Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa HABERLER KARAR:´Cuma Namazı Kılmanın Laik Devletin İznine Tabi Olduğuna,…´

KARAR:´Cuma Namazı Kılmanın Laik Devletin İznine Tabi Olduğuna,…´

by İlkav Editor
4,6K 👁
A+A-
Reset

Laik Devlet ve Laik Yargı, Hanefi Mezhebi Alimlerinin İslam Devleti İçin İfade Ettiği İçtihadı İstismar Edip Saptırarak, Cuma Namazı Kılmanın Laik Devletin İznine Tabi Olduğu Kararına dayanak Yaptı.
Laik Devlet ve Laik Yargı, Anayasa ve Uluslararası Sözleşmelere de Aykırı Davranarak, Türkiye’de Cuma Namazı Kılmanın Laik Devletin İznine Tabi Olduğuna Karar Verdi.

 

 

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)’nın senedinde yer alan amacı doğrultusunda ve Vakıflar Bölge Müdürlüğünün de bilgisi dahilinde 1995 yılında açmış bulunduğu konferans salonunda, Cuma günleri gerçekleştirilen “Cuma Konferansları” programını müteakiben Cuma Namazı kılınması sebebiyle, 05. 09. 2003 tarihinde Altındağ Kaymakamlığı ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından, izinsiz mescid açmak iddiasıyla, bu salonun kapıları mühürlenerek kapatılması yoluna gidilmişti. Hukuka ve yürürlükteki yasalara aykırı olan bu idari işlemin iptali için konu yargıya intikal ettirilmişti.

Ekitap için tıklayın

Ankara 7. İdare Mahkemesinin, ESAS : 2006/177, KARAR: 2007/1470 nolu kararıyla, davalı idarenin konferans salonunu kapatma işleminin hukuki olduğu ifade edilmiştir. “633 sayılı Kanun ile ibadet yerlerini yönetmekle görevli olan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan Cuma namazlarının kıldırılması yönünde bir izni bulunmayan davacı vakfın faaliyetlerinin, 633 Sayılı Kanunun 35. maddesinin ‘Cami ve mescitler Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile ibadete açılır ve başkanlıkça yönetilir’ hükmüne aykırılığı tartışmasız olup, davalı idarece tesis edilen işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır” kararı verilmiştir.

Kararın üzerine oturtulduğu yasa maddesinde Cuma namazı kılmak değil, mescid açmak izne tabi kılınmışken ve temel hak ve hürriyetler ancak yasa ile sınırlanabilecekken, Diyanet İşleri Başkanlığının yasal dayanağı olmayan bir genelgesine dayanarak, konferans salonunda Cuma Namazı kılmanın da laik devletin iznine tabi kılınması ve bunun bir mahkemece de uygun bulunması Türkiye’ye özgü yeni bir hukuk skandalı olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.

İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’ın, bu hukuk skandalının ibret verici boyutlarını ortaya koyan bir muhtevayla kaleme alınan ve bugünlerde Danıştay’a verilen temyiz dilekçesinin, konuyu aydınlatan bazı bölümlerini aşağıda bulacaksınız:

“Öncelikle davalı idare, Mahkemeye, bu hukuksuz işlemini savunacak herhangi bir hukuki dayanak, haklı ve yasal bir gerekçe sunamamıştır. Davalı idare vekili, dava dilekçemize verdiği cevapta, konferans salonu olarak kullandığımız yerin “mescid olarak kullanıldığı, Kur’an Kursu açıldığı tutanakla tespit edilmiştir”, “her ne kadar salonun kapısında Konferans salonu yazıyor ise de, fiilen mescid olarak kullanıldığı açıktır. Bu durumda Müftülükten izin alınması gereklidir” iddiasında bulunmuştur. Halbuki aşağıdaki bölümde izahı yapıldığı üzere, bütün resmi tutanak, rapor ve yazılarda söz konusu yerin, sürekli ibadete açık olmadığı, konferans salonu olarak kullanıldığı ve ancak Cuma günü yapılan konferans yada semineri müteakip Cuma Namazı da kılındığı tespit edilmiş bulunmaktadır. Bizzat Müftülükçe tutulan tutanaklar ve hazırlanan raporlar bile bunu teyid etmektedir. Zaten Müftülüğün de iddiası izinsiz mescid açmakla ilgili değil, izinsiz Cuma namazı kılmakla ilgilidir. Ayrıca yine aşağıdaki bölümde yer verilen Diyanet İşleri Başkanlığı yazılarında da, sürekli ibadete açılarak özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe, sadece toplu namaz kılındığı için bir yer mescid hüviyetini kazanmamakta ve Diyanetin kontrol ve denetimine tabi kılınmamaktadır.

DİB, 08.07.2004 tarih ve B.02.1.DİB.0.12.00.02-019-713 sayılı yazısında; “….açık veya kapalı bir alanda ferdi veya toplu olarak namaz kılınmasında herhangi bir kısıtlama da söz konusu değildir. Ancak içinde namaz kılınan bir bina özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid hükmünü almaz. Buna göre özel bir mekanda haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit namaz kılınması, o yeri mescid hükmüne sokmaz. Herhangi özel bir mülkte toplu olarak namaz kılınması izne tabi değildir. İsteyen herkes her zaman ve her yerde ibadet hürriyetine sahip olup yukarıda belirtildiği gibi mevzuat açısından da engel bir durum yoktur” denilerek bu husus açıklığa kavuşturulmuştur.

Diğer taraftan davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü vekili, son derece subjektif suçlamalarda bulunarak, şahsi rahatsızlıklarını da cevap dilekçesine yansıtmış görünmektedir. Yapılan konferans ve seminerlerin mutlaka bir namaz vaktine denk gelmesini de Vakfımızın kötü niyetine yormakta, “eğer iyi niyetli olsalardı, konferans ve seminerleri namaz vakitlerine denk getirmemek için gerekli tedbirleri alırlardı”, demektedir. Bu ifadeler gerçekten hukuk ve idare adına utanılması gereken ifadelerdir. Müslüman bir halkın yaşadığı bu ülkede, din düşmanı bir diktatörlük yoksa ve namaz kılmayı yasaklamış değilse, neden konferans ve seminerler namaz vakitlerine yakın zamanlara denk gelmesin diye özel bir tedbir almak zorunluluğunu hissedelim? Neden ve hangi yetkiyle, Vakıflar İdaresi vekili böyle bir çaba gösremediğimiz için kötü niyetle suçlayabilmektedir? Üstelik günde 5 vakit namazı farz kılan bir dinin müntesipleri olarak, yaklaşık 2-3 saat süren bir konferansı namaz vakitlerine yaklaştırmamak ne kadar mümkündür? Ayrıca, yukarıya alıntılanan DİB yazısında Diyanet bile, “Vakıf, Dernek yada işyerlerinde 5 vakit ve toplu namaz kılınan mahaller oluşturulması, özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid açmak sayılmaz ve bu yerler mescid sayılmadığı için de Diyanet karışmaz” dediği halde, konferans salonumuzda seminer saatleriyle namaz saatlerini ayrıştırma ve bu salonda namaz kılmayı yasaklama cüretini gösteren idare vekili, önce kendi hukuka ve insan haklarına aykırı bu tutumunu gözden geçirmelidir.

Vakıflar Genel Müdürlüğü vekili, hukuk tahsili yapmış bir kişiye yakışmayacak başka ifadeler de kullanmakta ve idareyi suçlayıcı dilekçemizden dolayı, kutsal kurumlara haksızlık yaptığımızı ve ne yaparlarsa yapsınlar onlara sahiplenmemiz gerektiğini de öğütlemeye kalkışmaktadır. “Sonuçta bu işlemleri yapan kurumlar bizim hepimizin kurumlarıdır. Kişiler bu tür iddialarda bulunurken bu kurumların devletin, yani bizim kurumlarımız olduğunu, görevini tam ve gereği gibi, hukuk kuralları içerisinde yaptığını unutmamalıdır” diyecek kadar ileri gitmiştir. Maaş aldığı yeri hukuksuzluk da yapsa savunma refleksi ile hareket etmekle kalmamış, bizim de “bu hukuksuzluğu yapan bizim kurumuzdur, ne yaparsa yeridir, vurduğu yerde gül biter” anlayışı ile karşılamamızı öğütlemeye kalkışmıştır. Biz, idarenin açık bir hukuksuzluluğunun mağdurlarıyız. Neden bu hukuksuzluğu ileri sürüp hakkımızı yargıda aramayalım? Neden, “idarenin bütün yaptıklarını mutlaka gereği gibi ve hukuk kuralları içerisinde yaptığını” kabul edelim ki? Tam tersine tecrübeyle biliyoruz ki, idare arasıra hukuku gözetecek tutumlar sergilese de, halkını teba ve köle konumunda algıladığı için, çoğunlukla insan hakları ihlalleriyle malüldür. Devletle vatandaşın bu derece çok sayıda dava ile mahkemelik olduğu bir başka ülke göstermek zordur. Bu sebeple yargı bu kadar yük altındadır, AİHM de, bu sebeple Devlet ve kurumları aleyhinde davalarla dolup taşmakta ve Türkiye ardı ardına mahkumiyetler almaktadır.

İdarenin, tutarsız, mesnetsiz, yasal dayanaktan yoksun iddialarla hukuksuz işlemini savunmada gösterdiği bu acze rağmen, mahkeme, idarenin tek taraflı mesnetsiz iddialarını kabul ederek, üstelik idare yerine geçip yasaları idare lehine zorlayarak, hatta vakıf yetkililerinin söylemediklerini, idarenin tespit tutanaklarında yer alan ifadenin tam tersini vakıf yetkililerine söyletecek kadar ileri giderek, hukuka aykırı idari işlemi savunmaya kalkışmış ve sonuçta hukuka aykırı bir karar vermiş bulunmaktadır. Mahkemenin, kararını üzerine oturttuğu temel dayanaklardan birisi; “18. 07. 2003 tarihli tutanakta, Vakıf yöneticilerinden Mehmet PAMAK’ın ‘okulların kapanması ile birlikte vakıf üyelerinin çocuklarına on beş günlük Kur’an Kursu verildiği’nin belirtildiği görülmektedir” ifadesidir.

Halbuki, Altındağ İlçe Emniyet Müdürlüğü Komiser Yardımcısı Ahmet Akbulut tarafından 18. 07. 2003 tarihinde düzenlenen söz konusu “RAPOR”da; gidilen adreste “Cuma günü olması nedeniyle Cuma namazının kılındığı, belirtilen yerde herhangi bir Yaz Kur’an Kursu faaliyetinin bulunmadığı, çevreden yapılan araştırmada ise vakfın herhangi bir Kur’an Kursu faaliyetinin olmadığı bilgileri alınmıştır. Ancak vakıf yetkilelerinden Mehmet PAMAK ile yapılan görüşmede; Cuma Namazlarını Vakıflarına ait (Konferans) salonunda kıldıklarını, YAZ KUR’AN KURSLARININ OLMADIĞINI, okulların kapanmasını müteakip vakıf üyelerinin çocuklarına onbeş günlük kurs verdiklerini, (bunu da vakıf defterine karar alarak yaptıklarını) beyan etmişlerdir” tespitlerine yer vermiştir. Ekteki 25. 05. 2003 tarhli karar metninde de yapılan bu kursun içeriği açıkça ifade edilmiştir. Bu karar metninde de, “15-16 yaş arasındaki çocukların, vakıf senedinde yer alan amaç doğrultusunda sosyal ve kültürel faaliyetler çerçevesinde, el becerilerini geliştirmek, zihinsel ve bedensel anlamda gelişmelerini sağlamak, İslam kültürünü, Peygamberimizin hayatını, bu bağlamda örf, adet ve muaşeret kurallarını öğretmek” amacını güden 15 günlük bir kurs açıldığı belirtilmiştir. (Ek 1-2)

Bu tür zorlama ve çarpıtmaların bir mahkeme kararında yapılabilmesini, Vakfımızın çalışmalarından rahatsız olunduğu ve mutlaka vatandaşın aleyhinde idarenin lehinde karar verme, idareyi kayırma önyargısıyla hareket edildiği ve bu sebeple de bu kadar bariz hataların, hukuksuzlukların kolayca gerçekleştirilebildiği ve bu önyargının karanlığında bu hataların fark edilemediği açıklaması dışında açıklamak mümkün müdür? Devleti ve devlet kurumlarını kutsal ve her şeye rağmen itaat edilmesi ve ne yaparsa yapsın sessiz kalınması, yaptığı hukuksuzlukların bile savunulması gereken mutlak bir otorite, vatandaşları, sivil halkı ve onun sivil kuruluşlarını da mutlak itaat etmesi gereken teba ve köleler konumuna oturtan, hukuk devletiyle asla bağdaşmayan bir zihniyetin ürünü olarak nitelendirmeyi hak eden bu hukuka aykırı karar, aynı zamanda yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesini de gölgeleyen bir karar olmuştur. Bu sebeple kararı veren yargıçlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı da düşünmekteyiz.

İdarenin bütün tespitlerinde, resmi yazı, tutanak ve inceleme raporlarında, vakfın mescid olarak sürekli ibadete tahsis edilen bir yer açmadığı, Kur’an kursu faaliyeti de düzenlemediği, sadece Vakıf Konferans salonunda konferans yapıldığı ve Cuma namazı kılındığı tespit edilmiştir.

Müftülük ve İlçe Emniyet Müdürlüğü yetkililerine ait, resmi tutanak, rapor ve yazılardan alıntılanan açık ifade ve tespitler göstermektedir ki, İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı, söz konusu adreste;
– Mescid olarak tahsis edilen ve sürekli bir biçimde ibadete ve beş vakit namaza açık bir ibadethane yani mescid açmış değildir.
– Yine aynı resmi yazı, tutanak ve raporlar açıkça ve ittifakla ortaya koymaktadır ki, burası bir konfarans salonu olarak açılmış ve faaliyetini de bu şekilde sürdürmektedir. Ve bu konferans salonunda herhangi bir Kur’an Kursu faaliyeti yapılmamıştır.
– Bütün bu resmi tutanak, yazı ve raporların üçüncü bir ortak tespiti ise, bu konferans salonunda haftada bir Cuma günleri gerçekleştirilen konferansı müteakip Cuma Namazının da kılınıyor olmasıdır.

Mescid olarak tahsis edilmediği, Kur’an kursu faaliyeti düzenlenmediği ve konferans salonu olduğu açıkça tespit edildiği halde, söz konusu salonun, 633 sayılı yasanın 35. maddesi dayanak gösterilerek “izinsiz mescid ve Kur’an kusru açmak” iddiasıyla kapatılmasına dair idari işlemin hukuka aykırı bulunmamasına dair Mahkeme kararı hukuka aykırıdır:

A – Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında 633 Sayılı Yasanın
35. maddesinde izne tabi kılınan, cami ve mescid açılmasıdır:

“Camiler ve Mescidler Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile açılır ve başkanlıkça yönetilir” hükmü çok açık olarak ancak cami ve Mescid açılmasını Diyanet İşleri Başkanlığının iznine tabi kılmıştır. O halde bu yasa hükmünün uygulamasında önem arz eden husus cami ve mescid tanımıdır. Olayımızda ise mescid tanımı önem arz etmektedir. Vakıf, senedindeki amacı gereği açtığı konferans salonunda, zaman zaman namaz vaktine denk gelindiğinde vakit yada Cuma namazlarını kılmanın, sürekli ibadete açılı olmayan ve mescid olarak da tahsis edilmemiş bulunan bu konferans salonunun konumu hakkında bilgi almak üzere D.İ. Başkanlığına 16. 09. 2003 tarihinde ekteki yazıyı yazarak mescid tanımına açıklık getirilmesini talep etmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığının 30. 03. 2004 tarih ve 271 sayılı cevabi yazısında; “ İçinde namaz kılınan bir bina, ya da bir yer, özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid hükmünü almaz… isteyen herkes her zaman her yerde ibadet etme hürriyetine sahiptir. Zira insanların inanç ve ibadet hürriyetleri anayasal bir haktır. Ancak cami ve mescidlerin açılması izne tabidir.” (Ek 14) 087.07.2004 tarih ve 713 sayılı yazısında ise; “….açık veya kapalı bir alanda ferdi veya toplu olarak namaz kılınmasında herhangi bir kısıtlama da söz konusu değildir. Buna göre özel bir mekanda haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit namaz kılınması, o yeri mescid hükmüne sokmaz. Herhangi özel bir mülkte toplu olarak namaz kılınması izne tabi değildir. İsteyen herkes her zaman ve her yerde ibadet hürriyetine sahip olup yukarıda belirtildiği gibi mevzuat açısından da engel bir durum yoktur” (Ek 15) denmek suretiyle İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfının haklılığı bir kez daha ortaya konulmuştur. Cemaatla namaz kılmanın değil, cami ve mescid açmanın DİB’nın iznine tabi olduğu son derece açıktır.

B – Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yazılarındaki izahat da ortaya koymaktadır ki, konferans salonunda katılanlarla toplu namaz kılmak orayı mescid tanımına sokmamakta, bir yer mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid sayılmamakta, dolayısıyla DİB’nın izni de gerekmemektedir:

Tarafımızdan dava dilekçesinde ve diğer dilekçelerde defalarca belirtildiği üzere vakfımıza ait konferans salonu bulunduğu, söz konusu salonda her Cuma gelenekselleşmiş konferanslar verildiği, bu konferanslardan sonra dinleyicilerin talebi ile Cuma namazı kılındığı belirtilmiştir. Davalı idare söz konusu yerin bu nedenle mescit olduğunu ve Cuma namazının izne tabi olduğunu ileri sürmüştür. Ekte yer alan ve yukarıya da alıntılanan Diyanet İşleri Başkanlığı yazılarında ise bu iki iddianın doğru ve haklı olmadığı çok açık olarak belirtilmiştir. Şöyle ki; 1 – Umuma açık olarak (beş vakit namaza sürekli açık şekilde) ibadete tahsis edilen yerlere cami ya da mescid denildiği, “camilere göre daha küçük boyut ve kapasitedeki ibadet yerlerinin ise mescid olarak adlandırıldığı” anlaşılmaktadır. Herhangi özel bir mülkte toplu olarak namaz kılınması izne tabi değildir. İsteyen herkes her zaman ve her yerde ibadet etme hürriyetine sahiptir. İzne tabi kılınan ise cami ve mescid açılmasıdır. 2 – Bir mekânın mescid sayılabilmesi için, orada sürekli bir biçimde ve toplu ibadet edilmesi bile yetmemekte, o mekânın özellikle mescid olarak tahsis edilmesi de gerekmektedir. Sonuç olarak özel bir mekan olan Vakıf konferans salonunda, haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit, ya da zaman zaman konferansları müteakip toplu namaz kılınması, o yeri mescit hükmüne sokmamaktadır. DİB’nın yazısında yer alan tüm bu tespitler davamızın haklı gerekçelere dayandığını bir kez daha ortaya koymuştur. Sonuçta, sürekli namaz kılınmayan ve özellikle mescid olarak tahsis edilmeyen, tam tersine dosyada mevcut olan mütevelli heyet kararı ile konferans ve seminer salonu olarak tahsis edilmiş bulunan salonumuzu, bütün resmi yazı, tutanak ve raporlarla da tespit ve kabul edilen bir gerçeklik olarak haftada bir kez konferansı müteakip kılınan Cuma namazı sebebiyle mescid addetmek DİB’nın bu açıklamasına göre de mümkün değildir.

Dava konusu ettiğimiz kapatma işlemine muhatap kılınan salon, vakıf genel merkezi bünyesinde yer alan ve vakıf senedinde belirtilmiş bulunan amaçlarımıza uygun faaliyetlerimizi gerçekleştireceğimiz bir alan olarak açılmıştır ve yıllardır seminer, konfarans ve diğer kültürel faaliyetlerimiz burada yapılmaktadır. Daha çok Cuma ve Pazar günleri gerçekleştirilen konferanslarımız ile gençlere, bayanlara ve büyük erkeklere yönelik çeşitli spor, müzik, sanat faaliyetleri, sosyal ve kültürel çalışmalar hep bu salonda ve Vakıflar Bölge Müdürlüğünün de bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Aynı yerde, yıllardır süren Pazar konferaslarından sonra vakti giren ikindi namazı da topluca kılınmaktadır. Ancak idarenin buna herhangi bir itirazı söz konusu değildir.

