Konferans Gökhan Kula’nın okumuş olduğu Ku’ran ve Meali ile başladı. İLKAV Salonunda gerçekleştirilen konferansta özellikle geleneksel cahiliyeyi oluşturan tasavvuf konuları ele alındı. Akaid bağlamında ruhçuluk ve batinilikten beslenen tasavvuf düşüncesinin vahdet-i vücut, veli ve peygamber anlayışları, Allah ve şefaat tasavvurları, nefis kavramı, kainatın idaresini paylaşan gavs, kutup ve şeyh anlayışlarının Kur’an’dan örnekler verilerek eleştirilerinin yapıldığı konferansın özetini aşağıda sizlere sunuyoruz.
“Benim gibi sizlerde şaşıracaksınız; Bizlere büyük ermişler, Asrın müceddidi diye takdim edilenlerin nasıl Kur’ân cahili olduğunu öğrendiğinizde… Moğol ajanı, evlat katili Zerdüştlerin nasıl dünya çapında hümanizmanın, insan sevgisinin mücessem heykeli, “aşk peygamberi” olarak takdim edildiğini gördüğünüzde! ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ diyen Firavun’un, arif billah veli olduğunu iddia edenleri gördüğünüzde! “Üstadım ve dostum iblistir.” diyenlere büyük evliya muamelesi yapıldığını gördüğünüzde!
Bu çalışma esnasında benim de yaşadığım şoklar gibi, sizler de bazen şaşıracaksınız! Diğer ümmetlerin başına gelenlerin aynıyla bu ümmetin de başına geldiğini gördüğünüzde! Nur-u Muhammedi teorisiyle peygamber tanrılaştırılmış! Makam-ı mahmud ile Allah’ın arşının sağına İsa gibi oturtulmuş! Kıssacı vaizlerin hicri birinci yüzyıldan sonra sağdan-soldan duydukları, diğer din ve felsefe mensuplarından topladıkları her türlü malzemeyi hadis formatıyla sundukları, mehdi-deccal gibi mesihiyyat ve israiliyyatın tefsir kitaplarına alındığını gördüğünüzde! Kehaneti kaldıran İslam anlayışı çoktan rafa kalkmış. Hatta Hz. Peygamber baş kâhin yapılmış, kıyamete kadar olacaklar ona söyletilmiş! Kur’ân’dan başka mucizesinin olmadığı pek çok ayette vurgulanmış olmasına rağmen, nasıl olmuş da binlerce mucize isnat edilebilmiş, göğe çıkarılmış! O üstün insan, nasıl “insanüstü” yapılmış! Tüm bunları gördüğünüzde! Bu örneklerin çok daha fazlasını bu âcizane çalışmamızda bulacaksınız!
Tamamıyla şirk olan şefaat, nasıl ehl-i sünnetin itikadı olmuş! İslam’ın kaldırmaya çalıştığı kadercilik /fatalizm “kadere iman” adıyla, iman esaslarına nasıl olmuş da ilave edilmiş? Hakkında tek bir ayet olmayan Kabir azabı ile ümmet asırlardır nasıl korkutulmuş? Koskoca âlimler Kitab’a aykırı bu tür düşünceleri nasıl savunmuşlar? Tamamıyla pagan Yunan filozoflarından bizlere intikal eden “ruh” inancı, dinin merkezine oturmuş! Yeni Eflatunculuk nasıl olur da bizim ontolojimizi, kozmolojimizi, epistemolojimizi, hatta eskatolojimizi belirlemiş? O güzel dinimizin, nasıl ölüler dini, diğer dinler gibi sıradan bir din, bir tapınak dini haline getirildiğini gördüğünüzde!
Sonunda şunu diyeceksiniz; bizim bugüne kadar bildiklerimizin birçoğu yanlış imiş, bu kadar insan yanıldı, öyle mi? Hadi canım sende!
Nasıl Kadıyanîlik, Bahailik, Nusyayrilik, Dürzilik, Bâtınîlik gibi mezheplerin/dinlerin İslam’la herhangi bir alakası yoksa, sadece içlerinde bazı İslami motifler, renkler kalmışsa, birtakım gayr-i İslami kültürlerin harmanlanmasıyla oluşmuşsa, bugün de Tasavvuf Dini tamamen İslam’ın karşısına dikilmiş, onu yok etme savaşına girişmiştir. İster tasavvuf felsefesi deyin, isterse tasavvuf dini deyin hiç fark etmez. Çünkü bu felsefe tam bir dünya görüşüdür. Bu Tasavvuf felsefesinin evren telakkisi farklıdır, şeriata bakışı farklıdır. Peygamber, Allah tasavvuru farklıdır. Bu felsefe Kadim Yunan felsefesinden, Mısır Hermetizminden, İran Maniheizminden, Şamanizmden, Budizmden, Zerdüştlükten, Cahiliyye Arap politeizminden, Helenist sır dinlerinden çok şeyler getirmiş, İslam’ın kelime ve kavramlarını ödünç almış, onların içini boşaltmış ve sonuçta yepyeni bir din ortaya çıkarmıştır. İster bu dine Paralel Din deyin, İsterseniz Anadolu İslamı, fark etmez.
Bugün camilerimizde abdesti bozan haller kadar, tevhidi bozan elfaz-ı küfre ve şirkin çeşitlerine yer verilmez! Tevhid ve onun hasmı olan şirkten ya hiç bahsedilmez, bahsedilirse de, yasak savma kabilinden geçiştirilir. Ülkemizde ‘namaz kılma seferberliği’ başlatılmıştır. Bu namaz gönüllülerinden Allah razı olsun. Lakin baştan sona şirke bulanmış ümmetin, önce imanına abdest aldırılması gerekmez mi? Kırk rekâta, kırk daha eklesen ne olacak ki? Sahib-i tertil olsan ne fark eder? Kafanda onlarca irili-ufaklı ilah olduktan, imanını şirkten arındırmadıktan sonra? Behemehâl, tecdid-i imana ihtiyacımız var. Bunun için de sahih bilgiye, vahyin inşa ettiği bir zihniyete! Allah ve Resulünün istediği evsafta bir imana sahip olmak! Kur’ân’ın belirlediği iman esaslarına ekleme ve çıkarma yapmaksızın mevcut imanımızı tashih etmek, sahih hale getirmek mecburiyetindeyiz. Ve de; İslam’a, binlerce yılda yapılan ilaveleri cerrah titizliği ile kazıyıp atmak. Bu çağrıya, kalbi hala ölmemiş, hassasiyetini yitirmemiş muvahhitler var ise kulak vermelidirler.
Maalesef önceki ümmetlerin başına gelen sapmalara Müslümanlar da maruz kalmışlar. Yeryüzündeki Müslümanlar, diğer din mensupları içinde nasıl azınlık konumunda iseler, imanlarına şirk karıştırmamış muvahhit Müslümanlar da diğerleri arasında öyledirler!
Eğer Kur’ân ile tanışmaz, aklımızı onunla inşâ etmez, nebevî sünnete/ halis dine dönmez isek, korkarım Pavlus ve ashabının, İsa (a.s) ve Havarilerini saf dışı ettiği gibi, Bizim Pavluslar da hakiki Müslümanları, muvahhitleri yeryüzünden silecekler!
Koca Diyanet’in hurafe anlayışı; ‘Önünüze tavşan çıkarsa, evinizin damında baykuş öterse bu uğursuzluk değildir nevinden! Laf olsun-torba dolsun, o kadar! İdare-i maslahatçılık, sade suya tirit kabilinden konuşmalar! Tarikatçıların en üst görevlere gelebildiği, diyanet denilen asırlık meskenet! Özerkliği olmayan, kaderleri siyasilerin iki dudağı arasında olan memurlar, dosdoğru dini anlatma hakkı ve özgürlüğü elinden alınan bir teşkilat hangi hurafeyle mücadele edecek? Hatta ilahiyat öğrencilerinin bile kahir ekseriyetinin cemaat /tarikat evlerinde barındığı, bir kısım ilahiyat hocalarının bu kesimler tarafından ele geçirilmeye çalışıldığı, bunda da başarılı olunduğu bir gerçek iken, kim nerede, nasıl hak dini öğrenecek ve öğretecek? Bir zamanlar da Nizamiye medreselerinde keramete, şefaate, kabir azabına inanmayanlara ders verdirilmedi. Osmanlı medreseleri devletin ihtiyaç duyduğu kadı-müftü gibi memurlar yetiştirmek için kurulmuştu, ilim adamı yetiştirmek için değil! Sonuç ortada!
Sosyal alan boşluk kabul etmez. Diyanet asırlık atalet uykusundan uyanmaz, İlahiyat fakültelerinde ve diğer dini eğitim kurumlarında din dosdoğru öğretilmez ise, dini alan tamamıyla ehil olmayan insanlara terk edilmiş demektir. Kötü malın, iyi malı piyasadan kovması misali, sahte ve zararlı bir takım dini anlayışlar, bidat ve hurafeler toplumu istila etmiştir! Bu organize güçler karşısında siyaset kurumu da çaresizdir. Oysa bir toplum için dinin yanlış öğretilmesinden daha büyük bir yıkım olamaz. Hem dünyaları, hem de ahiretleri heba olur, gider! Barış ve esenlik, sevgi ve merhamet dini olan İslam, problemin kendisi olur!
Tasavvuf Felsefesi ile İslam’ın Karşılaştırması
*Vahdet-i vücûd, Vahdet-i şühûd (Allah’ın ve Evrenin aynı şey olması)
Tevhid; Allah’ın isim ve sıfatlarında biriciktir.
*Kutub, gavs, rical’ul-gayb vs. gibi Allah’ın dununda ilahlar vardır. (Allah’ın sıfatlarının O’nun kullarına dağıtılması)
Allah, ulûhiyetinden ve rububiyetinden hiç kimseye zerre kadar bir hisse vermemiştir.
*Hakikat-ı Muhammediye, Nur-u Muhammedî gibi Paganlardan geçmiş teoriler vardır. (Peygamberin İlahlaştırılması)
Peygamber ölümlü bir beşerdir. Rasul vahiy alan, en yüce ahlaka sahip, örnek bir beşerdir,
*Dinlerin birliği, birleştirilmesi vardır. Firavun ve Musa mümin ve muvahhid’tir.
Allah katında ilk ve son din İslamdır. Önceki dinler artık hükümsüzdür, Mevcut dinler birleştirilip, melez, sentez bir din oluşturulamaz.
*Fenâ fillah, Allah’ta eriyip, O’nda fani olmak,
Allah hâlıktır, biz ise O’nun aciz birer mahlûkuyuz, mahiyetimiz farklıdır.
*Tasavvufun sırları, esrarlı ilimler, gizemcilik, sırrîlik vardır.
İslam açık, şeffaf, berrak, herkesin anlayabileceği kadar sade ve basittir.
*Tasavvuf aklı kullanmayı yerer.
İslam ise aklı kullanmayı över.
* Tasavvuf’ta şeyhin ‘bir bildiği vardır, onun hikmetin sorgu sual olunmaz.
İslam’da sadece Allah’ın ‘bir bildiği vardır, O Hakîm’dir, Hikmetsiz iş yapmaz!
*Şeyh ile rabıta yapmak,
Her daim Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmek, ölümle irtibat, bağ kurmak.
*Keşf ve ilham, ledünnî ilim,
Akıl, deney-tecrübe ve vahiy ile ilim sahibi olunur. Rüyalarla, subjektif, indî görüşlerle amel edilmez.
*Olağanüstü haller, bitmek bilmeyen Kerametler,
Peygamberin Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Keramet; takva ve istikamet sahibi olmaktır.
*Allah’tan başkasına istigâsede bulunmak, İnsanları vesile edinmek, aracılık vardır.
Yalnızca Allah’tan yardım istenir, tüm ibadetler yalnızca O’na yapılır.
*Tevessül/ Allah ile kul arasına kimse giremez,
*Mezarlardan yardım istemek, Evliyaullahın ruhaniyetiyle temasa geçmek, onlardan istimdat dilemek,
Ölüler işitmezler ve cevap veremezler, Her yerde hazır ve nazır olan Yalnızca Allah’tır. Allah ulûhiyetini kimseye paylaştırmamıştır.
*Şeyhlerin Allah gibi sevilmesi, onlara sorgusuz-sualsiz itaat edilmesi,
Allah en çok kendisinin sevilmesini ister. Mutlak itaat yalnız Allah’adır. Diğerlerine itaat mukayyed’tir!
*Yaradılan, Yaradan’dan ötürü sevilir, Yetmiş iki millet bir görülür,
Velâ ve berâ, Allah ve rasulünün sevdikleri sevilir, sevmedikleri sevilmez. Kâfirler, müşrikler, münafıklar, zâlimler sevilemez.
*Antropomorfist, İnsan biçimli Tanrı anlayışı vardır.
Allah hiçbir şeye benzemez, o çok yücedir.
*Ölülerin tasarrufta bulunması, Evliyanın kâinatın yönetimine müdâhil olmaları,
Allah’tan başka kimse tasarrufta bulunamaz, O’ndan başka ilah yoktur,
*Şeyhlere mutlak itaat, müritlerin köle ve muti bir köpek yapılması,
Mutlak itaat yalnızca Allah’adır. Kula kulluk yapanları Allah maymun ve domuzlara benzetmiştir.
*Din; şeriat, tarikat, hakikat olarak ayrılır. Şeriat, kabuk olarak görülür ve küçümsenir,
Din, tamamlanmıştır, hiçbir eksikliği yoktur, bölünemez. Onun şeriatını eksik gören, kabuk gören dinden çıkar.
*Şeyhlerin gaybı bilmeleri, kalpleri okumaları,
Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez, buna Peygamber de dâhildir.
*Tarikatlar gizli yollarla peygamberden alınmıştır, Altın silsilelerle gizlice mağarada vs. öğrenilmiştir,
Peygamberler tebliğ vazifelerini eksiksiz olarak yerine getirirler. Ölüm pahasına hiçbir şeyi gizlemezler.
*Ehl-i Beytin ve şeyhlerin aşırı yüceltilmesi/ Hiç kimsenin doğuştan bir üstünlüğü yoktur, Üstünlük takva ve salih amel iledir,
*İslam’ın emretmediği ibadetler, zikirler icad edilmiştir,
Bid’at’tir, dalâlettir, İslam’ı yıkma girişimleridir.
*Şeytan Âdem’e secde etmediği için övülür,
Şeytana lanet okunur, İnsanın ebedî düşmanıdır.
*Cennet ve Cehennem küçümsenir, Allah kendisine âşık olanlara azap etmez,
İslam’da; Havf ve racâ, İhsan ve ihlâs vardır, Allah’ın azabından korkulur, cennet istenir. Allah’tan gereği gibi korkulur.
Tasavvuf, çeşitli dinlerin ve kültürlerin sentezinden oluşan, çelişkilerle dolu, her renge girebilen, tamamen insan hayalinin ürünü olan bir düşünceler yumağıdır. Tasavvufta Yunan, Hint, İran, eski Mezopotamya kültürleri; Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştizm, Maniheizm ve Budizmin derin etkileri vardır. Hatta cahiliye politeizmi ile pek çok paralellikler vardır. Tasavvufta panteizm, politeizm, antropomorfizm vardır. Bu dinlere ait inanış ve ibadet biçimlerinin biraz renk değiştirmiş hali tasavvufun toplamını oluşturur.
Tasavvuftaki insan ilişkilerine baktığımızda onu en ileri derecede hümanist bir felsefe olarak tanımlayabiliriz. İnsan tanrılaştırılır, ya da tanrı insanlaştırılır. Nasıl Pavlus herkese her şey oldum diyorsa, tasavvuf da dinlerin şekil ve kurallarına kendini bağlı hissetmez.
***
Hala bu kadar haktan sapan bu kimselerde bir hikmet kırıntısı olduğunu zannediyor musunuz? Hala bu tasavvuf yolunun insan nefsini terbiye etmede özgün bir metot olduğuna ve işe yaradığına inanıyor musunuz? Eğer, İslamı içine her türlü pisliğin doldurulduğu bir çöp torbası olarak kabul etmiyorsak –ki buna kimsenin hakkı yoktur- mahza tevhid, hak, adalet ve ahlak olan İslam dininde bu kadar yabancı unsurun ne işi var? Hak ve batıl, iman ve küfür, tevhid ve şirk bu kadar anlaşılmaz, iç içe geçmiş sofistike şeyler midir? Hâlbuki İslam o kadar basit ve sadedir ki, onu sıradan bir çoban bile anlayabilir. Eğer o anlaşılmaz bir teklif-i ilahi ise, kimse mes’ul tutulamaz. Şaşmaz ölçü olan Kitab ile, hak ile batılı ayıran bu “Furkan” ile tevhid ile şirki ayıramayacak isek, ne ile ayıracağız? Firavun da halis-muhlis bir mü’min ise, Şeytan en yiğit veli ise, neyin savaşı verilebilir, hatta verilmeli midir? Kim nereye davet edilebilir? Kâfiri kâfir bilmeyen ve onun küfründen nefret etmeyen neyin mücadelesini verecek?
“İman edenlerin kalplerinin ürpereceği an gelmedi mi?
Allah’ı saygıyla ve korkarak anacakları vakit hala gelmedi mi?
O’nun katından inen Hakk’a/ kitaba teslim olacakları zaman hala gelmedi mi?
Yoksa üzerlerinden uzun zaman geçince yoldan çıkıp, kalpleri katılaşan o ‘kitap ehli’ gibi mi olacaklar?” [Hadid/16] “
Konferans konuşmacının “İslam’ın Pavlusları“ kitabının tanıtılması, geleneksel hale gelen poğaça ve çay ikramı ile sona erdi.