Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar
 
Ortadoğuda, Suriyede yaşananlar ve Sorumluluklarımız / Tarih: 02/06/2012
   

İlk Kur’an Nesli Örnekliğinde Neden Galip Gelindi ve Neden İzzete Kavuşuldu?

Kur’an’a topluca sarılan ve Resulün örnekliğini, mücadele sünnetini esas alan ilk Kur’an neslinin öncülüğünde İslam ümmeti inşa edildi. Mekke’nin zorlu şartlarında Kur’anın rehberliğinde, resulün şahidliğinde, akıdevi ilkelerinden ve İslami kimliğinden taviz vermeden yetişen bu örnek nesil İslami toplumu, Medine’yi, İslami medeniyeti ve İslami adalet modelini oluşturdu.

Böylece özündeki cahilye değer ve ölçülerini söküp atarak tevhidi olanı yerleştirerek özündekini değiştiren İslam toplumu hem Mekke’de, hem Medine’de izzete kavuştu. Çünkü izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı. Hizbullah olmayı başaranlara, izzet ve onur, Allah’ın takdiriyle otomatikman geliyordu. İşte bu vahyi bilgi ve bilinçle hareket ettikleri ve her türlü bedeli ödeme pahasına Allah’ın tarafında yer aldıkları için, üstünlük, galibiyet ve izzeti hak ettiler.

İhlas ve samimiyetle Allah’a teslimiyet ve Hablullah’a topluca sarılarak Allah’ın taraftarları ve yardımcıları olmak tercih edilip, İslam’ın, Kur’an’ın hizmetkarları olununca, vaat edilen ilahi yardıma müstahak olundu. O zaman da, ilahi vaat tecelli etti, Allah’ın yardımı, rahmeti ve bereketi Müslümanların cemaatinin, ilk ümmet nüvesinin üzerine yağdı. Sonuçta da galibiyet, üstünlük ve izzet Müslümanların oldu.

Daha Sonraki Süreçte, Neden Mağlup Olundu ve Zillete Sürüklenildi?

Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı.Allah’ın inzal edilmiş ipine (hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele sünneti terk edildi ve cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyatlar karıştırılarak farklı ipler üretildi. Bundan sonra, insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.

Bu uzun bozulma ve yozlaşma sürecinde, tevhidi nitelik kaybedildi, Kur’ani akıdeden uzaklaşıldı, ümmet olma vasıfları yitirildi, vahdet bozuldu, sonuçta da parçalanma, bölünme ve dağılma kaçınılmaz oldu. Rabbimiz Enfal 46. Ayetinde; “Allah'a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir“ buyuruyordu ve bu ayetin işaret ettiği hale sürüklenildi.

Bu bozulma ve dağılma süreci sonunda, zayıf düşen, Allah’ın yardımına, rahmetine müsait halini yitirerek, gücünü ve izzetini kaybeden ve böylece sömürüye müsait hale gelen ümmetin üzerine işgalci emperyalist devletler çullandılar ve sömürgeleştirdiler, zillete düşürdüler. Böylece, 19. yy sonu ve 20. yy başında işgal ve sömürgeleştirme süreci başladı

Sonra görece uyanış çabaları ve direnişler gündeme geldi. Sömürgeciler bu yeni şartlarda çıkarlarını koruyup sürdürecek yeni bir proje üreterek onu uygulamaya koydular. Bölgeyi suni sınırlarla bölüp, ulus devletler kurdular, yetiştirdikleri işbirlikçilerine despot rejimler kurdurup onları destekleyerek doğrudan sömürge yerine dolaylı sömürgeciliği ikame ettiler. Türkiye’de ise başından itibaren dolaylı sömürgecilik yöntemi uygulandı. Filistin İşgali ise sürekli kılındı. İşgal topraklarında BM kararıyla kurdurdukları Siyonist terör devletini sürekli desteklediler.

Komünist Blokun Çöküşü ve İslam’ın NATO’nun Düşmanı İlan Edilmesi Üzerine Yeniden İşgaller Dönemi Geldi

Emperyalistlerin bölgeye hakim kılıp destekledikleri despot yönetimlere ve zulümlerine rağmen, İslami uyanış süreci devam etti. Artık despot yönetimleri ayakta tutmak batının çıkarlarını da tehlikeye sokuyor. Patlamaya hazır hale gelmiş mazlum halkların öfke birikimi kendiliğinden patladığında kontrolü ve yönlendirilmesi mümkün olmayabilir endişelerine yol açıyordu.

Bu sebeple, 20. yy sonu ve 21. yy başında yeniden işgal için bölgemize geldiler. Ve önce sopa politikasıyla bölge halklarını sindirip ezerek, arkasından da BOP projesiyle, kontrol altında laik demokratik batı yanlısı bir değişime zorlamak, yönlendirmek istediler. TC’yi de model olarak sundular. Olmadı, model de tutmadı. Çünkü o zaman İslam düşmanlığı yapan radikal Kemalist laikliği esas alan Türk ulus devletinin, İslami ve Kürt kimliğiyle savaşı aktif durumdaydı. Bütün komşular düşman konumunaydı. Yüzünü Batıya, arkasını bölgeye dönmüş, kendi halkı ve bölge ile ilişkilerini düşmanlık statüsüne oturtmuş bir model, bölgeyi dönüştürecek bir model olamazdı. Buna benzer sebeplerle başarılı olamadı. İşgal de başarılı olamadı, sonuçta direnişler karşısında bölgede tutunamayan emperyalist güçler, Irak’tan çekilme, bilahare Afganistan’dan çekilmeyi gündemlerine almak zorunda kaldılar. Bölgede oluşan bu boşluk, NATO’nun içinde önemli işlevler gören Türkiye ile doldurmak istendi. Böylece, NATO’nun da bölgede daha işlevsel hale gelmesi ve meşruiyet kazanması temin edilmek isteniyor.

Bush ve Neo-con’lar ile bir süre kullandıkları sopa politikasıyla gerçekleştirmek istedikleri zora dayalı değişim projesi BOP tutmadı ve başarılı olamadılar. Ama yandaş despot yönetimlerin miadının dolduğunu, çürüme, yozlaşma ve zulüm karşısında bölge halklarındaki patlamaya hazır öfke birikimini de tespit ettiler. Artık batı çıkarlarını da tehlikeye atan despot yönetimler yerine Batı yanlısı demokratik yönetimlerle halkın rahatlatılması ve batı çıkarlarının ve bölgedeki uzantıları olan Siyonist devletin güvence altına alınması gerekiyordu. Patlamak üzere olan bölge sosyal barajındaki birikimin drenaj kanalları açılarak rahatlatılması, batıya zararsız bir değişime doğru yandaş görece demokratik yönetimlerce yönlendirilmesi isteniyordu.

İşte bu korkuyla erken doğumu da gündeme alıp yönlendirmeyi programlarına aldılar ve hazırlıklara giriştiler. Bölgeden bir çok aydın, ilim adamı, din adamı ve genç Batıda eğitimden geçiriliyordu. Ancak Tunus’taki bir gencin kendisini yakmasıyla kendiliğinden patlayan öfke, henüz batının da tam hazır olmadığı bir zamana denk geldi, ancak Müslüman halklar ve İslami yapılar da hazır değildi.

Şimdi Gönüllü Sekülerleşme ve Dönüşüm Süreci Teşvik Edilip, yönlendiriliyor

Türkiye’de de, 28 Şubat darbesiyle sonuç alamayınca, aynı patlamaya hazır sosyal yapının Türkiye’de de meydana geldiğini ve ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler, tutmayınca kontrollü biçimde, halkın büyük desteğini alan AKP kadrosunun önünü açmak zorunda kaldılar. Ve yönlendirmeye çalışıyorlar. Zora dayalı sekülerleştirme ve sopa politikaları tutmayınca, gönüllü sekülerleşmenin önü açılıp, teşvik edilmeye ve siyasi ve ekonomik destekle ödüllendirerek yönlendirilmeye çalışılıyor. Emperyalist ABD ve Batı, miadı dolmuş “bizim çocuklar”ının tasfiye edilmesine ve demokratikleşmenin önünü kontrollü biçimde açmaya destek veriyorlar. Artık Obama ile havuç politikası eşliğinde ve “model ortaklık” adı altında, ülke ve bölge halklarının değerlerine daha yakın siyasi kadroların öncülüğünde Türkiye’de ortaya çıkan, bölgede de tutması daha mümkün olan yeni model üzerinden bütün bölgeyi mümkün olduğunca kontrollü biçimde değişime uğratmaya çalışıyorlar.

Tunus, Mısır ve Libya’da nasıl bir sonuca ulaşılacağı belli olmamakla beraber, Mısır’da ve Tunus’ta batı yanlısı ordular tarafından ve batının ekonomik imkanlarıyla süreç yönlendirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de bir ölçüde başarılı olmuş görünüyorlar. Ilımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, bireysel özgürlükler alanında görece iyileşmeler karşılığında, kamu alanına, ekonomik, siyasi, ve hukuki toplumsal alanlara Allah’ın müdahil olmasına fırsat verilmemesi gerektiğinde uzlaşıldı. Türkiye’de eşleri örtülü, kendileri bireysel ibadetlerini yerine getiren ve İsrail’e karşı söylemde de kalsa sık sık meydan okuyan ve bu sebeple Ortadoğu’da kahramanlaşan bir kadronun öncülüğünde laik liberal demokratik model bütün bölgeye hem Türkiye hükümeti tarafından, hem de Batı tarafından sürekli empoze ediliyor.

Ancak, Mısır ve Tunus’ta gelişmelerin nereye evrileceği belirsizliğini koruyunca, yeni ülkelerdeki ayaklanmalarda daha tedbirli davranmaya yöneldiler. Bu sebeple, SURİYE, YEMEN ve BAHREYN’e sıra gelince sürecin aynı şekilde işlemesine müsaade edilmedi. Yemen ve Bahreyn’de despot yönetimlere destek sürdü. ABD’nin bölgedeki önemli müttefiki Suudi Arabistan doğrudan askeri destekle, buralardaki halk ayaklanmalarını bastırması için despotların yanında yer aldı ve Batı el altından destekledi. En sonunda Yemen’de despot liderin yönetimden çekilmesi ancak yandaşlarının devam etmesi sağlandı. Filistin de aynı istikamete yönlendirilmeye çalışılıyor. HAMAS, liberal demokratik modele razı edilmeye ve bu amaçla laik ulusalcı Amerikancı, Batıcı FKÖ ve Abbas ile uzlaşmaya zorlanıyor. Uzlaştırılıyor.

SURİYE’de Yaşananlar, sorumlular ve sorumluluklarımız

Suriye’ye gelince, Mısır’da olduğu gibi, halkın büyük kısmının İslami kimliğinin daha belirgin olduğu ve İslami bir rejime doğru kayılabileceği endişesiyle, daha tedbirli davranıyorlar. Uzaktan seyretmeyi tercih ediyorlar. Libya’daki halkı Kaddafi güçlerine iyice ezdirip Batı güçlerinin müdahalesine ve batı yanlısı bir yönetim kurulmasına razı hale getirince sonunda müdahale edip yönlendirmede daha etkin hale geldikleri gibi, SURİYE’de de Müslüman muhalif kesimleri despot Baas rejiminin katletmesine göz yumuyor ve halkın iyice ezilerek, can havliyle batının liberal laik projelerine razı olmasını bekliyorlar. Tuzağını kurmuş insafsız bir avcı misali, halkın bu tuzağa sürüklenmesini, Batı vesayetine ve liberal laik demokratik TC modeline boyun eğmesini bekliyorlar.

Suriye halkı, sırf hür olarak insanca ve Müslümanca bir hayatı yaşamak istediği için, yaklaşık 30 yıldır, zalim despot Baas rejimi altında büyük acılar çekti, bedeller ödedi, katliamlara, sürgünlere, zindanlara muhatap kılındı.

İran’ın Adaletsiz Tutumu ve Büyük Vebali

Dünyadaki tek ve ilk İslam inkılabını (Geleneksel Şia etkisinden tam arınamadan da olsa) gerçekleştiren İmam Humeyni ve İran olduğu için hepimiz ve Şii olmayan bütün İslami kesimler umutlanarak sevdik, saygı duyduk ve destekledik. Hatta bu desteğimiz ve yakınlığımız sebebiyle, uzun yıllar bir çoğumuz, Humeynici ve İrancı damgası yedik. Halen de, İslam inkılabı özelliği oldukça yıpranmasına, hatta yok olmaya doğru gitmesine rağmen, başta ABD ve İsrail olmak üzere emperyalist batıya karşı onun yanında olmaktan vazgeçmiş değiliz. Vazgeçmemiz de doğru değildir. Bizler Müslümanlar olarak, adil şahidler olmak ve her şartta mazlumun yanında ve zalimin karşısında yer almak zorundayız. Bu bağlamda, emperyalizme karşı İran halkının yanında olmaya devam etmek de sorumluluğumuz olmaya devam etmelidir. Haklı da olunsa, kızgınlıkla adaletsizliğe kayılmamalıdır.

Ancak, şunu 30 yılda acıyla gözlemledik ve açıkça tespit ettik ki, İran siyasi kadroları ve Şii mollaları, Allah’ın lütfettiği bu güzel imkanı heba ettiler. Hurafeci, bid’atçı geleneği Kur’an’la ıslah edip, Şii taassubunu aşamadılar. Bazı kadroları, Şii olmayanları Şiileştirmeyi hedeflemekten ve Şii hakimiyeti peşinde koşmaktan bir türlü kurtulamadılar.

İmam Humeyni zamanında var olan görece olumlu ümmetçi çizgiyi daha iyiye götürmek varken, daha kötüye yöneldiler. Şiilik taassubuyla Farisilik karışımı bir ulus devlet olmaya doğru kaydılar. “Ulusal çıkar” putunu, ümmet olmaya, diğer İslami kesimlerin hukukunu gözetmeye, kardeşlik hukukuyla bütünleşmeye, ümmetin maslahatını öne çıkarmaya tercih ettiler. Ve bu anlayışla ümmetin oluşumuna ve birliğine giden yolları tıkadılar. Keşke bu taassubu aşabilselerdi, keşke ümmeti yeniden inşa etmenin önündeki taassupları kaldırabilselerdi. Bu kadar yaşananlara ve artık onulmaz gibi görünen yaralara ve büyük güvensizliğe rağmen, hâlâ İslami kimlik ve akıdevi Kur’anî ilkeleri belirleyici kılarak, gittikleri bu yanlış yoldan uzaklaşıp, Kur’an ahlakını kuşansalar ve samimiyetle bu istikamette çabalar gösterseler, inşallah Allah da rahmetini ihsan edecek ve inşallah bu yaralar kapanarak, yeniden ve daha güzel kucaklaşmaların önü açılabilecektir.

İran, işte bu anlayışla, 30 yıldır Suriye despot kafir yönetimini destekliyor. Önce, Hama katliamında on binlerce Müslüman’ın katledilmesini, on binlercesinin kaybedilmesini, zindanlara tıkılmasını, işkenceden geçirilmesini, bir milyondan fazlasının mülteci olmasını sadece seyretti ve Suriye ile stratejik müttefikliğini, dostluğunu sürdürdü. O zaman İslam inkılabının daha yeni olduğu, inkılabın geleceğinin daha önemli olduğu, yalnızlaştırıldığı dünyada Suriye’nin müttefikliğine ihtiyacı bulunduğu ve bu katliama müdahale edecek güçte olmadığı gibi mazeretlerin arkasına sığınılmıştı. Biz de sineye çekmiş ve susmuştuk.

Ancak, yaklaşık 30 yıl geçti ve Suriye’deki amansız zulüm sürdüğü halde, Müslüman kardeşlerinin hukukunu koruyacak, onları biraz olsun nefes aldırarak rahatlatacak tek bir adım atmadılar. Katil kâfir Baas diktatörlüğünü olduğu gibi kabullenip desteklemeyi sürdürdüler. Şimdi de, bugüne kadar yaklaşık 15 bin insanı katlettiği ve son zamanlarda Hama, Humus ve Hula başta olmak üzere, her gün artık yüzün üzerinde masum insanı (çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayırmadan) katletmeyi sürdürdüğü halde, hâlâ kâfir katil Baas despotizmine ilkesiz, ölçüsüz ve ahlaki olmayan bir destekte ısrar ediliyor.

Halbuki İran yönetimi, Suriye mazlum halkının hukukunu da kendi hukuku gibi kabul eden ümmetçi bir yaklaşım ve kardeşlik duygusuna sahip olsaydı, bu kadar uzun bir süreçte, Suriye yönetimiyle bu kadar içli dışlı bir dostluk kullanılarak, halkın zulümden kurtarılıp daha insanca bir hayata kavuşturulması için bazı adımlar atılabilir ve zamanla despotizm bitirilerek, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının ve Müslüman’ca bir hayata geçebilmesinin önü açılabilirdi. Ama bu akıllarına bile gelmedi. Ve bu konuda hiçbir çaba gösterilmedi ve milyonlarca Müslüman büyük acılar çekmeye devam ettiler, İranlı yönetimlerin gözleri önünde.

Kendisi için, özgürlük, adalet ve bunu sağlayacak İslam devleti isteyen ve bu amaçla Baas rejimine nazaran görece daha ılımlı despot zalim şahlık rejimini yıkmayı başaran İran İslam inkılabı yönetim kadroları, Suriye halkına aynı hakkı tanımıyor ve onlara zulmeden kafir katil despot rejimi 30 yıl gibi uzun bir süre ısrarla desteklemeye devam ediyor. Yani İslam kardeşlik hukuku gereğince kendisi için istediğini kardeşi için istemekte zaaf gösteriyor. Üstelik kardeş Müslüman Suriye halkının Allah’ın hükmü yerine küfür hükümleriyle yönetilmesine destek verip, küfür sisteminin devrilmesini engelleyerek akıdevi savrulmalar yaşıyor.

Türkiye AKP Hükümetinin, Çelişkileri, Zaafları, Zikzakları ve Yüklendiği Vebal

Türkiye yönetiminde yer alan AKP kadroları, yaklaşık 6-7 yıl boyunca Suriye despot rejimiyle çok samimi bir birliktelik oluşturmaya çalıştılar. Neredeyse birleşmeye doğru gidiyor havasındaydılar. Ortak bakanlar kurulu toplantılarına, sıfır sorun politikalarıyla vizesiz geçişe, hatta Erdoğan ile Esed aileleri birlikte tatil yapmaya kadar iç içe sarmaş dolaş olmuşlardı.

Ama o sıralarda, Baas rejimin baskıları, zulümleri ve işkenceleri devam ediyor, on binlerce Müslüman zindanlarda zulüm altında, 2 milyona yakını da mülteci konumunda değişik ülkelerde büyük sıkıntılar içinde bulunuyorlardı. Bütün bunlar görülmedi. Kendi Baasçılarını, Kemalist darbecileri, Ergenekoncuları tasfiye etmeye çalıştıkları süreçte bile, Suriye’nin Kemalist darbecilerini baş tacı edip, onlara yönelik ıslah edici tek bir çaba bile göstermediler. Bu süreçte, Suriye Müslüman halkının hukukunu düzeltmeye yönelik hiçbir çalışma, teklif ve uyarıda bulunmayı gündemlerine almadılar. Kendilerini Kemalist Baasçı darbecilerden kurtarmaya çalışırken, Suriye’nin Nusayri Baasçılarına meşruiyet kazandırma, onlara sempati kazandırma çelişkisini yaşadılar. Ancak, Ortadoğu’da ayaklanmalar başlayıp, Suriye’yi de etkileyince bazı reform taleplerini gündem yaptılar, ancak artık geç kalmışlardı.

Daha sonra da birden, ABD, Batı ve NATO eksenli politikalara doğru hızla kayıverdiler. Bunun sebebi, NATO ve Batı ittifakı içinde edilgenlikten ve işbirlikçilikten kurtulup özgün politikalar üretmede yeteri kadar inisiyatif geliştirememeleri olabilir. Bu yüzden, Türkiye’deki Batı yanlısı ılımlı laik-liberal-demokratik değişimin ve modelin öncüsü AKP hükümeti ve Erdoğan, Libya’dan itibaren Batı etkisi altında sürekli zikzaklar çiziyor. Önce “NATO’nun Libya’da ne işi var müdahaleye karşıyım” açıklamaları yapıldığı halde, sonra müdahalenin öncü gücü içinde yer alıp, İzmir üssünü LİBYA’ya müdahale eden NATO komutanlığına tahsis ediveriyor.

Şimdi ise, artık Türkiye’ye, katil NATO ordusu içinde daha önemli temsili konumlar (Genel Sekreterlik gibi) verilmeye çalışılıyor. Üstelik NATO’nun yeni konseptinde İslam ve Müslümanlar (Radikal adı altında düşmanlaştırılarak) hedef kılınmış bulunuyor. Yakın gelecekte, İslam düşmanı NATO’nun Kara Kuvvetlerinin İzmir civarında konuşlandırılacağı konuşuluyor. Afganistan’daki katil NATO işgalci ordusu içinde asker bulundurma sürüyor ve artık daha bir şevkle savunuluyor. TC Desteğindeki bu katil ordu tarafından her gün onlarca mazlum Afganlı sivil, kadın, çocuk katledilmeye devam ediyor. İsrail’e Gazze’de katlettiği 1500 masum insan için “one minute” tepkisi verilirken, Afganistan ve Irak’ta ABD ve NATO’nun katil ordularınca 2 milyon insan katledildiği ve halen de bu katliamlar devam ettiği halde bir kere olsun herhangi bir itiraz ve eleştiri yükseltilmemiştir. “Masum halkların topraklarını işgal edip, katliam yapmaya son vermezseniz NATO içindeki varlığımı sorgulayacağım” ya da “Afganistan’daki askerlerimi çekeceğim” bile denmemiş, tam tersini daha bir şevkle Batının yanında yer alınıp savunulmaya ve NATO içindeki konum büyük misyon olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.

Diğer yandan, Malatya Kürecik, Filistin’deki işgali sürdüren ve giderek genişletmeye çalışan ve mazlum halka yönelik katliamları yapmaya, ambargo ve kuşatmalarıyla zulmetmeye devam eden İsrail’i koruma kalkanının merkezi kılınmış bulunuyor.

Siyonist İsrail’i, İran’ın olmadığını ve olmayacağını da söylediği nükleer füzelerine karşı koruyacak olan Kürecikteki NATO füze kalkanı, neden İsrail’in var olan yüzlerce nükleer başlıklı füzelerine karşı, hem de İsrail terör devletinin sürekli İran’a saldıracağını açıkça söylemesine ve bu konuda yüzlerce sabıkası olmasına rağmen İran’ı da korumaya almıyor? Türkiye, bu konuda İran’a karşı saldırgan İsrail, ABD ve NATO katillerinin işbirlikçisi olmayı kabul etmiştir. İran yerine olsanız ne yapar ve nasıl tepki verirsiniz? Adil şahid olma iddiasında olanların, Suriye despot katil rejimini desteklediği için İran’ın karşısında uyarıcı bir tavır koyması, eleştirmesi ve kınaması gerektiği gibi, bu konuda da haklı olan İran’ın yanında yer alması ve Türkiye hükümetinin bu işbirlikçiliğini ve zulme payanda olmasını kınaması gerekmez mi?

Üstelik Türkiye AKP hükümeti, Mavi Marmara katliamı, Gazze katliamı ve ambargosu konusunda tek bir özür dileyici ve düzeltici adım atmadıkları halde, İsrail’i İran’a karşı koruyucu kalkan Küreciğe yerleştiriliyor. Tıpkı “One miniute” dedikten sonra, hiçbir taviz almadan, Gazzeye yönelik ambargoyu kaldır talebi gibi basit bir talepte bile bulunmadan, İsrail terör devletinin 20 yıldır kapısında beklediği OECD üyeliğini hediye olarak onaylamaktan çekinmediği gibi.

Bugünler Mavi Marmara katliamının yıldönümü. Bu vesileyle aziz şehidlerimize rahmet diliyor, katilleri ve işbirlikçilerini lanetliyoruz. İki yıldır komadan çıkamayan Uğur Süleyman kardeşimize de dua ediyoruz. Rabbimiz onurlu ailesine sabır ve güzellikler yağdırsın, kendisine de dünya ve ahreti için en iyi ve en güzel olan sonucu takdir etsin inşallah.

Bir başka dikkat çekici hususu daha vurgulamak isterim: NATO’nun İslam düşmanı emperyalistlerin katil silahlı gücü olduğu ve Afganistan’da nasıl bir vahşeti, nasıl bir ahlaksızlığı ve nasıl bir insandışılaşmayı temsil ettiği, bölge halkının ödediği acı faturalarla apaçık ortaya çıktığı halde, hata en son Libya’da nasıl hukuksuzluklara, katliamlara imza attığı görüldükten sonra, Erdoğan, Suriye sınırındaki bir iki küçük sınır ihlalini bile hemen NATO’yu müdahaleye çağırmaya ve 5. Maddenin işletilmesini istemeye vesile kılabiliyor.

Bir hafta içinde arka arkaya iki emperyalist toplantı Türkiye’de gerçekleşiyor

1 – 31 Mayıs günü gerçekleşen BM gözetiminde Türkiye ve İspanya Başbakanlarının eş başkanlığını yaptığı “Medeniyetler Arası İttifak” toplantısı: İslam adına, resmi alanda yaşanan batı ile uzlaşma çabaları, bu toplantılarla sürdürülüyor. Laik Kemalist Batıcı, İslami kimlik, tesettür ve İslam şeriatıyla savaşmayı, şimdi de bizzat Erdoğan’ın ağzından kamu alanından Allah’ın hükümlerini dışlamayı esas almış, üstelik bu tercihini meşru sayan bir Türkiye, nasıl oluyor da İslam medeniyetini ve İslam’ı temsil iddiasıyla Batı medeniyetinin karşısında masaya oturabiliyor? Ama maalesef uzun süredir bu konuda da, Müslümanlarda bir suskunluk var. Kimse bu aykırılığa, İslam’ın İslami olmayan, laik liberal demokrat olan bir devletçe temsiline karşı itiraz etmiyor.

Beşir Atalay bu inisiyatif hakkında şunları ifade ediyor:“BM inisiyatifi olan bu proje 2005 yılında Türkiye ve İspanya'nın eş başkanlığında başlatılmış olup… İttifakın bugünkü dostlar grubu, 108 ülkeyi ve 23 uluslararası ve bölgesel örgütü içermektedir. Bu kadar küresel bir proje haline gelmiştir''. ''Medeniyetler İttifakı Girişimi'nin birinci misyonu, kolektif bir siyasi irade oluşturmak, kültürler arası anlayış, ülkeler halklar ve toplumlar arası işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir ortak eylem örgütlemektir. Özellikle odaklandığı nokta, batılı ve Müslüman toplumlar içinde ve arasındaki ilişkileri geliştirmek, süregelen gerilim ve anlaşmazlıkları gidermektir.''

Sivil alanda ise, “Dinler Arası Diyalog” çalışmaları aynı hedefe yönelmiş, dinler ve kültürler arası uzlaşmayı hedeflemiş bulunuyor. Ancak nedense, bu iki inisiyatifin toplantıları sonunda, bgüne kadar tek bir kez dahi, Afganistan, Irak, Çeçenistan, Filistin, Pakistan, Somali, Sudan, Bahreyn, Yemen ve Suriye’deki katliamları durdurmaya ve despot yönetimleri, işgalci ABD; Batı ve NATO’nun katil ordularını kınayıp mahkum etmeye ve dünya kamu oyunu mazlum halklardan yana olmaya çağıran bir ortak açıklama yapılmadı, yapılmıyor, yapılmayacak. Bir kez olsun, bu işgalleri ve katliamları gerçekleştiren emperyalist devletler ve NATO benzeri katil orduları, “insanlık suçu işlemekle, soykırım yapmakla” suçlanmıyor ve bu büyük zulümlerinden vazgeçmeleri gündeme getirilmiyor, dünya kamu oyu bu işgal, istila, sömürü ve zulümlere karşı ayağa kalkmaya teşvik edilmiyor, çağrılmıyor. Sanki bütün dünya güllük, gülistanlıkmış gibi farklı dinlerin din adamları, kanaat önderleriyle bir araya gelinip barış şarkıları söyleniyor. Yapılanların hepsi, dünya kamu oyunu aldatmaya yarayan, emperyalistlerin ve emperyal projelerinin de işine gelen göz boyama ve oyalamadan ibarettir.

2 –Diğer toplantı ise, 7 Haziran'da İstanbul'da düzenlenecek bakanlar düzeyindeki Terörizmle Mücadele Küresel Forumu toplantısıdır. Gazete haberlerine göre, “Türkiye ABD ile köktendinci avına çıkıyor! Türkiye ve ABD, Arap Baharı çerçevesinde otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş başlatan ülkelerde 'terörle mücadele' amacıyla yeni bir girişim başlatıyor. Diplomatik kaynaklara göre, Küresel Terörizmle Mücadele Forumu olarak adlandırılan yeni girişim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton eş başkanlığında BM 66. Genel Kurulu marjında 22 Eylül'de yapılacak toplantıyla başlayacak ve bu süreç ileriki dönemlerde de sürecek. Hillary Clinton, Libya, Mısır, Tunus gibi otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkelerde kökten dinci terörist olduğu iddia edilen kişileri engellemek amacıyla başlatılan forum çerçevesinde militanların takibinde strateji paylaşımı, bu ülkelerdeki tehdit ve zafiyetleri belirleme konusunda beraber çalışılacağını ifade etmişti.” (AA)

İşte NATO başta olmak üzere, ABD, AB ve diğer uluslararası kuruluşlarla gerçekleştirilen tüm ilişkiler, AKP hükümetinin, nasıl bir emperyalist işbirliği içinde olduğunu ve bölgenin Müslüman halklarına neler kaybettireceğini ortaya koyan önemli göstergelerdir.

Suriye konusunda dünyanın tutumu

Son günlerde Humus’un Hula isimli ilçesinde çok büyük ve vahşi bir katliam gerçekleştirildi. Baas-Esed cuntasının askerleri ve Şebbiha isimli çeteleri tarafından vahşice katledilenlerin çoğu çocuk ve kadınlardan olmak üzere 76 insandı. Ayrıca Hama’da 19 kişi katledilmişti. Halep, Dera, Kuneytra, Tartus, Lazkiye ve Şam’ın banliyölerinde işlenen cinayetlerle birlikte toplamda bu Cuma 115 insanın ölümüyle bitti. Elektrik, su, gıda, ilaç, doktor ve daha pek çok zaruri ihtiyaçtan mahrum bırakılmış ve kendini savunacak silahlardan da mahrum bir halk topyekun yok edilmeye çalışılıyor. Hem de tıpkı, Sreprenitza’da olduğu gibi BM gözlemcilerinin gözetimi altında yaşanıyor bu acımasız katliamlar.

Suriye’de artık her gün yüzü aşkın insan katlediliyor ve tüm dünya uzun süredir seyrediyor. Yeni yeni utanma belası ve dünya kamu oyunu aldatmaya yönelik olarak bazı ülkeler Suriye elçilerini sınır dışı etmeye başladılar. Bunca katliama karşılık bunun ne anlamı var? Neden uluslararası kuruluşlar kuruluş gayelerine uygun yaptırımları karara bağlamıyorlar?Uluslararası toplum ise sadece açıklamalar yapmak dışında hatırı sayılır hiçbir şey yapmadı. Hatta uluslararası toplum ekonomik yaptırımlara Irak, Lübnan ve Rusya’nın uymadığını biliyor. Esad rejimi hâlâ silahlanıyor ve bu ülkeler kanalıyla işlerini yürütüyor.

Libya konusunda, Rusya ve Çin’i bazı imkanlar karşılığı olarak da olsa ikna edenler, burada aynı şeyi yapmayarak, Rusya ve Çinin vetosunu bir mazeret olarak kullanıyorlar. Çünkü bölge halklarının kendilerine her bakımdan muhtaç hale gelmeleri için iyice ezilmelerini, ülkelerinin tarümar olmasını ve kapitalizme yeni kazanç kapılarının açılmasını ve halkların liberal laik demokrat batı yanlısı rejimlere razı olmasını bekliyorlar. Küresel kapitalist sistemin siyasal ve ekonomik modeline razı hale gelmelerini temine çalışıyorlar.

Silahlı müdahaleyi bölge halkları da istemiyor, ama onlar bunu da istemelerini bekliyorlar. Bu sebeple, silahlı müdahaleye gerek kalmaksızın Baas rejimini pes ettirecek yaptırımların kararlarını almaktan bile imtina ediyorlar. BM Güvenlik konseyi yaptırım kararını bırakın, katliamları kınama kararı bile alamıyor.

İran, Türkiye ve Bölge Müslümanların Sorumlulukları

Bu kadar açık bir zulüm ve emperyal oyun karşısında, İran zalimin safında yer almaktan ve kendisinin de kaybedeceği sonuçlara yol açacak biçimde emperyalist orduların bölgeye gelmesine zemin hazırlamaktan vazgeçmelidir. Türkiye’de NATO’nun ve ABD’nin, Batının katil ordularının Afganistan, ırak ve Libya’da nasıl katliamlara ve yıkımlara yol açtığı gerçeğini unutarak, ikide bir NATO’yu göreve çağırmak aymazlığından, işbirlikçiliğinden utanmalıdır. Hele de Türkiye’deki generallerin neredeyse büyük ekseriyetinin Baas zihniyetine sahip olduğu gerçeğini hatırlamalı ve böyle bir savaş halinde NATO’nun da askeri olan bu generallerin askeri vesayet rejimini tekrar kurup, bizzat AKP kadroları başta olmak üzere bu toplumun dindar insanlarına çok büyük acılar yaşatabilme potansiyel tehlikesini teşkile devam ettiklerini göz ardı etmemelidirler.

İnsafsız bir avcı gibi pusuda bekleyen Batı emperyalizminin tuzağını, oyununu boşa çıkarmak, oldukça geç kalınmış olsa da, hâlâ elleri Suriye halkının kanına bulaşmış İran ve Türkiye hükümetlerinin elindedir. Yaptıkları yanlıştan dönüp ele ele verip zalim yönetimi başına gelecek büyük felakete karşı uyararak ikna edebilirler ve böylece emperyalist müdahaleye gerek kalmadan sorunu çözecek ortak bir projeyle halkın iradesini serbestçe kullanarak kaderi üzerinde söz sahibi olmasının zeminini hazırlayabilirler. Böylece hem giderek bir mezhep çatışmasına ve bölünmeye kadar gidebilme tehlikesinin baş gösterdiği ortamı da bu barış zemininde yumuşatabilirler, hem de bölgenin zulme uğrayan halklarının zor durumda kalarak batılı emperyalistlerin kucağına düşmesini engelleyerek emperyalist yönlendirmeleri boşa çıkarmış olurlar. Bunu başarmaları halinde, belki de bugüne kadarki haksızlıkları sebebiyle kendilerine karşı duyulan kinin, öfkenin bir nebze de olsa yatışmasına da zemin hazırlamış olurlar.

Aksi takdirde, bu ahmakça politikalar, ulusal çıkar ve mezhepçilik putları uğruna yapılan büyük yanlışlar sonucunda, Allah korusun, bölgemiz, mezhep çatışmaları da dahil büyük bir savaşa sürüklenebilecek, büyük kan akıp, herkesin kaybettiği bir ortamda da, el altından buna sebep olmuş emperyalist devletler bölge halklarını kurtarmak gibi kamuflajlar altında bölgeyi işgal edip, İsrail’in de arzu ettiği istikamette bölgeyi yeniden şekillendirip, hegemonya ve sömürülerine yol açacak yeni bölge düzeninin kuracaklardır. İnşallah Allah, bölge yönetim kadrolarının bu ahmaklıkları, beyinsizlikleri yüzünden bütün bölge halklarının büyük acılar çekeceği bu kötü senaryonun gerçekleşmesine fırsat vermez. Bunun için hepimizin sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. İtiraz eden, mazlumun hukukunu savunan, zalimleri ve işbirlikçilerini uyarıcı, bölge insanına ve İran ve Türkiye’ye tehlikeyi hatırlatıcı sesimizi yükseltmeli ve yanlış politika sahiplerini uyarmalı, hepimiz, zalimlere karşı mazlum halkların yanında yer almalıyız.

Aksi takdirde, özellikle İran ve kısmen de Türkiye yöneticileri, hem dünyada nefret kazanıp kapanmayacak yaralar açacaklar, hem de ahrette bu büyük zulme bulaşmanın hesabını vermekte zorlanacaklardır.

Türkiye Müslümanlarının Sorumlulukları

Bizler de susarak, adil şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeyerek, aynı zulmün dolaylı destekçileri konumuna sürüklenmekten kaçınmalı, aksi takdirde bizim de hesap günü zorlanacağımızı unutmamalıyız. Suriye üzerinden bağnaz taraflar haline gelmeden, emperyalizmin işine gelecek cepheler halinde parçalanmadan, bir kavme olan kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklemesine fırsat vermeden adil şahidler olmaya çalışmalıyız. Mümkün olduğunca, oluşan tarafları da anlamaya çalışarak, her tarafın doğrularını destekleyip yanlışlarına karşı çıkarak, cepheleşmelere engel olmaya ve yaşanan büyük zulümün sona erdirilmesine katkı sunmaya çalışmalıyız.

Özellikle medyada akredite olan ve bu sebeple yaptıkları çalışmalar haber yapılarak kamu oyu oluşturma imkanına sahip bulunan, kendilerini “İslami Kuruluşlar” olarak tanımlayan çevreler, yazarlarını, aydınlarını, akademisyenlerini, kanaat önderlerini bir araya getirerek, birlikte İran ve Türkiye hükümetlerinin kapılarına dayanarak büyük sorumluluklarını ve ağır veballerini hatırlatan ciddi sesler vermelidirler. Bu ateş bölgemizi kuşatmadan, emperyalistler bu sefer de kurtarıcı rolünde bölgemize gelmeden, bu sorumluluk yerine getirilmeli, gerekirse bu ekip Tahran’a medya eşliğinde gidip, bu ağır vebali yüklenmemeleri konusunda İran hükümetini ve Ankara’da da AKP hükümetini İslam dünyası önünde baskı altına almalıdırlar.

Bizlerin, yandaş medya tarafından da yok sayılmamız böyle bir girişimde ve kamu oyu oluşturma çabalarında bulunmamızı engellemektedir. Bu yüzden, AKP politikalarıyla paralel düşerek, demokratikleşme sürecine aktif destek vererek yandaş medyada akretide olan, her yaptıkları haber yapılan, sık sık ekranlara çıkabilme imkanına sahip bulunan kesimlere bu sorumluluklarını hatırlatıyoruz.

Bizler ise, bir yandan, yaşanan bu büyük zulmün sona ermesi için, zalim katil ve kafir Baas rejimine ve benzeri despot rejimlere karşı, bölgenin hak ve adalet için ayaklanan mazlum halklarının yanında yer almaya devam edeceğiz.

Diğer yandan, emperyalist tuzak, oyun ve projeleri, planları deşifre ederek bozmaya çalışmak için çaba gösterirken, ayaklanan kardeş halkları ve öncü Müslüman kardeşlerimizi de bu konuda uyarıp, Kur’ani istikameti göstermeye yönelik çabalarımızı sürdüreceğiz.

Ayrıca, bütün bölgemiz halklarına ve dünya insanlığına; zulümden, fesaddan kurtuluşun, hak ve adalete kavuşmanın ve izzete ulaşmanın yolu olan Kur’ani inkılaba, tevhidi dönüşüme ve Kur’an nesli projesine dikkat çekmeye ve bu hususta üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz.

İslam coğrafyasında farklı mezhep ve anlayışları; öncelikle bölgemize egemen olan zulme, depotizme, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, ifsada ve emperyalizme güç birliğe yaparak mücadele etmeye, kendi aralarında ise, iyi komşuluk ilişkileri ve barış içinde yaşamaya, aralarında adaleti ikame etmeye çağırmalıyız. Zamanla, Kur’an ve sünneti belirleyici kılan bir anlayışla, dinin sabitelerinde ve Kur’ani akıdede kardeşleşmeye doğru adımlar atmalıyız. Bölgenin kendini İslam’a nispet eden farklı kesimlerini, tarihsel süreçte üretilmiş farklı ipleri bırakarak, hep birlikte ve topluca Allah’ın inzal edilmiş ipi olan HABLULLAH’a tutunmaya çağırmalıyız. Öncelikle yüz yıllardır terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a ve Resulün sahih sünnetine dönmeli, çağımızın Kur’an neslinin yetiştirerek, bu neslin öncülüğünde ümmeti ilk Kur’an neslinin örnekliğinde vahiyle yeniden inşa etmeliyiz. Böylece ortak Kur’ani akıdede kardeşleşerek bölgenin ve tüm insanlığın muhtaç olduğu İslami adalet devletini kurmalıyız.

Bizler ilk neslin yaptığı gibi samimi bir teslimiyetle Kur’an’a topluca sarılarak, ortak akıdede vahdet oluşturarak, Allah’ın dininin yardımcıları ve Hizbullah olma vasfını kazanarak vaat edilen ilahi yardımı üzerimize celbedecek sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek, inşallah Allah’ın rahmeti ve yardımı üzerimize yağacak, bu zillet ve mağlubiyet sona erecek ve ilk dönemdeki izzetli günler yine gelecektir. Rabbimiz, bu konuda üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeyi ve mübarek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin. Bizleri mü’min olarak yaşatsın, mü’min olarak öldürsün inşallah.

Bu içerik 1902 defa görüntülendi.
 
 
MAKALENİN YAZARI

Mehmet PAMAK
  Yazarın Diğer Makaleleri

 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon