Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa KONFERANSLAR VAHYİN SOSYALLEŞTİRİLMESİNDE YAŞANAN ZAAFLAR – SAVRULMALAR VE HER ŞEYE RAĞMEN KAZANIMLARIMIZ

VAHYİN SOSYALLEŞTİRİLMESİNDE YAŞANAN ZAAFLAR – SAVRULMALAR VE HER ŞEYE RAĞMEN KAZANIMLARIMIZ

by İlkav Editor
6,2K 👁
A+A-
Reset

" VAHYİN SOSYALLEŞTİRİLMESİNDE YAŞANAN ZAAFLAR – SAVRULMALAR VE HER ŞEYE RAĞMEN KAZANIMLARIMIZ "

25. 11. 2007 günü İLKAV Konferans salonunda gerçekleştirilen, “Vahyin Sosyalleştirilmesinde Yaşanan Zaaflar, Savrulmalar ve Her Şeye Rağmen Umut Veren Kazanımlarımız” konulu konferansta, Mehmet Pamak, önce Kur’an’a yaklaşım usulü üzerinde durdu ve Kur’an okumaya yönelik zaaflara dikkat çekti. Geleneksel ve modern yanlış okumalara dair tespitlerini şöyle sıraladı:
[1] Kur’an’ı, “Hatim İndirmek” ve Ölüler İçin Okumak:
[2] Kur’an’ı, Tegânni İle Haz Duymak İçin Okumak:
[3] Tıbbi Hastalıklara Şifa Amacıyla Kur’an Okumak:
[4] Kur’an’ı, Fal ve Şifre Kitabı Haline Getirmek:
[5] Kur’an’ı, Sadece Bilgi Edinmek İçin Okumak:
[6] Kur’an’ı, Özne Olmaktan Çıkaran Okuma Tarzı:
[7] Kur’an’ı, Batınî Yorumlara Açık Tutarak Okumak:
[8] Kur’an’ı, Tarih yada Hikaye Kitabı Gibi Okumak:
[9] Kur’an’ı, Bir Kısmını İnkâr Eden Yaklaşımla Okumak:
[10] Kur’an’ı, Bütünlüğü Gözetmeden Parçacı Okumak:
[11] Kur’an’dan Din Öğrenilmez Yaklaşımıyla, İnsanların
Kitaplarını Kur’an’ın Önüne Geçirmek::
[12] Kur’an’ı, Resulün Örnekliğini Dikkate Almadan
Mealci Okuma:
[13] Kur’an’ı, “Tarihselci” Yaklaşımla Okumak:
[14] Kur’an’, Rölativist (Göreli) Yaklaşımla Okumak:
[15] Kur’an’ı, Özgürlükte Sınır Tanımadan Okumak:

Ekitap için tıklayın

Kur’an’a yaklaşımda geleneksel ve modern yanlışları hatırlattıktan sonra doğru usûlün, anlamak, öğüt almak ve yaşamak üzere Kur’an okumak olduğunu ve bunun Kur’an’da “hakkıyla okumak” olarak nitelendirildiğini ifade etti. Kur’an’ı hakkıyla (gereğince) okumanın ona iman etmenin de bir gereği olduğunu yine Kur’an ayetleriyle açıkladı.

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek (gereği gibi) okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.”

Şehid Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabında ifade ettiği, ilk Kur’an neslinin oluşumunda temel rol oynayan üç hususu hatırlattı:

“1. Kur’an bu ilk neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. 2. “İlk dönemin örnek nesli, Kur’an’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiçbirisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de duyar duymaz hemen tatbik etmek üzere alırlardı. 3. O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu.” “Müslümanın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslam’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopuş vardı. Zihni planda yaşanan bu hicret ve kopuş, hayata taşınıyor, İslam’a girenlerin hayatında da, ahlaki ve davranışlar planında büyük bir inkılap yaşanıyordu. Cahiliyenin gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma hali kişileri kuşatıyordu. Tam bir yol ayrımı gerçekleşiyordu.”

Sonra, Kur’an’ın ilk muhatapları olan Resulullah (s) ve ashabının, vahyi nasıl anlayıp, nasıl hayata aktardıkları, nasıl sosyalleştirdikleri sorularına, ilk Kur’an neslinin hayatını Kur’an ayetleri ve siyer bilgileri ışığında analiz ederek cevaplar verdi.
“İlk neslin hayatının içine inen ve bu hayatı inşa ederek tamamlanan bir kitap olan Kur’an, Peygamber (s) ve arkadaşlarının hayatında vahyin nasıl sosyalleştirilmesi gerektiğini de, bu ilk şahidlerin şahidliğinde örnekleyerek ortaya koymuştur. Bizler de, diğer insanlara şahidler kılınmış olmanın sorumluğunu taşımaktayız. Bu büyük sorumluluğumuzu, ancak ilk şahidlerin oluşturduğu ilk örneğin ışığında, vahyi hayatın bütün alanlarına hakim kılarak, Kur’an ile ahlaklanarak ve böylece insanlara örneklik teşkil ederek, bireysel ve toplumsal (cemaat planında) halimizle tebliği gerçekleştirerek yerine getirebiliriz.

Kur’an-Siyer ve kur’ani kavramlarla ilgili çalışmalar, teorik bir çerçeveyi aşarak, iman amel bütünlüğünde, ilk neslin yaptığı gibi hemen hayata taşınmıyor, en azından bunun mücadelesi verilmiyorsa, hayatın çeşitli alanları, – siyaset, -hukuk, -ekonomi, -aile vb alanlar, vahyin ölçüleriyle inşa edilmek için hemen harekete geçilmiyorsa, bu amaca uygun bir yapılanmaya, dayanışmaya yönelinmiyorsa, Kur’an karanlıklardan aydınlığa çıkarma, inkılap ve inşa etme, şeref ve onur kazandırma fonksiyonunu yerine getiremez.”

Daha sonra, Ümmet olarak bu hale neden sürüklendik?
Sorusunun cevabını arayarak şu tespitleri yaptı:
“Saltanata geçişle başlayan kaynaktan kopuş süreci, giderek büyük savrulmalara yol açtı. Tevhidi sahih geleneğin yerini, yüzyıllar süren bu savrulma sürecinde muharref gelenek aldı. Kur’an’dan ve Resulullah’ın sahih sünnetinden uzaklaşma, Müslüman halkların ümmet olma vasıflarını kaybetmesine, kitabi bir toplum olmaktan çıkarak, muharref geleneğin oluşturduğu “atalar dini”ni taklit eden niteliksiz halklar ortaya çıktı.

Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, “aklı ve ilmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın ve zannın cirit attığı bir alan olan “keşf ve ilham” alanında uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın, Kitabi din anlayışından kopmanın en büyük sebebini teşkil etti. Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp, Allah’ın yasakladığı “kör taklid”in ve “meyyit gibi teslimiyet”in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı.

Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı. Özellikle, “içtihat kapısını kapatan” taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesildi. Bunun neticesinde yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandıran bir katkı sağladı. İşte bu büyük yozlaşma serüveninin sonunda geldiğimiz bugünkü noktada, Kur’an algımızdan başlayarak, hayatımızı kuşatan ve yaratılış amacımız olan “ibadet” anlayışımıza kadar pek çok temel konuda ürkütücü boyutlarda anlam ve eksen kaybının meydana geldiğini görüyoruz.”

Müslümanların taşıdıkları zaaflar ve yaşanan savrulmaları geniş bir analize tabi tutan Pamak, Kimi zaafları şu başlıklar altında ortaya koydu:
-Asıl ve ilkeler ile fer’i konular arasında ayırım yapmama zaafı: Bir yanda, fer’i konularda bile düşünceyi sınırlayan, farklılıkları hoş görmeyen taassubu diğer yanda ise, asıl ve ilkeler alanında, dinin sabiteleri konusunda bile sınır tanımayan bir özgürlük iddiası kaçınılması gereken iki aşırı ucu temsil etmektedir.

-Aklın ihmali, naklin kutsallaştırılması: “Vahyin belirleyiciliğinde aklın fonksiyonelliği yerine, naklin, kör taklidin, duygu ve heyecanlara dayalı tepkiselliğin öne çıkarılması sebebiyle, insanlar içtihat ve yorum farklılıklarını, tarihsel olanı, tartışmalı nakilleri mutlaklaştırıp akideleştirerek birbirlerini kolayca katledebilecek sapmalara sürüklenebilmişlerdir.”

-Bir yanda tarihi bikirimi kutsallaştıranların, diğer yanda muhkem ve evrensel olanı bile tarihe gömmeye çalışanların oluşturdukları zaaflardan kaynaklanan savrulmalar

-Bilgi-eylem, iman-amel ilişkisindeki dengesizlikler yaşandı

-Tevhidi uyanış sürecinde en büyük zaaf, ilke yerine yapının öncelenmesiydi.

-Meşru itaat ile bireysel özgürlük arasında denge kurulamaması da büyük bir zaaf oluşturmaktadır.

-Tüketim kültürü ve kapitalist yaşam tarzına uyum sağlama : Kapitalist gibi üreten, tüketen, yaşayan Müslümanlar çoğaldı. Liberal düşünen, siyasete, ticarete ve toplumsal hayata Kur’an’ı müdahale ettirmeyen, başörtüsünü bile modernleşmenin aracı, cazibeyi arttırıcı bir form haline getirmeyi başaran, bireysel hayatında ise, kimi bireysel ibadetleri içi boşaltılmış formlar halinde yerine getirmeye çalışan Müslümanlar arttı.

-Tağuti sistemleri doğru tanımlama ve ayrışmada sorun yaşanmakta, tağutla bütünleşmeye yol açmaktadır.

-Sistem içi araçların kullanımında ölçünün kaçırılması, araçların ve tedbirin putlaştırılması da savrulmalara, sisteme doğru değişimlere yol açmaktadır.

-Müslümanlar, sistem içi değişimi temsil eden partiler üzerinden sisteme eklemlenme riski altındalar.

-Sol ve liberal aydınlarla ilkesiz birliktelikler, onları kanaat önderi edinme, kürt sorunu hatırına onlarla seküler ortak paydada buluşma da savrulmalara neden oldu.

-İnsan hakları alanında, batının seküler değer ve ölçülerini evrensel ölçüler kabul ederek onları referans alanlar da sekülerleşme istikametinde dönüştüler.

-“Sağcı Müslümanlık” anlayışından kurtulmaya çalışırken, bir de “solcu Müslümanlık” bid’atı hortlatılmaya çalışılıyor.
-İslami mücadeleyi, belli talep ve beklentilere indirgeme zaafı da, sonuçta bunlar karşılandığında sistemden razı olup entegre olma, teslim olma, rehavete kapılma savrulmasına yol açmaktadır.

-Sadece Allah’ı razı etme ve her şeye rağmen vahyi hayata hakim kılma mücadelesini ısrarla sürdürme anlamındaki temel stratejik hedefe kilitlenme yerine, konjonktürel özgürlük ve refah, zenginleşme arayışlarına endekslenme ve ehveni tercih dışı bırakıp, şer ve ehven-i şer arasına sıkışma da önemli bir zaaf oluşturmaktadır.

Pamak, bu tespitlerden sonra, bugün gelinen noktada yaşanan zaaf ve savulmaları aşağıdaki şekilde sıraladı:

1 – En önemli savrulma sebebi, imanda ve şahsiyette zaaf olması, inanılan değerler konusunda emin olunmasını sağlayan yakin bir imanın ve inandığı değerler konusunda bedel ödemeyi göze almayı sağlayacak bir şahsiyetin oluşmamış olmasıydı. Ölüm ve hesap bilincinin güçlü olmaması ve ahiretin yakin olarak algılanmaması. Tevhidi iman yerine Allah’ın varlığına imanın öncelendiği bir toplumsal kültürün, toplumla çelişmeme adına kanıksanması da, savrulmalarda önemli rol oynadı. Örnek İslami şahsiyetlerin ve bunların öncülüğünde, örnek, adil ve kuşatıcı yapıların oluşturulamaması da savrulmalarda pay sahibiydi.

2 – İlk indiği, dönüştürdüğü toplumdan ve ilk inşa ettiği Peygamber ve ashabının hayatından soyutlanmış, ilk pratikten kopuk teorik Kur’an okumalar, bugünkü toplum ve hayatla da bağı kurulamayan ve dolayısıyla pratiğe aktarmada sorunlar yaşayan bir okuma olmuştur. Peygamberin güzel örnekliği ve Kur’ani sünnet içselleştirilmeyince, toplumu dönüştürme sorumluluğu terk edilince, vahyi sosyalleştirmekten, Peygamberi pratikten kopuk teorik imanlar, bir süre sonra cahiliye tarafından kuşatılıp, öğütülüyor. Kulluk eksenli bir hayatı kuramayanlarda, tevhidi bir pratiği üretemeyenlerde meydana gelen boşluğu dünyevileşme dolduruyor. İbadet bütünlüğünden ve ubudiyet bilincinin belirleyiciliğinden kopuk hayat giderek sekülerleşiyor. Dünyevileşme, ulusal kirlilik, yeniden sağcılaşma ve muhafakarlık gibi sapmalar, zayıf olan unsurları kuşatmaya, dönüştürmeye devam ediyor. İlk okuldan itibaren dayatılan ulusalcı kirlenme, zihinlerde gerçekleştirilen ulusalcı işgal ve beyin yıkama operasyonlarının bıraktığı izler, zaman zaman, bu büyük gözaltında gerçekleştirilen hipnotizma, yeri geldikçe sistemin elini şıklatmasıyla hemen devreye girmekte ve insanlar derhal ulusalcı reflekslerle hizaya girivermektedirler. Bunun en bariz örneği Kürt sorunu bağlamında sürekli yaşanmaktadır.

3 – Kulluk eksenli mücadele yerine iktidar eksenli mücadelelere heveslenilmesi, kulluğun parçalanıp, bazı parçaların dinin/bütünün yerine ikame edilmesi, kimileri açısından kulluk bütününden soyutlanmış bir siyasi mücadelenin dinin tümü gibi algılanması, hem de diğer alanları yok sayacak derecede birinci plana çıkarılması da bir başka savrulma sebebini teşkil ediyor.
4 – İman edilen değerleri, Kur’ani ölçüleri hayat düsturu haline getirememek, Kur’an’la ahlaklanamamak, inanıldığı iddia edilen değerleri salih amel haline dönüştürememek, iman-amel bütünlüğünü parçalayan tutumlar da savrulmalarda önemli rol oynamaktadır. Allah bu durumda olanlara Bakara suresi 44. ayette “Başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendisini unutan bilgi sahipleri” yada Saf Suresi 3-5. ayetlerde “Yapmadıklarını söyleyenler” ve Cuma Suresinde “Kitap yüklü merkepler” olarak niteleyip kınamaktadır.

5 – Fikirde ve tavırda yüzeysellik sebebiyle derinlik kazanamamak yüzünden slogan, duygu, heyecan ve tepkiselliğin davranış ve eylemlere yön vermesi, vahiy ve aklın yönlendirme ve denetiminden çıkılması ve bu halin çözümsüzlüklere, tıkanmalara yol açması da savrulma nedenlerinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.

6 – Modern kavram ve değerlerin yol açtığı kirlenme ve Batının seküler değerlerini evrensel değerler olarak kabul etme sonucunda meydana gelen zihinsel dejenerasyon ve sekülerleşme Müslümanlar üzerinde önemli bir dönüştürme etkisi yapmış bulunuyor. İlkesizce kullanılan batıl kavramlar, girdikleri Müslüman zihinleri zamanla dönüştürdü.
Emperyalist sekülerleştirme projelerinin estirdiği medyatik rüzgara kapılarak, dağıtılan imkânlara teslim olarak, büyük güçlerin gücü karşısında komplekse kapılarak, onlarla sağlıksız ve ilkesiz ilişkiler kurarak, Batı desteğiyle dönüştürme projelerine eklemlenme de özellikle yerel ve global “28 Şubat” projelerinin temin ettiği çok önemli ve yeni bir savrulma nedeni olarak gelişmelere damgasını vurmuştur. Hem liberal ve sol çevrelerle kurulan ilkesiz ilişki ve birliktelikler, hem de onlardan görmeyi umut edilen itibar beklentileri, zamanla onlara benzemekle sonuçlandı.

7 – Bazılarının yaşının ilerlemesine rağmen bir türlü gelmeyen ve uzun soluklu bir yürüyüşü gerektiren İslami yönetimden ümidi kesip, bir an önce iktidara ve onun nimetlerine ulaşma aceleciliği içine girmeleri de bir başka savrulma nedenini oluşturmuştur.
8 – Tevhidi, inkılabi kesimlere yapılan baskı ve zulümlerden çekinip de sistemin “meşru” (!) saydığı alanlara doğru yönelme eğilimleri, korku krallığına teslimiyet de bu savrulmalarda önemli rol oynadı.

9 – CIA raporlarının ılımlı – radikal ayrımı yaparak, Amerikancı, Batıcı seküler anlayışı temsil eden “ılımlı”lara ve sufizme sıcak yaklaşımlar geliştirmesi, onlarla egemen güçlerin temasa geçmesi, vaadlerde bulunması yada imkanlar açması da, riski olmayan bu tip yanlış din anlayışlarına rağbeti arttırdı.

10 – Çözüm üretememek, alternatif bir yapı oluşturamamak gibi sebeplerle bunalıma düşüp, “biz hiçbir şey yapamıyoruz” diyerek, yanlış da olsa bir şeyler yapar görünen uzlaşmacı, hurafeci kesimlere, kitleleşip kurumlaşanlara doğru meyletmek, (üstelik bunlar ABD, AB, Papalık ve Siyonist kuruluşlarla çok yakın ilişkiler de kurmalarına rağmen) onları yücelterek eklemlenmek de önemli bir başka savrulma nedenidir.

11 – Henüz görevlerini tam yapmadıkları halde, toplumu dönüştürmede haksız yere hemen sonuç almayı ve hemen bir inkılap gerçekleştirmeyi umanlar, uzun vadeli çalışmayı göze alamadıkları ve sabredemedikleri için, hemen dönüştüremedikleri toplumun cahili değerlerini yeniden keşfederek ve daha önce hata ettiklerini itiraf ederek, ne pahasına olursa olsun kitleyle buluşmak adına topluma doğru bir dönüşüm geçirdiler. İçinde İslami motiflere de yer veren fakat esasta tamamen dünyayı terk gayesinde olan "Doğu Mistizminin" ve "Batı Ruhbanlığının" özelliklerini de üzerinde bulunduran "Tasavvufi Düşünce"nin doğması, tarihi bir savrulma nedeniydi. İşte birileri bu savrulmayı eleştirerek yola çıkmışken şimdi yine ona sığınıyorlardı. Müslümanların kolaylığı için çalışan alimlerin görüşlerini dogmatik bir anlayışla kutsallaştırıp, değişmez mezheplerin oluşması, hatta zaman zaman mezhepleri dinin önüne geçirmek, hatta kimileri açısından dinleştirmek suretiyle oluşturulan "Kör taklit”çilik ve mezhebi taassupçuluk bu süreçte yeniden baş gösterdi. Bazı tevhid ehli Müslümanların, yola çıktıklarında önceledikleri Kur’an ve sahih sünnetin belirleyiciliğini terk ederek, mezhebi, Batıni yorumlarla, Kur’an algısını, korunmuş metinle alakasız yorumlarla tahrif eden eğilimlere ve mesnetsiz uyduruk rivayetleri Kur’an’ın ve sahih sünnetin önüne geçiren ve üstelik bu yanlışlara tabi olmayanları mü’min saymayan sapkınlıklara doğru savrulmalar yaşandı. Böylece, Kur’an’ı ve dini parçalayıp, kendi subjektif yorumunu dinleştirip onunla böbürlenen kesimler oluştu. (Rum 30/32) “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”

12 – Az sayıda insanla birlikte olmaktan bıkıp, daha geniş kitlelerle birlikte olmanın arzu edilmesi, insanlardan itibar görmeye dair özlem ve beklentiler, marjinalleşmekten korkmak, kitleleşme uğruna ilkelerin feda edilmesi de önemli bir savrulma nedeni oldu. Dünyevi beklentiler, hesaplar, çıkarlar uğruna takip edilen pragmatizm akidevi ve ahlaki ilkeleri çürütücü ve dönüştürücü bir rol oynadı.Halbuki bütün Peygamberler de önce marjinaldiler ve hatta pek çoğu bu konumdan hiç kurtulamadılar, Nuh (as) 950 yılda bir gemi dolduramadı, ama tevhid gemisini inşa etmekten de hiç bıkmadı, yorulmadı ve tüm alaylara rağmen karada gemi inşa etmeyi ısrarla ve yılmadan sürdürdü. Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terk edilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına, yada birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce kitleleşmek ve aceleyle dünyevi sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terk ederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar.

Hak ve adalet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır. Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil doğru konumda bulunup bulunmamaktır. Kur’an bir çok ayetinde “insanların çoğunun bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra, Rabb’imize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” diyor. Bir başka ayette ise, “iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır” hükmü yer alıyor.

13 – Müslümanların, şirk sistemini, müesseselerini, makamlarını ve yöneticilerini gözlerinde büyütmeleri ve onlardan görecekleri küçük bir ilgi ve itibardan çok fazla etkilenip onlara doğru meyletmeleri, yahut da tersine bir baskı ve tehdit aldıklarında da hemen kenara çekilmeleri, ortada görünmemeleri de, ibretlik bir savrulma nedenidir.

14 – İslami yöntemle, sünnetullah gereği toplumsal değişimle İslami yönetime ulaşmanın çok uzakta görünmesi, uzun ve zorlu bir yolculuğu gerektirmesi sebebiyle bir an önce bazı imkan ve dünyevi başarılara (!) ve bu arada can ve mal riskinden de uzak yöntemlere doğru eğilim gösterilmesi, fedakârlıktan nimetlere, riskten ikbale doğru kaçışın da savrulmalarda önemli rolü olmuştur.

15 – Başta Kürt sorunu olmak üzere, kimi ülke sorunlarına acil çözüm getirmek isteyenlerin, “Mademki şimdi İslam’ın gelmesi mümkün değil, o halde yangını söndürmek için mevcut şartlar içinde beşeri sistemler, modeller çerçevesinde projeler üretmeliyiz” diyerek İslami olmayan çözüm yollarının arkasına takılanlar,

16 – Ekonomik sıkıntılar yaşayanların veya daha yüksek refah seviyesini ve daha büyük zenginliği arzu edenlerin, yada zenginliğine zenginlik katma hırsı içinde olanların, özetle dünyevileşenlerin, ekonomik imkan vadedenlerin, kredi ve ihale dağıtanların yanlarına hem de az sayılmayacak sayılarla koşmaları da dikkat çekici, ibret verici ve tarihi kökleri olan kadim bir savrulma nedeni olmayı sürdürmüştür. Makam, mevki, ihale ve zenginleşme imkanı bulamadıkları için tavizsiz görünenlerin çoğu, bu tür imkanlara dair ilk teklifle muhatap olduklarında, derhal imtihanı kaybedecek bir eğilime kapılabiliyorlar.

17 – “Saray ulemasının” ve bugünün “MGK ulemasının”, “zalim yönetime itaatin” gerekliliği hususundaki açıklamalarının mevcut iktidarlara itaat bilincini oluşturması ve bu sapmanın sistem tarafından sürekli beslenmesi, toplumun zulüm ve fitnenin adresini hep dışarıda aramaya, “kendi zalim ve kafirlerini” hoş görmeye alıştırılmış olmasının da genel anlamda savrulmaları kolaylaştırıcı bir tesiri olmuştur.

18 – Uzlaşmacı bir anlayışla sistemle şu ya da bu ortak paydada buluşmak, resmi ideolojiden beratını tam anlamıyla ilan etmemiş olmak ve bayrakçılık, vatancılık, Türkiyecilik, devletçilik, demokratlık, ulusçuluk, muhafazakarlık vb ulusalcı kirlilikler ve sağcı eğilimler de hep bu kolay savrulmanın zeminini oluşturmuşlardır.

19 – Bazı hayırlı gelişmelerin zamanı gelince kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik ve yanlış tevekkül anlayışı da direniş azmini kırıcı, pasifize edici bir rol oynamış, zaman zaman gündemleşen mevzii duyarlılıkların da kolayca sönmesinde ve sürdürülememesinde önemli rol oynamıştır.

20 – Zulüm ve baskılar karşısında ne yapması gerektiğinin araştırmalarına yönelip, nasıl mücadele edeceğinin projelerini üretmek yerine, hatta yeni hak ve özgürlük taleplerini dillendirmek yerine, ne pahasına olursa olsun, mevcut kazanımları korumak endişesi ile mevcudun üzerine kapanıp, eldekini de kaybetmemek için pasifleşmek, geri çekilmek, suskun ve özür dileyici bir tavra sürüklenmek de büyük bir zaaf oluşturmuştur.

21 – Türkiye ve Dünyada haklı gerekçelerden kalkarak da olsa, sonuçta hudut tanımayan, ölçüsüz bir şiddeti esas alan eylemlilikler de, hem İslam’ın hak etmediği yaftalarla nitelendirilmesine yönelik emperyalist projelere hizmet etmekte, hem Müslümanlar arası kardeşlik ve ümmet bilincini tahrip etmekte, hem bilmeyen insanların İslama yönelişini engellemekte, insanları İslam’dan soğutmakta, hem de bu tür şiddet ortamları İslami düşünce üretiminin, tefekkürün ve fikri gelişmenin önünü kesmektedir. Ölçüsüz şiddet uygulayan çevreler, belki çoğu da yerli ve yabancı istihbarat örgütlerinin ya da emperyalist ülkelerce oluşturulmuş şiddet eksenli şirketlerin yaptıkları provokasyonlarından ibaret bu tür olayların tümünün vebalini yüklenmiş olmaktadırlar. Bu tür kör şiddeti esas alan eğilimler ve eylemler, gizliliğe dayalı şiddet eksenli örgütlenmeler, davetin önünü tıkayan, şahidlik sorumluluğuna zarar veren, adalet duygusunu zedeleyen sonuçlarıyla, bir yandan tebliğ muhatabı olan insanları İslam’dan uzaklaştırırken, bir yandan da, İslami mücadelenin içinde bulunan kimi kırılgan ve zayıf unsurların da İslami mücadele saflarını terk ederek küsmesine bir kenara çekilmesine, hatta tam tersi istikametlerde dönüşüp sekülerleşmesine, bireyselliğin ve dünyevileşmenin yaygınlaşmasına yol açabilmektedir.

22 – Farklı bir savrulma ve oyalanma alanı da, edebiyat ve sanat yapanların ilkesiz tutumlarıyla oluşmaktadır. “Sanat sanat içindir” anlayışı ile her vadide ilkesizce ve avarece dolaşan sanatçılar, edebiyatçılar çoğalmaktadır. Tevhidi bilincin denetiminde, davasına hizmet için sanat yapması gerekenler, tevhide aykırılıkları bile kolayca gerçekleştirebildikleri şiirler yazabiliyor, bu tür edebi çalışmaları alkışlayabiliyorlar. Edebiyat ve sanat kimileri için, bedel ödemenin gerekmediği, risksiz bir oyalanma ve itibar görme zemini oluştururken, kimilerine de bu sanatı seküler bir eğlence unsuru haline getirerek, modern eğlence formlarını içselleştirme imkanı oluşturmaktadır. Böylece Müslüman kitleler, seküler eğlence mekanlarında başörtülü eğlenme imkanı bulurken, bu tür seküler sanat ürünlerini üretenler de, baskılara muhatap olmaktan kaçarak, edebiyat ve sanatın risksiz ve güvenli limanlarına demirleyip, edebi ufuklarını zenginleştirmeye çalışmaktadırlar. Vahiy-hayat ilişkisinden kopuk, soyut hayal dünyalarında at koşturarak, ulusal kültüre hizmet aşkıyla tatmin olmaya çalışmaktadırlar.

Tüm bu savrulmaları yaşayanlar, yeni konumlarını İslami göstermek için bir de Kur’an vahyini kendi yeni durumlarını tasdik ettirmeye yönelik zorlamaların nesnesi haline getirmekten de çekinmediler. Bir yandan da, başka Müslümanları da kendi yeni tercihleri istikametinde ikna etmeye yöneldiler. Bütün bu savrulmalara rağmen, sanki tevhidi duruş geçici bir gençlik heyecanı olarak geride kalmalıymış gibi, bir de dönüp, tevhidi duruşunu her şart altında sürdürmeye çalışanlara “siz hala orada mısınız?” sorusunu sormaya, kendilerince tevhid ehlini gericilikle suçlamaya yeltenmektedirler.

Biz de onlara diyoruz ki,

–“Evet biz hâlâ, vahyin belirlediği, Nuh (as)’ın bıkmadan, sabırla ve ısrarla tam 950 yıl beklediği yerde duruyoruz”.
–Evet biz hâlâ, Ashab-ı Kehf’in uğruna yüzlerce yıl mağarada bekledikleri ilkelerin yanındayız.
–Evet biz hâlâ, Yusuf (as)ın uğruna zindanı göze aldığı ve zindanda da aynı tevhidi daveti ısrarla sürdürdüğü çizgideyiz.
–Evet biz hâlâ, tek başımıza da kalsak, Rabbimiz tarafından övülen İbrahim (as)’ın tek başına ümmet olma pahasına koruduğu onurlu duruşu tercih ediyoruz.
–Evet biz hâlâ, Firavunun yüzüne hakkı haykıran Musa (as)’ın yanında durmak istiyoruz.
–Evet biz hâlâ, Firavun’un açık ve kesin işkence ve ölüm tehdidine rağmen imanın onurunu kuşanıp taviz vermeyen, “Rabbimiz bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua eden sihirbazların şerefli safına yakın bir yerde durmaktan onur duyuyoruz.
–Evet biz hâlâ, Resulullah (s)in, “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz yine de vazgeçmem” dediği ve her türlü zulme rağmen tavize yanaşmadığı ilkelerin belirlediği yerde durmaya çalışıyoruz.
–Evet biz hâlâ, dövüleceğini bile bile Resulullah’ın (s) isteğiyle Kâbe önüne gidip Kur’an okuyup, ağır saldırıya uğrayarak canının zor kurtardığı halde, tekrar tekrar gidip Allah yolunda dövülmeyi göze alan Abdullah İbn. Mesud’un yanında durmaktan onur duyuyoruz.
— Evet biz hâlâ, Hz. Bilal’in kızgın kumlar üstünde, kızgın kayalarla yapılan ağır işkencelere rağmen “ahad ahad” diye haykırdığı yerde durmak istiyoruz.
Pamak konuşmasının sonunda şu hususların altını çizdi:
“Sonuç olarak, en başta imanda zaaf ve yetersizlik, niteliksizlik, korkular, çıkarlar, fikri ve zihni karışıklıklar, çok yönlü pragmatizm, ilkesizlik, acelecilik, çözümsüzlük kaynaklı bunalımlar, marjinallikten ve riskten kaçış ve en son olarak da emperyalistlerin küresel dönüştürme projelerine eklemlenmek gibi unsurlar bu büyük savrulmaların sebeplerini oluşturuyor.

Bütün bu sorun ve zaafların temelinde aslında sahih bir İslami bilgiye dayalı sahih bir imanın ve doğru, isabetli bir yönelişin nitelikli ve derinlikli bir biçimde gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı. Bir de bunun üzerine 28 Şubat’la daha bir serleşip keskinleşen düzenin otoriter, baskıcı tavrı eklenince büyük sapma ve savrulmalar yaygınlaşabilmiş ve üstelik savrulanlar bu konjonktürel baskıları da kendilerine mazeret kılabilmişlerdi. Sonuçta, bazen korku ve endişe, bazen dünyevi güç ve imkanlara erişme hesabı, bazen reddedilmeme, dışlanmama tam tersine itibar görme, medyada yer alma beklenti ve telaşı, çoğu zaman da bütün bu kaygı ve hesapların iç içe geçmesi neticesinde savunulan ilke ve değerlere aykırı tutumlar gündeme gelebilmişti. Yıllarca savunula gelen doğrular bir çırpıda terk edilebilmiş, adeta tövbekar bir ruh haliyle maziye tümüyle sünger çekilebilmişti. “Demokratik tevbe” yapan itirafçı kimlikler, işte bu zaaflar sebebiyle meydanı doldurmuştur.”

Bütün bunlara rağmen umutlu olmamızı sağlayacak çok değerli kazanımlarımızın da bulunduğunun altını çizen Pamak, Müslümanları umutlu olmaya ve yeni umutları yeşertmeye çağırdı: “Ayrıca durumun o kadar da vahim olmadığını, yıllar içinde önemli kazanımların oluştuğunu ve hala muhafaza edilebilen küçümsenmeyecek bir birikimin de var olduğunu düşünerek morallerimizi düzeltmeliyiz. Müslümanların neredeyse tamamının kendisini sağcı, muhafazakar, milliyetçi kalıplar içinde tanımladığı günlerden bugüne alınan mesafe yüzümüzü güldürecek bir mesafe olarak görülmelidir. Kur’an’ın yalnızca ölülere okunduğu günlerden bugüne hiç de azımsanmayacak sayıda insanın, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak üzere okumaya yöneldiğini biliyoruz. Ayrıca, tevhidi bilincin yaygınlaşması sürecinin çok kısa bir maziye sahip olduğunu ve geleneksel din anlayışlarının, sahih din anlayışının önünde önemli bir engel olarak durduğunu da unutmayalım. Bir an için kimse kalmadığını, yalnız kaldığımızı varsayalım. Bu en kötü durumda bile umutlu olmak ve çalışmak zorunda değil miyiz?

Süfli dünyevi çıkarları için ilkelerini yemeyen, insani bir hal olarak mazur görülebilecek korkularını imanının önüne geçirmeyen bu Müslümanların, beraberce yeni bir geleceği, ilkeli bir İslami mücadeleyi, yeni umutları yeşertecek azimli bir özgürlük mücadelesini verebileceklerine inanıyorum. Rabb’imizin biz mü’minlere yardım vaadi vardır. Yeter ki, bizler bu mübarek yardıma müstahak olacak halimizi kazanacak derecede, O’na ve dinine yardım yükümlülüğümüzü öncelikle yerine getirebilelim. Ve yine Rabbimiz bize, yardım ettiğinde kimsenin bize galebe çalamayacağını da beyan ederek, müthiş bir umut vermektedir. Biz iman edip, salih amel işlediğimizde ve Allah’ı çokça zikredip O’nun hükümlerini hayatımıza hakim kıldığımızda ve yardımlaşarak zulme karşı koyduğumuzda, “o zalimlerin nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceğini göreceğimizi” bize müjdelemektedir.

Bilmeliyiz ki, inandık demekle bırakılmayıp imtihana tabi tutulmaktayız, “korku, açlık, mallardan, canlarda ve ürünlerden eksiltmek” gibi şeylerle sınanmaktayız. Sabredip direnmemiz halinde kazanacağımız Kur’an’da beyan edilmektedir. Bizlere de umud veren ayetler, o gün büyük sıkıntılar içinde Rasulullah’a ve ashabına da umut vermiştir. Rasulullah (s) en büyük zorluklar içindeyken Allah Rasulünün göğsünü genişletip, yükünü kaldırdığını ve şanını yücelttiğini beyan etmiş ve te’kid üslubuyla umudu yeşerten bir hakikati ilave etmiştir. “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.” Burada dikkat etmemiz gereken husus, zorluk ve sıkıntılar geçtikten sonra değil, bizzat güçlük ve sıkıntılar yaşanırken iç içe geçmiş bir şekilde kolaylığın da bulunduğudur. Bu şu demektir, zorluk ve sıkıntıların rahminde kolaylığın ve umudun tohumları da bulunur. Sıkıntı ve zorlukların arttığı dönemlerde, bu tohum yeşermeye, kurtuluşun yolları da aydınlanmaya başlar. Sıkıntılara direnenlere kolaylıklar gelmeye başlar. Ne zorluk ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması ise ancak doğrular üzerinde ısrar ederek ve sabredip direnerek gerçekleştirilebilecektir. Karanlığın en koyu anının aydınlığa en yakın anı olduğu gerçeği ve zulumatın nura gebe olması umutlarımızı arttırmalıdır. Rabb’imizin şu beyanı da başımızı dik tutmamızı ve daima umutlu olmamızı sağlamalıdır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz” .





 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon