Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa PANELLER İLKAV Ramazan ve Kur’an Panellerinin 8. Gerçekleştirdi

İLKAV Ramazan ve Kur’an Panellerinin 8. Gerçekleştirdi

by İlkav Editor
7,7K 👁
A+A-
Reset

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nın her yıl Ramazan ayı içerisinde gerçekleştirdiği “Ramazan ve Kuran” panelinin bu yıl sekizincisi yapıldı. “Kur’an’ın, İlk Muhataplarını İnşa Süreci”nin konu edildiği panel www.ilkav.org sitesinden canlı olarak yayınlandı. Ramazan Koç’un Kur’an tilaveti ile başlayan panelin açılış konuşmasını Şeyho Duman yaptı. Şeyho Duman konuşmasında özetle şunları söyledi: “Allah’ın emanetini tevdi ettiği yeryüzünde halife kılınan insanlığın, bu emaneti yerine getirmek için ölçüye, değerlere, kurallara ve takip edilmesi gereken yolun işaretlerine ihtiyacı olduğunu bilen Rabbimiz, onlara vahiyle yol göstermiş, bu yolda rehberlik yapacak, insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, hak ile batılı ayrıştıracak Furkan’ı / Kur’an’ı inzal ederek, vahiyle fıtratı buluşturarak İslami şahsiyeti inşa edecek, cahiliyeden ayırıp tekâmül ettirecek önemli bir destek lütfetmiştir. İnsanlara, ancak vahyin gölgesinde hayatlarını devam ettirmeleri halinde üstlendikleri emaneti taşıyabileceklerini bildirmiştir. Ancak özellikle ilk nesilden sonra vahiy gereği gibi anlaşılmamış, hakkıyla okunup hayata hakim kılınmamıştır. Allah insanların Kuranı okuyarak, diğer insanlara da örnek olacak bir seviyeye yükselmelerini murat ettiği halde; insanlar Kuran’ı kendi cahili anlayışlarının, dünyevileşmeye dayalı yoz hayatlarının, heva ve heveslerinin seviyesine indirgemeye çalışmışlardır. Yani kendileri Kur’an’a uyacaklarına, Kur’an’ı, hevalarıyla tercih ettikleri hayata uydurmaya yeltenmişlerdir. Bundan dolayı Kuran aramızda varlığını garip olarak devam ettirmektedir” dedi. Kitabın ölülerin üzerine okunmak için değil, hayata taşınmak ve yaşamlaştırılmak için indirildiğini söyleyen Duman, Kuran ayetlerinden örnekler verdi.

 
Bilahare panele geçildi. Oturum Başkanı Mehmet Pamak, bu panelde ele alacakları konuyla neyi amaçladıklarını şu ifadelerle ortaya koydu: “Biz bu panelle, ağırlıkla Mekki surelerdeki ayetlerle ilk neslin nasıl yönlendirildiği ve İslami şahsiyet ve İslami cemaat (toplum) olarak nasıl inşa edildikleri, şirk sisteminden beraatle nasıl ayrışıp uzaklaştıkları, yanlış din anlayışlarının nasıl ıslah edildiği ve nasıl alternatif bir çekim merkezi oluşturdukları konularını işleyerek, aynı sürecin bugünkü mü’minlere nasıl bir yol haritası sunduğu mesajını vermeyi, bu bağlamda sorumluluklarımızı hatırlamayı ve hatırlatmayı hedef edinmiş bulunuyoruz” diyerek paneli başlattı. “Kur’an okuyan ve tevhidle buluşanların bile yaygın bir biçimde cahiliye sisteminin içine ilkesiz bir biçimde savruldukları, cahiliye inancı, toplumu ve sistemi ile uzlaşmaların pervasızca gerçekleştirildiği, bu uğurda İslami kimlik ve ilkelerden tavizlerin kolayca verildiği, dünyevileşenlerin, sakallı, başörtülü, namaz kılan kapitalistlerin hızla çoğaldığı bir süreçten geçmekte” olduğumuza dikkat çeken Pamak şunları söyledi: “Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, pek çok kişinin liberal “umut”(!)ların arkasına takılıp sekülerleşme eğilimlerine kapıldığı ve emperyal değişim projelerine malzeme olarak kapitalizme eklemlendiği; merhum şehidimiz S. Kutub’ın canını feda ederek bir daha hatırlattığı ‘’yoldaki işaretlerin’’ fululaştırıldığı, Kur’an davetçisi konumundaki kimi öncülerin bile insanları sistemin partilerine çağırdığı bu süreçte, ‘’yoldaki işaretlerin’’ bir daha belirginleştirilmesine, ilk neslin örnekliğinde çağın Kur’an toplumunu oluşturma çabalarının ısrarla ve çarpıcı bir biçimde netleştirilmesine, gündemleştirilmesine büyük ihtiyaç olduğu görülmektedir.”
 
Pamak, “Vahiyle ilk buluşma ve İslami şahsiyetin inşası” ile ilgili olarak ilk muhataplarda nasıl bir sürecin yaşandığı? Sorusunu OGÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Yaşar Düzenli’ye yöneltti. Yaşar Düzenli, Allah’ın kitabının 610 yılında hicaz bölgesindeki Mekke’de inmeye başladığı ve 23 yıllık zaman dilimi içerisinde tükenmiş olan insanı, hak etmiş olduğu insani çizgiye ve kemale doğru çıkarmak için tedricen indirildiğini hatırlatarak bu süreçte dünyada meydana gelen gelişmelere paralel olarak vahiy sorunlara cevap veriyor ve insanlara yön veriyordu tespitini yaptı ve özetle şunları söyledi:
 
“Bizler ne kadar sorumluysak o kadar insanız. Bu kitap sorumluluklarının bilincinde olan insanların kitabıdır. ‘Benim adıma bir başkası iman etsin, beni alsın Cennet’e götürsün’’ diyen insanların kitabı değildir. Ne zaman ki insan sorumluluktan vazgeçer o zaman insanlığını kaybeder, eşyalaşır, metalaşır. Ne zaman ki bir topluma bir peygamber gönderilmiştir o toplumda insan kaybolduğu içindir. İnsanın kaybolması değerinin altında yaşamasıyla olur. İnsanının değerinin altında yaşaması insanlığa en büyük zulüm en büyük hakarettir. ‘Neydi Mekke toplumunun içine düştüğü bu durum?’ Bu noktada vahyin ilk ayetlerinden iz sürmemiz gerekiyor. O toplumun hastalığını iki başlık altında toplayabiliriz. Birincisi; ‘Çoktanrıcılık yani putperestlik’, İkincisi ise buna bağlı olarak ‘sosyo-ekonomik dengesizliktir’.
 
İnsani değerleri, erdemleri çürüten cahiliye anlayışlarının putperestlik anlayışlarını tahlil eden Yaşar Düzenli, Mekke’deki putperestlikten kalkarak, bugünün dogmatik ideolojik yaklaşımlarına, putlaştırılan anlayışlara, kendi hevasının ürünlerini putlaştırarak bütün insanlara dayatan çağdaş putperestliğe göndermelerde bulundu. Kur’an ilk muhataplarıyla gerçekleşen bu ilk buluşmada, vahyin bu putperest anlayışla kuşatılmış fıtratları özgürleştirerek, zincirlerinden kurtararak, fıtratla vahyi buluşturup insani ve İslami şahsiyetleri inşa ettiğini, o cahiliye toplumundan onurlu, şahsiyetli, adil bir nesil çıkardığını ifade etti.
 
“Burada şunu unutmamak gerekir; tapılan her nesnenin sembolik bir değeri vardır yoksa herkes bilir ki Lut, Menat, Uzza içi boş faydasız taşlardır. Fakat onlara sembolik değerler yüklenmiştir. Bu noktada ‘’sorgulanamayan her şey puttur’’ diyebiliriz. Aslında Mekke toplumu sanıldığının aksine Ashab’ül Ruhaniyyindir. Yani maneviyatı olan bir toplumdur ve göklerdeki ulaşılamayan Allah’a inanırlar. Ara dünyada ruhaniler, merkezde ise Lut, Menat ve Uzza gibi putlar vardır. Bu putların arkasında ise kendi kutsal anlayışını gücüyle kuşatmış Ebu Leheb ve Ebu Cehil’lerin sistemi vardır. Göklerde hâkimiyeti kabul edilen ama yere müdahale etmeyen sapkın bir Allah inancına sahip bulunuyorlar. İşte vahiy ilk muhataplarında öncelikle sahih bir Allah inancını inşa ediyor. Allah’ı hakkıyla takdir etmelerini sağlıyor. Bugün de temel sorun Allah’ın hakkıyla takdir edilememesinden kaynaklanıyor. Bu durum bize bir şeyler hatırlatıyor olmalı. Sanki kendi hikâyemizi okuyor gibiyiz, zaten hikâye hep aynı hikâyedir. Bütün Peygamberlerin de mücadelesi hep aynı tevhid mücadelesi, cahiliye toplumları hep aynı sapma ile Allah’ı hakkıyla takdir edememe sonucunda, tevhidden kopmuşlar, bu yanlış Allah inançlarıyla cahiliyeyi üretmişlerdir. Kuran’da belirtilen peygamberlerin; Lut’un, Nuh’un, Musa’nın mücadelesi hep aynı mücadeledir. Peki, bu oyunu bozmak için bu karmakarışık durumu ıslah etmek için nereden başlamalıyız? Kitap nereden başlıyorsa biz de oradan başlamalıyız. Kitap; ‘’Yaradan Rabbinin adıyla Oku!’’ diyor. ‘’Senin Rabbin!’’. Bu ifade bir süre sonra ‘’Sizin Rabbiniz’’ olarak çıkıyor karşımıza Allah’ın Kitabında. ‘’Rab’’ kelimesi ‘’hemen, burada ve şimdi Allah denildiği an hazır olanı’’ ifade ediyor. Ramazan’da Mekke’de Medine’de, mescitde değil hemen ve her an burada olan ve O Rab bize Rahmeti ile muamele edendir, kişiye şah damarından daha yakın olandır.
 
“İnsanlar öteden beri güce tapıyorlar herkes güçlünün yanında olmaya çalışıyor. Çok şeyler yapmak değil temiz olan şeyleri ve sürekli yapmak gerekiyor. Kuran güç kavramını yeniden tanımlıyor. ‘Sizi Aldatanlar Allah’la aldatmasın’ uyarısı yapılıyor. Allah ile Aldatmanın kutsallık izafe edilen güçle aldatmaktan farkı yoktur. Tarih içinde ve bugün kutsallaştırılan, ilahlaştırılan güçlerle insanlar aldatılıp yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı Mekke’de kutsallık izafe edilen putların arkasında Ebu Cehil’lerin, Ebu Lehep’lerin yer aldığı gibi, bugün de kutsallık izafe edilerek insanların itaate yönlendirildikleri, putlaştırılan kurumların, ideolojilerin arkasında, bu statükodan beslenen güçler yer almakta, o gün de bugün de aynı soygun ve sömürü düzeni bu aldatmalarla sürdürülmeye çalışılmaktadır.
 
Allah’ın vahyi ile ilk buluşmanın akabinde işte bu düzenler ve düzenden beslenen güçlerin otoriteleri sarsıldı, yıkıldı. Ancak Ebu Cehil’lerden, Ebu Lehep’lerden doğan boşluğu, boşalan merkezi Peygamber doldurmadı, O da kenara çekildi ve Allah’ın kelamının şahidliğini yaparak, vahiyle Allah’ın kullarını muhatap kıldı.
 
Kardeşlerim! Bu Kitab geldiği gün gibi orijinalitesini koruyan yegâne kitabdır. Bu kitap insanla yürüyen bir kitaptır. Bu dünyada alternatif bir Kur’an olmamıştır olmayacaktır. Küresel güçlerin arzuladığı kitabı olmayan bir dini inşa faaliyetleri bütün hızıyla devam etmektedir. Din sırlar dini, şifreler dini, tılsımlar dini haline getirilmek istenmektedir. Böylesine bir din anlayışına karşılık inadına Kur’an, inadına Kitab, inadına satırlarda olan akledilen bir din anlayışını sahiplenmek ve buna davet etmek sorumluluğumuz ve mesuliyetimiz vardır. İnadına yeryüzüne ait bir din, inadına kutsanmış bir geçmiş veya örtülü bir gelecek değil, bugün var olan ve diri olan bir din anlayışını gündemleştirmeli bunun mücadelesini hakkıyla ve sorumluluk bilinciyle vermeye çalışmalıyız.”
 
 
“Kur'an'ın indiği dönemdeki yanlış din anlayışları ve bunların ıslahı ya da tasfiyesi” konusunda ‘’Kur’an’ın ilk nesli nasıl yönlendirdiği?’’ sorusu da Almanya İnsana Hizmet Vakfı Başkanı Yalçın İçyer’e yöneltildi. Yalçın İçyer özetle şunları ifade etti:
 
“Rabbimiz Kur'an'da ısrarla bir vurgu yapıyor. Kur'an'ın yolu en güçlü yoldur. Kur'an zikir için kolaylaştırılmıştır. Kur'an hidayet rehberidir. Bu ve benzeri ayetler bize bir hakikati açıkça gösteriyor. Hangi çağda, hangi yer ve zamanda olursa olsun Kur’an’ın bize rehberlik edeceği ve sorunlarımızı çözeceği anlatılıyor. Kur'an kuracağı toplumu, sağlam bir kişilik, sağlam bir aile ve temiz bir kalp üzerine oluşturur. Onun için indiği dönemde önce o toplumda oluşturulan yanlış, akidevi, fikri düşünceleri dile getirmiş ve onların düzeltilmesi için muhataplarına yol göstermiştir. Böylece bize de bir yöntem bırakmıştır. Bizlerin bu yöntemi hakkıyla kavramamız için bazı zindanları aşmamız gerekiyor. Kur'an evrensel bir mesajdır. Onda hükmü kalkmış ayet yoktur. Kur'an'ı esbab-ı nüzulla anlamak, ancak onda boğmamak gerekiyor. Ona dar fıkhi kalıplar içinde bakmamak gerekiyor. Onu üç zaman diliminde anlamak gerekiyor. İndiği dönem öncesi, indiği dönem ve günümüzde. Şimdi bu bakış açısı içinde muharref anlayışlara somut örnekler verelim.
 
“O gün mülhid-inkarcı- bir Allah(cc) anlayışı vardı. Kur'an önce bu yanlış anlayışı eleştirdi ve muhataplarını muvahhid bir anlayışa getirdi. Çünkü toplum muvahhit kişilik üzerine kurulacaktı. Ne idi bu ilhad anlayışı? Allah’a ait bazı isim ve sıfatlar başkalarına verilmişti. Allahın yaratıcı olduğu kabul ediliyordu, ancak hükümleri yani hâkimliği kabul edilmiyordu. Bugün de aynı şeyin olduğunu görüyoruz. Allah’ın helal ve haramları yanında ayrıca haram ve helallar konulmuştur. Allah içki haramdır diyor; onlar helaldir diyor. Allah faiz haramdır diyor; onlar helaldir diyor. Allah örtünme farzdır diyor; onlar yasaktır diyor.
 
“O dönemde insanlar Allah'ın dininde hakla batılı karıştırmışlardı. Hem Kâbe’ye gidiyorlardı hem de Darunnedve’ye. İslam tarihinde Emeviler’den günümüze kadar bu anlayış yeniden tekerrür etti. Kafalar karıştı. Din anlayışı bozuldu. Kalplerde iki kişilik oluştu. Kur'an Mekke’deki ilk muhataplarında bu yanlış anlayışı düzelterek, “Ben Müslüman’ım” demeye, sadece Allah’a itaat etmeye ve sadece Müslüman olmaya çağırdı. Böylece bize bir örneklik sundu. Bugün Müslüman demokrat, Müslüman laik, Müslüman sosyalist gibi hakla batılın karıştığı bir ortamdayız. Yine o gün Allah'ın kitabına denk kitaplar yazılıyordu ve bunlar Allah’tandır deniyordu. Aynısını bugün de görüyoruz. Allah’ın kitabının önüne başka kitaplar geçiriliyor. Kitaba eş koşuluyor. O gün Allah'a ulaşmak için veliler, efendiler ve büyükler aracı kullanılıyordu. Bugünde aynı şeyin tekrar ettiğini görüyoruz. O gün Peygamberler, din adamları rableştirilmişti. Onlara ilahi vasıflar veriliyordu. Bugünde aynı yanlış inançları görüyoruz. Masumiyeti kabul edilmiş nice ulema vardır. O gün her kavim kendisini cennetlik olduğunu ve doğru olduğunu iddia ediyor ve insanları kendilerine çağırıyordu. Bugünde aynı şeyi görüyoruz. Kavmi necip iddiaları, fırka-i naciye iddiaları o günkü yanlış düşüncelerin ta kendisidir. Bunların Kur'an'da delilleri vardır. Şimdi soru şu. O gün yanlış düşünceler vardı. Bugün de aynı düşünceler tekerrür etmiş. Ve Resulullah(s.a.v) Kur'an rehberliğinde bu anlayışları düzeltmiş ve sırati müstakim üzere örnek bir kişilik oluşturmuştur. Ayni hal bugünde tekerrür ettiğine göre bu yanlışları nasıl kaldıracağız? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum”
 
Üçüncü konuşmacı Haksöz Dergisi yazarlarından Fevzi Zülaloğlu idi. Ona da “Velayet ve İman kardeşliğiyle İslami Yapının İnşa Sürecinin’’ nasıl gerçekleştiği sorusu yöneltildi. İmani ve ameli hicretle İslami şahsiyetin inşasından sonra ilk muhataplar bireysel bir hayat mı sürdüler, yoksa iman kardeşliğiyle bütünleşip cahiliye toplumuna alternatif İslami yapıyı mı inşa etmeye çalıştılar? İman kardeşliğinin ölçüleri neydi? soruları üzerine Fevzi Zülaloğlu; İslam’da bireyselliğin olmadığını, mü’minlerin cemaat, toplum olarak hayatlarını sürdürmelerinin hem fıtri hem de vahyi bir gereklilik olduğunu Kur’an’ın ilk muhataplarının da iman kardeşliği ve velayet bağı ile bir araya gelip kardeşleştiklerini ve cahiliyeye alternatif İslami yapıyı inşa ettiklerini hatırlatarak özetle şu hususları ifade etti:
 
“Kur’an’da bir vakıa olarak biyolojik kardeşliğin, kan bağının önemi teslim edilmekle birlikte, asıl kalıcı olanın, ebedi olanın iman kardeşliği olduğu beyan edilmiştir. Kan ve kabile bağı, bizim tercihimiz değildir. Kendi seçimimiz olmayan, emek sarf etmediğimiz bir şeyle ilgili olarak övünmek de yerinmek de yersizdir. Çünkü mü’min olmak bilinçli bir tercihtir.” diyerek başladı ve şu şekilde devam etti:
 
“Kardeş aynı aileden olanlara denildiği gibi, aynı toplumdan olanlara da, yakınlıklarını vurgulamak maksadıyla denilmektedir. Aynı anne babadan olmasa da, aynı toplum içinden çıkıp İslam’a davet eden peygamber için, halklarına yakınlıklarını vurgulamak için Kur’an’da kardeş lafzı kullanılmıştır. Seksen ayette e-h-v harflerinden türemiş tekil ve çoğul isimler şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde bir vakıa olarak biyolojik kardeşliğin, kan bağının önemi teslim edilmekle birlikte, asıl kalıcı olanın, ebedi olanın iman kardeşliği olduğu beyan edilmiştir.”
 
“İman kardeşliğinin karşı kutbunda küfür kardeşliği yer alır. İman kardeşliği ve Allah ve dostlarıyla dostluk kurmak iken, küfür kardeşliği şeytanla dostluk kurmaktır. Bu dostluğun sonu ise baştan bellidir: Cehennem’dir. Dünyada bir birlerine delicesine bağlı olan, adeta kanka olan kafirler, ateşin içinde bir birlerine lanet edecek, bir grup diğerine iki kat azap çektirmesi için Allah’a yalvaracaktır. Biyolojik yakınlık, genetik benzerlik, imanla takviye edilmiyorsa, bir anlam ifade etmediğinin bir örneği de Ahiret Günü kardeşler arasında yaşanacaktır: Günahı tabiat edinmiş kimseler, Ahiret Günü eşini, kardeşini, bütün yakınlarını kurtuluş fidyesi olarak vermek isteyecek, ama bu onlardan kabul edilmeyecektir. İman kardeşliği bir birinin kusurlarını, ıslah amacı gütmeksizin gıyabında dile getirmeye engeldir. Öyle ki, Yüce Rabbimiz bunu “ölü eti yemeğe” (Hucurat, 49/12.)benzeterek, bu işin ne kadar kötü olduğunu bize beyan etmektedir. Eğer “biyolojik kardeşlik”, “ iman kardeşliği” ile meşru zeminine oturmaz ise Yusuf peygamberin uğradığı haksızlık mümkün hale gelir.”
 
“Allahû Teâla (cc)'ya tahkikî imanla bağlanan kimseye veli denir. Velayet Türkçe’deki dostluk kavramının ifade edemeyeceği bir genişliğe sahiptir. Velayet her şeyini; canını, malını, ırzını, namusunu, neslini, dinini emanet edecek kadar güvendiğin birini kendine yönetici ve öncü edinmektir. Velayetin bu tanımına göre vâli, bütün bunları yüreğinde bir kuşku hissetmeden teslim edeceğimiz kişidir. Mü’minlerle sınırlı olan velayetin boyutlarını Allah Teala’nın çizdiği sınırlardan öğrenebiliriz. Buna göre; Mü’minlerin velisi Allah’tır; Allah’a gönülden bağlı mü’minlerdir; kâfirlerin velisi ise tağuttur. Mü'minler birbirlerinin velileridir: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mü'min (ister erkek, ister kadın olsun) birbirlerinin velisidir
 
“Küfrü bilinçli bir tercihle kimlik haline getiren, bir hayat tarzı olarak sürdüren kafirlerle velayet ilişkisi kurmak haramdır. Eğer küfrü tercih ediyorlarsa babalarımız, kardeşlerimiz bile sığınılacak can dost değildir. Çünkü küfürde kâfirlere münafıklara itaat bir mü’min için haramdır: İslam kardeşliğinin ruhu ve güç kaynağı imandır; harcı ve meyvesi ise iysârdır. İmansız iysar; iysarsız iman olmaz. İman ile iysar, iman ile i’tikaf, iman ile hicret, iman ile nusret etle kemik gibidir. İman kardeşliği Ensârullah’tan olmayı gerektirir: Rabbimiz Gönülden iman eden mü’minler’i “Ensarullah” diye taltif etmiştir. İlk mesajları ve ilk öncülerin hayatını incelediğimizle, Rasulullah ve o’nun fedakâr arkadaşlarının, Kur’an’ın da şahitlik ettiği gibi; önce fert ve cemaat planında daha sonra ümmet planında vahye şahidlik sorumluluğunu yerine getirdiklerini görüyoruz. İman edip İslami Şahsiyeti oluşan mü’minlerin bireysel “benim kalbim temiz nasıl olsa” rahatlığında olmadıkları; “biz bilinci”yle bütünleşip, Müslümanlara yönelik baskılara birlikte topluca karşı durduklarını görüyoruz. İlk ve öncü mü’minler, ilk mesajların “ahlaki hicret” emrine uyarak, Cahiliyye Toplumu’nu terk edip, diğer mü’min kardeşleriyle iman ortak paydasında İslami yapıyı oluşturduklarını görüyoruz.”
 
Oturum Başkanı olan Mehmet Pamak aynı zamanda son konuşmacı olarak “Şirk Sisteminden Beraat, Uzlaşmazlık ve İtaatsizlik” konusunu ele aldı. Kur’an’ın Mekke’deki ilk muhataplarını imani ve ameli hicretle cahiliye inanç ve amelinden uzaklaştırarak, fıtratla vahyi bütünleştirerek İslami şahsiyetler olarak ortaya çıkmaya ve bilahare cahiliye toplumundan yapısal planda da bir ayrışma yaşayarak alternatif İslami yapıyı oluşturmaya yönlendirdiğini Mekki surelerden çok sayıda ayetle hatırlattı. Kur’an hem mü’minleri, hem de bu İslami yapıyı, cahiliye inancı, toplumu ve sistemiyle zihni, imani ve ameli olarak ayrışmaya, uzlaşmamaya, onlara itaat etmemeye, onlara taviz vermemeye çağırdığını, hep alternatif kalmaya yönlendirdiğini ve bunu hayatın içinde temin ettiğini söyleyerek şu hususları vurguladı:
 
“Resulullah (s), sistemin tüm baskı ve takibatlarına, zulüm ve işkencelerine rağmen, sistem tarafından denetlenemeyen, yönlendirilemeyen, yıldırılamayan, mevcut toplumu ve sistemi dönüştürme iddiasından da vazgeçmeyen bir kimlik oluşturmuş ve sistemin alternatifi olarak küçük de olsa kendine yeter, bağımsız, dinamik bir yapı inşa etmiştir. İşte bu sistem dışı, sistemden bağımsız ve vahyin ilkeleri üzerinde yükselen yapı, varlığını sistem içi araçlara borçlu olmayan, Kur’an’la eğitilmiş, tevhidi esas alan dinamik ve üretken bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı. Amacı yalnız Allah’a kulluk yapmak, yalnız O’na secde ve itaat etmek, insanları Allah’a kulluğa ve itaate çağırmak ve böylece Allah’ın rızasını kazanmaktı. Sadece Allah’a itaatle yükümlü tutulmuş, bu amaçla yaratılmış ve insanları da sadece Allah’a kulluk ve itaate çağırmakla, bu davetin şahidliğini yapmakla sorumlu kılınmış olanların, Allah’tan gayrısına, tağutlara, tağuti sistemlere, cahiliye sistemlerine, cahiliyenin ideoloji ve putlarına, kurumlarına, düzenlerine itaat etmeleri, cahiliye sistemi içine girip uzlaşmaları ve toplumu cahiliye ilkelerini esas alarak yönetmeleri düşünülemezdi. Mü’minlerin hak ile batılı karıştırarak oluşturulacak ortak yönetimler bile oluşturamayacakları, hak ile batıl arasında tam bir ayrışma ve uzlaşmazlığın olması gerektiği, hakkın batılı zail etmek üzere indirildiği çok açık ve net bir biçimde ortaya konmuş, en zor şartlarda gelen cazip uzlaşma teklifleri bile onurlu bir biçimde reddedilmişti. İşte bu ilk nesil Kur’an’la böyle açık, net, uzlaşmaz, tavize yanaşmaz bir tutum almaya yönlendirilmişti. Böylece bu ilk nesil, cahiliyeye sığınıp eklemlenerek bir takım maslahatlar elde etmek için dininden tavizler vermekten uzak, ilkeli ve onurlu bir örneklik oluşturmuştu. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip bu ilk nesil, her türlü zorluğa rağmen yine kulluk eksenli bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeyi başarmıştı.
“Mekke’deki ilk Kur’an neslinin örnekliğinde İslam’ı yaşamak, yalnız Allah’a kulluk yapmak, içinde yaşanılan şartların kötülüğüne rağmen vahyi mesajın sosyalleştirilmesine çalışmak ve bunda ilkeli bir ısrarı sürdürmektir. İslam’ı yaşamak, şirk ve ifsad karşısında tevhidi mücadeleyi toplumsal şahidlikle yükseltebilmek, bireysel plandaki tevhidi değişimi yaygınlaştırarak, toplumsal dönüşüme vesile olma sorumluluğunu kuşanabilmektir. Cahili sistemlerinin kuşatması altında, İslami kimlik ibrazındaki niteliği yükseltmek ve vahyin şahidliğinde tavizsiz olmak temel esastır. İslami kimliğinden ve vahyin ölçülerinden taviz verip, sistemle uzlaşanlar, Allah’ın dinine hizmet edemez, onu bir adım ileriye taşıyamazlar. Bu sebeple, her çaba ve faaliyet eğer İslami kimlik altında ve Allah’ın koyduğu ölçüler referans alınarak ve sadece Allah öyle istediği için, O’nun rızası için yapılıyorsa İslami’dir, değerlidir, anlamlıdır ve ibadettir. Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi ve O’nun vaat ettiği yardımı celbedebilmesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslami kimlikle ve İslami ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasulullah’ın (s) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslami bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder.
“Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslami kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslami kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. İslami kimlik, ancak Kur’an ile Rasulün örnekliği gibi özgün referanslarımızın oluşturduğu özgün paradigmamızın üzerine inşa edilebilecektir.
“Cahili Mekke toplumunun bugünle mukayese edilmeyecek ağır işkence ve zulüm ortamında bile ilk surelerden itibaren açıklanan ayetlerin çerçevesinde sisteme karşı çok net ve açık tavırlar koyulmuştur.
– Batıl ölçü ve ilkeleri benimsediğini ifade etmek mümkün olmadığı gibi, bunlar açıkça eleştirilmiş ve kınanmışlardır.
– Egemen cahili yönetime ve tağutlara itaat edilmemesi emri esas alınmıştır. Onlarla birlikte yönetmek ya da onların ilkeleriyle yönetmek, tağutla uzlaşmak, reddedilmiştir.
– Mekke’de Darunnedve misali şirk sisteminin yasama ve yönetme kurumlarında asla yer alınmamış, uzlaşarak birlikte yönetme teklifleri reddedilmiştir. İştirak etmenin zaten reddedildiği şirk sisteminin meclislerine (nadiyyelerine) boyun eğilmemesi, itaat edilmemesi emredilmiş ve bu vahyi hükümler çerçevesinde sisteme, yönetimine ve kurumlarına açık tavır alınmış, alternatif “nadiye”ler oluşturulmuştur. Allah bu alternatif meclisleri övmüştür.
– Aynı yönetimler, insanların haklarını kıstığı, yoksulu aç açık bıraktığı için suçlanmış ve bu kısılan haklar ve sosyo ekonomik tüm zulümler sebebiyle tavır alınmış, karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir.
– Hiçbir alanda işbirliğine gidilmemiş, iç içe geçip bütünleşip, zulüm, ifsad ve şirkine ortak olunmamıştır. Tevhidi ilkelerden ve İslami kimlikten taviz vererek zalimlerle, müşriklerle ve şirk sistemiyle uzlaşıp, bütünleşmek yasaklandığı gibi, onlara az da olsa meyletmek bile cehennemle tehdit edilmiştir.
– Naslar ve İslami kimlik çok net ve nitelikli bir tarzda ortaya konup, ibraz edilmiş ve her şarta rağmen de taviz verilmeden savunulmuş, bu yolda sabır, sebat ve direnişin onurlu, muhteşem örneklikleri sergilenmiştir.
 
Zalimlere sorun çıkarmayan, bunca zulümlerine rağmen onları rahatsız etmeyen, zulmü kanıksayan, onların dini törenlerine sorunsuz katılarak, uzlaşma içinde zelil bir hayatı itirazsız sürdürenlerin, özgürleşmeleri de, özgürlük mücadelesine bir katkıda bulunmaları da, toplumu tevhidi istikamette dönüştürebilmeleri ve sonuçta Allah’ın rızasını kazanabilmeleri de mümkün değildir. Eğer Peygamberler ve onlara ilk inananlar, “Allah’ın yardımı ne zaman” diyecek kadar darlanacakları büyük zulümleri, işkenceleri, ekonomik ve sosyal boykotları, doğup büyüdükleri topraklarını, akrabalarını ve mallarını terk ederek hicret etmek zorunda kalmayı göze almayıp, içinde yaşadıkları cahiliye toplumlarının putlarına ve onlara yapılan ibadetlere, cahiliye dininin törenlerine sessiz sedasız, sorun çıkarmadan katılıp, itaat etselerdi, bu toplumlara Hak dinin mesajını veremez ve onları cahiliye toplumundan ayrıştırarak tevhid ümmeti haline dönüştüremezlerdi. Ayrıca zulme ve şirke itirazlarını yükseltmeselerdi, hak ve özgürlükleri için onurlu bir mücadele vermeselerdi zulüm ve şirki geriletemez, tevhid, adalet ve özgürlük vasatına da hiçbir zaman kavuşamazlardı. Resulullah (s) ve beraberindeki mü’minler, bütün cahili baskı ve kuşatmaya rağmen, içi putlarla dolu Kâbe’ye gidip kendi özgün ibadetlerini gerçekleştiriyor, sadece Allah’a ibadeti esas alıyor ve bütün baskılara rağmen putlara tapmayı reddediyorlardı. Bazen Abdullah İbni Mesud’un örnekliğinde olduğu gibi öldüresiye dövülmeyi göze alarak Kabe’de yüksek sesle Kur’an okumayı zorluyorlar, bazen de tekbir sesleriyle Kabe’ye yürüyüşe geçip kan revan içinde kalacak derecede saldırıya uğramayı göze alıyorlardı. Tıpkı Kur’an’da “Ashab-ı Kehf” adı verilip onurlandırılan bir avuç mü’min gencin sarayda hakkı haykırmaları gibi, birçok riski göze alarak, şirk sistemine ve putlarına itaati reddederek, müşriklerin yoğun oldukları alanlarda Hakikatin mesajını gündemleştiriyorlardı. Putların, tağutların hâkim kılındığı alanlarda, bedel ödemeyi göze alarak, Allah’ın ismini ve zikrini yüceltiyorlardı. İşte zulme, şirke, ifsada karşı ıslah ehli mü’minlerin yükselttikleri bu itirazların, bu itaatsizliklerin, bu karşı koyuşların, bu ayrışma ve arınma çabalarının birikimi, sonuçta toplumsal inkılâba giden süreci ve zalimlerin, şirk sistemlerinin yıkılışına giden yolu inşa ediyordu.
 
Mehmet Pamak konuşmasını şu çağrıyla bitirdi;
 
“Kur’an’ın yolunu ve onun ilk şahidi Resulullah’ın mücadele sünnetini esas alarak, Mekke’deki bu onurlu ilk neslin örnekliğini günümüze taşımaya çalışalım. Vahyi hayatında sosyalleştirerek, cemaat planında şahidliğini yapacak, pratiğinde yaşamlaştırarak bu kurtarıcı mesajı insanlığa sunacak çağımızın Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini oluşturalım. Bunun için bireysellikleri ve küçük öbekleri aşarak, hiç değilse dayatılmış sınırlar içinde çağımızın Kur’an toplumunu oluşturalım. Sonra da diğer bölgelerdeki Kur’an toplumlarıyla bütünleşerek küresel birliğe doğru yürüyelim. Bilelim ki, böyle ilk nesil gibi bir ümmet nüvesi oluşup Kur’an onun pratiğinde yaşanılır kılınmadan, cahiliye içinde ona uyum sağlayarak, uzlaşarak yaşayan teorik imanlı bireylerle bu mesajı insanlığa layıkıyla ulaştırmamız mümkün değildir. Bütün insanlık bu mesaja muhtaç iken ve karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kurtuluşa taşıyacak mesajı ihtiva eden muhteşem Kur’an bizim elimizde olduğu ve biz bu kitabı okuduğumuzu iddia ettiğimiz halde, cahiliyeye alternatif oluşturmayı bırakıp egemen şirk sistemine ve küresel kapitalizme eklemlenme sonucu doğuran sistem içi yollara saparsak, hem Allah hesap sorar, hem de bu kitabın mesajına muhtaç oldukları halde bizim ilkesizliklerimiz ve doğru bir temsil ortaya koyamamamız yüzünden ona ulaşamayan bütün insanlık hesap sorar. Ve bu insanlar, Allah’a şu şikayette bulunma mazeretini elde ederler: ‘Rabbimiz, biz modern paradigmanın ürettiği şirk ideoloji ve sistemlerinin kuşatması altındaydık, Kur’an bizim elimizde değildi, ona yabancıydık. Kur’an’ı ellerinde bulunduran, indirdiğin bu kurtarıcı mesajdan haberdar olan Müslümanlar ise, kitabı okudukları halde, onurlu, ilkeli bir temsille, ahlaklı bir şahidlikle ve hayatlarında onu yaşamlaştırarak bize sunmaları gerekirken, onlar teorik olarak kitabın bilgisini elde etmekle yetinip, bizim sekülerizmimizin, liberalizmimizn, laik demokrasilerimizin, kapitalizmimizin peşine takıldılar ve hepimiz bu sapkınlıkla bugün huzuruna geldik. Allah’ım ellerinde Kur’an olduğu halde, onun mesajından haberdar oldukları halde bizi de kendilerini de kurtaracak bu mesaja sırt dönerek, hüsranımıza sebep olan bu insanlara iki kat azap ver. Bizi ahret yurdunda hangi akıbet bekliyorsa, bizi uyarmayan, şahidlik sorumluluğunu yerine getirmeyip bizim sistemlerimizin peşine takılan onlar bunun daha fazlasını hak etmiyorlar mı?’ İşte bu hesap bilinciyle ürpererek, Rabbimizi razı etmek ve sorumluluklarımızı yerine getirmek amacıyla, Kur’an’ın kurtarıcı mesajını, ferdi ve ümmet planında şahidliğini yaparak, hayatımızda örnekleyerek insanlığa sunalım. Cahiliye sistemleri, ideolojileri ile uzlaşmadan, onlara itaat etmeden, onlara eklemlenmeden, modern ve geleneksel bütün cahiliyeyi reddederek özgün bir alternatif oluşturmakta ısrarcı olalım. Gücümüzün yettiğini yaptığımız, sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz halde, dünyevi ölçülerle bakıldığında bir başarı elde edemesek bile, hiç değilse şehid Seyit Kutup misali “yoldaki İşaretler”i bir daha belirginleştiren, dikkat çeken bir çığlık da biz atarak, tavizsiz bir biçimde hakkı haykırarak can verelim ve gelecek nesillere takip edilmesi gereken ‘Yoldaki İşaretler’i hayatın içinde örnekleyerek bırakalım.”
 
Panel sorulara verilen cevaplarla son buldu. Yaklaşık 500 kişinin takip ettiği paneli müteakip verilen iftar yemeğine kadar geçen sürede, Mutlu Tüfekçioğlu Organizatörlüğünde konuşma, şiir, ilahi ve marşlarla değişik etkinlikler gerçekleştirildi. Ali Değirmenci, ilk neslin hayatından ibret alınacak olaylar anlattı ve onurlu portrelerden örnekler sundu. Radyo Denge Programcısı Alper Tuna şiirler okudu. Muhammed Tombak ve Mehmet Yaşar çeşitli özgün müzik parçalarını seslendirdiler. Böylece saat 14.00 de başlayan program, teravih namazını müteakip saat 22.00 ye doğru sona erdi.

Ekitap için tıklayın

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon