemede bizi yaratan Rabbimizin bildirimlerine mi yoksa kendi insani heva ve heveslere mi tabi olacağımızı sordu.
Türkmen, akıl kavramının Kur'an'da genel anlamı ile isim yerine fiil olarak kullanıldığının altını çizdi. Eylemliliği temsil eden aklın, sepihliye kapı aralanıp işlevsiz hale getirilmesinin fıtrat ekseninden sapma olduğunu belirten Türkmen, fıtrattan ve vahiyden kopuşun bir yapancılaşmayı getirdiğini ve bunun da bir dağılma ve çürüme olduğuna dikkat çekti.
İnsanlar arasındaki ilk ihtilafın sorunların çözümünde değer farklılaşmasından çıktığını kaydeden Türkmen; Allah'ın sınırlarını tanımayan sınırsız özgürlük yani emansipasyon ve Firavun gibi kendi benliğini ilahlaştırma yani egosantrist yaklaşımlarla, vahye ve fıtrata bağlı olmaya çalışan tevhid ve ıslah anlayış ve tutumu arasında ilk dönemden beri temel bir çatışma yaşandığını belirtti.
Rad süresinde gösteriler değişimin iki türlü olduğunu belirten konuşmacı konuyu şöyle özetledi: Olumsuz değişim, Allah'ı ve nimetlerini unutma sonucunda ortaya çıkan sağlıksız dönüşüm, diğeri ise vahiy temelli şahsiyetlerin yetişmesini ve hakikatin istişari temelli şahitliğini yapacak bir ümmet nüvesi oluşturmayı hedefleyen ve toplumu fıtratı ile ve vahyi ölçülerle yeniden buluşturmayı amaçlayan dönüşümdür.
Türkmen dünya hayatında insanların hallerini Rabbimizin üç halde tasniflediğini belirtti: Öz nefsine zulmedenler, orta halli gidenler ve Allah'ın izni ile hayırda öne geçenler. Olumlu ve olumsuz dönüşüm, en belirgin olarak Kur'an'da iki kavram ile tanımlanmaktaydı: Hududullahı aşarak bozulma hali olan "ifsad" ve ifsad çabaları ve vahye dönüşü ve kelime-i tevhid akidleşmesine bağlı kalmayı niteleyen "ıslah" ve ıslah çabaları.
Konuşmacı, tebliğinin sonuna gelirken vahyin şahitliğini yapmış, şahsiyetli kişilerin Allah'ın ayetinde örneklendirdiği gibi "tohum" gibi değerlendirilebileceğini, her tohumun içinde bir "biz" potansiyelinin var olduğunu belirtti ve sözlerini dua ile sonlandırdı: "Rabbimiz hepimizi, itikadını ve amelini Rasulullah (a) gibi Kur'an'i ölçülerle güzelleştiren, itikadını ve amelni ahlaken Kur'an ahlakı seviyesine yükselten kullarından eylesin; her türlü zulüm, şirk ve cahiliyeye karşı ayaklarımızı vahyi ölçülerle sabit kılsın."
Hamza Türkmen'in tebliğini ilk önce Hamza Er müzakere etti. Er, sunumunda Türkmen'in tebliğini destekleyen açıklamalarda bulundu. Konuya binaen "fikri ve toplumsal dönüşümde ulaşacağımız zafer nedir?" sorusunu cevapladı. Bir toplumunun dönüşümü ile ilgili mücadelede zafere ulaşıp ulaşılmamasının, o toplumda Allah'a karşı sorumluluğunu yerine getiren öncü bir neslin oluşup oluşmadığı ile alakalı olduğunu söyledi. Er, konuşmasında İslami şahsiyetler olan ashabın yaşam biçiminin toplumu dönüştürme çabalarında örnek olarak alınmasından bahsederken ashabın Kur'an ile beslendiklerini Kur'an'a ve topluma Allah'ın buyurduklarını öğrenmek için yaklaştıklarını ve kendilerinin cahili düşüncelerden arındırmak için çaba harcadıklarını kaydetti.
Diğer müzakereci Kazım Sağlam ise Türkmen'in sunumunun bir bütünsellik gösterdiğini belirtti; ancak Kur'an'ı yaşayan rasul örnekliğinin eksik kaldığını söyledi. Bu noktada Hz. Peygamberin örnekliği ile konuyu irtibatlandırmaya çalıştı. Sirete atıfta bulunarak sözlerine son verdi.
Hamza Türkmen, müzakerecilere teşekkür ettikten sonra Kazım Sağlam'ın müzakeresini açımlayıcı olarak şunları dile getirdi: Rasulun örnekliğini yakalamak önemlidir fakat ona yaklaşırken unutmamalı ki Rasul'ün de hükmettiği yer Kur'an'dır. Vahyi en iyi yorumlayan ve yaşayan elbette O' dur fakat unutulmamalıdır ki Rasul de beşerdir.Sünneti, siret ile okumak ve Kur'an ile sağlamasını yapmak gereklidir; ancak bu şekilde Rasulullah'la ilgili sahih bir kanata varabiliriz. Ayrıca bu konununun metedolojik veya usuli anlamda bir sempozyum konusu olması gerektiğini belirtti.
KAPANIŞ KONUŞMASI ve DUA
Sempozyumun kapanış konuşmasını aynı zamanda ikinci oturumun oturum başkanı olan Mehmet Pamak yaptı. Pamak, imtihan bilinciyle ilgili vurgular içeren konuşmasına Mülk/2, Enfal/54, Ankebut/23 ayetlerine değinerek sözlerine başladı. Pamak, insandaki dönüşümün özündeki doğru potansiyeli ortaya çıkaran vahyi kavramlar ve vahyi bildirimlerle başladığını, toplumsal dönüşümün de buna bağlı olduğunu anlattı. Hayatımızın her alanında Allah'ın boyasıyla boyanmamız gerektiğini ve toplumsal sorunlara çözüm projeleri üretme zorunluluğumuzu hatırlattı.
Sempozyum Mevlüt Akbal'ın Kur'an ayetleriyle kompoze ettiği ve yaptığı dua ile sona erdi.