Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar
 
Mısır darbesinin idam kararları ve İslami Duruşumuz - I / Tarih: 26/05/2015
   

Seküler Demokrasilerin Desteğindeki Mısır Darbesi ve Vahşi İdam Kararları Karşısında İslami Duruşumuz -I-

 

Mısır cuntasının Mursi ve arkadaşları için verdiği idam kararları üzerine, aynı gün Radyo Denge'de yaptığım konuşmayı, konu hakkında yanlış bazı tartışmaların yapıldığına, yine iki uca savrulan yaklaşımlar içine girildiğine şahid olduğum için, vasat bir yaklaşımı ortaya koymak amacıyla genişleterek sizlerle paylaşmak ihtiyacı duydum.

 

Mısır'da Yaşanan Darbe Süreci ve Vahşi İdam Kararları Karşısında Sorumluluklarımız

 

Mısır’da 3 Temmuz 2013'te Amerika’nın güdümündeki asker ve yargı bürokrasisinin yaptıkları bir darbeyle, halkın önemli bir kısmının desteğiyle iktidar olan İhvan temsilcisi hükümet ve Cumhurbaşkanı görevden uzaklaştırılıp tutuklanmışlardı. Müslüman Kardeşler öncü kadrosundan da yüzlerce kişi tutuklanmış, halktan binlerce kişi keyfi biçimde zindanlara doldurulmuş, şiddete başvurmadan darbeye itiraz edip direnenlerden binlercesi de meydanlarda cunta askerlerinin kurşunlarıyla hunharca katledilmişti. Bununla yetinilmemiş, darbeden sonraki süreçte, bir yandan seçim adı altında zoraki onaylatmayla darbeci general Cumhurbaşkanı yapılmış, diğer yandan da ihvan kadrolarından ve meydanlarda toplanan darbe karşıtı Müslümanlardan yüzlercesine, cunta emriyle dakikalar içinde verilen seri idam kararları gündeme getirilmişti.

Darbeciler önce ellerinden gelen her şeyi yaparak, katliam ve işkencelerle, tecavüz, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümlerle İHVAN’a boyun eğdirmeye, İslami dirilişi ve direnişi bastırıp sindirmeye yönelik ne varsa uygulamaya koymuşlar ama sonuç alamamışlardır. Artık, bu kadar zulme rağmen bir türlü boyun eğdirip teslim olmaya razı edemedikleri bu onurlu Müslümanları kitlesel idam kararlarıyla teslim almaya çalışıyorlar. Bu sebeple, katil cuntacıların emrinde tam bir cinayet şebekesi ve idam mangası niteliğindeki hukuksuz mahkemeler bugüne kadar bini aşkın İHVAN üyesi için idam kararları vermiş bulunuyorlar. Bir süre önce İhvan-ı Müslimin Hareketi lideri Muhammed Bedii’nin de aralarında olduğu 683 kişi daha sadece dakikalar süren acele bir kararla idama mahkum edilmişlerdi. Ondan önce de aynı aceleyle ve adaleti katleden bir başka kararla idama mahkum edilen 529 kişiden 37’si hakkındaki idam kararını onaylayan mahkeme, aynı davadan 492 kişinin cezasını ise müebbet hapse çevirme oyununu oynamıştı.

Şimdi de aynı diktatörlük yargıçları tarafından, halkın çoğunluğunun oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmiş Muhammed Mursi, alim Yusuf el-Karadavi ve bir çoğu İHVAN yetkilisi olan 100'ü aşkın kişi idama mahkum edildiler. Üstelik bu alçakça idam kararlarının verildiği aynı süreçte, Mısır'da on yıllardır zulüm, işkence ve katliamlar yaparak hüküm süren devrik Firavun Hüsnü Mübarek'e de beraat kararı verilmesi ibret vericidir. Bu durum, emperyalist demokrasilerin desteğindeki Sisi diktatörü ve kadrosunun ne kadar cüretkar olduğunu ve devrim yaptık zanneden Mısır halkı ve Müslümanlarla adeta alay ettiklerini ortaya koyan bir gösterge olarak değerlendirilmelidir.  Hatta hakkında canice idam kararı verilmiş Müslümanların içinde, daha önce şehid edilmiş ya da yıllardır Siyonist terör devletinin elinde esir bulunan bazı Filistinli Müslümanların isimlerinin de bulunması, gerçekten hukuk adına son derece utanç verici bir keyfiliğin, azgın bir cüretkarlığın yaşandığını ortaya koyuyor. Firavun'un emrindeki diktatörlük mahkemelerinin gözünün ne kadar dönmüş olduğunu, ne kadar ölçüsüz ve keyfi davranabildiklerini gösteriyor. Zalimlikte ve alçaklıkta ne kadar ileri gidebileceklerinin rezil örneklerini oluşturuyor.

Allah (c), vahiyle belirlenmiş çok istisnai haller dışında insanın öldürülmesini yasakladığı, canı aziz kılıp, haksız yere bir insanın canına kıymanın ise bütün insanlığı katletmek gibi olduğunu ilan ettiği halde, insan hayatıyla bu kadar kolay ve süratli verilen hukuksuz kararlarla oynayabilmek ancak Rabbine ve fıtratına yabancılaşarak hayvandan aşağı düşmüş canilerin işi olabilir. Üstelik darbe yapıp binlerce darbe karşıtı mazlumu tanklarıyla, cani silahlarıyla katleden darbeci generaller çetesinin ve bu katliamlarda kullandıkları Baltacı canilerin idam ile yargılanmaları hakkın gereği olduğu halde, bu büyük zulme karşı silahsız direniş sergileyerek hak ve adalet talep eden Müslümanların idama mahkum edilmeleri, zalimlerin alçaklıkta sınır tanımayan mantığını ele veren katmerli bir zulmü oluşturmaktadır.

Çok boyutlu zulümlerle, baskılarla ve ceza evlerine doldurarak, katliamlar ve idamlarla yok ederek İHVAN direnişini kırmak isteyenler, her şeye rağmen direnişe devam eden bu fedakâr insanların azmi karşısında çılgına dönmekte ve yeni zulümlerle şiddet dozunu giderek arttırarak sonuç almaya çalışmaktadırlar. Bizler, Sisi cuntasının işlediği katliamların suç ortağı olan darbe yargısının verdiği bu vahşi kararların karşısında Müslüman Kardeşlerimizi yalnız bırakmamak, darbecileri ve bu kararlara imza atan yargıçlar çetesini protesto için ayağa kalkmak ve kardeşlerimizi çok boyutlu yardımlarımızla desteklemek sorumluluğunu taşımaktayız.

 

İHVAN öncüleri ve destekçileri olan Müslümanlar, akıdevi olarak tavize yanaşmayan, Allah'ın hükümleriyle hükmetme hedefinden vazgeçmeyen, sadece demokrasiyi seçime indirgeyerek kullanmak suretiyle sistem içi hükümet arayışı içine girmek şeklindeki Nebevi yönteme aykırı bir yolu takip ettikleri için sıkıntıya düşmüş bulunan "yanlış yapan kardeşlerimiz"dirler. Velev ki kardeşlerimiz olmasalardı bile, böyle bir zulme muhatap kılındıklarında yine de onlara sahip çıkıp zalim darbecileri lanetlemek sorumluğumuz devam ederdi. İHVAN müntesibi kardeşlerimizin hukukunu savunmamız, zulme ve zalime karşı yanlarında yer almamız İslami sorumluluğumuz olduğu gibi, kendilerine de büyük bedeller ödeten yanlış yöntemleri konusunda Allah rızası için eleştirmemizde aynı sorumluluğa dahildir. Yani takip edilen yanlış yöntem sebebiyle ortaya konmuş olan yanlış pratikten ibretler, dersler çıkarmamız, tekrar edilmemesi için hem kendilerini, hem de kendimizi ve diğer Müslümanları bu yanlış hakkında ve doğrusunun ne olduğu hususunda uyarmamız da aynı şekilde İslami sorumluluğumuzdur. Rabbimiz bu Müslüman kardeşlerimizin yardımcıları olsun ve onları bu cinayet şebekesinin elinden kurtarsın, onlara sabır ve direnme gücü versin inşaallah.

 

Mısır Darbesi ve İdam Kararları Karşısında Dünya'nın Tutumu ve Küresel Demokratik Zulüm

 

Zalim ABD, AB, İsrail ve Körfez ülkelerinin desteğine sahip Mısır cuntası, yaptığı işkence, zulüm ve katliamlardan sonra bir de zulüm mahkemelerinde yüzlerce masum Müslüman'ın idamına karar vererek Müslüman Mısır halkının gözünü yıldırmak, onları sindirmek, hür ve bağımsız iradelerini yok etmek ve sonuçta adaletsizliğe dayalı despot rejime itaate zorlamak istemektedir. Böylece Mısır halkının kaderi üzerinde söz sahibi olması engellenmek, halkın iradesine ipotek konarak zorla batı çıkarları ve seküler değerleri istikametinde yönlendirilmek istenmektedir. Zaten yaklaşık bir asırdır bölgedeki Müslüman halklar batılı liberal ve sosyalist demokrasiler tarafından desteklenen diktatörlerce kaynakları çalınarak, her türlü zulmün pençesinde inletilerek zorbaca yönetilmektedirler. Halkın serbest iradesiyle siyasi kaderi üzerinde belirleyici olamaması, kendi kendini yönetecek konuma gelememesi için Türkiye'deki darbelerin de arkasında hep Batılı emperyalist demokrasiler yer aldılar. Bu darbeler için ve yerli halkı sürekli baskı altında tutmak üzere, zihinlerini işgal ederek devşirip köleleştirdikleri ve "bizim çocuklar" adını verdikleri asker ve yargı bürokratlarını, küresel kapitalizmin işbirlikçisi besleme büyük sermayedarları kullandılar.

 

Yani bölgedeki halklara zulmeden despot rejimler, diktatörlükler, şeyhlik ve sultanlıklar ile darbelerin hepsi batılı liberal ve sol demokrasilerin eseri oldukları gibi, şimdi de halkların ayaklanarak kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya çalıştıkları süreçte, Mısır'daki darbenin de, Suriye'deki Müslüman katliamının da arkasında aynı demokratik devletler yer alıyorlar. Aslında Mısır ve Suriye'de halkın iradesinin gerçekleşmesi bu büyük zulüm ve katliamlarla engellenerek, bölgedeki diğer işbirlikçi despot rejimler de rahatlatılmak, o ülkelerin halklarına da "sakın despotlara karşı kaderiniz üzerinde söz sahibi olmaya kalkmayın sizin de sonunuz böyle olur" şeklinde gözdağı verilmek istenmektedir.

 

Bu yüzden, daha önce de olduğu gibi, Mursi'nin dahil olduğu son idam kararları karşısında da bütün uluslararası kuruluşlar BM ve demokratik devletler ciddiye alınacak hiçbir tepki vermediler. Çünkü kendi çıkarlarını ve seküler sapkın değerlerini temsil eden zalim Firavun'un meydanlarda katlettikleri, emir eri yargıçlar eliyle idama mahkum ettikleri kişiler Müslüman'dırlar. Suriye'de de yüz binlerce masum insanı katleden diktatör de kendi seküler ideolojilerine bağlı olduğu için onun bunca katliamına müdahale etmedikleri gibi destekliyorlar. Müslümanlar yönetimlere gelmesin de ne olursa olsun diyorlar.

 

Darbe sürecinin şiddete dayalı etkisi ve emperyalist devletlerin desteğiyle cumhurbaşkanlığına kendini taşıtmak isteyen Sisi'nin, o süreçte batılı bir televizyon kanalına yaptığı “İhvan, Mısırlıların gözünden düştü. Bu düşünceyle tekrar barış olmayacak. Benim cumhurbaşkanlığı dönemim boyunca İhvan diye bir şey olmayacak” şeklindeki açıklamaları, demokratik dünyanın ve işbirlikçileri olan darbecilerin, İslam ve onun temsilcileri karşısında ne kadar aciz ve çaresiz kaldıklarını ve ancak yok ederek başa çıkabileceklerine inandıklarını ortaya koymaktadır. Hak karşısında batılın hali işte budur, çaresizlik ve acz içinde kalmaktır. Batı işbirlikçisi darbeci Sisi'nin farklılıklara tahammül edemeyip düşman ilan eden ve yok etmeyi planlayan bu despotça açıklamaları ile bu açıklamalara karşı bir tepki göstermedikleri gibi tam tersine desteklerini ısrarla sürdüren demokratik emperyalistlerin faşist tutumları, görebilen herkese ne kadar özgürlükçü olduklarını bir kez daha göstermiştir.

 

Bir daha altını çizmeliyiz ki, bölgede olup biten bütün bu zulümler, sömürüler, darbeler, kitlesel idam kararları, bir inancın müntesiplerini topluca yok etme planları, ABD, AB ve bölgedeki işbirlikçileri İsrail terör devleti ile İslam'a ve ümmete düşman olan Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerince desteklenmektedir. Bazılarının, samimi olmadığı açıkça belli olan, zayıf içerikli kimi eleştirel açıklamalarına rağmen hiçbir yaptırım kararı almamaları, darbecilere desteklerini sürdürmeleri bu kifayetsiz eleştirilerin kamuoyuna yönelik imaj oluşturma, aldatma amaçlı açıklamalar olduğunu ortaya koymaktadır. Üstelik ABD'nin tam da 500'ün üzerinde kitlesel idam kararları verildiği süreçte, daha önce kıstığını açıkladığı Mısır'a askeri silah yardımını yeniden serbest bırakma kararı alması da bu ikiyüzlülüğün ve ahlaksız desteğin bir başka göstergesi olarak dikkat çekmiştir. Üstelik başta ABD olmak üzere, bütün bu emperyalist devletlerin ve işbirlikçileri olan bölge diktatörlerinin desteğiyle, Mısır'da yapılan darbe, katliamlar ve verilen idam kararları dünya halklarına “demokrasiyi inşa etme çabası" olarak gösterilmiş ve utanmazca sahiplenilmiştir.

 

Aslında bu durum, kimi Müslümanların maslahat umarak ve büyük bir hata yaparak peşine takıldıkları "demokrasi"nin nasıl vahşi bir sömürü ve katliam mekanizması ve sömürücü liberal finans kapital diktatörlüğünün elinde nasıl bir aldatma enstrümanı olduğunu, ayrıca nasıl bir fıtrat ve İslam düşmanlığını esas aldığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Hatta bu demokratik gerçeklik, hukuksuz ve yargısız infazı esas alan idamlara karşı zalimden yana suskunlukla, görmeyen gözlerin, duymayan kulakların, anlamayan idraklerin bile harekete geçmesini sağlayacak kadar çarpıcı bir uyarı ve sarsıcı bir çığlık olarak gündeme düşmüş bulunmaktadır.

 

Mısırdaki darbe karşıtlarına ve Müslümanlara verilen keyfi, seri ve kitlesel idam kararları en ileri derecede hukuksuzluğu ve hatta kanun devleti olabilmeyi başarmış kimi diktatörlüklerde bile rastlanmayacak derecede kanunsuzluğu, aşırı derecede keyfiliği ve bütün unsurlarıyla tam bir insanlık suçunu ifade etmektedir. Alçakça hesaplarla verilen bu vahşi kararlar, aslında tüm dünya insanlığını meydanlara dökecek derecede insanlık onurunu hedef alan, insani değerlerle alay eden, insanı aşağılayan, insan aklı ve vicdanıyla alay etmek anlamına gelen kararlardır. Ama maalesef, zihinleri modern seküler paradigmanın sapkın değerleriyle işgal edilmiş, hevanın ilahlığıyla ruhları kirletilip kendine ve Rabbine yabancılaşması sağlanarak insandışılaştırılmış, çıkar eksenli hareket eden, haz ve menfaat peşinde koşan hayvandan aşağı düşürülmüş büyük çoğunluğuyla insanlık utanç verici bir sessizlikle seyretmektedir. Bunlar içinden çıkan kimi cılız itirazlar da son derece az olan erdemli istisnalar olarak kalmaktadır.

 

Türkiye'de de, Batı'da da seküler aydınların ve yazarların, liberal ve sol çevrelerin, "demokratik hükümetlerin" büyük ekseriyeti bu büyük utancı sapkın inançlarının fıtratlarında yol açtığı erozyon, yozlaşma sebebiyle doğal bir hal olarak yaşamaktadırlar. Bu sebeple, Mısır'da yaşanan vahşet, liberal demokrasilerin, seküler sistemlerin, batıl modellerin ortak zulmüdür. Yaşanan olay, demokrasi ve liberalizm adına desteklenen, aynı sapkın seküler paradigmanın sosyalist ve sol versiyonlarının da seyrettiği, küresel hegemonyayı ele geçirmiş seküler sistemden kaynaklanan tam anlamıyla demokratik bir zulümdür.

 

Bu derece keyfi idam kararları eğer 3-5 Yahudi ya da Hıristiyan için verilseydi ya da balinalara yönelik bir kıyım söz konusu olsaydı tüm dünya kamuoyu ayağa kalkardı, söz konusu olan Müslümanlar olunca, dakikalar içinde bini aşan sayıda idam kararı verilmesini utanmazca seyrediyorlar ve hatta çoğu destek de veriyorlar. Nitekim Paris'te Hz. Peygamber'e (s) alçakça hakaret karikatürlerini yayınlayan dergide birkaç batılının öldürülmesi üzerine tüm dünya ayağa kalkmıştı. Milyonlarca Müslüman'ın kanına eli bulaşmış dünyanın bütün soykırımcı katil devletleri, Paris'te omuz omuza verip protesto yürüyüşü yapmışlardı. Türkiye'yi temsilen de Ahmet Davutoğlu, sık sık "terör devleti" olmakla nitelendirdikleri İsrail Başbakanıyla ve diğer katil devletlerle birlikte soykırımcı Fransa'nın başkentinde sözde "barış" için ve on civarında Fransız'ın katledilmesini protesto için yürümüşlerdi. Katliamcılarla, soykırımcılarla el ele bir kaç kişinin öldürülmesine karşı yürüyenlerin, Gazze'de binlerce, Suriye'de yüz binlerce Müslüman katledilirken, Mısır'da darbe yapılıp binlerce şiddetten uzak Müslüman meydanlarda kurşuna dizilirken ve bini aşkın idam kararı verilirken aynı birliktelikle karşı çıkamamaları ve Türkiye'nin yalnız bırakılması neyin ifadesidir?

 

Üstelik Mısır'da dakika başına 76 idam düşen idam kararları, yargısız,  hukuksuz ve hatta kanunsuz bir zorbalıkla verilmiş, korku ve sindirme amaçlı tam bir hukuk cinayeti hükmündeyken "hukuk devleti" olduklarını iddia edenlerin utanç verici sessizliğinin anlamı belli değil midir? Bu alçakça cinayetleri gerçekleştirmeye yönelen vahşi Mısır darbecilerini protesto ediyor, Allah'ın, meleklerin ve bütün lanet edicilerin laneti üzerlerine olsun diyoruz. Tüm dünyanın sergilenen bu sahte yargılama şovuna sessiz kalmasını, güya darbe karşıtı olan, ancak akan kan Müslüman kanı olunca susan ikiyüzlü demokrat batıyı da, devşirilmiş yerli batıcıları da aynı derecede lanetliyor ve kınıyoruz. 

 

Halbuki, İslam Konferansı, Arap ve Afrika Birliğinin, aynı şekilde BM ve AB’nin, ABD, Çin, Rusya ve Hindistan’ın, insani değerlere ve insanlığa karşı bu cüretkar meydan okuma karşısında seslerini yükseltmeleri söz konusu olsa bu vahşetin gerçekleşmesi asla mümkün olamaz. Bu bakımdan bu vahşet hepsinin ortak eseri halini almaktadır. Mısır darbesine destek veren ve bugüne kadar akan Müslüman kanına eli bulaşmış bulunan Suudi rejimi ve BAE, insanlık tarihinde bir de bu yeni vahşetin müsebbibi olarak lanetle anılmak istemiyorlarsa, bu konudaki zalimane tutumlarını yeniden gözden geçirmelidirler. Yoksa bu lanet ve bu nefretin tutuşturacağı ateş onları da yakacaktır.

 

AKP'nin Takdiri Hak Eden Erdemli Tutumu, Görece Adil Yaklaşımı ve Bu Tutumuna Gölge Düşüren Çelişkileri

 

Mısır, Suriye, Tunus, Libya, Yemen ve Filistin gibi ülkelerdeki, mazlum halkların kaderleri üzerinde söz sahibi olma mücadelelerine, bölge halklarının despotlara karşı haklı ayaklanmalarına destek vermek, Esed'e, Sisi'ye, İsrail terör devletine, darbelere, katliamlara, idamlara karşı ciddi ve ısrarlı tepkiler vermek hususunda, Dünyada ve bölgede en net, en açık ve en erdemli tutumun AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan tarafından ortaya konduğu ve bu tutumda ısrarcı olunduğu, şüphesiz ki takdiri hak eden bir vakıadır. Tabii ki, ümmetin ve mazlum halkların sorunlarına gösterdiği duyarlılık ve zalimlere, despotlara, emperyalist sömürgecilere karşı gösterdiği erdemli tepkiler sebebiyle AKP Hükümetini ve Erdoğan'ı takdir etmek gerekir. Ancak bu konuda yapılacak bir analizde daha doğru ve daha adil bir sonuca ulaşabilmek için, AKP ve liderliğinin yaptıklarını bütüncül olarak ele almak ve bu bağlamda söz konusu erdemli tutumunu yaralayan, lekeleyip gölgeleyen başka tutum ve politikalarını da bu değerlendirmeye katmak gerekir.

 

AKP Hükümeti, bir yandan İsrail terör devletine, despot katil yönetimlere, darbecilere ve arkasında yer alan Batılı güçlere ve hatta BM'e karşı haklı ve erdemli tepkiler verip bölgedeki mazlum halklara sahip çıkarken, diğer yandan da, İsrail'in 25 yıldır kapısında bekleyip giremediği OECD üyeliğini, hem de Gazze kuşatması ve katliamı sürecinde veto etmeyip onaylayarak hediye ediverme çelişkisini ortaya koymuştur. Böylece İsrail'in, uluslararası hukuk zaviyesinden insan hakları açısından olumlu bir konumda olduğunun zımnen kabulüne sebep olmuş, bu sonucun doğmasına OECD üyeliğini onaylamakla katkı sunmuştur. Ayrıca, haklı olarak "Terör Devleti" dediği İsrail ile ekonomik ilişkilerini en üst seviyelere çıkarabilmiştir. HAMAS ve İHVAN'ı bir yandan desteklerken, diğer yandan bunların AKP gibi liberal demokratik partiler haline dönüşmesi için, Bakan Babacan'ın ağzından "HAMAS bir direniş örgütü mü, yoksa demokratik bir parti mi olacağına karar vermeli" ifadelerinde olduğu gibi ciddi yönlendirmeler yapmıştır, halen de yapmaktadır. Mısır ve Tunus'a seçimlerden sonra yaptığı ziyaretlerde AKP Hükümeti Başbakan'ı olarak Erdoğan'ın açıkça laikliği teklif etmesi bu tür yönlendirmelerin en açık olanıdır.

Erdoğan bu ziyaret çerçevesinde sorularını yanıtladığı “Arap dünyasının Oprah Winfrey’i” olarak tanımlanan Mona Şazli’ye şunları söyleyebilmiştir: “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir... Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” Başka bir açıklamasında da "Laiklik bütün dinlerin bir arada yaşamasının ve demokrasinin güvencesidir" anlamında sözler sarf etmiştir. Bu konuşmanın ardından Mısır'dan ve Türkiye'den cılız da olsa itirazlar ve tepkiler gelince de şu sözlerle meydan okuyarak "Laiklik İslam ile bağdaşır, aksini iddia eden varsa, sözlerimde İslam'a ters bir şey varsa beni ikna edin" mealinde itirazlar yükseltmiştir. Erdoğan, başka zamanlarda ise, "din bireyseldir",  "ekonominin dini imanı olmaz" ve "bu çağda faizsiz ekonomi mi olur?" gibi açıklamalar da yapmış bulunuyor. Bütün bunlar göstermektedir ki, AKP ve Erdoğan, liberal "ılımlı laiklik", seküler demokrasi ve kapitalizmle uyumlu bir "İslam algısı"nı "ılımlı İslam"ı, yani "Protestan İslam" anlayışı ile tarihi kültür ve medeniyet birikimini hurafeleriyle birlikte, Osmanlı havzasına, ülkeye ve bölgeye egemen kılmak ve bu konuda model olmak istemektedir.

Bunların yanında AKP Hükümeti ve Erdoğan liderliği, bir taraftan Mısır, Suriye ve Filistin'de görece bağımsız politikalar izlemeye ve buradaki halklara destek veren tutumlar ortaya koymaya çalışırken, diğer yandan eli mazlum halkların kanına en fazla bulanmış emperyalizmin katil ordusu ve dünyanın en kan dökücü silahlı gücü NATO örgütü içinde yer almayı sorgulamaya dair bağımsız bir politika emaresi göstermiyor. Bu katil ordu içindeki tek halkı Müslüman ülke olarak, bilmeyenler Müslüman halklar nezdinde bu katil orduya meşruiyet kazandırmaktan, soğuk savaş sonrası İslam'ı ve Müslümanları tehdit ve düşman olarak ilan etmesine rağmen sanki Müslümanlara karşı bir haçlı ordusu değilmiş gibi yanlış bir algının oluşmasına, Müslüman halkların aldatılmasına sebep olmaktan kaynaklanan büyük bir vebali olduğunu sorgulamıyor. Her gün tepki gösterip eleştirdiği emperyalist devletlerle el ele olmaya devam ediyor. Bu katil ordunun geçmişte döktüğü mazlum halkların kanı üzerine sıçramasın diye eleştirel bir yaklaşım dahi geliştirmiyor. Tam tersine bugün de bizzat AKP Hükümeti ve Erdoğan'ın kararıyla TSK birlikleri de bu katil ordu içinde Afganistan işgaline katılıyor. Ve TSK birliklerinin de içinde yer aldığı NATO ordusu bu süreçte Afganistan'da on binlerce masum Afganlıyı katletti ve bu işgal AKP hükümetinin de katkılarıyla devam ediyor. Bu durumun, Türkiye ve AKP açısından en utanç verici tarafı, yürekleri sızlatması gereken yanı ise, aynı emperyalist güçler Anadolu'yu işgal ettiklerinde o zaman da bugün gibi fakir olan Afgan halkının Türkiye'de verilen mücadeleye yok halleriyle büyük ve samimi bir desteği ulaştırmış olmalarıdır.

 

Ayrıca NATO içinde el ele olduğu aynı emperyalist devletlerin oluşturduğu koalisyon güçleri Irak işgaline kalkışıyor ve milyonlarca insanın katledilmesine sebep oluyorlar. İşte bu işgalci ve katil koalisyona da AKP Hükümeti hava ve deniz limanlarını, üslerini tahsis ediyor, lojistik destek veriyor. İşin düşündürücü ibretlik tarafı ise, NATO içinde üstlenilen bu misyonun ve mazlum halkları katletmeye devam eden koalisyon güçlerine verilen desteğin, aynı devletlere karşı "dünya beşten büyüktür" diyerek "meydan okunduğu" bu süreçte bile halen sürdürülüyor olmasıdır.

 

15 Mayıs'ta Türkiye’nin ev sahipliğinde Antalya'da gerçekleşen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısında da Türkiye'nin NATO içindeki zulme ortak olma misyonunun daha bir güçlendirilerek devam ettirilmesi kararı verilmiş bulunuyor. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı'nın bitiminde yaptığı basın toplantısında NATO içinde yeni bir "Öncü Birlik" oluşturulduğunu ve  "Türkiye'nin altı müttefik ülke ile birlikte Öncü Birlik'in lider ülkeleri arasına katılma kararı" alındığını tebrik ederek açıklıyor ve bu birliğin öncülüğünü yedi ülkenin sırasıyla üstleneceğini ifade ediyor. Böylece Türkiye bu yeni kararla, NATO'nun komünizm yerine İslam'ı öncelikli tehdit olarak ilan ettiği soğuk savaş sonrası yeni dönemde, İslam düşmanı böyle bir teşkilatta yer almamayı gündemine almak yerine yeni misyonlar üstlenmekte ve yeni tesis edilen "öncü birlik" içinde yer almayı ve böylece daha önde ve daha aktif olma konumunu kabullenmiş bulunuyor.

 

Ayrıca mutabakata varılan konuların başında “Afganistan’da sürdürülen faaliyetlerin ‘Genişletilmiş Sürekli Ortaklık’ başlığı altında 2016 yılında da devam ettirilmesi” kararının alınması geldiği bildirilmiştir. Bu tür aldatıcı kamuflaj kavramsallaştırmalarla işgal gerçeğini ve işlenen katliamları örtmeye yönelik bilinçli bir gayret gösterildiği anlaşılıyor. Ayrıca da İslam düşmanlığı ortak paydasında Rusya’yı da çalışmalara dahil etmeye yönelik eğilimler ortaya konuyor.

 

Üstelik emperyalizmin bu katil ordusunu teşkil eden ülkelerin katılımıyla yapılan ve açıkça bir işgal zirvesi mahiyeti taşıyan bu toplantının, dışişleri bakanlarının el ele verip "barış şarkıları" söylerken çekilmiş görüntüleri üzerinden haberleştirilmiş olması da ibret verici ve utandırıcı bir gerçeklik olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu ibret verici gerçeklik, emperyalizmin dünya halklarını aldatmak için, mazlum halkların kanları üzerinde dans edip "barış" şarkıları söyleyecek kadar zalim, rezil ve ahlaksız olabildiklerinin önemli bir göstergesi ve mazlum halklarla alay eden bir tutum olarak kamuoyuna yansıyor ve bu tutum iğrenç bir biçimde sırıtıyor.

 

NATO Ülkeleri Dışişleri Bakanlarının el ele tutuşup dans ederken söyledikleri şarkının sözleri şöyle: “We are the world, we are the children""We are the ones who make a brighter day" (Biz dünyayız, biz çocuklarız. Daha parlak günler yaratacak olanlarız). Görüldüğü üzere, eli kanlı katil bir orduyu oluşturan ülkelerin temsilcilerinin, bu ordunun yeni misyonuna dair yeni kararlar adlıkları ve Afganistan'daki kanlı işgali sürdürme mutabakatına vardıkları bir toplantı sonrasında bu şarkıyı söyledikleri dikkate alındığında, gerçekten utandırıcı bir rezilliğin ortaya konduğu, mağdur mazlum halklarla adeta alay ettikleri anlaşılıyor. Onlara sorulması gereken soru şudur: "Siz zalimler koalisyonu olarak hangi dünyanın çocuklarısınız ve döktüğünüz mazlum kanları üzerinde hangi "parlak günleri yaratacak"sınız?


Halkı Müslüman olarak bilinen Türkiye'nin Dışişleri Bakanı ile İslam'a karşı Haçlı düşmanlığı taşıyan emperyalist ülkelerin dışişleri bakanlarının el ele "barış" şarkıları söyleyen görüntüleri magazinel bir haber yaparak kotarılmak istenen sonuç sanki şu gibidir: Bu haberi izleyen dünya kamuoyu, özellikle de Müslüman kamuoyu, “bu Haçlı ordusunun Müslüman bir halkın ülkesi Afganistan’da ne işi var” diye sorgulamasın, “Türkiye neden bu katil emperyalistlerle birlikte mazlum halkların katledilmesine katkı sunuyor” diye sorular sormasın ve bu magazinel haberle oyalansın.

 

Demokrasi, Seküler Zihniyetin Ürettiği ve Acıkınca Yediği Putudur

 

Yukarıda yazdığımız tespitler ve daha niceleri gösteriyor ki, bölgemizde on yıllar süren süreçte ardı ardına demokrasi zulümleri yaşanıyor. Mısır'da Batılı emperyalist demokrasilerin desteğiyle yapılan darbeyle de bir yenisi daha yaşanmış, yaşanmaya devam ediyor, masum ve adil Müslümanlar demokrasi putperestlerinin saldırısına uğruyorlar. Bilindiği üzere demokrasi, seküler aklın ürettiği, vahye baş kaldıran bir hayat tarzıdır. Mekke Müşriklerinin helvadan yaptıkları putları acıkınca yedikleri gibi, halk iradesinin egemenliği ve seçimle yöneticilerin belirlenmesi efsanesi de seküler zihniyetin çıkarları gerektirdiğinde, yani acıkınca kolayca yediği putudur. Demokrasilerde halk iradesinin belirleyici olduğu iddiasının sadece bir aldatmacadan ibaret olduğunu artık bütün Müslümanlar idrak etmelidirler.

 

Demokrasi, teoride yasa yapma, yönetme ve yargılamada halkın iradesi üzerinde ilahi otorite dâhil hiçbir otorite kabul etmeyen, pratikte ise halkın iradesinin ilahlığını bile sağlayamayıp, bürokratik ya da büyük sermaye oligarşilerinin ilahlığına dönüşen modern cahiliye sisteminin adıdır. Buna rağmen Müslüman olmayanların despot rejimlere, baskı ve zorbalığa, haksızlık ve adaletsizliklere karşı çıkarak görece daha özgürlükçü demokratik sistemlere meyletmeleri kendi çerçevesinde ve batıl içinde makul ve tutarlı bir tercihtir. Müslümanların batıl despot rejimlere karşıtlığının, görece daha özgürlükçü olsa bile bir başka batıl sistem olan demokrasiye savrulmalarına yol açması ise, İslami kimlik, inanç ve tutarlılıkla bağdaşmayan bir tercihtir.  

 

Demokrasi bir seçim yöntemi değil,fıtrat ile vahyin arasının kesilmesi sonucundavahye düşmanlıkla kirlenip selim olma vasfını yitirmiş bulunan seküler aklın heva ve zannı ilahlaştırarak ürettiği şirk dini/ideolojisi/modeli/hayat tarzıdır. Allah’a karşı tuğyan etmeyi, şirki ve ifsadı esas alan bu dinin/hayat tarzının, halkın seçimlerle yönetimleri belirlemesi aldatmacasını putlaştırarak bu put çevresindeki propagandayla insanları uyutup oyaladığını, bunun arka planında ise şirke dayalı seküler hayat tarzını dayattığını artık bütün Müslümanlar çok iyi anlamalıdırlar.

 

Emperyalist demokrasilerin tek ilkeleri vardır, o da mazlum halkların kanı ve gözyaşı pahasına çıkarlarını koruyan hegemonyalar oluşturmak ve gerekirse katliamlar yaparak mutlaka sömürülerini sürdürmek. Bu sebeple, demokrasiyi sadece bir seçim yöntemi olarak kullanıp İslam şeriatıyla hükmetmek isteyenlere asla müsaade etmezler. İşte bunun için Mısır'da darbe yapıldı, binlerce Müslüman katledildi. Yüzlercesi dakikalar içinde verilen siyasi kararlarla idama mahkum edildiler. Bunun için Suriye'de yüz binlerce insan katledildiği halde seyrediyorlar, hatta el altından katil rejimi destekliyorlar. İşte seküler demokrasilerin sahipleri bu kadar alçaktırlar.

 

Bu ahlaksız ve hukuksuz müdahale, Müslüman halkın kaderi üzerinde söz sahibi olması sırasının kendilerine de geleceği korkusu içindeki, bölgenin emperyalist işbirlikçisi diğer despot yönetimlerce takdirle karşılandı. Amerikancı Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere, bölgenin diğer taguti despot yönetimleri, körfez ülkeleri bu darbe girişimini sevinçle karşılayıp kutladılar. Amerika başta olmak üzere, bu yerli işbirlikçilerin efendileri olan batılı emperyalist demokrasiler ise, seçimle gelip seçimle gitmek (halk iradesinin belirleyiciliği) putlarına sahip çıkıp darbeyi kınamak yerine, bu putlarını her zamanki gibi ahlaksız bir oburlukla yediler ve darbeye destek çıktılar. Zaten on yıllardır bölge halklarına zulmeden, sömürü, adaletsizlik ve katliamlarla kuşatan tüm dikta rejimlerinin ve darbecilerin arkasında hep emperyalist demokrasiler yer almışlardı. Alçakça destekledikleri bu despot kahyaları eliyle bölge halklarını kan, göz yaşı ve sefalete mahkum etmişlerdi. Bu sebeple de, bölge halklarının yerli despot rejimlerden kaçarken demokrasilere sığınmaya kalkmaları, kahyanın zulmünden kaçarken, bu zulmün esas banisi olan ağaya sığınmak gibi bir konuma düşmeleri anlamı taşıyacaktır.

 

Batılı emperyalist demokrasiler ABD, AB ve diğerleri, bırakın İHVAN gibi sistem içi seçimle gelip İslam şeriatıyla hükmetmeyi, laik-liberal-demokrat olmayı içselleştirmiş ve üstelik bunların İslam ile de bağdaştığını iddia ederek İslam'ı da tahrif etme yolunda yürüyen AKP hükümetinden bile tam razı değildirler. Bu sebeple, onu da emperyalist demokrasilerin kırmızı çizgilerine aykırı gördükleri her politikasından dolayı uyarıp operasyon çekerek (Gezi kalkışması, 17-25 Aralık olayları, Kobani ayaklanması vb operasyonlarla) hizaya sokma çabası göstermekten vazgeçmiyorlar. Çünkü onların razı olmaları için laik liberal demokrat olmanız gerekli ama yeterli değildir, yeterli olması için küresel emperyalist demokrasilerin çıkarlarını koruyan kırmızı çizgileri de ihlal etmeyecek bir teslimiyet içinde olmanız gerekmektedir. AKP hükümeti ve liderleri, laik, liberal ve demokrat olmak bakımından bir sorunları olmadığı halde, sadece bölgede yerli bir inisiyatif geliştirmek ve Filistin, Mısır, Suriye başta olmak üzere kimi bölgesel sorunlarda görece farklı ve kısmen bağımsız politikalar gütmek istedikleri için hizaya sokma amaçlı operasyonlara muhatap kılınmaktadırlar.

 

 

NOT: II. Bölümde inşaallah İHVAN ve Karadavi'nin yanlışlarını, çıkarılacak dersleri ve doğru olan ile ilgili tespit ve önerilerimizi ele almaya çalışacağız.

Bu içerik 2336 defa görüntülendi.
 
 
MAKALENİN YAZARI

Mehmet PAMAK
  Yazarın Diğer Makaleleri

 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon