Türkiye’de kurulan sistem, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve tehlike algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, ulusalcı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılarak, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalandı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi.Çünkü aynı resmi dinin yani “ulusalcı laik Kemalizm”in diğer temel ayağı ise Türkçülük olduğu ve bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumda gören, adaletle kucaklayıp kardeşleştiren İslam ve ümmet bilinci dışlandığı için Kürt kimliği de İslami kimlik gibi ötekileştirilip dışlanmış ve aynı inkârcı asimilasyoncu politikalara muhatap kılınmıştır.
Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti.Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki “düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi. Üst rütbeli kimi asker bürokratların liderliğindeki, kimi üst yargı bürokratlarıyla, büyük sermayedarların da ortağı oldukları bu oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslamı ve Kürt kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkarcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi. Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı kadroların çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler. Asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki, besleme büyük sermayedarlar ile kontrollerindeki medyanın desteklediği oligarşik despotlar, ekonomik, hukuki, siyasi, ideolojik, kültürel ve ırkçı boyutları olan yaygın ve derin zulümleri icra ederek, ideolojik-militarist işgal ve kuşatma altında tuttukları ülke halklarına büyük acılar, ıstıraplar yaşattılar.
Böylece bir yandan “iç düşman” paranoyasıyla kendi ülkesinin halklarıyla sürekli savaş halinde olan despot oligarşi, diğer yandan da batıcı yaşam biçimi ve resmi ideolojisiyle, Osmanlı devleti varken aynı ülkenin halkları olarak nitelenenlerin bölünmesiyle ortaya çıkan bütün komşu ülkeleri de dış düşman kategorisine oturtarak “dört tarafı düşmanlarla çevrilmiş” ülke paranoyasıyla yaşamış, sonuçta içte ve dışta gerginliklerin odağı haline gelmiştir. Aslında Kemalist despotlar, sözüm ona çok bağlı oldukları Mustafa Kemal’e ait olduğunu iddia ettikleri “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü duvarlara asarak, “yurtta savaş, bölgede savaş” düsturuyla hareket etmişlerdir. Mustafa Kemal’in yandaşlarınca hiç ciddiye alınmamış olan bu sözünü, belki de TC tarihinde ilk defa, tabii başarabilirse, AKP hükümeti hayata geçirme çabası içine girmiş bulunmaktadır.
İşte oligarşik despotizmin “yurtta savaş, bölgede savaş” içerikli ideolojik, militarist politikaları sonucunda, ülke halklarının yıllarca çektiği bu sıkıntılar, ıstıraplar, acılar, Müslümanlar ve Kürtler başta olmak üzere resmi ideolojiyi benimsemeyen farklı kesimlerin ödediği bedeller ve verilen mücadeleler sonucunda artık sistem dibe vurdu, tıkandı. Kemalizm, Prof. Şerif Mardin’in de isabetle tespit edip ifşa ettiği üzere, yok ettiği İslami değerler yerine, toplumu inşa edecek “iyi, güzel, doğru”ya ait değerler de üretemedi, toplumun değerlerine uygun olmayan Batılı modern paradigmanın ürünü seküler değerleri taklit edip jakoben politikalarla dayattı ve sonuçta hem devleti hem de toplumu çürütüp, yozlaştırdı. Ve gelinen noktada artık sistemin tükendiğini gören görece özgürleşme peşindeki kimi yerli kadrolar ile bu bölgedeki çıkarlarını artık İslam düşmanı radikal laiklikle koruyamayacaklarını, Kürt kimliği ve İslami kimlikle savaşan radikal Kemalizmin artık batı çıkarlarına zarar verdiğini anlayan emperyalist ülkeler (ABD ve AB) mevcut sistemi restore edecek yeni bir değişim hamlesinin şart olduğunu söyleyerek harekete geçtiler. Böylece 85 yıldır süregelen ve aslında sistem de dahil her şeyi tüketip çıkmaza sürükleyen temel mesele olan, Kürt ve İslami kimliklerle savaşta, bir takım görece özgürleşme açılımları gerçekleştirilerek, görece bir barış sağlanmak, zulme itiraz eden kesimler rahatlatılmak ve böylece sistem restore edilerek ömrü uzatılmak isteniyor. İşte önceliği Kürt kimliğinde görece özgürleşmeye vererek başlatılan son açılım süreci de yerel ve küresel boyutta hissedilen bu ihtiyacın dayatmasıyla ortaya çıkmış bulunuyor.
Statükocularla Sistem İçi Değişimciler Arasında Yaşanan Çekişme
Bu değişim sürecinde statükocu ve değişimci taraflar arasında, iki tarafın yerel ve küresel yandaşlarının, destekçilerinin de katılımıyla ciddi bir bilek güreşi ve çekişme yaşanıyor. Bu çekişmenin, bir tarafında, restorasyon çabasına ve görece bir değişime bile razı olmayan statükocular yer alıyor. Bunlar, statükonun ve resmi ideolojinin kendilerine kazandırdığı imkânları ve konumlarını kaybetmek istemeyenlerden oluşuyor. Statükocu tarafta yer alanlar, başta mevcut düzenden beslenen CHP, MHP, bazı asker bürokratlar, kimi yargı bürokratları ve Ergenekon’cular (Türk ve Kürt-PKK Ergenekon’u dahil) ile statükodan rant devşiren TÜSİAD’çı sömürücü sermayedarlar ve çıkarlarına hizmet için kullandıkları kartel medyası, besleme yazarlarından oluşuyor. Bunlar, statükoyu her şeye rağmen olduğu gibi sürdürmeyi istiyor ve görece özgürleşmeye, sistem içi değişime karşı direniyorlar. Despot bürokratların desteğindeki CHP ve MHP, tahrik ettikleri ulusalcı tırmanış, sergiledikleri militarist tutum, ortaya koydukları çatışmacı söylem ve ısrarla sürdürdükleri statükocu gerginlikle, bir yandan oy oranlarını arttırmaya çalışırken, diğer yandan kendilerinin ve yandaş bürokratik despotların statülerini koruma imkânını elde tutmaya, Silivri sakinlerini savunmaya çabalıyorlar. Bu partilerin, MGK bildirilerinde hükümetin değişim politikalarının eleştirilmesi yerine destek veren bir içeriğe yer verilmesini dahi hazmedemeyip, Genelkurmay’ı siyasete müdahale etmeye çağırmaları ve bunu yapmadığı için ağır eleştiriye tabi tutmaları dikkat çekicidir. Hatta askerlerin görevleriyle ilişkili olmayan çete ve darbe suçlarından dolayı sivil mahkemelerde yargılanmalarını sağlayan değişikliğe bile karşı çıkmaları, ayrıca Ergenekon’un avukatlığını açıkça üstlenmeleri statüko cephesindeki dayanışmanın ve görece özgürlükçü değişime karşı despotik direnişin çarpıcı göstergeleri durumundadır. Bu statükocu kesimin arkasında Amerika’nın sopa politikası yanlısı neo-con şahinleri, Siyonist devlet, kimi Yahudi kuruluşları ve bazı Avrupa ülkeleri yer alıyor.
Sistem içi değişimin yerli sahibi olarak; AKP, Gülen hareketi, onlara meyletmiş çoğunluk “Müslüman” STK’lar ve bunların toplandığı birlikTGTV, bunların hep birlikte oluşturdukları “Türkiye laik, demokratik, hukuk devletidir ne bir eksik ne bir fazla” sloganıyla sesini yükselten “Ortak-Akıl” hareketi ile hepsinin sesi ve destekçisi “yandaş medya” öne çıkıyor. Ayrıca bu değişimci kesimde, önemli bir destekçi ve yönlendirici olarak “liberaller” de dikkat çekiyor. Değişimin diğer önemli bir taşıyıcısı ve aktörü olarak tabii ki DTP de yer alıyor. Şüphesiz ki bu tespit, bu değişimci kesimlerin hepsinin her konuda aynı fikri benimsedikleri anlamına gelmiyor. Ama bunların hepsi “demokratikleşme” üst başlığında buluşarak, “demokratik laiklik, liberal özgürlük, seküler insan hakları ve AB normlarında laik hukuk devleti” ekseninde sistem içi bir değişimi istiyorlar. Bu değişimci kesimin arkasında ise, ABD’nin Obama ile gündeme gelen havuç politikası yanlıları, AB ve bazı Avrupa ülkeleri yer alıyor. ABD ve AB’nin önemli bir bölümünün neden Türkiye’deki bu değişimin arkasında durduklarının sebeplerini inşallah daha sonraki yazımda izah etmeye çalışacağım.
Sistem içi bu kamplaşma ve çekişme sürecinde taraflardan birinde yer almada, çoğunlukla ilkelerden ziyade korkular, çıkarlar, beklentiler eksenli bir pragmatizm önemli ölçüde belirleyici olmaktadır. Bu pragmatizmle sistem içi değişimcilerin safında yer alanlar, zamanla önceden var olan fikri ve ahlaki ilkelerini iyice yitirmekte, sözüm ona geçici bir hesap ve “maslahat”la oraya gitmişken, iktidar nimetleri uğruna kalıcı bir şekilde oralı olmakta, önceki fikri ve ahlaki ilkelerini bu yeni konumlarına göre değişime uğratmaktadırlar. Böylece iktidar ve rant eksenli pragmatizmle feda edilen ilkelerin yerini, tam anlamıyla bir çürüme ve yozlaşma almaktadır. Halbuki bu açılım süreci, sadece, koyu renkli zulümatın, baskıcı şirk sisteminin mevcut zulüm politikalarından kısmen rücu ederek, sistem içi görece bir olumluluğa, zulümatın gri tonlarına doğru değişimle, şirk sisteminin -mazlum halklara nefes aldıracak- görece özgürlükçü türevine doğru geçişi hedeflemektedir. Müslüman bilmekte ve inanmaktadır ki, vahyi esas alan köklü bir değişimle, bizatihi varlığı zulüm olan şirk sistemi tamamen değişmediği sürece, zulüm tümüyle ortadan kalkmayacak, sahici ve kalıcı bir adalet de gerçekleşemeyecektir.
Gelinen noktada, kendilerine rant ve iktidar sağlayan statükoyu sonuna kadar savunma azmiyle despotizmini ısrarla sürdürme yanlısı bürokratik diktatörlük ve destekçileri ile bu statükonun baskısı altından kurtulmak isteyen, sistem içi görece özgürleşme yanlısı değişimci siyasi-sivil kesim koalisyonu arasında giderek tırmanan bir mücadele yaşanıyor. Vakıa o ki, oligarşik Kemalist despotizme dayalı statüko halen tahakkümünü sürdürüyor, 80 yıldır yaşanan zulümler de halen devam ediyor. Statüko güçleri, yol açtıkları sorunların çözümünün ve özgürleşmenin önündeki en önemli engeli oluşturmayı sürdürüyorlar.
İşte tüm bu mücadele sürecinde, statükonun sahibi, ülkedeki bütün sorunların ve çözümsüzlüklerin de asıl kaynağı olan Kemalist bürokratik diktatörlüğe, ideolojik dayatmalarına, zulümlerine, hukuksuzluklarına karşı itiraz ederek, adalet ve özgürlük mücadelesi sürdüren, yukarıda zikredilen sistem içi değişimciler dışında bir de, toplumsal değişimi önceleyerek sistemi kökten değiştirmeyi hedefleyen tevhidi kesim söz konusudur. Bugün sistemin tıkanma noktasına ve açılım zaruretini duyma konumuna gelmesinde, yaptığı mücadeleler ve ödediği bedellerle diğer kesimlerle birlikte belli ölçüde payı olan işte bu tevhidi kesimin yaşanan sistem içi değişim sürecindeki pozisyonunun ne olması gerektiği tartışma konusu olmaktadır. Tevhidi kesimin kendi içinde, yürütmekte olduğu adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefi, statüko ve sistem içi değişimciler arasındaki mücadelede bulunulması gereken konum bakımından bazı eleştiriler ve tartışmalar de giderek artmaktadır. Bu sebeple, bu makalede statüko ve sistem içi değişimciler arasındaki mücadelede konumumuzun ne olması gerektiğini tartışmak istiyorum.
Sistem İçi Değişime Farklı Yaklaşımlar
Bazı yorumları, eleştirileri ve sözlü olarak ifade edilen kimi itirazları değerlendirdiğimizde; statüko güçleriyle sistem içi değişim yanlıları arasındaki mücadele sürecinde Müslümanların konumunun ne olması gerektiği konusunda iki uç söylemin bizim vasat olduğuna inandığım tutumumuza eleştiriler getirdiğini tespit ediyoruz. Birinci uçta, “bugün ülkedeki başat sorun, Kemalist resmi ideolojinin dayatılması, oligarşik despotizmin tahakkümü ve ulus devletin zulüm politikaları, darbecilik ve çetecilik değil, bunları tasfiye edip yerlerine yeni işbirlikçilerini ikame etmeye çalışan emperyalizmdir ve onun yeni işbirlikçileri olan AKP-Gülen koalisyonudur. O halde tevhidi kesimin adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefinde, zaten emperyalizmin de hedef yaptığı ulusalcı Kemalistler değil, sadece işgalci emperyalizm ve yeni işbirlikçileri AKP-Gülen koalisyonu olmalıdır. Zaten etkisini yitirmiş, cevap vermeye bile değmeyecek konuma düşmüş, tasfiye edilmek istenen Kemalizm’le uğraşılmamalı, düşene vurulmamalı, yerine ikame edilecek ve İslam için, Müslümanlar için daha büyük tehlike olan AKP-Gülen koalisyonuna karşı mücadele öne çıkarılmalıdır” diyenler yer almaktadır. İkinci uçta ise, “ülkedeki zalim statüko ve sahibi oligarşik diktatörlük halen hükmünü sürdürmekte, darbeciler, çeteciler hala fonksiyonel konumda bulunmakta ve özgürleşmenin önünü tıkamaktadırlar. AKP-Gülen koalisyonu ise, bu zalim statükoyu değiştirip daha özgürlükçü demokratik bir sistem kurmak istiyorlar, bu bizim de büyük ihtiyacımızdır. O halde tevhidi kesimin adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefinde sadece Kemalist oligarşi, dayatılan resmi ideoloji ve ulusalcı darbeciler-çeteciler yer almalı, AKP-Gülen koalisyonuna karşı tepki verilerek cephe büyütülmemeli, tam tersine onların ülkeyi özgürleştirme çabalarına destek verilmeli, hatta onlarla bütünleşip ittifak kurulmalıdır” diyenler bulunmaktadır.
Biz ise, iki ucun da zaaflarının bulunduğuna, iki ucun da bizi taraflardan birinin yandaşı konumuna indirgeyerek özgün İslami konumumuzu belirlemekte acze düşüreceğine, yandaş olanların hallerinde açıkça ortaya çıktığı gibi iki ucun da tevhidi duruşla bağdaşmayacağına, ayrıca birinci uçta yer alanların öncelik tespitinde de büyük hata yaptıklarına inanıyor, vasat ve dengeli bir mücadeleyi sürdürmeye çalışıyoruz. Şöyle ki, hâlen tahakkümünü sürdüren Kemalist dayatmaya, ilahlaştırılan ulus devletin devam etmekte olan zulüm politikalarına, oligarşik diktatörlüğün zorbalıklarına, hâlâ provokasyonlarını sürdüren darbe ve çete düzenine karşı mücadelenin, adalet ve özgürlük mücadelemizin temel ve öncelikli hedefi olması gerektiğine inanarak, bir yandan bu tespitin gereğince çabalar geliştiriyoruz. Diğer yandan da, Kemalist ulusalcı darbecilerin de arkasındaki güç olan emperyalizmin projelerini, oyunlarını bütüncül bir biçimde değerlendirip ifşa ederek emperyalizmi de hedef alıyoruz. Aslında Kemalist despot düzene ve batıcı resmi ideoloji dayatmalarına karşı sürdürülen mücadelenin, onu 80 yıldır dayatan oligarşinin arkasındaki emperyalist güçlere karşı mücadeleye de somut bir içerik kazandıracağını, aksi takdirde ülke gerçekliğinden soyutlanmış mücerret bir emperyalizm karşıtlığının ayağı yere basmayan teorik bir karşıtlıktan öte gidemeyeceğini düşünüyoruz. Ancak, emperyalizmin bir başka kanadının işbirlikçisi ve potansiyel tehlike olan AKP-Gülen koalisyonu üzerinden İslam ve Müslümanları Protestanlaştırma / sekülerleştirme politikalarının da ifşa edilmesi, bu yeni tehlikeye de dikkat çekilmesi istikametindeki sorumluluklarımızı da yerine getirmeye çalışıyoruz. İnanıyoruz ki, beşeri hevanın ürünü sekülerleşme, laiklik, ulusalcılık ve kapitalizm karışımı modele dayalı sistemin yerine özgün İslami adalet sistemini kurmayı temsil edenler, özgün Kur’ani çizgide durarak, önceliği zalim statükoya verseler de, görece özgürleşmeyi temsil eden türevleriyle birlikte sistemin bütününe karşı alternatif olarak durmak ve toplumun önüne, Kur’an-sünnet eksenli özgün projeleriyle çıkmak sorumluluğunu taşımaktadırlar. İşte bu yazıda, inşallah bu tercihlerimizin gerekçelerini açıklamaya ve yapılan itirazları tartışmaya çalışacağım.
Emperyalist Projeler ve Ulusalcı Kemalizm
Öncelikle sistem içi değişimle görece özgürleşme sağlayacaklarını iddia edenlere ifade etmek isterim ki, Kemalist resmi ideoloji tasfiye edilip, anayasa ve hukuk bu ideolojinin kuşatmasından tamamen kurtarılmadıkça, Kemalist dogmatik kuşatma altındaki askeri ve sivil eğitim kurumları ve programları, bu seküler Batıcı pozitivist ideolojiden arındırılıp sadece insani erdemleri, insan haklarını ve hukuku esas alan, fıtratı koruyup geliştirmeyi ve iyi insan yetiştirmeyi hedef alan özgürlük adaları haline dönüştürülmedikçe, ordu haddini bilip sadece halkın dış güvenliğini sağlayan ve halkın seçtiklerinin kararlarına itaat eden bir konuma getirilmedikçe, eğitim, ordu, yargı, sermaye ve medya başta olmak üzere bütün devlet ve kurumları böylesine hak, adalet, hukuk ve özgürlük eksenli bir yeniden yapılanmaya götürülmedikçe, mevcut bağnaz kadrolar rehabilite edilmedikçe, edilemeyenler de tasfiye edilmedikçe, bu ülkede emperyalizmin işbirlikçisi Kemalist bürokratik diktatörlüğü geriletmek ve emperyal projeler istikametinde Kemalist bir tahakküm ve işgali belli ölçüde de olsa ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.
Mücadele hedefi bakımından önceliği AKP-Gülen koalisyonuna verenler, yani altı doldurulmamış bir slogan olarak kullanıldığında son derece yanıltıcı olan “antiemperyalist” jargonla Kemalistleri de yerli sayma gafletine düşenler de bilmelidirler ki, ulusalcı Kemalistlerin, darbeci-çeteci Ergenekoncuların antiemperyalist olduğu, yerliliği temsil ettiği ve şimdi de emperyalistlerce tasfiye edilmeye çalışıldığı iddiası bir safsatadan ibarettir. Bir kere, Türkiye’de yaşanan “kurtarmayan savaş” sadece Yunanlılarla yapılan mevzii bir savaştır. Ve öncü kadrolarının bizzat kendi hatıratlarında itiraf ettikleriyle bile, İngiltere, İtalya ve Fransa’nın, işbirliği yapılarak, onların İslam dışı laik batıcı ulus devlet oluşturma talepleri kabul edilerek, savaşmadan ve hatta bazı silahlarını da bu kadroya devrederek ülkeyi terk etmeleri sağlanmıştır. Kısa süre sonra da, emperyalistlerin seküler laik kültürlerini ve siyasi sistemlerini baskıyla bu ülke halklarına dayatacak, jakoben modernleştirme, batılılaştırma projeleri uygulamaya konmuştur. Yani emperyalist devletlerle uzlaşma, anlaşma ve aynı kültürde bütünleşme -antiemperyalizm- kamuflajıyla örtülmeye çalışılmıştır. İslam’ı ötekileştirip düşmanlaştırarak, yerli Müslüman halkı zorla Batılılaştırmaya ve emperyalistlere benzetmeye yönelik pozitivist dayatmaları başlatanları ve takipçilerini antiemperyalist olarak nitelemek, tarihi gerçeği saptırmaktan başka bir şey değildir.
Mustafa Kemal’de Kemalist kadrolar da tıpkı İttihatçılar gibi Batıcı ve pozitivisttirler. Daha birer ittihatçı subayken, Batının seküler kültür ve ahlakıyla, Batının pozitivist düşüncesiyle bütünleşmiş ve bireysel olarak da böyle İslam dışı bir hayatı yaşamakta ve bir gün ellerine yetki geçtiğinde de bunu bütün ülkeye hâkim kılma arzusunu taşımaktaydılar. Nitekim Kemalist ulusalcı kadrolar yeni sistemin başından itibaren, savaşla kovulduğu iddia edilen emperyalist devletlerin seküler-laik kültürel, hukuki ve ekonomik değerlerini, normlarını topyekun taklit eden bir değişimi, şiddete dayalı politikalarla dayattılar. Bu sebeple, faşist İtalya’nın Ceza Hukuku, İsviçre Medeni kanunu, Alman Ticaret kanunu vb Avrupa kanunları olduğu gibi ithal edildi. İzmir kongresinin aldığı kararlarla da, ekonomik planda küresel kapitalizme eklemlenme sözü verildi. İlk etapta yeterli bir burjuva sınıfı olmadığı için, önce ekonomide devleti belirleyici kılarak halkın kaynaklarının devlet ihaleleriyle yandaşlara aktarılması yoluyla “kapitalist (milyoner) yaratma” adı altında hortumculuk-vurgunculuk süreci başlatıldı. Böylece yandaş bir sermaye sınıfı oluşturdukça da zamanla –malum ray değiştirme süreçlerinde- bu kamu ekonomik kuruluşları da özelleştirmeyle onlara devredilmeye başlandı. Neticede, kültür ve eğitim alanında “ideolojik devletçilik”le tepeden dayatmacılık ısrarla sürdürülse de, konjonktürel olarak uygulanan ve yandaş sermayedarlar oluşturmak için kullanılan “ekonomide devletçilik” ilkesi, bu sermayedarlara daha fazla alan açmak ve kapitalizmi daha fazla oturtmak amacıyla terk edildi.
Ülkemiz, “kurtarmayan savaş”ta sözde kovulduğu iddia edilen emperyalist devletlerin seküler, paganist, pozitivist ideoloji ve kültürünün açık işgali altına girmiştir. Ve bu kültürel işgal ile yerli kültür, İslami kimlik ve değerlere yönelik emperyalizm yanlısı kültürel-ideolojik savaş bugün hala devam etmektedir. Afganistan’daki emperyalist işgal gücü NATO askerlerinin içinde ve ABD katil askerlerinin işbirliğinde TC askeri birlikleri de yer alıyor. Pakistan’a emperyalizmin isteklerine göre çeki düzen vermek isteyen işbirlikçi Pakistan ordusunu bu standartlara uygun bir biçimde, Müslümanlara karşı mücadeleyi daha etkili versin diye eğitmek üzere TSK’dan subayların görevlendirilmesi konuşuluyor. Bir kısım AKP milletvekillerinin halkın baskısıyla ortaya çıkan hükümetin isteğine aykırı tutumu olmasaydı, neredeyse Türkiye toprakları da Irak işgali için gelen katil askerlerin işgaline terk edilecekti. Buna rağmen Irak’a saldırı ve işgalde emperyalistlere her türlü lojistik destek verildi, verilmeye de devam ediliyor. Türkiye’nin incirlik dahil bütün üs ve limanlarını, hava sahasını ABD ve Siyonist askerlere tahsis eden, Siyonistlerle, emperyalistlerle askeri silah, eğitim, istihbarat anlaşmaları yapan ve bu konulardaki işbirliği anlaşmalarını siyasi iktidarlara da baskıyla kabul ettiren, hatta OYAK üzerinden uluslararası emperyalist sermaye ile de bütünleşen Kemalist ulusalcı asker bürokratlar, darbeci, Ergenekoncu Generaller değil mi? Kore’den Somali’ye kadar hep bu Kemalist ulusalcı kadrolar emperyalistlerin saflarında masum yerli halklara karşı yapılan katliamlara iştirak etmediler mi?
Herhalde, bu kararları siyasiler veriyor diyecek kadar gerçeklerden uzak olunamaz. Siyasilerin, başörtüsü yasağı, sivil anayasa teşebbüsü, imam hatiplere menfi ayrımcılıkları kaldırma gibi konularda en küçük değişikliğe bile cesaret edemediklerini, ya da güç yetiremediklerini, Kur’an kursu yönetmeliği değişikliği konusunda attıkları bir adımı bile koruyamadıklarını herkes bilmiyor mu? Atılan bu tür adımları hep Kemalist, ulusalcı Batıcı Ergenekoncu darbeci asker bürokratların tepkileriyle veya Yargının ideolojik siyasi müdahaleleriyle hemen geriye çekmediler mi? Genelkurmay’ın “kutlu doğum haftası”nda başörtüyle ilahi söyleyen küçük kızlar için dahi muhtıra verdiği, yetkisi dışındaki her konuda, siyasi konularda sık sık ve hemen bildiri yayınladığı bir ülkede, emperyalist devletlerle işbirliği ve asker gönderme konularında siyasilere hiçbir zorluk çıkarmadan destek vermesi, hatta takındığı tutum ve bildirdiği görüşlerle teşvik etmesi ne anlama gelmektedir?
Tarihî ve belgesel olarak sabit olduğu üzere, emperyalist kapitalist devletlerin faşist dönemini taklit eden baskıcı Kemalist ulusalcı kadroları antiemperyalist kabul etmek mümkün değildir. Bugün gelinen noktada radikal Kemalist ulusalcı darbecilerin tasfiye edilmek istenmesinin sebebi, bu taklitçi Kemalistlerin, Batının uyarılarına rağmen kendilerini ve sistemlerini yenileyememeleri, Batının faşist dönemini taklit ettikleri gibi görece özgürleşme dönemini de taklit etmeyi sürdürememeleri, yani taklidi dinamik hale getirememeleri sebebiyle geride, yani taklit ettikleri Batının ilk faşist döneminde takılı kalmalarıdır. İşte bu sebeple Batı, kendilerinin sonraki daha özgürlükçü dönemini de taklit ederek, yani mevcut Batıcı sistemi Batının ulaştığı daha özgürlükçü normlarla yenileyen ve böylece eski baskıcı döneme göre halka görece bir nefes aldırarak Batıcı sistemin ömrünü uzatan yeni kadrolarla işbirliğine gitmek zorunda kalmıştır.
Bütün bu gerçeklere rağmen, İslam’la ve Müslümanlarla emperyalist Batı kültürü adına 80 yıldır savaşan ve halen bu savaşını sürdüren ve ilk defa kuyruğunu ele vermiş ama hala güçlü silahlı ve ekonomik örgütlenmesiyle tahakkümünü sürdüren Kemalist ulusalcı Ergenekoncu oligarşik despotizmin kuyruğunu kurtarmasına yarayacak çıkış ve çağrılar yaparak, “emperyalizme karşı mücadeleyi öne çıkarmak varken, doğrusu bu iken, neden Kemalizm ve Ergenekoncularla uğraşılıyor?”,“Ergenekoncu Kemalist oligarşik despotizm oyalamacadır asıl sorun emperyalizmdir” gibi ifadeler kullanarak Kemalizmi ve Ergenekoncu çeteleri korumaya almak anlamına gelecek söylemler sahiplerini vebal altında bırakır.
Herkesçe bilinen ırkçı, ideolojik ve ekonomik zulümleri gerçekleştiren Kemalist ulusalcı darbeci çeteci kadrolar, aynı zamanda TSK içinde de üst mevkilerde yer alarak ve TSK’yı da kendi hukuksuz amaçları için istismar ederek, halkın vergileriyle alıp kendi güvenliği için emanet ettiği silahların sağladığı gücü, emperyalist Batının seküler kültürünü dayatmak ve İslam şeriatını “irtica” yaftasıyla aşağılayıp dışlamak için kullanmıyorlar mı? Toplum içinde azınlık da olsalar, örgütlü silahlı gücü olan, iktidar ve rantı gasp etmiş bulunan oligarşi, emperyalist kültür adına sürekli darbe ve muhtıralarla kendi halkını emperyalizmin arzuları istikametinde hizaya sokmaya çalışmıyor mu? Bu sebeple, emperyalizmin öncüsü ABD yönetimi onlar için “Bizim Çocuklar” demiyor mu?Ve bu darbeciler Amerika’da emperyalist projelerin fonlarıyla emperyalistlerce eğitilmiyor mu? Bu vakıa ile birlikte değerlendirildiğinde Montesque’nün “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar” sözü, uyandırıcı bir etki yapmıyor mu?
Tabii ki temenni edilmez ama doğrudan emperyalist orduların işgali altında bulunsaydık, GEORGE Komutan emperyalizmin sömürge valisi olarak yönetseydi bizi, İslami kimlik ve Allah’ın şeriatıyla bu derecede savaşı göze alabilir ve kendi seküler Batı kültürünü bu derecede zorbalıkla dayatmaya cesaret edebilir miydi, teşebbüs etse bu derece sonuç alabilir ve tahakkümünü bu kadar uzun yıllar sürdürebilir miydi? Bu dıştan dayatmaya halk kısa sürede baş kaldırıp açık işgalci yabancı orduyu çok daha çabuk kovarak şimdiye kadar çoktan özgürlüğüne kavuşmuş olmaz mıydı? Doğrudan işgalle sömürgeleştirilen ülkeler on yıllar önce bağımsızlıklarını kazanmadılar mı? Biz ise hala emperyalizmin seküler kültürünün, jakoben laikliğinin dayatmalarından kurtulup çocuklarımızı özgürce başörtü ve İslami kimlikleriyle, hem de kendi vergilerimizle yapılan okullara gönderebilme hakkına bile sahip olamıyoruz. İslami eğitim hakkımız hiç yok. Siyasi kadrolar ise, hâlâ 12-15 yaş altındakilere de Kur’an öğretiminin verilmesinin önünü açacak bir yönetmelik değişimini bile gerçekleştiremeyecek kadar bu oligarşik gücün baskı ve korkusunu üzerlerinde taşıyorlar. TSK’nın gücünü de rahatça kullanan bu asker bürokratlar öncülüğündeki Kemalist ulus devletçi Ergenekoncu oligarşi izin vermeden görece bir adalet ve özgürlük için tek bir adım bile atılamadığına göre, nasıl olur da yaşanan bunca zulmün müsebbibini bırakın da başkalarıyla uğraşın yönlendirmesi yapılabilir? Bizim de sürekli eleştirdiğimiz bir husus olan siyasi kadroların korkaklığı, ilkesizliği ve beceriksizliği ve iktidar uğruna onlara biat ediyor olmaları bile, sonuçta yine onların baskı ve korkutmalarıyla hâsıl olan bir sonuç değil mi?
Ülke dışındaki emperyalistler mi daha öncelikle eleştirilmeyi ve mücadele edilmeyi hak eder, yoksa onların arzularını, kültürlerini kendi halklarına zorla dayatan yerli işbirlikçiler mi? Üstelik bu emperyalist işbirlikçilerin hukuksuzluklarına dair Ergenekon iddianamesiyle ortaya çıkanlar buz dağının su üstü kısmı gibidir. Henüz TSK, yargı, TÜSİAD’çı büyük sermayedarlar, onların kontrolündeki Medya ve Polis teşkilatı vb içindeki uzantılarıyla ilgili tahkikat başlatılamamıştır. Buralarda çok büyük ve derin bir örgütlenmenin olduğu da herkesçe bilinmekte, ama üzerlerine gidebilecek kadar güçlü ve yürekli bir siyasi kadro bulunmamaktadır.
İşte bu sebeplerle tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinde önceliği Kemalist dayatmalara vermek, öncelikle halen ülkede tam egemen olan Kemalist Ergenekoncu oligarşik despotizmle hesaplaşmak zorundayız.Tabii ki, haklarımız, hukukumuz ve inancımız için yakın ve var olan Kemalist tehlike ve zulme karşı bu mücadeleyi yürütürken, bu süreçte belki Kemalist zorbalığa karşı müttefik gibi görünen ve Batı desteğinde görece bir özgürleşme iddiasını da temsil eden, ama aslında kendileri de emperyalizmin yeni işbirlikçileri olan ve eski işbirlikçi baskıcı Kemalizmi reforme edip ılımlılaştırarak sürdürme, İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirip küresel kapitalizme eklemleme rolünü üstlenen AKP ve Gülen hareketinin tevhidi davet ve uyanış için yeni ve potansiyel bir tehlike oluşturduğunu da bilmeli ve ifşa etmeliyiz. Bu konuyu da inşallah başka bir yazıda ele almaya çalışacağım.
AKP-Gülen Koalisyonunun Emperyalizme Sığınma Stratejisi
Ergenekon davasıyla,radikal Kemalistlerin İslam karşıtı laikliğini ılımlılaştırma, Kürt kimliğine yönelik baskıcı, yasakçı politikalarda geri adım atma, darbeciliğin, çeteleşmenin emekli kadrolarını tasfiye ve muvazzaf kadrolarını da bu istikamette terbiye süreci başlatılmış ve bunun öncülüğünü de, şartların zorlamasıyla ve liberal-sol kesimin desteğinde AKP-Gülen koalisyonu üstlenmiş olsa da, bunun arkasında küresel güçlerin yer almaması ve destek vermemesi halinde başarıya ulaşması mümkün değildir.Çünkü mevcut baskıcı, zalim, İslam’la savaşan din düşmanı Kemalist Ergenekoncu, darbeci statükonun elinde büyük silahlı güç var, ayrıca arkasında hâla ABD’de etkisi belli ölçüde de olsa devam eden ve Yahudi lobisinin de desteğine sahip olan sopa politikası yanlısı neo-con ekibinin tam desteği var. Ayrıca, başta AB’nin ağır topları Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa’daki İslam düşmanlarının desteği var. Çünkü onlar belirgin rengi İslam karşıtı radikal laik Kemalizm olan Ordu’ya hâkim baskıcı zihniyetin devamında çıkarları bakımından fayda görüyorlar. Eğer ordunun elindeki vesayet sopası alınıp –demokratikleşme- sağlanırsa Türkiye’de İslami dirilişin durdurulamayacağı kanaatine sahiptirler. Bu sebeple, Avrupa ve Amerika’da, laikliğin ve Batı yanlısı sistemin bekçisi olarak gördükleri orduya fazla yüklenmemek gerektiğini, çünkü Türkiye’nin özel şartları sebebiyle ordunun fazla yıpratılmaması ve mevcut katı laiklik uygulamasından da geri adım attırılmaması gerektiğini söyleyen oldukça etkili bir sahiplenme var. Bunlar, “Türkiye’nin İslam’laşmaması” ve kendi tabirleriyle “İslam’a kaybedilmemesi” için böyle laikçi bir orduyu en önemli güvence olarak görüyorlar.
Emperyalist ABD ve Batı içinde de farklı eğilimler taşıyan, ülkelerinin çıkarları ve aynı emperyal amaçları için üretilmiş farklı projeleri olan farklı kanatlar var. Statüko emperyalist gücün bir kanadının projesine denk düşüp ondan destek görürken, değişimciler de aynı emperyalist devletlerin içinde üretilmiş değişimci projeyle örtüşüp ondan destek alabiliyorlar. Böylece emperyalist güç, hangi taraf galip gelirse gelsin bölgedeki çıkarlarını onunla koruma imkânını elinde bulundurmaya çalışıyor. ABD’de, son seçimlerden sonra etkili olmaya çalışan, mevcut İslam düşmanı radikal laiklik yanlısı baskıcı politikanın, Türkiye’de “radikal İslami eğilimleri” tetiklediği, Amerikan düşmanlığını tırmandırdığı, sonuçta artık Amerikan çıkarlarına zarar vermekte olduğu, böyle baskıcı ve İslam’la savaşan bir Türkiye’nin, dönüştürmek istedikleri Müslüman halklara model olarak sunulamaması gibi zaaflara yol açtığı gibi nedenlerle, artık sopayı temsil edenleri terbiye ya da tasfiye edip havuç politikasını öne çıkarmak isteyen, iktidardaki Obama ile kendisini ifade eden ve TC hükümetini etkileyen bir kanat da var. İşte bu kanat, hem ABD içinde, hem de dışarıda, ilk neo-con’cu kanatla ve dünyadaki işbirlikçileriyle bir ip çekme konumuna gelmiş bulunmaktadır. Henüz ipi kimin çekeceği ve gelişmelerin hangi istikamete oturacağı tam belli değildir. Bu havuç politikası yanlısı kanat, Türkiye’yi İslam alemine sunabileceği daha tutarlı batı standartlarında özgürlükçü laik-seküler bir model haline getirebilmek için eski baskıcı, İslam’la savaşan laikliği ve sopacı kadroları tasfiye ve terbiye etmeye çalışırken, tabii ki yerli güçlerden de eskilerin yerine ikame edeceği işbirlikçiler edinmek zorundadır. Bunlar da gelişen şartların gereği olarak AKP ve Gülen hareketi olmuştur. Türkiye içinde de henüz kimin başarılı olacağı belli değildir. Ve halen hükmünü sürdüren baskıcı radikal Kemalist kadronun dış desteğini arttırarak galebe çalması ve yenileri tasfiye için darbeler yapması ihtimali de her zaman vardır ve son çıkan planlar da bunun göstergesidir.
Hükümet ve sivil bürokrasiyi bir ölçüde elinde bulunduran AKP-Gülen koalisyonu ise, arkalarında var olan büyük ve kitlesel halk desteğini öne çıkarıp, meydanlardan yükselecek milyonların adalet ve özgürlük taleplerini organize etmek zahmetine katlanmadıkları için, stratejilerini yerli despotlarla küresel despotlar arasındaki dengeye oturtmuş bulunuyorlar. Yerli despotların şerrinden onların da efendisi olan küresel despotlara, yani kâhyanın zulmünden ağaya sığınarak kendilerini ve iktidarlarını güvence altına almaya çalışmak gibi ahmakça bir yol tutturmuş bulunuyorlar. Böyle olunca da, sığındıkları gücün oyununa alet olmaktan kurtulamıyorlar. Bu yüzden, küresel emperyalizmin bir elinde yerli despotların ipi, diğer elinde de onların yerine ikame etmek istediklerinin ipi var. Emperyalizm bazen birini, bazen diğerini serbest bırakıp önünü açarak, iki tarafı da terbiye etmeye ve uyum sağlamaya yanaşmayanı da tasfiye etmeye çalışmaktadır. Tabii ki, bu tespit yerli aktörlerin hiçbir inisiyatifleri olmadan dikte edilen küresel projeyi uyguladıkları anlamına gelmemektedir. Öncelikle küresel ve yerel dengeleri de gözeterek geliştirilen iyi niyetli yerli inisiyatif, arayış ve çabalarla, küresel proje, arayış ve yönlendirmelerin örtüşmesi sonucunda iç ve dış açılımlar daha sorunsuz ve kolay gerçekleşebilmektedir. Ancak bu tür ilişkilerde, iyi niyetli olmak bir anlam ifade etmemekte, nihayet güçlü olan taraf diğerini daha fazla kullanabilme, yönlendirebilme imkânına sahip bulunmaktadır. İşte küresel güçlerin bu yönlendirmesinden azade olmak, konjonktürel gelişmeler içinden rol kaparak inisiyatif geliştirebilme zaafından ve sonuçta küresel güçlerin projelerinde kullanılmaktan kurtulmak, ancak halk kitlelerini, meydanları doldurup yerli despotlara ve emperyal güçlere karşı adalet ve özgürlük taleplerini haykırması için organize ederek ve kitlelerin bu gücüne dayanarak mümkün kılınabilir. Bu emperyal oyunu, ancak meydanlardan yükselen bu kitlesel haykırışın rüzgârını arkasına alarak, küresel ve yerel despotlara sığınmadan kendi özgün politikasını sürdürecek ve değişimi halkın gücüyle sağlayacak bir siyasi güç bozabilir. Ama maalesef Türkiye’de sistem içi değişimi gerçekleştirmek isteyen siyasi kadro, halktan ziyade yerli oligarşi ve küresel güçler arasında kurmaya çalıştığı denge stratejisi üzerine harekette ısrar etmektedir.
Kemalizm Her Makas Değiştirmede Kendini Yeniden Üretmektedir
Kemalizm özet olarak, pozitivist felsefeye dayalı, İslam karşıtı laik, batıcı, ulusalcı, kapitalist ve seküler bir ideolojidir. Kemalist TC treni, emperyalist devletlerin istasyonundan kalkmış ve böylesine batı yanlısı bir istikamete yönelerek, hep Batının seküler, kapitalist, laik, ulusalcı rayları üzerinde yoluna devam etmiştir. Hep Batı istikametinde ilerleyen Türkiye treninin, batıdaki gelişmeleri takip edip dinamik bir taklidi gerçekleştiremediği için her geri kalışında ve Batının yeni görece özgürlükçü konumunu taklit etmek isteyen kadrolar iktidar olduğunda, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak, görece özgürlükçü yeni Batı standartlarını da kazandıracak bir ray değiştirmesi sağlanmakta ve böylece Batı yanlısı sistemin ömrü uzatılmaktadır. Ancak bir yandan da önceki sistemin baskıcı zulüm politikalarından bunalmış, haksızlıkların, adaletsizliklerin zirveye çıktığı faşist dönemlerin uygulamalarına artık dayanma gücü kalmamış, sisteme ve Batıya düşmanlığı tırmanmış olan kitlelere görece bir özgürleşme imkânı da getirilerek, bu görece özgürleşme ve kısmi haklar karşılığında, bu kitlelerin yerel ve küresel sisteme entegrasyonu yeniden temin edilmiştir.
İşte Menderes, Özal ve Erdoğan-Gülen koalisyonu dönemleri, bu bağlamda Batıcı sistemin ray değiştirerek, tepkili kitlelere görece bir ferahlık, özgürleşme ve zenginleşme imkanı sağlayarak kendisini yeniden ürettiği dönemlerdir. Ama TC treni, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak ve bu doğrultuda geliştirilip yenilenerek, belki yeni konsepte uygun biçimde Kemalist sistem yeniden üretilerek Batı istikametindeki emperyalist işbirlikçisi yolculuğuna devam etmektedir. Bu ray değişikliği ile sağlanan görece özgürlük dönemlerinde, (Menderes döneminde Arapça Ezan, Özal döneminde TCK 141-142 ve 163. maddelerinin kaldırılması, Erdoğan döneminde ise, henüz gerçekleşmemiş olmakla beraber, muhtemelen Kürt sorunu kısmen çözülerek, bireysel ibadetler alanında kısmi bir özgürleşme sağlanarak) İslam’a biraz daha saygılı davranılmakta ve Müslüman halklara bir miktar özgürlük getirilmekte, oligarşinin tekelindeki iktidar ve ranttan bir miktar da Anadolu insanı istifade ettirilmektedir. Böylece kısmi bir özgürleşme sağlanarak, Müslüman halkı bir miktar zenginleştirerek, dünyevileştirme, sekülerleştirme ve küresel kapitalizme ve onun bir parçası kılınan yerli kapitalist laik batıcı sisteme eklemleme riski, tehdit ve tehlikesi söz konusudur ki, bunu ifşa edip Müslümanları uyarmak ve bu oyunu bozmaya çalışmak da bizim görevimizdir.
Bu tür halka yakın politika izleyen iktidarların, mevcut daha faşist statükoda değişiklik yaparak, hem daha özgürlükçü bir dönem sağladıkları, görece bir rahatlamaya yol açtıkları için, yani İslam düşmanı faşist laikliği reforme ederek, İslam’a ve Müslüman halka daha saygılı, yine İslam dışı olmakla beraber görece din özgürlüğü getiren ve demokratik laiklik denilen bir yapı oluşturdukları için, hem de İslam’a dost imajı vermeleri ve bireysel hayatlarında kimi İslami ibadetleri yerine getiriyor olmaları sebebiyle, yöneldikleri seküler istikamete doğru Müslümanları da dönüştürmeleri riski oldukça yüksek olmaktadır. Aslında bu etkilenme de, çoğu Müslümanlarda İslami kimliğin, tevhidi bilincin köklü, ilkeli ve nitelikli bir boyut kazanamamış ve küresel emperyal projelerin de bilinmiyor olmasından, yani çok yönlü bir bilgisizlik ve bilinçsizlikten kaynaklanmaktadır.
Dönüştürme Riski Sebebiyle, Görece özgürleşme Olmasın, Despot Statüko Sürsün Denebilir mi?
Sırf Müslümanları dönüştürme ve sisteme entegre etme riski vardır diye, görece özgürleşmeyi vadedenler başarısız olsun ve daha baskıcı, daha zalim ve daha faşist politikaları uygulayan statüko, emperyalizmin faşist taklitçisi olan despot oligarşi hükmünü sürdürsün diyebilir miyiz? Müslümanlar, ferasetli olup, tevhidi istikameti her şartta korumayı başarmak zorundadırlar. Halkı görece özgürleştirici ve zenginlikten payını biraz daha arttırıcı bir sisteme geçilirse, biz buna dayanamayız, ilkelerimizi ve dinimizi koruyamayıp sisteme eklemleniriz, bu sebeple iktidar ve rantı baskıcı faşist Kemalist oligarşinin elinde toplayan ve halkı daha fazla sömürüp, daha fazla ezen statüko devam etsin denemeyeceğine göre, biz olumlu gelişmelerden istifade ederek, ama yeni dönemin risklerini de ifşa edip tedbirler alarak kendi tevhidi yolumuza devam etmeliyiz. Nasıl ki, aşırı rehavet, zenginlik ve rahatlık ortamı dünyevileşmeye yol açıp, bu imkânları temin eden güce ram olmaya yöneltme riski taşıyorsa, aşırı baskı ortamı da insanların fıtratlarını bozarak yozlaşmaya, çürümeye, zalimleşmeye yol açarak ve baskıcı sistemin oluşturduğu korku krallığı da davetin muhataplarını korkutup ürküterek, davetçileri zulümleriyle etkisizleştirip engelleyerek tevhidi dönüşümün önünü kesmektedir. Bu ikincisi yıllardır bu ülkede yaşanan gerçeklik değil midir? Bu sebeple biz her şartta (ki görece özgürleşme taşıdığı riske rağmen akıllı, bilinçli, ferasetli ve ilkeli davrananlar için daha elverişli olabilir) sorumluluklarımızı kuşanarak, zaten bizim olan ve gasp edilmiş bulunan haklarımızın kısmen iadesi sebebiyle bunu sağlayanlara meyletmeden, Rabbimize hamd ederek ve bu suretle sağlanan görece özgürlük imkânlarını da kullanarak tevhidi davet ve şahidlik sorumluluğumuzu sürdürmeli, yeni işbirlikçilerin de söz konusu tehlikelerini ve sekülerleştirme, kapitalizme eklemleyip dönüştürme hedeflerini de ifşa ederek, halkımızı uyarmaya, kendi çevrelerimizin de ayaklarını sırat-ı müstakımde sabit tutmaya çalışmalıyız. Neticede bütün şartlarda imtihan olmakta olduğumuzu unutmamalıyız.
Tabii ki, 80 yıldır ve halen süren ve sözü edilen yeni makas değiştirmeler yaşansa da kendini yeniden üreterek hükmünü sürdüren; 1 – Batıcılığı, Batılılaşmayı, modernliği, çağdaş medeniyet seviyesi olarak ulaşılması gereken kutsal bir hedef haline getirmiş; 2 – Siyasi ve hukuki açıdan laik; 3 – Dini ve kültürel açıdan pozitivist-paganist ve ulusalcı; 4 – Ekonomik açıdan Kapitalist olan ve 5 – Hevaya tabi seküler bir yaşam tarzını temsil eden Kemalizm, bütün makas değiştirmelere rağmen süreklilik arz etmekte, aynı emperyalist istikametteki yürüyüşünü sürdürmektedir. Bütün bu türevleriyle Kemalizmi, yani Kemalizmin temel çizgisi olan laik, kapitalist, seküler projeyi ve aynı zamanda arkalarındaki emperyalizmi de hedef almak, ülkemizde emperyalizmle işbirliği halinde gerçekleştirilen emperyalist kültüre ait işgalin de açığa vurulması, emperyalizmin bütün projelerinin ifşa edilmesi, oyunun bütüncül olarak ortaya konulması anlamına da gelmektedir.
Diğer taraftan, halen devam eden büyük kuşatma, baskı ve başat zulmüne rağmen, Kemalizmi tükenmiş, bitmiş, eleştirmeye bile değmez ve acınacak zavallı gibi gösterenler, bu ifadelerinin Kemalizme yönelik mücadeleyi kırmaya yol açabileceğini düşünmeleri gerekir. Bugün Türkiye’de baskıcı hükmü, tekçi dayatma ve tahakkümü hâlen süren Kemalizm iken, 80 yıldır yaşanan ve halen süren bu büyük, yaygın ve derin zulmün, hukuksuzluğun müsebbibi Kemalizm iken, on binlerce cana kıyarak, hapishaneleri siyasi keyfi kararlarla yüz binlerce masum insanlarla doldurarak, ülkede yaşanan bütün zulümlerin kaynağı olan Kemalizm iken, eğitimi bir öğütüm aracı haline getirip milyonlarca zihni işgal edip, ruhları kirletip esir alan, vicdanları, fıtratları karartarak, bozarak inansımızı kendine ve Rabbine yabancılaştırarak tam bir toplumsal cinnete yol açmış olan Kemalizm iken ve bütün bu zulümlerini hala acımasızca sürdürüp, en ufak düzeltme çabasını ise silah zoruyla engelliyorken, “Kemalizmin üzerine gitmeyelim, zavallı zaten epey zayıfladı” mealinde ifadeler kullanılması doğru değildir.
Yaklaşık 20 yıldan beri Kemalist ulusalcı oligarşiye İslami ölçülerle itirazlar yükseltmeye, zulmünü ifşa etmeye ve geriletmeye yönelik çabalar içinde bulunuyorum. Başlangıçta, “kardeşim çok sert yazıyorsun, sistemi çok açık eleştiriyorsun, başımızı belaya sokacaksın” gibi ifadelerle sisteme yönelik eleştirilerimizi engellemeye çalışanlar çıkıyordu. Ancak aynı eleştirileri liberal-sol çevrelerden yazarlar yaptığında, “ne yiğit adam ne kadar da yüreklice eleştirmiş, ne güzel yazmış” deniyordu. Hatta Zaman Gazetesinin bir köşe yazarı, Çetin Altan’a hitap ettiği bir makalesinde, “vebalin büyük, neden iki çocuktan daha fazla yapmadın, keşke daha fazla olsalardı da özgürlük mücadelesini daha çok sayıda insan sürdürseydi” mealinde utandırıcı ifadeler kullanmıştı. Yani bu insanlar “ben niye adil İslami kimliğimle daha ilkeli ve daha yürekli adalet ve özgürlük mücadelesi ortaya koyamıyorum” diye, İslam’la bağdaşmayan kendi zilletini sorgulayacağına, hak ve özgürlüklerinin savunulmasını liberal-sol yazarlara havale edip, başkalarından medet umuyorlardı. O zaman Kemalizmin güçlü olduğu zannıyla bizi “başımızı belaya sokacaksın” diye susturmaya kalkanların bir benzerleri de bugün “Kemalizm zaten bitti, hala ne diye onunla uğraşıyorsunuz” diyerek bugün de Kemalizmin güçsüz olduğu, tahakkümünün bittiği zannıyla susturmaya kalkıyorlar.
Bugün, Kemalist Batıcı laik ulus devleti destekleyerek kurdurmuş olan ve bunca zulüm yaparak yerli Müslüman halkı zorla Batılılaştırmak, emperyal kültür ve çıkarlar istikametinde dönüştürmek işini ihale ettiği kadroları, artık bu baskıcı yöntemin kendi çıkarlarına zarar vereceğini anlayarak, onları, ya yeni daha özgürlükçü emperyal proje istikametinde terbiye etmek, yahut yeni konsepte uyum sağlamazlarsa da tasfiye etmek ihtiyacı duyan emperyalizmin havuç politikasını devreye sokması vakıasıyla karşı karşıyayız. Şimdi yeni emperyal projede rol alanlara tepki göstermek adına, aynı emperyalistlerin eski ve halen tahakkümü süren işbirlikçisi Kemalist ulusalcıların baskıcı sopa politikalarını sürdürmelerini görmezden mi gelmeliyiz? Yeni potansiyel olan tehlikeyi ve havuç politikasıyla yapılmak istenenleri de ifşa edip karşı çıkarken, aynı zamanda halen süren tehdit ve zulme karşı daha ciddi ve daha öncelikli tepkiler vermek neden bir Müslüman’ı rahatsız eder?
Emperyalistler kurdurdukları ve destekledikleri bir yapıyı değiştirmek istediklerinde, daha doğrusu gelişmeler sonunda artık işlerine gelmediği için değiştirtmek zorunda kaldıklarında, biz onların sopa politikalarını eleştirmeyi bırakıp, terk ettikleri zalim yapıyı daha masum bir kategori olarak görüp ya da acıyarak, ya da yerine gelecek daha büyük bir tehlike diyerek, sadece yeni geliştirilmeye çalışılan projeyle uğraşıp eski ve halen hükmünü sürdüreni dolaylı da olsa koruma ve savunma zilletine mi sürüklenmeliyiz? Ayrıca nasıl oluyor da, yıllarca ulus devlet ve Kemalist resmi ideoloji adına ötekileştirilip tehdit ve düşman ilan edilmiş İslami kimlik ve Kürt kimliğine, yeni emperyal proje içinde rol alarak da olsa yeni işbirlikçiler kimi haklar ve özgürlükler tanıyacak diye, bu görece özgürleşmeye karşı çıkıp, bu yeni durum eskisinden daha büyük bir tehdit diyerek, var olan daha şedit cehennem görmezden gelinir veya önemsizleştirilmeye çalışılır?
Emperyalizmin ve Yerli İşbirlikçilerinin Sopa ve Havuç Politikalarının Tümüne Karşı Çıkıp Özgün Tevhidi Projemizi Gündemleştirmeliyiz
Tabii ki, mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine ram olmak ve onu savunmak da bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaşmaz. Şirk sistemi içinde görece özgürlükçü bir değişiminin gerçekleşmesine razı olmak, bu değişimi sağlayanlarla bütünleşmek, laik-demokrat bir mücadelenin içinde yer almak, o istikamette mücadele etmek de, sırat-ı müstakimi terk edip, tevhid mücadelesinden vazgeçip, şirk sistemi içindeki gri yollara savrulmak anlamına geleceği için Müslümanların uzak durması gereken bir haldir. Yani Müslüman her ve şartta insanlığı kurtaracak tek kurtarıcı yol olan tevhid ve Kur’an yolunu temsil etmek, taviz vermeden ve ilkeli şahidliğini yaparak bu yola daveti sürdürmek durumundadır. Müslüman, mevcut zulme karşı mücadele ederken, mü’min ferasetiyle, eskisinin yerine ikame edilmeye çalışılan yeni zulümleri, yeni zulüm projelerini de fark edip, ifşa ederek, onun da önünü kesmeye çalışmakla da, her şartta sadece tevhidi mücadeleyi gündemleştirmekle de mükelleftir. Ancak bu durum, eski olan ve halen amansızca devam eden zulme karşı mücadeleyi aksatmamalıdır.
Bu sebeple tevhidi dönüşümden yana olan biz Müslümanlar, birinci öncelikli olarak emperyalizmin Kemalist işbirlikçileri eliyle uyguladığı sopa politikasına karşı mücadele etmeli, hatta AKP-Gülen koalisyonunun aynı zulmün görece muhatapları olarak bu zulmü ve zalim oligarşiyi tasfiye etme çabasını da teşvik edip, yerine gelecek görece özgürleşme imkânından da istifade etmeliyiz. Ancak, yeni havuç politikasıyla İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirme, dönüştürme ve kapitalist emperyal küresel sisteme eklemleme riskine de dikkat çekerek, bu projeyi de ifşa edip engelleme mücadelesi vermeliyiz. Ancak, Kemalizme ve ulus devlet zulmüne karşı mücadeleyi gündemden düşürerek ve hedef saptırarak, kuyruğu sıkışan zalimlerimizi rahatlatmaya, kurtarmaya yönelik Ergenekoncu propagandaya da kanmamalıyız. Tabii ki en önemlisi, sopa ve havuç politikalarının her ikisinin de yol açtıkları ve açacakları zulümlere ve tehlikelere dikkat çekmenin yanında, Kur’an eksenli kendi özgün projemizi giderek daha nitelikli ve güçlü biçimde gündem yapmalıyız.
Bizim AKP ve Gülen’in “medeniyetler ya da dinler arası diyalog, uzlaşma, kapitalizme eklemlenme, ABD ve Batı işbirliğiyle İslam’ı ve Müslüman halkları sekülerleştirme / Protestanlaştırma, liberalleştirme” projelerine karşı olmamız, bu tehlikeyi ifşa edip, onunla mücadele etmemiz, aynı zamanda 80 yıllık ve halen amansızca sürdürülen Kemalizm zulmüne karşı da mücadele etmemize engel olmamalıdır. Üstelik bugün AKP-Gülen koalisyonu bürokratlarının işgüzarlığıyla açılan İLKAV, Özgür-Der, Radyo Denge ve hakkımızdaki diğer davaların ve Müslümanlara yönelik gece yarısı baskınlarının, 28 Şubat zulümlerinin aynı zulmün kimi mağdurlarının eliyle bugün hâlâ sürdürülüyor olmasının sebebi de yine tağuti Kemalist resmi ideolojinin ve oligarşi tağutunun oluşturduğu baskı ve korku değil midir? Şüphesiz ki, ister bu korku sebebiyle, dirayetli ve ferasetli davranamayıp emperyalistlere paçayı kaptırdıkları için, isterse tevhidi kesimi kendi sekülerleştirme projelerinin önünde engel olarak gördükleri için olsun, açtıkları bu tür davalarla Müslümanları susturmaya kalkmalarından dolayı sorumludurlar, zalimdirler ve bu zulümleri de ifşa edilmelidir.
Bir daha vurgulamak isterim ki, AKP ve Gülen hareketi bahsedilen projelerin yürütücüleri, emperyalizmin işbirlikçileri olarak (ki onları bu işbirliğine zorlayan da, en azından başlangıçta, daha çok Kemalizm’in hışmından kurtulma arayışlarıdır) tevhidi inanç sahipleri için en büyük potansiyel tehlike olma vasfını taşımaktadır ve biz bu tehlikenin farkında olmak ve bu konuda uyarılarımızı sürdürmek, tedbirlerimizi almak zorundayız. Kemalizm ise, halen geçerli olan ve zulmünü fiilen sürdüren ve öncelikle hesaplaşılması, tasfiye dilmesi gereken vakıa, var olan ve ısrarla süren bir tehlikedir. Ayrıca potansiyel tehlike olan ve mutlaka kendisiyle mücadele edilmesi gereken AKP-Gülen koalisyonu Batı desteğinde görece bir özgürleşme potansiyelini ve Kemalizmin tasfiyesinde önemli bir imkânı da temsil etmektedir. O halde biz Kemalizmin ve var olan darbeci, çeteci odakların tasfiyesinde bu güçlerin Batı desteğinde aldırdığı mesafeyi ve Batı desteğinde liberal ve sol kesimler hatırına da olsa gelebilecek görece özgürleşme imkânını da görmezden gelemeyiz.
O halde biz, bu gasp edilmiş haklarımızın kısmen iadesini de bir imkân olarak değerlendirip, zaten bizden gasp edilmiş olanların kısmen bize iade edilmesi karşılığında AKP-Gülen koalisyonu üzerinden sisteme eklemlenmeden, doğrudan Rabbimize hamd ederek ve zaten bizim olan bu imkânları da kullanarak, bir yandan esas zalim ve gerçek faşist iktidar olmayı sürdüren Kemalizmi tasfiye etmeye çalışırken, bir yandan da yerine ikame edilmek istenen yeni sekülerleştirme, dönüştürme projelerini de ifşa edip karşısında durmalıyız. Ve bu zeminde esas stratejimizi hiç terk etmeden tevhidi davet, şahitlik, eğitim ve adalet mücadelemizi ilkeli bir biçimde sürdürmeli ve toplumun önünde, gerçek adalet ve kurtuluş yolunu gösteren SAHİCİ alternatif olduğumuzu göstermeliyiz.