Nitekim dava dilekçesinde de ifade ettiğimiz üzere, vakıfımız, Altındağ Kaymakamlığının Cuma kılmayı yasaklayan 04. 02. 2001 tarihli tebligatı üzerine, “hukuki mücadeleyi sürdüreceğine ve bu süreçte söz konusu salonda cuma namazı kılınmayacağına, ancak konferansların devam ettirileceğine” dair kararı, 10.12.2001 tarihli yazımızın ekinde Altındağ Müftülüğüne ve Altındağ Emniyet Amirliğine bildirilmiştir. Bu tarihten sonraki yaklaşık bir buçuk yıllık süreçte, Emniyetin, Müftülüğün, Kaymakamlığın bilgisi dahilinde bu salonda Cuma günleri konferans yapılmış ve konferansı takiben de Cuma namazı yerine öğle namazı kılınarak dağılınmıştır. Bu uygulamaya, ne Vakıflar Genel Müdürlüğünden, ne de Altındağ Müftülüğü ve Kaymakamlığından herhangi bir itiraz ve müdahale söz konusu olmamıştır. Bu süreç de ispat etmiştir ki, burası mescit olmayıp, vakfın merkezince yönetilen kapalı bir konferans ve seminer salonudur. Diyanet Kanunu gereğince Müftülük iznine tabi kılınan ise, sadece “mescit açmak” olup, konferans salonunda seminere ya da konferansa katılanların vaktin girmesi sebebiyle Cuma namazı ya da öğle namazı kılmaları değildir. Ancak 2003 yılı ortalarından itibaren tekrar Cuma Namazı kılınmaya başlanması üzerine, dava konusu olan kapatma işlemi gerçekleştirilmiştir. Anlaşılan odur ki, söz konusu yerin mescid olmadığı idarece de kabul edilmekte ve bu yerde gerçekleştirilen konferanslar sonunda vakit namaz kılınması da izne tabi sayılmamakta ve yasalar açısından da bir sorun teşkil etmemektedir. Ancak aynı şartlar altında, yani mecsid olmayan bir yerde, bir konferans salonunda vakit namazının topluca kılınması sorun değilken, Cuma namazı kılınması izne tabi sayılarak sorun haline getirilmekte ve kapatma işlemine sebep olarak gösterilmektedir.

C – Sonuçta yukarıdaki izahattan anlaşılan odur ki, konferans salonumuz, sadece haftalık Cuma konferansları sonrasında Cuma namazı kılınması sebebiyle kapatılmış bulunmaktadır. O halde, Cuma namazı kılmanın, yasalara göre izne tabi olup olmadığını araştırmamız gerekmektedir:

16. 09. 2003 tarihinde DİB’na yazdığımız yazıda;

“Vakfa ait konferans salonunda, vakıf senedi gereği yapılan konferans ya da seminerler sonunda, katılanların Cuma namazı kılması izne tabi midir?” sorusunu yöneltmiştik. Aldığımız 04. 12. 2003 tarihli ve 1035 sayılı cevabi yazıda, “Diyanet İşler Başkanlığı 2002 Genelgesinin ‘VII Camiler’ başlıklı bölümünün 3 üncü maddesi uyarınca, buralarda (yani mescid olarak tahsis edilen yerlerde) Cuma ve Bayram namazlarının kılınabilmesi için ilgili müftülükçe ‘Cami İbadete Açılış Beratı’ düzenlenmesi gerekmektedir… bir mekânın cami ve mescid olarak ibadete açılması veya bir mekanda Cuma ve Bayram namazlarının kılınması yukarıda zikredilen mevzuat (2002 Genelgesi) hükümleri çerçevesinde ilgili müftülükçe o yere ‘Cami İbadete Açılış Berat’ düzenlenerek izin verilmesine bağlıdır” ifadelerine yer verilmiştir. (Ek 16)

Bunun üzerine yazdığımız 16. 02. 2004 tarihli yazımızda ise,
DİB’na aşağıdaki itirazları yöneltip açıklama istedik.

“633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında kanunun 4379 sayılı kanunla değişik 35. maddesinde, “cami ve mescidler Diyanet işleri Başkanlığının izni ile açılır ve Başkanlıkça yönetilir.” hükmü yer almaktadır. Bu hükmün de genel hukuk prensiplerine, insan hakları sözleşmelerine ve hatta laiklik ilkesine de aykırılığı ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, hukuka aykırı da olsa cami ve mescidlerin açılışı söz konusu kanun hükmüyle izne tabi kılındığı için, DİB 2002 Genelgesinin “VII Camiler” başlıklı bölümünün 3. maddesi uyarınca, bir mekanın cami ve mescid olarak ibadete açılmasında, “Cami İbadete Açılış Beratı” düzenlenerek izin alınması mecburiyetinin aranması kanuna uygun bir durumdur.

Ancak, cami ve mescid olmayan, yani sürekli ibadete tahsis edilmeyen, herhangi bir mekânda veya vakıf bünyesindeki bir “konferans salonu”unda, konferansın hitamında, orada bulunan insanların aynı salonda Cuma Namazı kılmalarını izne tabi kılmayı hükme bağlayan hiçbir kanun söz konusu değildir ve Başkanlığınızca da böyle bir kanun hükmü ortaya konamamıştır. Ayrıca söz konusu yazınızdaki ifadelerden ve aynı yazınızda zikredilen yönetmelik hükümlerinden anlaşıldığı kadarıyla, vakıflara ve ticarethanelere ait olup beş vakit namaz kılmaya tahsis edilmiş yerler dahi mescit hükmü dışında tutulup, izin alma mecburiyetine tabi kılınmazken, beş vakit namaza açık olmayan ve haftanın 6 günü kapalı tutulan, yani ibadete tahsis edilmeyen (bu sebeple de sizin mescit tanımınıza da girmeyen) bir konferans salonunda haftada bir yapılan konferans sonrası Cuma Namazı kılabilmek için dahi “Cami İbadete Açılış Berati” alma, yani DİB’dan izin alma mecburiyetinin getirilmesi, hem kanunsuz bir hürriyet sınırlaması, hem de büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Bunun dayanağı olarak da, ilgideki yazınızda, “….bir mekânda Cuma ve Bayram Namazlarının kılınması yukarıda zikredilen mevzuat (söz konusu genelge-MP) hükümleri çerçevesinde ilgili Müftülükçe o yere ‘Cami İbadete Açılış Beratı’ düzenlenerek izin verilmesine bağlıdır” şeklindeki genelge hükmü gösterilmiştir. Bu, anayasa ve kanun hükümlerini göz ardı eden bir keyfilikle, kanuni dayanaktan yoksun bir genelgeyi yasa, anayasa ve uluslar arası sözleşme hükümlerinin üzerine çıkaran hukuka aykırı bir tutumdur.

Bu ifadenizin anlamı şudur: “Biz din ve ibadet hürriyetini, Anayasa ve Uluslar arası Sözleşmelere rağmen, her hangi bir kanun hükmü de olmaksızın, DİB Genelgesi ile sınırlandırıyoruz” demiş oluyorsunuz. Halbuki, temel hak ve hürriyetleri bir genelge ile sınırlamaya kalkışmak, herşeyden önce bir Anayasa ihlâli oluşturmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 18. maddesinde yer alan hükme göre: “ her şahsın ……. din hürriyetine hakkı vardır; Bu hak….. dinini…. tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve âyinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir.” Aynı şekilde İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 9. maddesinde de: “Her şahıs….. din hürriyetine sahiptir. Bu hak….. alenen veya hususî tarzda ibadet ve âyin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini tazammun eder.”

TC Anayasası’nın 24. maddesinde de, “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir” hükmü ile din ve ibadet hürriyetine yer verilmiştir. Yine TC Anayasa’sının 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, ancak Anayasa’da belirtilen sebeplerle ve “Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği” hükme bağlanmıştır.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Uluslar Arası İnsan Hakları sözleşmelerinin ve Anayasa hükümlerinin güvencesi altında, herkes Anayasal sebeplerle ve yasalarla sınırlanma dışında, sınırlandırılamaz din ve ibadet hürriyetine sahip olup, bu hak, din hürriyetinin gereğini ve ibadetlerini tek başına veya topluca, açık veya özel surette ortaya koymayı da kapsamaktadır. O halde bir grup Müslümanın, başkalarının haklarına tecavüz anlamı taşımayan ibadetlerini, ibadete tahsis edilmemiş her hangi bir mekânda da yerine getirmeleri en temel haklarıdır, anayasal sebeplere dayanarak kanun çıkarma dışında hiçbir kurumun bunu sınırlandırma, izne tabi kılma yetkisi yoktur. Bu sebeple, başkasının haklarına tecavüz teşkil etmeyen herhangi bir mekânda, ya da bir vakfın konferans salonunda, herhangi bir sebeple, ya da bir konferans sebebiyle bir araya gelmiş Müslümanların dağılmadan önce Cuma namazı kılmalarını yasaklamak, sınırlamak, bir takım şartlara, belgelere ve izne bağlamak, bütün bu uluslar arası sözleşmelere ve Anayasa’ya aykırılık teşkil etmektedir.

Hiçbir merciin, temel hak ve hürriyetleri, anayasal ve yasal dayanak olmadan, bir genelge ya da yönetmelikle sınırlandırma, kullanılmasını izne tabi kılma yetkisi olmadığına göre, DİB’nın yasal dayanaktan yoksun bir genelge ile Cuma namazını izne bağlaması da haksız, hukuksuz, keyfi bir idari işlem durumundadır ve söz konusu Ulsulararası sözleşmelerin ve Anayasa’nın ihlâli anlamına gelmektedir.”

İşte bu açıklamalı itirazımız üzerine DİB 30. 03. 2004 tarihli
ve 271 sayılı cevabi yazısında şu ifadelere yer verilmiştir: (Ek 14)

“Bir yerde Cuma Namazı kılınabilmesi için, o yerde Cuma Namazı kılınmasına yetkili merci tarafından herkese açık olmak üzere izin verilmesi şarttır. Buna göre umuma açık olmayan yerlerde Cuma namazı kılınamayacağı gibi, Cuma namazı kılınmasına izin verilmiş olmakla birlikte sadece belirli kişilerin girebildiği camilerde de Cuma namazı kılınmaz.”

Bunun üzerine 29. 04. 2004 tarihli yazımızla, aşağıdaki itirazları ifade ederek, tekrar konunun açılmasını ve Cuma ibadetini izne tabi kılan yasal dayanağın ortaya konmasını talep ettik.

“Bu kadar iddialı ifadelerle ‘Cuma namazı kılınmasına yetkili merci tarafından izin verilmesi şarttır’ denilmesine rağmen, önceki yazımızda belirttiğimiz ve yukarıya da alıntıladığımız hukuki itirazların hiç birisine değinilmemiş, cevap verilmemiş olması, bu konuda herhangi bir hukuki, yasal mesnedinizin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. O halde neden bu hukuksuzluğu gidermeye yönelik hukuki bir adım atılmamaktadır ? Neden, temel bir hak olan din ve ibadet özgürlüğünü haksız ve hukuksuz olarak ortadan kaldıran uygulamadan vazgeçerek, vatandaştan da özür dileme erdemliliğini göstermek yerine, ısrarla 2002 genelgesinde zikredilen yasal mesnetten yoksun bir “izin alma şartı” dayatılmaktadır ?

Bu konu ile ilgili üçüncü yazımızı yazma ihtiyacını duymamızın birinci sebebi, ancak ikinci yazıdan sonra sorularımızın bir kısmına cevap alabilmiş olduğumuzu dikkate alarak son bir yazı ile de Cuma konusundaki sorumuza hukuki mesnetli bir cevap alabilme ihtimalini düşünmüş olmamızdır. İkinci sebebi ise; kavgayı değil, haksızlıkların, hukuksuzlukların giderilmesini amaç edinmiş olmamızdır. Bu sebeple son bir yazı ile Başkanlığınıza, Cuma namazını yasal dayanaktan yoksun bir biçimde izne tabi kılarak din ve ibadet özgürlüğünü kısıtlayan uygulaması konusunda bir düzeltme ve hatadan dönme fırsatı tanımak istiyoruz. Aksi taktirde hukuki yollara baş vuracağımız bilinmelidir.”

Bu yazımızdan sonra DİB, 08.07.2004 tarih ve
B.02.1.DİB.0.12.00.02-019-713 sayılı yazısında; (Ek 15)

“….açık veya kapalı bir alanda ferdi veya toplu olarak namaz kılınmasında herhangi bir kısıtlama da söz konusu değildir. Ancak içinde namaz kılınan bir bina özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid hükmünü almaz. Buna göre özel bir mekanda haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit namaz kılınması, o yeri mescid hükmüne sokmaz. Herhangi özel bir mülkte toplu olarak namaz kılınması izne tabi değildir. İsteyen herkes her zaman ve her yerde ibadet hürriyetine sahip olup yukarıda belirtildiği gibi mevzuat açısından da engel bir durum yoktur.”

“ Cuma Namazının sahih olabilmesi için de bazı şartlar bulunmaktadır. Hanefilere göre bu şartlardan biri de, devlet yetkilisinin izin vermiş olmasıdır. İbadetlerin; din bilginlerinin içtihatlarına uygun olarak yerine getirilmesi için idarenin bir takım düzenlemeler getirmesini, din ve vicdan hürriyetine müdahale olarak kabul etmek mümkün değildir.”

Diyanet İşleri Başkanlığının, laik devlet açısından şok edici bu cevabı
üzerine yazdığımız 10. 09. 2004 tarihli son yazımızda ise aşağıdaki açıklama ve itirazları yönelttik.

“Söz konusu yazınızda Cuma namazını izne tabi kılma gerekçeniz laik hukuk devletiyle uyuşmamakta ve bizzat aynı yazınızın girişinde beyan ettiğiniz Anayasanın 136. maddesi ile de çelişki oluşturmaktadır. Başkanlığınızın da beyan ettiği gibi, söz konusu anayasa maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, LAİKLİK İLKESİ DOĞRULTUSUNDA, BÜTÜN SİYASİ GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİN DIŞINDA KALARAK……” faaliyet göstermek üzere teşkil edilmiş laik bir kurumdur. İlgide belirtilen yazınızda da ifade edildiği üzere, kanuni dayanakla Başkanlığınızın iznine tabi kılınan sadece “cami ve mescidlerin açılması” hususudur. (4379 sayılı kanunun 35. maddesi).

Diğer taraftan yine aynı yazınızda isabetle ifade ettiğiniz üzere, “….açık veya kapalı bir alanda ferdi veya toplu olarak namaz kılınmasında herhangi bir kısıtlama da söz konusu değildir. Ancak içinde namaz kılınan bir bina özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid hükmünü almaz. Buna göre özel bir mekanda haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit namaz kılınması, o yeri mescid hükmüne sokmaz. Herhangi özel bir mülkte toplu olarak namaz kılınması izne tabi değildir. İsteyen herkes her zaman ve her yerde ibadet hürriyetine sahip olup yukarıda belirtildiği gibi mevzuat açısından da engel bir durum yoktur.” Yazınızın bu bölümünde zikredilen yukarıdaki ifadeler doğru ve mer’i mevzuata da uygundur.

Ancak yazınızın devamında Cuma namazı için istisna getirilip, izne tabi olduğu ifade edilerek büyük bir çelişkiye düşülmekte, üstelik din ve ibadet özgürlüğünü kısıtlayan bu uygulama için mer’i mevzuattan bir dayanak da gösterilememektedir. Halbuki gerek anayasanın ve gerekse onun da üzerinde bir geçerliliğe sahip uluslar arası insan hakları sözleşmelerinin hükümleri ile güvence altına alındığı iddia edilen insan hak ve özgürlüklerini, bu meyanda din ve ibadet özgürlüğünü kısıtlayıcı bir uygulamanın yine anayasa ve uluslar arası sözleşmelerden bir dayanağının gösterilmesi ve bu kısıtlamanın mutlaka bir kanunla düzenlenmesi gerekmektedir.

Buna rağmen Başkanlığınız, Cuma namazını bir genelge ile izne tabi kılmak suretiyle din ve ibadet özgürlüğüne kısıtlama getirmekte ve kısıtlama için hiçbir kanun hükmü gösterememektedir. Böylece Başkanlığınız, hem bağlı bulunduğu devletin laik hukuk devleti olma iddiasına, hem de tabi olmak zorunda bulunduğu anayasanın ve uluslar arası sözleşmelerin temel ilke ve hükümlerine aykırı bir uygulamayı sürdürmektedir. Yasal hiçbir dayanak gösteremeden Cuma namazını izne tabi kılan Başkanlığınızın, tek dayanak olarak bir mezhebin yorumuna ve üstelik onu da gerçek bağlamından saptırarak sığınmış olması, laik devlet adına ibret verici bir çelişkiyi, aynı zamanda da çifte standartçı bir istismarı oluşturmaktadır.

Yazınızın söz konusu bölümünde şu ifadelere yer verilmiştir: “ Cuma namazının sahih olabilmesi için de bazı şartlar bulunmaktadır. Hanefilere göre bu şartlardan biri de, devlet yetkilisinin izin vermiş olmasıdır. İbadetlerin; din bilginlerinin içtihatlarına uygun olarak yerine getirilmesi için idarenin bir takım düzenlemeler getirmesini, din ve vicdan hürriyetine müdahale olarak kabul etmek mümkün değildir.” İşte başkanlığınızın ibadet hürriyetine sınırlama getirmesinin tek dayanağı olarak bu açıklama yapılmıştır. Ancak işte tam da bu nokta, söz konusu uygulamaya bir dayanak olmaktan ziyade, laiklik ilkesine göre faaliyet göstermek üzere kurulmuş laik bir kurum olan DİB’nın en büyük çelişkisini, ciddi bir tutarsızlık ve açmazını oluşturan kırılma noktasıdır ve anayasa, yasa ve uluslar arası sözleşmelere aykırıdır.

Bir kere, laiklik ilkesi gereğince pozitif hukukun gereği bir kanuni düzenleme olmadıkça din ve ibadet hürriyeti hiçbir merci tarafından sınırlanamaz, bu minval üzere Cuma namazı da izne tabi kılınamaz. Batılı anlamda laiklik ilkesine tam sadakat gösterildiğinde ise, laik devletin kanunla bile din alanıyla ilgili düzenlemeler yapması kabul edilemez.

İkinci olarak, laik devletin laikliğe bağlı bir kurumunun, bir mezhebin yorumunu bu mezhebi kabul etmeyenlere dayatması söz konusu olamaz. Nitekim yazınızda Hanefi Mezhebi alimlerinin içtihatlarına göre “devletin izin vermesinin Cuma’nın sahih olmasının şartlarından olduğu” ifade edilmektedir. Bu ifadeler bir çok itirazı hak eden bir çok yanlışı birlikte içermektedir. 1 – Biz bu mezhebin yorumunu kabul etmediğimizde, sadece Kur’an’ın hiçbir şarta bağlamadan “Cuma namazını kılmaya” çağıran emrini esas aldığımızda, bize herhangi bir mezhebin yorumunu dayatmaya İslami bir devletin bile hakkı yokken, nasıl olur da laikliği hem de, İslam şeriatına karşı olmak anlamıyla, benimsemiş bir devletin böyle bir hakkı ve yetkisi olabilir? Eğer olursa, anayasal laik hukuk devleti iddiasının ve İnsan hakları sözleşmelerinin altına imza atmanın ne anlamı olabilir? 2 – Ayrıca bu mezhebin içtihadını kabul edenler bakımından da böyle bir müdahale kabul edilemez. Çünkü Hanefi mezhebinin bu görüşü, İslam devleti için, yani İslamın hükümleriyle hükmeden, İslam hukukunu esas alan bir devlet için geçerli olan bir görüştür. Nitekim DİB yayınlarından Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi isimli eserde: “İmamı Azam Ebu Hanife’nin kavline göre, devletin (ulû’l emr’in) izni olmadıkça Cuma namazı sahih olmaz. İmam-ı Malik ve Şâfii ve Ahmed’e göre, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılmakta sıhhate mani bir şey yoktur…” denilmekte ise de, o gün izni gerekli görülen devlet- ulû’l emr- Allah’a ve Resulüne itaati esas almış, halkını İslamın hükümlerine göre adaletle yönetmeyi kabul etmiş olan devlettir. O halde Hanefilere göre de, İslamı şeriatını reddeden laik bir devletten izin alınması gerekmemektedir. Aksi bir iddia hem İmam Ebu Hanifeye hem de İslama iftira olur. 3 – Ayrıca Cuma namazının sıhhat şartı anlamında İslam devletinin iznini bile diğer mezhep imamları gerekli görmemişlerdir.

Üçüncü olarak, laik devletin bizim namazımızın sahih olup olmadığı ile ne ilgisi olabilir? Namazımızın sahih olup olmaması bizi ilgilendiren ve laik devletin karışamayacağı bir husustur. Ancak herhangi bir kişinin şahsi görüşü olarak ifade edip dayatamayacağı gibi, DİB’de yanlış ta olsa bir görüşe sahipse bunu yazıp söyleyebilir, ancak herkesi bağlayıcı bir tarzda dayatamaz. “İbadetlerin din bilginlerinin içtihatlarına uygun olarak yerine getirilmesi için idarenin bir takım düzenlemeler getirmesini, din ve vicdan hürriyetine müdahale olarak kabul etmek mümkün değildir” ifadesi İslam devletinde bile ancak başka içtihatlara baskı ve sınırlama getirmemek kaydıyla geçerli olabilecekken, nasıl olur da laik devlette, hem de başka içtihatları da yok sayan, baskı kuran, dayatan, ibadet özgürlüğüne açık bir müdahale teşkil eden DİB uygulaması için geçerli sayılabilmektedir, anlamak mümkün değildir.

Sonuç olarak, laik bir hukuk devleti, kanuni ve anayasal bir dayanak olmadan, sadece bir mezhebin, bazı alimlerin yorumlarını (üstelik o yorumu da gerçek bağlamından kopararak) esas alıp, bu yoruma katılmayan diğer mezhep ve içtihatların ibadet özgürlüğünü de sınırlandıracak bir karar alamaz ve bu istikamette bir uygulama yapamaz. Yaparsa hem laiklik ilkesine aykırı davranmış, anayasa ve uluslar arası hukuku çiğnemiş olur, hem de bırakın hukuk devleti olmayı, kanun devleti olma niteliğini bile kazanamaz. Bütün bu bakımlardan, hem İslam’la hem de laik devletin temel ilkeleri, laik hukuk ve uluslar arası insan hakları sözleşmeleri ile aykırılık teşkil eden, Cuma namazını izne tabi kılan kanuni dayanaktan yoksun karar ve uygulamanızı gözden geçirerek, din ve ibadet özgürlüğümüzün kanunsuz bir biçimde kısıtlanmasına son vereceğinizi umuyor, aksi halde haklarımızı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde aramak zorunda kalacağımızın bilinmesini istiyoruz.”

İşte bu son yazımızdan sonra DİB’nın laik hukuk devletinin laikliğe uygun faaliyet göstermekle görevli bir kurumu açısından ibretlik son cevabi yazı olan 15. 12. 2004 tarih ve B.02.1.DİB.0.12.00.02-021/1418 sayılı yazıda da, Din İşleri Yüksek Kurulu kararı olarak şu ifadeleri tekrarlamaktan başka bir şey yapılamamıştır: (Ek 17)

“İbadetlerin dinen geçerli olabilmesi için zorunlu bir takım şekil ve şartlar vardır. Cuma namazını kıldıracak kişiye devlet yetkilisinin izin vermesi de Hanefilere göre bu şartlardandır. İbadetlerle ilgili şekil ve şartların açıklanması, ibadetlere kısıtlama getirmek değil; toplumu din konusunda aydınlatmaktır. Teşkilat kanununda da belirtildiği gibi, toplumu din konusunda aydınlatmak Başkanlığımızın görevleri cümlesindendir” denilerek, din ve ibadet özgürlüğüne yönelik kısıtlayıcı uygulama, bir mezhebin yorumuna dayandırılmış, yasal bir dayanak gösterilememiştir.

III – Sonuç :

1 – Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, haksız ve hukuksuz bir idari işlemle kapatılan konferans salonumuzla ilgili olarak resmi yazı, tutanak ve raporlarda da açıkça ortaya konduğu gibi, bu mekânın mescid olmadığı, sürekli ibadete açık olmadığı, mescid olarak tahsis edilmediği ve Kur’an Kursu faaliyeti yapılmadığı, sadece haftada bir gün yapılan konferans ya da semineri müteakip Cuma Namazı kılındığı tartışmasız bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Hiçbir ilgisi olmadığı halde, Mahkeme kararında, “Öğrenci Yurtları ile benzeri Kurumların Açılması, İşletilmesi ve Düzenlenmesi Hakkında Yönetmelik”e neden yer verildiği ise anlaşılamamıştır. Zaten mahkeme de bu alakasız yönetmiliği sadece zikretmekle bırakmış, bu yönetmelikten, idarenin dava konusu işleminin haklılığnı gösterecek bir çıkarımda bulunamamış, kararını oluştururken sadece 633 sayılı yasanın 35. maddesini dayanak olarak göstemiş, söz konusu Yurtlar yönetmeliğine ise herhangi bir atıfta bulunmamıştır. Dosya münderacatında yer alan ve ekte de sunulan bütün resmi yazı, tutanak ve raporlarda vurgulanan tespite göre, kapatılan yerin mescid ve Kur’an Kursu olmadığı, Cuma namazı da kılınan bir konferans salonu olduğu açıkça tespit edildiği ve vakıa da bu olduğu halde, Yurtlar ve Pansiyonlar yönetmeliği neden kararda zikredilmiştir, gerçekten anlamak mümkün değildir. Anlaşılmaktadır ki, Mahkeme, kapatılan yerin konferans salonu mu, Kur’an Kursu mu, yurt ve pansiyon mu, olduğu konusunda kararsızdır ve hangisi tutarsa kabilinden, ilgili ilgisiz bir çok hususu alt alta sıralayarak, tabiri caizse bir kararsızlık kararına ulaşmış, ama her hâlukârda, yani hangisi olursa olsun idarenin yaptığının haklı olduğu sonucuna varmıştır.

2 – Ayrıca, tartışmasız olan bir başka husus da, İdare Mahkemesinin kararına dayanak yaptığı DİB yasasının 35. maddesinin sadece cami ve mescid açılmasını izne tabi kıldığı hususudur. DİB’nın yukarıya alıntılanan yazılarına göre de, vakfımıza ait salonun mescid tanımına girmediği kabul edilmiştir. Bu husustaki DİB görüşü şudur: “….açık veya kapalı bir alanda ferdi veya toplu olarak namaz kılınmasında herhangi bir kısıtlama da söz konusu değildir. Ancak içinde namaz kılınan bir bina özellikle mescid olarak tahsis edilmedikçe mescid hükmünü almaz. Buna göre özel bir mekanda haftada sadece bir gün ve sadece birkaç vakit namaz kılınması, o yeri mescid hükmüne sokmaz.” O halde, tek sorun Cuma namazının izne tabi olup olmadığı noktasında düğümlenmiştir. Vakfımız bu konunun aydınlatılması için DİB ile uzun yazışmalar gerçekleştirmiş olup, yukarıya alıntılanan ve ekte sunulan bu yazıların içeriğine göre de, D.İ. Başkanlığı, ibadet özgürlüğünü kısıtlama anlamına gelen Cuma namazı kıldırmayı izne bağlayan genelgesinin hukukiliğini kanıtlayacak yasal bir gerekçe sunamamakta, ancak DİB’ndaki yetkili kadroların tercihi olduğu anlaşılan Hanefi mezhebinin bir yorumuna sığınmaktadır.

3 – Laik hukuk devleti olduğu iddia edilen bir sistemde, devletin bir kurumu hiçbir yasal dayanak olmadan, bir mezhebin yorumunu bütün topluma dayatarak, din ve ibadet özgürlüğünü kısıtlamaya kalkışmakta ve maalesef bir mahkeme de, yaptığı hukuka aykırı işlemi savunamayan idarenin yerine geçerek, onun hukuka, uluslar arası sözleşmelere ve yasalara aykırı bu uygulamasına hukukilik kılıfı kazandırmaya çalışmaktadır.

Üstelik Mahkeme idarenin yerine o kadar geçmiştir ki, idarenin hukuka aykırı işlemini savunabilmek için idarenin bile yapmadığını yaparak, Vakıf yetkilisi Mehmet Pamak’ın polisce düzenlenen rapora alıntılanan “Yaz Kur’an Kursu açmadık” ifadesini bile kararında tam tersi istikamette saptırarak, “18. 07. 2003 tarihli tutanakta, Vakıf yöneticilerinden Mehmet PAMAK’ın ‘okulların kapanması ile birlikte vakıf üyelerinin çocuklarına on beş günlük Kur’an Kursu verildiği’nin belirtildiği görülmektedir” ifadesine yer verebilmiştir.

4 – DİB yukarıya alıntılanan son yazısında, “İbadetlerin dinen geçerli olabilmesi için zorunlu bir takım şekil ve şartlar vardır. Cuma Namazını kıldıracak kişiye devlet yetkilisinin izin vermesi de Hanefilere göre bu şartlardandır. İbadetlerle ilgili şekil ve şartların açıklanması, ibadetlere kısıtlama getirmek değil; toplumu din konusunda aydınlatmaktır. Teşkilat kanununda da belirtildiği gibi, toplumu din konusunda aydınlatmak Başkanlığımızın görevleri cümlesindendir” ifadesine yer vermiştir. Ancak DİB’nın, kimi Hanefilerin Cuma’nın dinen geçerli sayılmasına dair yorumlarını bilgi olarak açıklaması başka, buradan kalkarak, bu ülkede yaşayan bütün Müslümanlara mezhebi ayırım gözetmeden bu yorumu dayatarak, kendisinin izin vermediği alanda Cuma kılmayı ve izin vermediği kimselere Cuma Namazı kıldırmayı yasaklaması ise başka bir şeydir. Birincisi, hanefi mezhebinin bir içtihadı hakkında toplumu aydınlatmaya girebilecekken, ikincisi olan pratikteki uygulama ise, ancak yasalarla yapılabilecek, din ve ibadet özgürlüğünü sınırlamaya yönelik bir icraatı DİB’nın kararıyla gerçekleştirmektir. Ve bu din ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alan Anayasa, yasa ve uluslar arası sözleşmeleri de açıkça ihlal etmek anlamına gelmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığının yazısında belirtilen ve Cuma namazının izne tabi olduğunu ifade eden bu açıklamaların hukuksal hiçbir önemi yoktur. Zira bu bölümde, farklılıkların yaygın ve doğal olduğu tamamen içtihadi, yoruma açık fıkhi konulara girilmiştir. İçtihadi, yoruma açık fıkhi konulardaki görüşlerin, farklı mezhebi anlayış, yorum ve içtihatları benimseyen farklı kesimlerin yaşadığı bir ülkede, herkesi bağlayıcı normlar haline getirilmesi, hele de bu mezhebi yorumların bir toplumun din ve ibadet özgürlüğünü sınırlandırıcı idari karar ve işlemlere mesned olarak kullanılması ve laik hukuk devleti ilkesine dayandığı iddia edilen Türkiye Cumhuriyetinin yasal düzenlemeleri açısından dikkate alınması şüphesiz ki mümkün değildir.

DİB yazısının bu son bölümünde Cuma Namazının hangi fıkhi koşullarda geçerli olduğu tespit edilmiştir – ki bu tespit de İslam Fıkhının bir mezhebi olan hanefi mezhebinde bir alimin görüşünden ibarettir. Diğer mezhepler ve çoğunluk buna katılmamaktadırlar-. Diyanet İşleri Başkanlığının hukuken bu konulara karışmaya hakkı da yetkisi de yoktur. Eğer bu konularda bir görüşü söz konusu ise onu da ancak diğer farklı görüşler kadar değeri olan bir görüş olarak açıklayabilir, ama farklı yorum ve içtihatlara inanan farklı kesimlerin de bulunduğu bir toplumun tümüne dayatacağı bir karar haline asla getiremez. Bu alan laik devletin müdahale ve yönlendirmesi dışında kalan, resmi olmayan sivil bir alandır. Üstelik Anayasa’nın 136. maddesinde, DİB’nın hizmetlerini yürütürken bir mezhebin içtihatlarına göre hareket edeceği değil, tam tersine farklı mezheb ve yorumlara eşit uzakta durarak, laiklik ilkesine göre faaliyet göstereceği hükme bağlanmıştır. Laik devlet sisteminde devletin laik bir kurumunun kişilerin ibadetlerine ve ibadetlerinin unsurlarına karışması ve yasal dayanağı olmayan sınırlamalar getirmesi mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir durumun, yasal dayanağı olmayan bir genelgeyle, anayasa ve uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınmış din ve ibadetet hürriyetini kısıtlamak anlamına geleceği de açıktır.

5 – Sonuç olarak, sürekli namaz kılınmayan ve özellikle mescid olarak tahsis edilmeyen, tam tersine dosyada mevcut olan mütevelli heyet kararı ile konferans ve seminer salonu olarak tahsis edilmiş bulunan salonumuzu, bütün resmi yazı, tutanak ve raporlarla da tespit ve kabul edilen bir gerçeklik olarak haftada bir kez konferansı müteakip kılınan Cuma namazı sebebiyle mescid addetmek, DİB’nın yukarıdaki açıklamalarına göre de mümkün değildir. Bu nedenle, izinsiz mescid açmak söz konusu olmadığından, özel bir mekânda toplu namaz kılmak da mer’i mevzuat çerçevesinde izne tabi olmadığından, Cuma kılmayı izne bağlayan yasal bir dayanak da bulunmadığından, konferans salonumuzu izinsiz mescid hükmüne sokarak haksız ve hukuksuz olarak kapatan idarenin hatalı işlemini onaylayan, hukuka, yasalara ve uluslar arası insan hakları sözleşmelerine aykırı yerel idare mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmesini talep etmekteyiz. 19. 11. 2007
 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon