Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar
 
Kürt Sorununun İslami Bakış Açısıyla Tahlili Ve Çözüme Dair Öneriler / Tarih: 25/09/2005
   

Kürt Sorunu Nasıl Oluşmuştur?

I. Dünya Savaşı’nı müteakip Osmanlının dağılması üzerine, uzun süredir çalışmalarını sürdüren ve ellerine geçen iktidar gücünü kullanarak yaklaşık on yılda Osmanlının tasfiyesini gerçekleştiren Jön Türk zihniyetinin ve İttihatçı kadroların eline ulus devlet kurma fırsatı geçti. Ağırlıkla Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye kökenli bürokrat ve aydınlardan oluşan bu kadrolar, Batı hayranı olmuşlar, sekülerleşmişlerdi. Karanlıkların bir başka versiyonu olan pozitivizmi “aydınlanma” olarak kabul etme yanılgısına düşmüşlerdi. Sonuçta, İslam’ı reddederek “ulusalcılığı/Türkçülüğü” dinleştirmişlerdi. İşte bu tür düşünceleri taşıyan kadroların Batı desteği ile kurdukları Türk Ulus Devletinin, emperyalist Batının modern, pozitivist kültür ve değerlerini, şiddeti de içeren politikalarla dayatması ve bu topraklarda yüzyıllardır kardeşçe yaşayan farklı kavimlere müntesip Müslümanları birleştiren temel unsur olan İslam’a da savaş açması sonucunda ülkemiz zulüm bataklığına dönüştü. Çünkü bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer Allah’ın ayetleri kabul eden İslam dışlanmış, hak ve adaleti esas alan Allah’ın şeriatı yerine, Batının seküler hukukunu, ümmetçilik yerine de bir insanlık suçu ve fıtratı bozan bir sapma olan kavmiyetçiliği esas alan laik bir sistem kurulmuştu.

Jön Türkler ve İttihatçılarla, yeni devletin yapılandırılmasında öncü ve belirleyici rol oynayan kadrolar arasındaki fikri akrabalık ve aynı modern paradigmaya mensubiyet ortak paydası, ülkede ittihatçı anlayışın hakimiyetini ve devamını sağlamıştır. Osmanlı saltanatı, askeri bürokrasi ile yandaşı büyük sermayenin oluşturduğu oligarşinin saltanatına dönüşmüştür. Sonuçta, “tek dil, tek kültür, tek ırkı belirleyici kılan tek ulus, tek (resmi) ideoloji” dayatan totaliter, otoriter, despot bir oligarşik yapı doğmuştur. İşte bu seküler paradigmaya dayalı Batıcı ulus devlet yapısının, daha baştan dışladığı İslami kimlik ve Kürt kimliği ise, yeni devletin tehdit olarak algıladığı düşmanlar olarak yeni döneme geçiş yapmışlardır. Egemen sistem, bu kimliklerden doğacağını beklediği “tehlikelere” karşı sürekli endişe içinde olmuştur. Yaptığı zulüm ve haksızlıklara karşı doğabilecek haklı tepkilerin korkusuna kapılmış ve bundan dolayı sürekli bölünme paranoyası içinde olmuş, şiddete dayalı politikalar uygulamıştır. Bu baskı ve zulüm politikalarıyla, toplum mühendisliği projeleriyle, farklılıkları yok etmeye yönelik inkârcı uygulamalarla asimilasyonu hedeflemiştir. Bu amaçla, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve kültürel alanlarda devlet eliyle ve zorla düzenlemeler yapılmaya kalkışılmış, tüm ülke halkları resmi ideoloji istikametinde hizaya sokulmaya çalışılmıştır. İşte bu, her tür farklılığı tehdit olarak algılayıp, toplumu ulusalcı resmi ideoloji kalıplarına döküp tek tipleştirme projesi, İslami kimliği ve Kürt kimliğini korumak isteyenlerin haklı tepkilerine muhatap olmuştur. Bu tepkilere karşı uygulanan abartılı şiddet politikaları sonucunda da İslami kimlik ve Kürt kimliği çevresinde odaklanan büyük sorunlar yumağı oluşmuştur.

Kürt Sorununa Yol Açan Sapma

Mustafa Kemal’in 1920’lerdeki sözleri Kürtlere vaatlerle doluydu. Kürtlerin haklarının adaletle teslim edileceği, İslami bir sistemin kurulacağı da bunlardan biriydi. Mesela 1 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada açıkça şunları söylüyordu:

“Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır… Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslamiye’den mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her unsur-u İslam, bizim kardeşimiz ve menafii tamamen müşterek olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslamiye ki; vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırkî, içtimaî, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik…”

Mustafa Kemal 10 Ocak 1920’de İzmit Kasrı’nda gazetecilerle yaptığı toplantıda şunları söylemiştir: “…Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir…”

Görüldüğü üzere, 1920’lerde Mustafa Kemal tarafından, “millet” kavramı bir ırka göre değil, tüm Müslüman kavimlerin İslami birlikteliğini ifade etmek üzere “ümmetçi” bir yaklaşımla tanımlanıyordu. Bütün kavimlerin birbirinin ırki, sosyal ve coğrafi hukukuna karşılıklı saygı esasına dayalı ve Kürtlerin özerk yönetimlerinden bahseden bir yapılanmayı gündemde tutuyordu. Merkezi hükümetin ve Meclisin anasır-ı İslam olarak ifade ettiği tüm bu ırklara, kavimlere müştereken ait olduğunu vurguluyordu. Ancak, daha sonra tüm bunlar unutularak, İslami kimlik ve ümmetçi yaklaşım düşman ve tehdit olarak tanımlanıp, Türk ulusçuluğuna dayalı seküler bir sistem oluşturuldu. Millet kavramı da din ve ümmet bağlamından koparılıp saptırılarak “ırk/kavim” ve “ulus” anlamına gelmek üzere yeniden tanımlandı. Önce Mustafa Kemal daha sonra da Kemalist kadrolarca dinden soyutlanmış ırkçı bir “millet” anlayışı ısrarla savunuldu. Yani bu süreçte, İslam’a ait “millet” kavramı ilahi anlamından soyutlanarak sekülerleştirildi ve İslam aleyhine kullanıldı. Artık Mustafa Kemal, “Türkün milli hissi, artık ocağında ateşlenmiştir. Artık, Türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarını, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra. Türk milleti, milli hissi, dini hisle değil fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır.” diyordu.

Sonuçta “millet” kavramın olumlu tarihsel imajının kamuflajı altında Batının teşvikiyle ve Batıcı, pozitivist, jakoben kadroların tercihiyle, ülkemizin halklarına tepeden suni bir biçimde Türk ulusalcığına dayalı ulus devlet formu dayatıldı. Ve ülkemiz halkları, tepeden inmeci jakoben yöntemlerle zorla modernleştirilmeye, sekülerleştirilmeye çalışıldı. Resmi ideoloji yada resmi din haline getirilen Kemalizm, Batının seküler değerlerine göre, tek ırkın kimliğini esas alan, tek tip bir ulus oluşturmaya ve bu amaçla şiddeti esas alan politikalarla, din düşmanı bir laikliği uygulamaya kalkıştı.

İslam’ın yerine “milliyetçilik ideolojisini“ ikame etmeye çalışan Kemalist kadroların önde gelen liderlerinden birisi olan zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”nun görüşmeleri sırasında meclis kürsüsünden hükümet adına aynen şunları söylemiştir:

“Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir.” (Okay-bravo sesleri, alkışlar)” Bu sözler, dönemin İçişleri Bakanının Meclis kürsüsünden ve hükümet adına söylediği sözlerdir. Ve işin ilginci, meclis tarafından da “bravo” sesleri ve “alkışlar”la karşılanmıştır. “1931 yılı sonlarında Atatürk’ün de katıldığı laiklik üzerine bir tartışmada, şunlar söyleniyordu: ‘İslamlık, devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir şeydir. O müesseseyi ne korumaya, ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz yoktur. Zaten böyle bir teşebbüs, kurumuş eski ağaca, hayat vermeye çalışmak gibi beyhudedir.”

Bunlara benzer pek çok belge ve 80 yıllık uygulama da ortaya koymuştur ki, Kemalist Türk ulusçuluğu, dışlanan İslam dininin ve “ümmetçiliğin” yerine, ortaya çıkan boşluğu dolduracak bir din gibi kurgulanmıştır. Dışa karşı son derece uzlaşmacı ve teslimiyetçi olan ve anti emperyalist olduğu iddia edilse de, 80 yıllık uygulaması ile ispat edilmiştir ki, aslında ta baştan beri, hep emperyalizmin değerlerini savunan, emperyalist güçlerin saflarında yer almayı tercih eden bir anlayışı temsil etmektedir. İçe dönük anlamı ve uygulaması ise, Türklüğü ve Türkçülüğü yücelten ve bunu diğer ırklara da dayatan ırkçı, inkarcı, asimilasyoncu ve faşist bir seyir izlemiştir. Özellikle Türklerden sonra en büyük nüfusu teşkil eden Kürt halkına yönelik çok yönlü büyük zulümler yapılmış; bu halkın Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimliği ve dili yok edilmeye çalışılmıştır. Savaş sürecinde bizzat Mustafa Kemal tarafından, ümmetçi bir yaklaşımla verilen -aslında adaletin de gereği olan- sözler savaş sonrasında hemen unutulmuş ve Allah’ın Kürt olarak yarattığı bir halk, katliam, baskı, asimilasyon, tehcir ve mecburi iskan politikaları ile yok edilmeye, zorla “Türkleştirilmeye” çalışılmıştır. Zamanın Başbakanı İsmet İnönü’nün, 20.11.1932’de Ankara Hukuk Fakültesi mezunlarının diploma töreninde söylediği, insan haklarını ve hukuku katleden utanç verici sözler bu amaçla yapılan zulümlerin hangi boyutlara ulaştırıldığının ibret verici belgesini ortaya koymaktadır;

“Hiç şüphe yoktur ki, Cumhuriyet Türkiye’sinin bütün geçmiş devirlerden en esaslı farklarından birisi de...Türkiye’nin, Türk’ün devleti ve vatanı olmasıdır.... Bu memleket Türkiye’dir. Burada yaşayanlar Türk’türler. Ve Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde, mukadderatına müessir ve hakimdir... Türk milliyetçisi ve Türk vatandaşı olmak için bu memlekette her hangi fertten anormal bir şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul etmek, Türk milletine mensup olmanın verdiği bütün haklara malik olmak için kafidir... Türk olmayı iftihar edilecek bir mazhariyet olarak yürekten kabul eden ve öyle çalışan vatandaş, benim gibi, benim bütün hukukum gibi, her hakka malik olmak için bütün esbaba maliktir.”

Zaten özü itibariyle İslam’la bağdaşmayan kavmiyetçilik/ulusalcılık, Türk ırkçılığını yücelten Kemalistlerce özellikle de İslam düşmanı bir içerikle tanımlanmıştır. Farklı kavimleri eş değer ve saygı değer kabul ederek bir arada tutabilecek tek alternatif olan İslami kimlik ve ümmetçilik düşman ve tehdit konumuna oturtuluyor, üstelik bununla da yetinilmeyerek, yeniden üretilen “millet” (ulus) kavramı İslam’dan tamamen soyutlanmış bir içerikle tanımlanıyordu. Sonuç olarak, halkına ve halkının değerlerine karşı savaş açan, emperyalizmle işbirliği yaparak ve bu emperyalist kültürü kan dökerek “ulus”una dayatan bir kadronun “ulusçuluğu” da, aslında bir aldatmacanın ve büyük bir zulmün adı olmaktan öte geçememiştir. Ayrıca “ulusçuluk”, taklit ettikleri batıda da artık terk edilmiş olup, bir nevi Hıristiyanlık kültürü temelinde ümmetleşme çabası olarak da nitelenen AB türü yapılanmalarla, “ulusçuluk” ve “ulus devletler” tarihe karışmaktadır. Türkiye de bugün, AB hazırlığı sebebiyle; kan ve gözyaşından, şiddet, zulüm ve bölünme riskinden, birçok insanlık suçu işlemekten başka bir sonuç doğurmamış bu ulusçuluk ve ulus devlet ilkesini, artık tarihe gömmeye, “Kürt sorunu”nu ve “Kürt realitesi”ni tanımak, “azınlık haklarını” tanımaya doğru adımlar atmak zorunda bırakılıyor.

 

Ana Başlıklar Halinde
Kürt Halkına Yapılan Zulümler

Yukarıda ifade edilen süreçte, Kürt halkına büyük ıstıraplar yaşatıldı, gerek İslami, gerekse Kürt kimliği sebebiyle büyük bedeller ödetildi. Halen de ödetilmeye devam edilmektedir. Yaklaşık 80 yıldan beri Türk ulusalcılığını esas alan sistem tarafından Kürt halkına yapıla gelen zulümler ciltler dolusu kitaba dahi sığmayacak büyüklüktedir. İşte bu zulümleri ana başlıklar halinde ve özetle sıralayacak olursak:

1 – Her şeyden önce ülkede devlet ve sistem yapılanmasına giderken, bütün kavimleri İslam kardeşliği ve hukuku içinde adaletle bir arada yaşatan İslam’ın düşman konumuna oturtulması ve laik seküler Türkçü bir ulus devlet yapısının dayatılması, bütün diğer zulümlere de kaynaklık eden en büyük zulmü oluşturmuş ve büyük itirazların, ayaklanmaların gerçekleşmesine sebep olmuştur. İslami kimliğin, İslam şeriatının, ümmet bilincinin ve Kürt kimliğinin reddedilmesi ve Türkçü ulus devletin kurulması sonucunda, İslami ve kavmi hakları yok edilen Kürt halkı haklı tepkiler göstermiş, ancak bu tepkiler, sistemin yanlışta direnmesi, müsamahasızlığı ve aşırı güç kullanımı yüzünden çok fazla kanın dökülmesine yol açmıştır. İşte, Şeyh Said “kıyamı” ve Ağrı “isyanı” benzeri itirazlar, halka rağmen ve halkın kimliğini değerlerini yok sayma pahasına dayatılan Kemalist sekülerleşme projesi sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu haklı gerekçelere dayanan itirazların, başkalarına da “ibret olması” ve yeni döneme uyum sağlamayanları sindirmek amacıyla aşırı güç kullanımı yüzünden çok kanlı bir biçimde bastırılmış ve bu durum yeni zulümlerin altına imza atılması sonucunu doğurmuştur. Mesela Haziran 1930’da Ağrı ve çevresinde başlayan İslami talepli halk ayaklanması bir eşkıya hareketi olarak gösterilmiş, Temmuz başında bastırma “harekâtına” iki kolordu ve 80 uçak katılmıştır. Bu askeri harekâtın tamamlanmasından sonra I. Umumi Müfettiş İbrahim Tâli (Öngören), “Doğu” halkına yayınladığı bildiride, şu ibret verici, ürpertici ve harekâtın tutumu hakkında düşündürücü ifadeleri kullanarak, “… eşkiyaya yardım eden köyler halkının imha olunduğunu…” beyan etmiştir. O tarihe ait gazeteler ise, “Salih Paşanın tatbik ettiği imha planı” uyarınca “eşkıya”nın “çekirge mücadele usulüyle tepelendiğini” yazmışlardır. İşte bu “imha ve tepeleme” harekâtlarında binlerce kişiden oluşan halk toplulukları, kadınlar ve çocuklar dahil, “zilan” vadisinde toplanıp katliama tabi tutulmuşlardır. Bilahare basılan köylerde de aynı katliam sürdürülmüştür.

2 – “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün Kürt bölgesinin dağlarına kazınılması ve Kürt çocuklarının, her sabah “Türk olduğunu” haykırmaya ve “Ulu önder Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyeceğine” söz vermeyi içeren bir ant içmeye zorlanması bugün hâlâ süren büyük bir zulümdür. Böylece çocuk zihinler vicdansız bir baskıyla işgal edilmiş, fıtrat ve şahsiyetlerin bozulmasına yol açılmış, ikiyüzlülük devlet eliyle yaygınlaştırımıştır. Uzun yıllar Kürtçe’nin konuşulmasının bile yasaklanması, ana dilde eğitim ve yayın yapmanın ise (özel TV yayını henüz serbest bırakılmamış, bu konudaki yönetmelik bir türlü çıkarılmamıştır) halen devam eden yasaklar arasında bulunması gibi ulusalcı dayatmalar, Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimlik ve ana dilin büyük yaralar almasına yol açmıştır. Kürt halkının çocukları ne Türkçe’yi ne de Kürtçe’yi yeteri kadar öğrenebilmiş, sonuçta, kendini ifade etme kabiliyeti ve eğitim seviyesi bakımından yetersizliklere sürüklenmiştir. Eğitim ve yayın dili olarak kullanılması yaklaşık 70-80 yıldır yasak olan Kürtçe, Allah’ın bir ayeti olarak yaratılış amacına hizmet etme imkânından uzaklaştırılmış, zayıflatılmıştır. Yerleşim yerlerinin ve coğrafi alanların Kürtçe olan isimlerinin değiştirilmesi, çocuklara Kürtçe isim konulmasının yasaklanması vb daha pek çok zulümle asimilasyon sağlanmaya çalışılmıştır.

3 – Genel olarak Kürt halkına yönelik farklı hukuk uygulaması, jandarma baskısı ve ayrıca bu haksızlıklara, zulümlere itiraz edenlere yönelik ilave baskılar, gözaltılar, işkenceler, işkencede ölümler. Ayaklanmayı bastırma adı altında on binlerce kişiden oluşan, yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan halk topluluklarına yönelik aşırı güç kullanımı ve katliamlar. Asimilasyon amaçlı göçe zorlama ve mecburi iskan uygulamaları. Diyarbakır ceza evi başta olmak üzere zindanlarda yapılan akıl almaz işkence ve zulümler, insanlık onurunu ayaklar altına alan utanç verici uygulamalar. Binlerce insanı katleden faili meçhuller, yoğun çatışmalar, olağanüstü hal uygulamaları, gözaltında kayıplar, ev baskınları, yargısız infazlar, pislik yedirmeler, köy yakmalar ve boşaltmalar, göç ve bundan doğan sorunlar, bu büyük zulmün sadece bazı ana başlıklarından ibarettir. TC hukuku zaten her yerde zulme sebep olurken, Kürt bölgelerinde ve Kürt kimliği söz konusu olduğunda, keyfiliğin ve hukuksuzluğun zirveye çıktığı görülmekte, bugün bile OHAL anlayışı ile resmen olmasa da fiilen farklı bir hukuk uygulaması yapılmaktadır.

4 – Göç ve koruculuk ise başlı başına yeni ıstırapların kaynağı olmuştur. “Kürt halkından küçümsenmeyecek önemde bir kısım, devlet ve PKK’nin oluşturduğu yoğun şiddet altında kalmış, bir kısmı göçe zorlanırken, bir kısmı da güvenlik ihtiyacıyla köyden şehre çaresizlik içinde göç etmişlerdir. Bu da uzun yıllar kapanmayacak sosyal yaraların oluşmasına neden olmuştur. Bu insanlar yaşam alanlarından kopartılarak, herhangi bir yer gösterilmeksizin sahipsiz bir biçimde bölgedeki ve bölge dışındaki kent merkezlerine göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Geçim kaynakları, toprakları ellerinden alınan bu insanlar, yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Kendi topraklarında barınma, iş, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden mahrum bırakılmışlardır. Aileleri parçalanmıştır. Göçtükleri birçok yerde kimliklerinden dolayı saldırıya uğramışlardır. Göç eden insanlar, çevre uyumsuzluğu, dil ve kültür farklılığı, potansiyel suçlu görülme sorunlarıyla, sağlık, beslenme, barınma, düzenli iş bulamama-işsizlik ve eğitim ile ilgili sorunlarla karşılaşmışlardır.”

5 – Fakirlik, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik de bölgenin en belirgin özelliği haline gelmiştir. Bu durum da, ırkçılığa dayalı zulmün bir parçası olan ekonomik ve sosyal alandaki zulümlerin sonucudur. Daha başlangıçta egemen oligarşinin önde gelenlerinin meclisteki konuşmalarından da anlaşıldığı üzere, Kürtlerin yoğun yaşadıkları doğu ve güneydoğu bölgelerinin bilinçli olarak geri bırakıldığı açıktır. Bu bölge insanlarının, bir gün ayrılıkçı fikirlerle ortaya çıkabilecekleri endişeleriyle, ekonomik yönden geri ve eğitimsiz bırakılması ulusal politika olarak tercih edilmiştir. Ancak tam tersine, bu ırkçı ayrımcılığın yapılmadığı adalet eksenli bir sistemde, ekonomik yönden güçlü ve eğitimli bir toplum oluşturulsaydı, daha düşük ihtimal olan ayrılıkçı fikirlerin zemin bulması, böylesine ırkçı, şovenist projelerle, yanlış ve adaletsiz uygulamalarla daha fazla tahrik edilmiştir. Bölgenin milli gelir dağılımı, yoksulluk, işsizlik, alt yapı ve sanayi yatırımları bakımından diğer bölgelerle mukayese bile edilemeyecek kadar gerilerde bırakıldığı, bizzat devlet istatistikleri ile ortaya konmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da şudur: Kürt halkının yoksul bırakılması sebebiyle Kürt sorunu doğmamıştır ve bu sebeple de sadece ekonomik tedbirlerle ve refah seviyesi yükseltilerek çözülemez. Tam tersine Kürt halkının yoksulluğu da Kürt halkına yönelik ayrımcı, ırkçı politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu sebeple bu bölgenin geri kalmışlığı da, yoksulluk sorunu da, ancak Kürt halkına yönelik ırkçı politikalara son verilmesinin sonucunda sağlanacak adalet zemininde çözüm yoluna girebilecektir.

İşte Kürt halkına bu kadar çok boyutlu ve yaygın zulümler yapılmıştır. Seküler paradigmaya sığınan, Batıcı ulusalcı çizgiyi benimseyen PKK da Kürt halkına yapılan zulme itiraz amacıyla ortaya çıkmasına rağmen, kendisi de alternatif zulümlere yönelmiştir. Kavmiyetçiliğin saptırıcı etkisi, kör şiddetin ilkesizliği ve mantıksızlığı tahrik eden tesiriyle, tıpkı TC sistemi gibi otorite ve hakimiyeti uğruna büyük zulümlerin altına imza atmaktan kurtulamamıştır. Kendi halkından koruculuğu kabul edenleri cezalandırmak amacıyla, onların masum eş ve çocuklarını bile vahşice katledebilmiştir. Kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşmayan ya da kendisine tabi olmayan diğer Kürt muhalifleri de hunharca katletmek suretiyle tasfiye etme siyasetini güdebilmiştir. Bu amaçla, tıpkı “derin devlet” ve “JİTEM” örneğinde görüldüğü gibi “faili meçhuller” “yargısız infazlar” ve suikastlar düzenleyebilmiştir. Pek çok ilde, büyük mağazalara yönelik terör eylemleri gerçekleştirerek, meydanlara bomba koyarak, sivil halktan masum insanların katledilmesinde bir sakınca görmemiştir. Aynı modern paradigmaya mensubiyet ve aynı yöntemi tercih, kaçınılmaz olarak iki tarafta aynı sonuçları doğurmuştur. Tabii, şunu da adaletle belirtmemiz gerekir ki, PKK, TC sisteminin zulümlerinin bir sonucu olduğundan, onun zulmüne bir tepki olarak ortaya çıktığından, TC’nin oluşturduğu bataklıkta yetiştiğinden dolayı, PKK’nın zulümlerinin altındaki ikinci imza da TC sistemine aittir. Bu bakımdan, kimden gelirse gelsin, kim saldırırsa saldırsın, bütün bu çatışmalardan birinci derecede sorumlu tutulması, bu sebeple de ilk önce ve daha fazla eleştirilmesi, suçlanması ve hesap sorulması gereken TC sistemidir. Ve onun tek hakimi olan oligarşidir. Egemen oligarşi bugün hâlâ, PKK’nın sürmesine ve beslenmesine yol açan ayrımcılığı, Kürt kimliğine ve diline yönelik kısıtlamaları, baskıları ve çok boyutlu zulümleri devam ettirmekle de, seksen yılda oluşturduğu bataklığı kurutmaya yanaşmamakta, tam tersine bataklığı yaşatacak katkılarda bulunmaktadır.

Müslümanların Kürt Sorununa
Yaklaşımının Tahlili

Önce şu soruları adaletle soralım. Müslümanlar evrensel vahyi ölçüler ve Peygamberimizin güzel örnekliği çerçevesinde belirlenmiş bulunan sorumluluklarını yerine getirebildiler mi? Sistemin etkisinden uzak, ulusalcı kirliliklerden, düşmanlıklardan arınmış adil şahitler olabildiler mi? Mazlum Kürt halkının muhatap olduğu bu büyük zulme karşı adaletli bir tavrı, itirazı ortaya koyabildiler mi? Komplekssiz ve ahiret, hesap bilincine dayalı güzel bir örneklikle ve mazlumdan yana zalime karşı adil bir tutumla vahyin şahitliğini yapabildiler mi?

Bu soruya maalesef genel anlamda olumlu bir cevap vermek güçtür. Çünkü kendini İslam’a nispet edenlerin büyük çoğunluğu bu konuda adil bir tutum sergileyemediler. Büyük çoğunluk bu zulmün karşısında ya sessiz kaldılar, ya da çeşitli sebeplerle zalimleri meşru gören bir adaletsizliğe sürüklendiler. Vahyin belirleyiciliğinde tevhidi bilince ulaşmış bulunan az sayıda Müslümanlar Kur’an ölçüleri içinde adil bir yaklaşımı sergileyebildiler. Tabii ki bunun birçok sebepleri söz konusudur. Başlıcaları ise şöyle ifade edilebilir: Öncelikle Türkiye Müslümanlarının Kur’an ve sahih sünnete dayalı sahih bir İslam anlayışına ulaşmaları çok yenidir ve böyle tevhidi bir bilince ulaşabilenler henüz çok azınlıktadır. Kendisini İslam’a nispet eden büyük cemaat ve kitleler ise hâlâ Kur’an’ı anlamını bilmeden ölülere okumaktadırlar. Din anlayışlarını muharref geleneğin belirlediği bu kitleler, çoğu kez vahyin ölçülerinden habersiz, dünya meselelerine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun bulunmaktadırlar. Türkiye Müslümanları çok uzun yıllar kendilerini sağcı, muhafazakâr, “milliyetçi”, devleti kutsal sayan, devletten-iktidardan yana statükocu kimliklerle ifade ettiler ve kendilerini bu anlayışlar içinde konumlandırıp tanımladılar. Bugün büyük çoğunluk bu kirlenmeden henüz arınamamıştır. İşte bu sebeple, kendini İslam’a nispet eden büyük kitle ile genel olarak Müslümanlar (tevhidi bilince sahip bir azınlık dışında); öncelikle vahyin ölçülerinden habersiz oldukları, ikinci olarak Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan cahili bir eğitimden geçtikleri ve büyük çoğunluğun devleti kutsal sayan bu ulusalcı kirlilikten henüz tam anlamıyla arınamadıkları, üçüncü olarak dünyevi hesapların (iktidar, ikbal, rant, makam, mevki beklentilerinin) yol açtığı devletle ters düşmeme kaygılarını taşıdıkları için adaleti esas alan tutumlar takınamamışlardır.

Kimi tevhidi kesimlerde de etkisini gösteren dördüncü sebep ise; riskten kaçış, devlet ve yargının hışmından duyulan korkular ve “Kürtçü” damgası yeme, PKK yanlısı görünme endişeleridir. Böylece kimi bilinçli Müslümanlar da, konuyu gündemleştirmenin ve adalet amaçlı da olsa söylenecek sözlerin “PKK’ya yarayacağı”, “Kürtçülüğü besleyeceği” gibi kimi korku ve endişelerle konuya adalet ölçüleriyle yaklaşmamışlardır. Halbuki bu tutum, doğrudan ayrılıkçı Kürtçü sosyalistlerin işini kolaylaştırmış, Müslümanların bu adaletsizliğinin faturası haksız yere İslam’a kesilmiştir. Bu durum, büyük çoğunluğu kendini İslam’a nispet eden ve üstelik diğer kesimlere göre (geleneksel formda da olsa ibadetlerini yerine getiren) dindarlarının oranı en yüksek olarak bilinen Müslüman bir halkın, sosyalist laik bir örgütün peşinden sürüklenmesine sebep olmuştur.

Kürt halkı, arasında sıkıştığı dayatmacı iki seçenekten kendisine yakın olanını tercih etmek zorunda kalmıştır. Bir yandan T.C’nin 70 yıllık asimilasyona dayalı şoven-baskıcı-inkarcı politikaları, öte yandan bu politikalara karşı çıkan ve mücadele eden, fakat dünya görüşü itibariyle T.C’nin izdüşümü olan batıcı-laik PKK. İşte halkın önemli bir kısmı, kendi bağrından çıkan öz benliğine uygun bir başka seçenek olmadığından, İslami kimliğine uygun İslami bir alternatif geliştirilmediğinden, önce şaşkınlık geçirmiştir. Sonra ise, derdinin asıl dermanı olan İslam ilacı kendisine ulaştırılmadığından, acil olan fiziki varlığını ve fıtri kimliğini koruma, hastalığın yakıcı ıstırabından bir an önce kurtulma can havliyle PKK’ya eğilim göstermek zorunda kalmış, hastalığını daha da azdıracak sahte ilaçlarla tedaviye teslim olmuştur.

Aslında bu durumu şöyle de ifade edebiliriz: yukarıda belirtilen endişelerle soruna adil bir yaklaşım geliştiremeyenler iki büyük vebali üstlenmişlerdir. Bir kere İslam’a aykırı bu adaletsiz tutumlarıyla çok büyük bir günahı işlerken, haksız yere de olsa bu adaletsizliğin faturasının, bilmeyen insanlar nezdinde, adalet ve tevhit dini İslam’a kesilmesine yol açarak, İslam’ın yanlış tanınmasına da sebep olmuşlardır. İkinci olarak da, Kürt halkının muhatap olduğu bu büyük zulme sessiz kalarak, ya da laik ulusalcı zalim statükonun yanında yer alarak, yahut da adaletsiz bir tutum ile öyle bir görüntü vererek, Kürtlerin İslami çözüm arayışından umudu kesip uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır. Sonuçta, geleneksel de olsa Müslüman bir halkın, kendi İslami kimlik ve değerlerini dönüştürme fonksiyonu gören seküler, laik, ulusalcı Kürt muhalefetinin peşine takılmalarına, emperyalizmin kullanımına müsait hale gelmelerine sebep olmanın büyük vebalini de yüklenmişlerdir.

Ayrıca, tevhidi bilince sahip olan kimi Kürt Müslümanların bile, (aynı değerleri ve ilkeleri paylaştıkları kimi Müslüman çevrelerin, Kürt sorunu söz konusu olduğunda ortaya çıkan bu adaletsiz ve üstelik adaletsizlikte inat eden tutumuna kızarak) ümmetçi İslami çözümü erteleyip Kürt ulusal mücadelesini öncelemeye doğru meyletmelerine, ya da bu tür kafa karışıklıklarına sürüklenmelerine sebep olmanın vebali de bunlara eklenmelidir. Hatta bu sonuncusu çok daha önemlidir. Ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme iddiası taşıyan muvahhidlerin, kavim ayrımı gözetmeksizin kendi aralarında adil bir kardeşliği ve kardeşlik hukukunu yerli yerine oturtan, kavim ayetine vahyin ölçüleriyle yaklaşan bir güzel örnekliği oluşturamamaları büyük çelişki değil midir? Kendi aralarında bile adil şahitliği, sevgi, merhamet ve adalete dayalı bir kardeşliği, birbirine güven veren bir eminliği oluşturmayanların, bu iddialarında samimi ve tutarlı oldukları söylenebilir mi? Ve bu durumdakilerin söylemi insanlara tesir eder mi, Allah böyle olanlara yardımını ve rahmetini gönderir mi?

Peki bu durumda, bazı Müslümanların adaletsiz tutumlarından dolayı küserek yada kızarak da olsa, alternatif bir ulusalcılığa kayma eğilimi gösteren bu Kürt Müslümanlara söylenecek bir şey yok mu? Tabii ki var. Müslümanları bağlayan everensel ölçü ve ilkeleri Rabbimiz vahiyle bildirmiştir. Hiçbir Müslüman hiçbir sebeple asla bu ölçülere aykırı tercihlerde bulunamaz. Aksi taktirde hesabını veremez. Bu sebeple, kimi Müslümanların adil olmayan tutumları sebebiyle, bunu kavmiyetçilik kirliliği sebebiyle yapıyor olsalar bile, hiçbir Müslüman, İslami temel ölçü ve ilkelere aykırı eğilimlere asla yönelemez. Bu bağlamda, Türk Müslüman’ın adaletsizliğini bahane ederek, kimse Kürt ulusalcılığına yada bu ulusal mücadeleyi önceleyip, ümmetçiliği ileriye erteleme eğilimlerine meşruiyet ve haklılık kazandıramaz. Türkçü kirlilikle Kürt halkına yapılan zulme karşı adil tavır koymayan da, buna kızarak Kürt ulusal mücadelesine eğilim gösteren Müslüman da, İslami kimlikle bağdaşmayacak bir haramı işlemekte, bir sapmayı yaşamaktadır.

Sonuç olarak, bir yandan Kürt sorununa ilgisiz kalanlar, diğer yanda bu soruna İslami ölçülerden bağımsız olarak ve modern kirlenmenin tesiriyle yaklaşanlar, İslami çözümün gelişmesini engelleyici bir rol oynamışlardır. Ancak bilinmelidir ki, kimi Müslümanların Kürt sorununa yönelik bu adaletsiz ve ölçüsüz tutumlarının, bütün kavimlerin yaratıcısı olan Allah’ın dini İslam’la hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine tevhit dini İslam’ın ölçülerinden uzaklaşma, İslami kimliklerde meydana gelen flulaşma, grileşme, bozulma bu tür adaletsizliklere yol açmıştır. İslam’ın mutlak adaleti ortaya koyan ölçüleri ise hem Kur’an’da apaçık durmakta, hem de İslam hukukunun uygulandığı dönemlerde ortaya konan muhteşem örneklikler olarak tarihin en olumlu sayfalarını oluşturmaktadır.

Türkçülük de Kürtçülük de
Seküler Paradigmanın Ürünleri

Kürt halkı, tarih içinde İran, Irak ve Suriye’de de olduğu gibi hakim ulusalcılığın sopasını yiye yiye, tabiri caizse zorla Ulusalcı bir çizgiye getirildi. Yani “Arapçılık” ve “Türkçülük” ekenler oldukça sert hesap soran bir Kürtçülüğü biçmek durumunda kaldılar. Tabii ki, biz İslami adalet anlayışımızla bu iki kavmiyetçilik arasındaki farkı da görmek ve ifade etmek zorundayız. Kavmiyetçilik olması hasebiyle, Arapçılık da, Türkçülük de, Kürtçülük de sonuçta İslam dışıdır ve haramdır. Buna rağmen şu husus da adaletle tespit edilmelidir ki; Arap ve Türk kavmiyetçilikleri adaletsizlik yapan, zulmeden tarafı oluştururken, Kürt kavmiyetçiliği, bu adaletsizliklere ve zulümlere karşı haklı bir itirazı ve tepkiyi ifade ederek ortaya çıkmıştır. Ancak, durması gereken yerde durmayıp, İslam hudutlarını aşarak seküler değerlere savrulması ve zulme itiraz boyutunu aşarak kavmiyetçiliğe yönelmesi bakımından da alternatif bir zulme kaymış bulunmaktadır.

Türkçü statükonun zulmüne itiraz edenlerin, sonuçta aynı seküler paradigmanın içinde kalarak ve bir başka zulmü ikame ederek çözüm aramaları, Kürtçü muhalefetin en büyük çelişkisini, açmazını oluşturmakta ve iflah olmaz aymazlığını ortaya koymaktadır. Zulmeden Türkçü statüko da, zulme itiraz eden Kürtçü muhalefet de aynı Batı paradigmasının ürünüdürler. Bu bir iddia değil herkesin tespit ettiği, gördüğü bir vakıanın ifadesidir. Emperyalizm; kültürel değerleri, modern paradigması ve çok boyutlu desteği ile her iki tarafın da arkasında durmakta, yeri geldikçe her iki tarafa da destek vererek, her iki tarafı da emperyal amaçları istikametinde kullanmaktadır.

Bugün artık iyice dibe vurmuş, çökmüş bulunan ve insanlığa kan, gözyaşı ve sömürüden başka bir şey sunmamış, insani erdemleri, insanlık onurunu yok etmiş, insanı kendine ve Yaratıcısına yabancılaştırmış seküler, modern Batı paradigması iki sistem üretmiştir. Bunlardan birisi olan liberal kapitalizm, Türkçü ulus devletin, diğeri olan Marksizm, sosyalizm ise, çoğunluğu PKK çevresinde kümelenen Kürtçü muhalefetin ideolojisini oluşturmaktadır. Sonuçta her ikisi de İslam’dan saparak, adaletsizliği, zulmü, kavmiyetçiliği doğurup besleyen sekülerleşmeyi esas almaktadırlar. Her ikisi de hem kendi halklarına hem de diğerlerine zulmeden yaklaşımlar üretmektedirler.

M. Kemal ve arkadaşlarının uyguladıkları sekülerleştirme, modernleştirme politikaları büyük ölçüde Türk tarafında tesirli oldu ve sonuç aldı. Kürt halkı ise Türk ulusçuluğunu dinleştirip İslam’ın yerine ikame eden bu projeye direndi, teslim olmadı. Bu durum Batılı emperyalistlerce de tespit edilmiş ve ifade edilmişti. Lady Drumond Hay adlı bir İngiliz gazetecinin, “Sphere” adlı İngiliz dergisinde çıkan yazısında, Kürtlerin statükoya karşı gerçekleştirdikleri Ağrı isyanını değerlendirişi bu bakımdan ibret vericidir: Hay, bu ayaklanmayı “Mutaassıp Kürd’ün garplılaşan (batılılaşan) Türk’e kıyamı” olarak nitelendirmiştir. Garplılaşan Türk ulus devletinin dayattığı ulusalcı modernleşme, sekülerleşme projesi; hem İslami kimliği reddetmesi, hem de Türk ulusalcılığını dayatması bakımından, dindar, İslami kimlik ve geleneklerine bağlı, bu sebeple de sekülerleşmeye kapalı ümmetçi Kürd’ün isyanına sebep olmuş, “Şeyh Said kıyamı” ve “Ağrı isyanı” gibi olaylar patlak vermiştir.

Nitekim Şeyh Said’in kıyama davet mektuplarında şu vurgular dikkat çekmektedir: “Bizim Türklerle müşterekimiz din, şeriata dayalı devlet ve halifeydi. Fakat Türkler, tek taraflı bir kararla (bu ortak paydaya) halifeliğe son verdiler. Ortak noktamız ortadan kalktı…”. İstiklâl Mahkemesi Savcısının “Bağımsız Kürt Devleti” kurmak ve T.C. Devleti’ni bölmek şeklindeki suçlamalarına karşı Şeyh Said : “Kesinlikle müstakil bir Kürt devleti veya Kürt krallığı değil, şeriatın yaşanmasını arzulamıştım.” diyerek reddetmiştir. Nitekim idam edilmeden önceki son sözleri de bunu ispatlamıştır. İdam sehpasına yürürken: “Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslam içindir. Mahşer gününde hepimiz muhakeme olacağız.” demiştir.

Bu konuda dikkat çekici bir tespit de, “garplılaşan” Türkçü sistemi koruma altında tutan Batılı emperyalist devletlerin, “mutaassıp”, “dindar” Kürdün Batılılaşmaya, sekülerleşmeye yönelik İslami nitelikli isyanının bastırılmasında doğrudan Türk ulus devletin yanında yer almalarıdır. Batılılaşma projesini şiddetle ve tavizsiz uygulayan Türk ulus devletine, Kürlerin şeriatçı ayaklanmalarını bastırması için çok büyük yardım ve desteklerde bulunmuş olmalarıdır. Bugün Kürt halkı adına muhalefeti üstlendiğini iddia edenler ise, Kürt halkının özgün değerleri ve İslami kimliği adına ortaya konan bu mücadele çizgisine de ihanet edip, seküler değerlerin bayraktarlığını üstlenmişler, zalimleri ile aynı ortak payda da buluşmuşlardır. Ve aslında bu özellikleri ile Müslüman Kürt halkını temsil niteliklerini de yitirmişlerdir. Ancak Müslümanların, İslam’ın gerektirdiği onurlu, ilkeli ve adil temsili ortaya koyamamaları, Kürt halkının çaresizlikle bunların peşinden sürüklenmesine yol açmaktadır.

Şeyh Said’in İslami amaçlı kıyamına karşı Türk ulus devletine önemli destekler veren emperyalist Batılılar, bugün ise artık sekülerleşmeyi temsil eden Kürtçü muhalefetin mücadelesini desteklemektedirler. Bu mücadeleyi, artık “Garplılaşan Kürdün; Batının faşist dönemini temsil eden Türk ulus devletine isyanı” olarak gördüklerinden Kürt direnişine arka çıkmaktadırlar. Hatta, batıcı Kürt muhalefet, İslami sisteme karşı olması sebebiyle, statükoyu temsil eden derin güçlerden bile büyük bir müsamaha ve ilgi görebilmektedir. Kimi generallerin bile, PKK önderleriyle görüşüp yönlendirdikleri iddia edilmektedir. Halbuki PKK, Şeyh Said hareketinde olduğu gibi İslami bir kimliğe ve amaca sahip olsaydı, ne Batıdan ne de yerli batıcılardan bu derece ilgi ve destek görebilirdi.

Kürt Halkının Sekülerleştirilmesi
Kürtçü Batıcılara İhale Edildi

Batılıları da, yerli Batıcıları da rahatsız eden husus, Batı destekli Kemalist modernleştirme projesinin Kürt halkı üzerinde yeterli bir dönüştürmeyi, sekülerleştirmeyi sağlayamaması, en azından Türk halkında aldığı kadar sonuç alamaması olmuştur. Türkçülüğü esas alan Kemalist kadroların Türk kesiminde modernleşmeyi, batılılaşmayı sağlamada daha tesirli olmaları, Kürtlerin ise buna direnmeleri ve yeniden İslami uyanış için önemli bir potansiyeli barındırıyor olmaları, hem yerli oligarşinin, hem de arkasındaki Batılıların ortak tespitleri ve rahatsızlıklarıydı. Ve çok korktukları İslami diriliş ya da onların ifadeleriyle “irtica” için önemli bir yatak olarak görülen bu alandaki insanların da bir an önce sekülerleştirilmesi, modernleştirilmesi ve Batının mutlaklaştırdığı sapkın değerlerine eklemlenmesi isteniyordu. Bu konu; hem kendi değerleri için tehdit olarak algıladığı İslamı, alternatif olmaktan çıkarmak için İslam alemini top yekun sekülerleştirip dönüştürmeye (ve ne pahasına olursa olsun vahyin belirleyiciliğinde yeniden ümmetleşmeyi engellemeye) yönelik projeler üreten Batının gündemindeydi. Hem de, aynı amaç bakımından Batıyla örtüşen Türk ulusalcısı yerli laik statükonun önemli ve Batıyla ortak bir gündem maddesiydi. Yaklaşık 1970’li yıllardan itibaren başlayan ve 1980’lerde ise ivme kazanan tevhidi uyanışın da Kürt halkı arasında çok daha yaygın bir biçimde ortaya çıkması, hem emperyalistlerin hem de yerli Batıcı oligarşinin dikkatini çekiyordu. Kürt halkında, Türkçü statükonun dayattığı modernleştirme projelerine direnç sebebiyle diğer kesimlere göre daha yüksek oranda var olan dini duyarlılık ( İslami-tevhidi uyanış potansiyeli) harekete geçiyordu. Hele bir de İran İslam inkılabının tam bu süreçte başarıya ulaşması, TC ve Batıyı, İslami duyarlılığı yüksek bir bölge halkı olan Kürtleri modernleştirmede daha da acele etmeye sevk etti.

Böylece, Batılılar ve Batıcı Türkçüler bir yandan Kürt halkını sekülerleştirmek üzere kendi içinden kimi Kürtçü Batıcı muhalif kesimlerin yolunu açtılar. Diğer yandan, henüz başlangıçta olan tevhidi uyanışın tam olgunlaşamadan sapmasına yol açacak, İslami mücadelenin, kendini özgün paradigması içinde yeniden inşa etmesinin önünü kesecek, Müslümanları, şiddet sarmalı içinde, kendi olmaktan çıkaracak tedbirleri de aldılar. Henüz vahyin ölçülerini tam anlamıyla içselleştirememiş, sağlıklı bir konum ve yöntem tespitini Kur’an ölçüleriyle ortaya koyamamış, bilinçlenmesini, olgunlaşmasını tamamlayamamış, tecrübesiz Müslüman öbekler arasından, bu amaçla kullanabilecekleri epey malzeme ve zayıf unsurlar da buldular. Bu süreçte, bölge Müslümanlarını İslami kimliğin inşasından uzaklaştırıp, hakimiyet mücadelesine ve ilkesiz, ölçüsüz çatışmaların içine sürüklediler. İlkesiz ve ölçüsüz şiddet kullanımını esas alan ve bu sebepten İslam’ın adaletiyle de bağdaşmayan faşist yöntemlerin girdabında, düşünsel boyut, ilmi çalışmalar ve eğitim faaliyetleri yok edildi. İmanı, aklı, şahsiyeti, hayatı ve toplumu vahiyle ıslaha ve yeniden inşa etmeye yönelik İslami mücadelenin yönü saptırıldı. Böylece oluşturulan, şiddetin belirleyiciliğindeki kaosun, fıtratları bozucu, İslami kimliğin adil duruşunu, eminliğini ve güvenilirliğini yok edici, şahsiyetleri ve ilkeleri öğütücü, kitleleri ürkütücü girdabında, Kürt halkında var olan İslami potansiyelin devre dışı bırakılması temin edilmeye çalışıldı.

Henüz yeterli eğitimi gerçekleştirememiş ve İslami ilimler alt yapısından yoksun, tecrübesiz ve birikimsiz, ama çoğu iyi niyetli de olan, kimi Müslümanlara; aklın ve vahyin denetiminden uzak, daha çok duygu ve heyecanlara dayalı, hakimiyet kurma amaçlı, iktidar eksenli yanlış yöntemlerin istikametinde ve nefislerin belirleyiciliğinde yanlış eylemler yaptırıldı. Kimi yanlışlıklar da, bu kaos ortamında Müslümanlar adına yapıldı. Bölgede en iddialı potansiyele sahip İslami muhalefetin, egemen sistem tarafından Kürt halkına yapılan onca zulme karşı ciddiye alınır hiçbir İslami tavır ve tepki ortaya koymadan, doğrudan sosyalist Kürt muhalefetle çatışmaya sürüklenmesi temin edildi. Toplumu, İslami sisteme layık olmasını sağlayacak tevhidi bir istikamette dönüştürmeden, hakimiyet ve iktidar eksenli yanlış yöntemlere ve bu amaca yönelik yanlış eylemlere yönelmek kötü ve yanlış imajlara yol açtı.

Bazı Müslümanların, devlet tarafından proveke edilip, ya da başka bir biçimde kullanıldığının itirafları, çeşitli resmi raporlarda da yer aldı. Zaman zaman en yetkililerin kamuya açık beyanlarında da açıkça ifade edildi. Anlaşılan odur ki, bir kısım Müslümanlar ya proveke edilerek ya da içlerine sızılarak, devletin işine gelecek, İslam’a ve Müslümanlara ise zarar verecek bir biçimde şiddete yönlendirildi. Sonuçta kimi Müslümanların, sistem yanlısı konuma düşmesi sağlanarak ve tüm bu yanlışlıkların, haksızlıkların faturası da İslam’a kesilerek, Kürt halkı nezdinde İslami alternatifin yıpranması, güvenilirliğini kaybetmesi temin edilmeye çalışıldı.

PKK ise, sistemle savaştığı bir süreçte, yine sistem muhalifi olan Müslüman Kürtlere de sataşarak ve yer yer saldırarak, sistemin Kürdü Kürde kırdırma politikasının tutmasına epeyce katkılarda bulundu. Hem temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkını sekülerleştirme projesinin önünde en büyük engel olarak gördüğü Müslüman Kürtleri tasfiye etmek, hem de İslami hareketin oluşumunu önleyerek, Kürt kesiminde tek otorite olabilmek için, sistemin bu politikasına hizmet edecek bir yol izledi. Böylece, sistem muhalefeti parçalayıp tahakkümünü arttırarak ömrünü uzatma planında başarılı oldu.

PKK eksenli Kürtçü Batıcı muhalefet ile Devlet adına ilişkiler kurulduğu ve bu hareketin “derin devlet” tarafından yönlendirildiği iddiaları da, artık kimse tarafından reddedilemeyecek boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bugün İmralı’da ve geçmişte başka yerlerde PKK önderleriyle temasların yapıldığı ve bu hareketi de yönlendirmelerin sürdüğü, artık açıkça ifade ediliyor. PKK’nın ortaya çıkışından bugüne, yerel ve uluslar arası boyutta bir çok kirli ilişkinin varlığına dikkat çekiliyor. PKK’nın bizzat kendi içinden tespitlerle, PKK hareketinin egemen oligarşi ve emperyalist güçlerle kirli, güdümlü ilişkiler içinde olduğunu, köleleştirme sonucu bozulmuş fıtratların düşünsel bazda da efendilerinin yönlendirmesi altında bulunduğunu göstermektedir. Bu tespitler, aynı zamanda tüm seküler Kürtçü hareketlerin de, özgün kültürel kökten, halkın değerlerinden ve İslami kimliğinden kopuşun getirdiği kafa karışıklığı içinde ne yapması gerektiğini bilmez, emperyal yönlendirmeye açık bir ruh hali içinde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Anlaşılıyor ki, tarih bir daha tekerrür ediyor ve bir daha ezilenler ezenlerine öykünüyor, mazlumlar zalimlerini taklit ederek onların izlerini takip ediyor. Derin güçlerin ve emperyalistlerin çok boyutlu oyunlar oynadıklarını, mazlum halkların kanı pahasına yapılanların arka planında nasıl çirkin ilişkilerin ve bağların olduğunu ortaya koyan pek çok belge ve bilgi artık herkesin kolayca ulaşabileceği boyutlarda yaygınlaşmış bulunuyor.

İşte tüm bunlar gösteriyor ki, gerek emperyalist güçler, gerekse işbirlikçi statüko, Kürt halkını kendi çıkarları istikametinde yönlendirebilmek için çok yönlü çalışıyorlar. Bu amaçla pek çok projeyi birlikte harekete geçirerek, bölgedeki farklı kesimlere sızıp provoke ederek ya da önderleriyle temas edip yönlendirerek son derece çirkin, kirli ve kanlı bir oyun oynuyorlar. Hakim oligarşi, Kürt halkı içinden farklı grupları yönlendirip, birbiri ile çatıştırmak suretiyle kendisi için tehlike olarak algıladığı kesimi tasfiye etmeye çalışıyor.

Türkiye’deki batıcı ulus-devlet hem görünür politikalarıyla hem de derin tarafını harekete geçirerek PKK’yı ve seküler Kürt hareketini başından beri yönlendirmekte ve halen yönlendirmeye çalışmaktadır. Egemen sistemi bu politikayı gütmeye sevk eden sebepleri bir daha ve topluca ifade etmekte fayda görüyorum. Birinci ve en önemli sebep; birinci öncelikli tehdit saydığı İslami kimlikle Kürt kimliğini ayrıştırmak, Kürt halkını İslami kimlikten soyutlamak ve İslami muhalefetin Kürt halkıyla bütünleşmesini engellemek suretiyle muhtemel İslami direnişi zayıflatmaktır. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Kürt halkının Kemalist modernleştirme projesine direnmesi, İslami yönünün diğer halklara göre daha güçlü olması ve Şeyh Said kıyamındaki İslamcı/şeriatçı vurgu da, İslam ve Kürt kimliklerinin bir araya gelmesinin egemen rejim için çok tehlikeli olacağı paranoyasına yol açmıştır. İşte bu paranoya, söz konusu kirli ilişkilerin ve kanlı politikaların üretilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. İkinci sebep de, Kürt halkını sekülerleştirecek batıcı bir Kürt kadrosunun önünü açarak, Kemalist sistemle Kürt halkını seküler Batı paradigmasının oluşturacağı bir ortak paydada bütünleştirmek, entegre etmek ve İslami kimliğini koruduğu taktirde seküler sistem için çok büyük tehlike haline gelebilecek bu halkı, en büyük tehdit ve düşman olarak algılanan İslam’a karşı savaşta müttefik kılmaktır. Üçüncü sebep ise, yapılan bunca zulme ve asimilasyon politikalarına rağmen bir türlü Türk kimliği içinde eritmeyi ve yok etmeyi başaramadıkları Kürt halkı içinden doğması kaçınılmaz olan Kürt muhalefet hareketini, hiç olmazsa Kemalist sistemin ve egemen oligarşinin arzu ve çıkarlarına göre yönlendirip, kontrol ve denetim altında tutulmak istenmesidir. Abdullah Öcalan, sistem tarafından seçilmiş ve yönlendirilmeye hazır kişiliği, duruşu ve başından beri sürdürdüğü kirli ilişkileriyle PPK üzerindeki etkinliğini bu Kemalist politikalara son derece uygun bir biçimde kullanmakta ve basına da sızan yönlendirilmiş açıklamalarıyla rolünü oynamayı sürdürmektedir.

Sonuçta işte böyle yerli kirli politikalar ve sömürgeci emperyal projelerle, bir yandan Kürt sekülerleşmesi desteklenip önü açıldı. TC ve Batının bu görevi ihale ettikleri PKK hareketine çok yönlü müsamaha gösterildi ve destekler verildi. Bir yandan da İslami alternatif, hem TC hem de Batı tarafından, bazı zayıf unsurlara yanlışlar yaptırılarak, kötü damgalarla yıpratıldı. İslami bilinci ve kimliği Kur’an ölçüleriyle tam anlamıyla oluşmamış fakat kendini İslam’a nispet eden, belki çoğu da iyi niyetli olan Müslüman Kürt çocuklarının, yönlendirmeyle yaptıkları, kimi yanlışların faturası İslam’a kesildi. Ve böylece egemen sistem, bir taşla kuş sürüsü vurmayı amaçladı ve maalesef bu konuda epey başarılı da oldu. Bölge halkının, kendi özgün kimlik ve değerleri istikametinde yeniden inşasına vesile olabilecek nice nitelikli ve ilim sahibi Müslüman, ya öldürülerek ya da bölgeyi terk etmek zorunda bırakılarak tasfiye edildi. Böylece, kendini İslam’a nispet eden kimi öbeklerin akıl almaz, vahye aykırı, İslami kimliğin eminliğiyle, adalet anlayışı ile asla bağdaştırılamayacak tutum ve davranışları ve bunları istismar eden, sosyalist Kürtçü muhalefet ve egemen sistemin propaganda faaliyetleri sonucunda bölge halkı sekülerizmin kucağına daha çok itildi. Sonuçta, arkasında büyük acılar ve kaos bırakan bu gelişmeden, seküler kardeşler olan egemen sistemle, Kürtçü muhalefet son derece memnun kalmışlardı.

Bu tahlili yapmaktan amacımız, hiç şüphesiz yeni alınganlıklara, kırgınlıklara yol açmak ve geçmişe yönelik suçlular aramak değil, hiç yaşanmamış sayamayacağımız acılı geçmişimiz üzerinde düşünmeye, bu ıstıraplı tecrübeden ibretler çıkarıp, yeni dönem için daha umutlu ve daha güzel yönelişlerin önünü açmaya katkıda bulunmaktır. Bunca acının, ıstırabın yaşanmasına, bunca ağır faturanın İslam’a ve Müslümanlara kesilmesine sebep olan tüm bu oyunların tekrarlanmaması için bölge Müslümanlarına, geçmişte bir takım yanlışlıklara bir şekilde sürüklenmiş bazı iyi niyetli Müslümanların acılı tecrübelerini de ciddi bir ibret vesilesi kılarak, yeni dönemde çok büyük sorumluluklar düşmektedir.

İyi niyetli olmanın, samimi olmanın asla yeterli olmadığını, aynı zamanda Allah’ın lütfettiği akıl nimetini ve akletme kabiliyetimizi kullanarak, vahyin ölçülerini idrak etmek ve buna göre davranmak mecburiyetimizin olduğunu unutmamalıyız. Aklı ve vahyi bir kenara bırakıp, duygu, heyecan ve hırsları belirleyici kıldığımızda, heva ve zanna tabi olmaktan ve sonuçta pek çok yanlışın altına imza atmaktan asla kurtulamayacağımızı bilmeliyiz. İyi niyetle beraber, din konusunda isabet kaydetmenin, bu amaçla cehd ve gayret göstermenin, dini ana kaynağından ve ilk güzel örneğinden doğru anlayıp, doğru uygulamanın da hayati bir önemi haiz olduğunu idrak etmeliyiz. Yaşanan bu acı tecrübelerin ibretli birikiminden istifade ederek, hepimiz, durumumuzu, tercihlerimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı, zaaf ve yanlışlıklarımızı, hiçbir komplekse düşmeden, açık yüreklilikle, samimiyetle ve Allah rızası için, vahyin ölçüleriyle sorgulamalıyız. Zaaflarımızı, hatalarımızı tespit edip aşmayı, ıslah etmeyi mutlaka başarmalıyız.

Zalimlerin, emperyalistlerin ve İslam düşmanlarının üretecekleri yeni projelere alet olmamak için sürekli bir uyanıklık içinde olmalıyız. İslam kardeşliği ve tevhit ortak paydasında bütünleşip, yeni oyunları ve yeni fitneleri boşa çıkarmalıyız. Zalimlerin, emperyalistlerin yeni projelerini, onurlu, ilkeli, şahsiyetli bir direnişi gündemleştirerek ve halkımızı vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmeye dair özgün projemizi kolektif irademizle uygulamaya koyarak aşmalıyız. Allah huzurunda vereceğimiz hesabın bilinciyle, doğabilecek kimi ihtilaflarımızı da, ancak ve sadece Allah’a ve Resulüne götürerek çözmeliyiz. Nefislerin, heva ve arzuların, hırsların galebe çalmasına, cahili taassupların imanımıza zulüm bulaştırmasına asla izin vermemeliyiz. İmanımızın olmazsa olmaz gereklerinden olan, birbirimizi Allah için sevmeyi, yardım etmeyi, merhamet etmeyi, adaletle muamele etmeyi esas almalıyız. Hasılı, samimi ve hasbi bir İslam kardeşliğini tüm ilişkilerimize hakim kılmalıyız. Ve ne pahasına olursa olsun bu İslami tercihten, adaletli duruştan asla taviz vermemeliyiz. Nihayet biliyoruz ki sadece Rabbimize kulluk etmek için bulunduğumuz bu dünyada çok kısa kalıp ve bu dünyanın tüm süslerini, hırslarını, iktidarlarını burada bırakıp, Rabbimize döneceğiz. Gerçek yurt olan ahiret yurdunun imtihan alanı olan bu kısacık dünyanın hırsları, ikbal, iktidar, mal, mülk, makam, mevki, tahakküm arzuları uğruna, sonsuz ahiret hayatına zarar verecek eğilimlere sapmak, gerçekten bir Müslüman’ın imanına yakışmaz ve bu dünyanın tamamı bile asla böyle bir zilleti tercihe değmez. Akleden kalbi devreye sokarak halimizi ve akıbetimizi düşünmeliyiz. “Bir elimize ayı bir elimize güneşi verseler, yine de haktan, adaletten, tevhit inancından tavize asla yanaşmamalıyız”. İslam kardeşliğine zarar verecek, ahiretimizi yok edecek dünyanın süsleri eksenli yönelişlere, hesaplara, hırslara ve kinlere ise asla fırsat vermeyen ilkeli, onurlu, şahsiyetli bir duruşu ibadet bilinciyle ısrarla sürdürmeliyiz.

Mazlumların Takip Etmesi
Gereken Onurlu Yol

Türk ve Arap halklarının içinden çıkan batıcı Türkçü, Arapçı aydınların ve siyasetçilerin daha önce yaptıkları gibi, Kürt halkının içinden çıkan Kürtçü aydın ve siyasetçilerin de, bu süreçte değişim geçirip zalimlerin kültürüne savruldukları için, ezenlerinin yolundan gitmeye, onları taklit etmeye çalıştıkları görülüyor. İşte böyle yanlış bir tercihte bulunmaları sebebiyle Batının kültür ve değerlerini Mazlum halklarına dayatarak, “kurtuluşunu istedikleri” halka en büyük zulmü yapmaktan geri durmuyorlar. Bu taklit, Kemalistlerle o kadar birebir örtüşmektedir ki, her iki taraf da, aslında ulusalcılığı ve modern değerleri dinleştirdikleri halde, tehdit ve düşman ilan ettikleri İslam’ı, kendi resmi ideolojileri istikametinde yorumlayıp, saptırarak, ona “resmi din” hüviyeti kazandırmaktan ve bu anlamda İslam’ı istismar etmekten de utanmıyorlar. Bu amaçla bir taraf “Diyanet İşleri Başkanlığı”nı, diğer taraf da “Kürdistan Dindarlar Birliği”ni oluşturarak, laik resmi ideolojilerine destek olsun, halkı Allah adına aldatıp kendilerine itaate sevk etsin diye kullanmaktadırlar. Aynı amaçla, iki taraf da, laik ulusalcı ideolojilerinin hakimiyeti adına savaşıp ölen taraftarlarına, büyük bir tutarsızlıkla, laiklikle asla bağdaşmayan çelişkili bir tutumla, İslam şeriatının bir kavramı olan “şehid” unvanını verebilmektedirler.

Laik sosyalist Kürt muhalefeti, zalimleri taklit ve izlemeyi daha da ileriye götürüp, halkının asırlarca uğrunda can verdiği, mensubiyetiyle şeref kazandığı İslam’a karşı, halkına zulmeden yerel ulus devletler ve küresel emperyalist güçlerle işbirliği yapmaktan bile hiçbir rahatsızlık duymamaktadır. Haklarını savunduklarını iddia ettikleri Kürt halkının, sadece kavmi kimlikle ilgili hakları değil, ondan çok daha önemli olan İslami kimlikle ilgili hak ve özgürlükleri de gasp edildiği, ağır ihlallere ve baskılara maruz kaldığı halde, bu konuda ne tek bir itirazları, ne tek bir eylemleri ve savunma çabaları, ne de tek bir projeleri gündeme gelmiştir. Sadece izleyicisi ve taklitçisi oldukları Batı değerlerinin de gereği olan kavmi kimlik ve hakların savunuculuğunu yapmakta, kendi halklarına da İslam’a aykırı seküler boyutları kazandırarak, Batı değerleri istikametinde dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Aslında bu konuda da ezenlerinin yolunu, Kemalizm’in yolunu harfiyen taklit etmeye çalışmaktadırlar. Kemalist Türkçü aydınlar, siyasetçiler nasıl kendi halklarını zorla Batının seküler değerleri istikametinde dönüştürmüşler ve halkın dinine, İslami kimliğine savaş açmışlarsa, Kürt halkına da Batıcı Kürtçü aydınlar aynı zulmü yaşatmaya çalışmaktadırlar. Üstelik kendilerine ve Kürt halkına yönelik zulmün kaynağında Türkçü sekülerizm, Türk modernleşme projesi yer almasına rağmen traji-komik bir çelişkiyle Kürtçüler de ezenlerinin ideolojisine sarılıyorlar. Emperyalistlerin ve yerli zalimlerin, zulüm politikalarına da başvurarak Kürt halkına kabul ettirmek isteyip de başaramadıklarını, Kürt halkını zulümden kurtarmak iddiası ile ortaya çıkanlar başarıyorlar. Kürt halkını, özgürleştirme adına, bir daha kolay kolay kurtulamayacağı bir biçimde köleleştirecek olan seküler kültüre kendi elleriyle teslim ediyorlar.

Halbuki, bu bölgenin tüm mazlum halkları ve bunların önemlilerinden olan Kürt halkı adına takip edilmesi gereken onurlu yol, bu halkların kendi özgün kimlik ve değerlerini gündemleştiren, onlarla yeniden bir inşayı esas alan ve Emperyalizm’e karşı bu kimlik ve değerlerin bayrağını açan yoldur. Kürt, Türk, Arap tüm Müslüman halklardan, gerek emperyalist zalimlerin, gerekse onların işbirlikçisi yerli ulus devletlerin istediği şey neydi? Sekülerleşmeleri, İslam’dan uzaklaşmaları ve batıya entegre olmalarıydı. Yapılan bunca zulüm de bunun için ve bu seküler değer ve amaçlar adına yapılmıştı. O halde, Kürt, Türk, Arap gibi tüm bölge halklarının esas almaları gereken onurlu, şahsiyetli, tutarlı ve ilkeli tutum; bu amaca hizmet etmekten uzak durmak, küresel ve yerel zalimlerce kendilerinden isteneni asla yapmamaktır. Tam tersine kendilerinden alınmak istenen özgün değerlere, İslami kimliğe, ümmet anlayışına, özetle Kur’an’a sarılarak, kendilerini özgün paradigmaları üzerinde yeniden inşa ederek, bu zulme ve Müslüman halkları kan ve gözyaşına boğmuş emperyalist projelere itiraz etmek, hesap sormak, direnmektir.

Kürt Sorununun Çözümüne
Yönelik Yaklaşımlar

Bu ülkede, “Millet”i emperyalist devletlerden “kurtardığı” iddia edilen “kurtarıcılar”, bilahare abartılı bir biçimde kahramanlaştırılan konumlarını kullanarak, kendi halklarına emperyalistlerin kültürünü dayattılar. Sözde savaşla “kovduklarını” iddia ettikleri emperyalistlerin seküler kültür ve değerlerini, modernleşmeyi bir toplum mühendisliği projesiyle ve silahla dayatarak, “kurtardıkları” halkın kimlik ve değerlerine emperyalistlerin kültürü adına savaş açtılar. Böylece, bu topraklardaki halkları birleştiren, kaynaştıran ortak payda olan İslam’ı ve ümmet anlayışını düşman ilan edip, Türk ulusalcılığını bir din boyutunda hakim kıldılar. Sonuçta bugünkü zulüm bataklığını üreterek, ümmetin bu ülkenin suni sınırları için hapsedilen parçasına yönelik ilk ve en önemli bölücülüğü bizzat Kemalist kadrolar yaptılar ve iflah olmaz ırkçı bölücülük tohumlarını Batının seküler kültür ve değerleri adına ektiler.

Bu bakımdan, öncelikle bu zulmün sebepleri doğru tespit edilip, zalimlere karşı adil bir itiraz ortaya konmalıdır. Çünkü İslam, zulmü ve zalimi adaletle tespit edip, mazlumun yanında zalime karşı, haktan yana tavır koymayı gerektirir. AB etkisiyle sağlanan kısmi olumluluklara rağmen, Kürt halkına yönelik yukarıda belirtilen büyük ve yaygın zulmün halen devam etmekte olduğu adaletle ifade edilmeli, sanki sorun kalmamış, zulüm bitmiş gibi haksız bir tutumdan sakınılmalıdır. Çünkü Kürt halkı, güçleri yetmeyen, bir şekilde kendileri de mazlum konumda bulunan diğer kesimlerden, sorununu çözmelerini değil ama, haklı olarak bu soruna adaletle yaklaşmalarını, henüz devam eden zulümleri sebebiyle zalimleri eleştirip kendi yanında durmalarını beklemektedir. Bu bakımdan, Müslümanların ilk yapmaları gereken şey; işte bu adil tutumla, zalim resmi ideoloji ile hesaplaşmaktır. Bütün bu zulümlere sebep olan Kemalist sistemi ve bir din gibi dayattığı tek tipçi, tek ulusçu, farklılıkları yok sayan ideolojisini sorgulamak ve reddetmektir. Zulme ve haksızlığa itiraz etmek, mazluma sahip çıkarak, zalimin yüzüne hakkı haykırmaktır. Sindirilmiş, korkutulmuş, yıldırılmış halkımızı; korku krallığının surlarında gedikler açarak yüreklendirmek, muhalefet bilincini uyandırıp yükseltmektir. Şüphesiz ki bu, yapılması gereken en öncelikli görev ve yerine getirilmesi gereken en önemli İslami ve insani sorumluluktur.

Evet, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan adil olmak, adaletin gereğini haykırmak, hiçbir önyargının, korkunun ve endişenin, adaletin tecellisinin önünde engel teşkil etmesine fırsat vermemek, önemli ve öncelikli İslami sorumluluktur. Bir yandan, böyle adaletli bir tavırla mazlumdan yana çıkılmalı, diğer yandan Kürt halkının Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimlik ve ana dilinin yok sayılmasına, asimilasyonuna karşı durulmalı, Allah’ın ayetleri savunulmalıdır. Ancak bunu yaparken, çeşitli hesap ve endişelerle asla zalimle mazlum arasında denge kurma kompleksine düşülmemelidir. Herkes ve her şey, vahyin ölçülerine göre ve adaletle layık olduğu konuma oturtulmalıdır.

Hiçbir Müslüman, tevhit ve şirk eksenli İslami mücadeleyi bırakarak yada erteleyerek, Kürt yada Türk sorununu ana dava haline dönüştürme hakkına da sahip değildir. Bu sebeple, Kürt halkına yapılan zulümlerin yol açtığı Kürt sorunu da, İslami mücadele içinde, onun bir cüz’ü mahiyetindeki adalet ve özgürlük mücadelesi başlığı altında, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde ele alınıp, vahyin ölçüleri içinde çözüme ulaştırılması gereken bir sorundur. Kürt sorununu, Vahyin ölçülerinden bağımsız, İslami mücadeleden soyutlanmış bir biçimde ve İslami ölçüleri aşan müstakil bir dava olarak ele almak Müslümanlara yakışmaz.

Bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalıdır, sorusunun cevabının ise iki boyutta ele alınması gerekir.
Birincisi; Batılı kodlara göre dizayn edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre ıslah edilmesi suretiyle yapılabilecek, görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki aciliyetle ortaya konacak kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma yada azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır. Bu konudaki çabalar, sistemin, hiç olmazsa ait olduğu Batı dünyasının ulaştığı, görece olumlu hak ve özgürlük anlayışı çerçevesinde de olsa bu sorunun yol açtığı ıstırapları kısa vadede durdurmasını, bir an önce zulüm politikalarına son verme eğilimine girmesini yada azaltmasını sağlayabilir.

İkincisi ise; gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslam’ın hakim kılınmasıdır. Bu, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölgedeki bütün halkların kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren tevhit akidesine dayalı yeni bir inşayı gerçekleştirmek ve vahyin ölçülerini hakim kılacak adalet sistemini kurmaktır. Bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin olarak sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur. Bu çözüm yolunda, egemenleri ikna ve razı etmek gerekmemekte, toplumu teşkil eden halklar kaderlerine el koymaktadırlar. Zalim egemenlere rağmen, halklar kaderleri üzerinde söz sahibi ve belirleyici olmaktadırlar. Edilgen olmaktan çıkıp iradeleriyle kaderlerini belirleyici hale gelmektedirler. Halklar özlerindekini vahiyle değiştirmek suretiyle layık oldukları adalet sisteminin Yaratıcı tarafından takdir edilmesinin sebebini hazırlamakta, bugün egemen olan güçlerin ise, özdeki dönüşümün sonucunda ilahi takdirle meydana gelecek bir adalet inkılabını durdurmaya güçleri asla yetmemektedir.

Egemen ulus devletin kuruluşunda gerçekleştirilen ve Kürt sorununa da yol açan temel reddiye öncelikle İslami kimlikle ilgili olandır. Yani sistemin en temel düşmanı İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Bu sebeple, halen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” nde birinci öncelikli tehdit olarak “irtica”, ikinci olarak da “bölücülük” zikredilmektedir. Sistem tarafından İslami kimliğin reddedilmesi ise, ikincil olarak ve bu reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmış ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, birinci mesele çözülse, yani İslami kimliğin reddinden ve İslam şeriatı ile savaşmaktan vazgeçilip, İslam’ın adalet sistemi tekrar tesis edilse, Kürt sorunu da otomatikman çözüme kavuşabilecektir. Çünkü İslami kimlik sorunu, Kürt kimlik sorununu doğuran gelişmelere yol açmıştır. TC devletinin kurucularının esas aldığı temel paradigma, Batının seküler ve ulusçu modern paradigması olunca, doğal olarak vahye, İslam’a, İslami kimliğe ve eşit haklara sahip farklı kavimleri İslam ortak paydasında kardeşleştiren ümmet anlayışına savaş açılmıştır. Bu ortak değerlerin kaldırılması ve Türk ulusçuluğunun dinleştirilmesi de, Türk’lerden sonra en fazla nüfusu oluşturan Kürt halkının potansiyel bir tehdit olarak algılanmasına; inkâr, asimilasyon ve zulüm politikalarına muhatap kılınmasına ve sonuçta Kürt sorununun doğmasına yol açmıştır. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami adalet sisteminin kurulması ve tabii ki, resmi ideolojinin ve dayandığı modern paradigmanın, döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla birlikte tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir. Bundan dolayı, Kürt, Türk bütün Müslüman halkların, Kürt kimliğine yapılan baskı ve zulümlere de karşı çıkıp, adalet ve özgürlükleri savunmanın yanında, çok daha anlamlı ve önemli olarak, aslında bu sorunun da en köklü çözümünü sağlayacak olan İslami mücadeleyi öncelemeleri gerekmektedir. İslami adalet sisteminin kurulması taleplerini öne çıkarıp, bu amaç doğrultusunda toplumu vahiyle yeniden inşa etmeye yönelmeleri, bölge halkları için, hem dünyada adaleti hem de ahirette kurtuluşu getirecek en akıllıca tercih olacaktır.

Hakim Oligarşi ve PKK’nın
Yöntem ve Çözümsüzlükte Örtüşmesi

Kürt halkının bir kesiminin kendilerinden çözüm beklediği ulusalcı laik Kürt partileri ve örgütleri de, ulusalcı bir temele sahip olan laik Türkiye Cumhuriyeti de İslami alternatifi reddetmekte ve bu sebeple Kürt sorununu çözecek samimi bir niyete de, sahici bir reçeteye de sahip bulunmamaktadırlar. İki Müslüman toplum arasındaki ırk asabiyetinin tek ilacı; birleştirici, taraflara onur kazandırıcı ve tüm cahili kalıntılardan, sapmalardan arındırıcı bir fonksiyon gören İslam dini ve bu dinin adalete ve eşit hukuka dayalı kardeşliği olduğu açıktır ve yüzyıllara yayılan tarihi uygulama ile de ispatlanmıştır. Ancak buna rağmen, daha baştan yaptıkları seküler ulusalcı tercihle İslam’ı reddeden, tehdit ve düşman konumuna oturtan taraflar ise, bu nihai, adil ve kalıcı çözüme kapalıdırlar.

Gerginlik ve çatışma, hem devlete hakim oligarşinin, hem de silahla Kürt halkının iradesine ipotek koymuş bulunan PKK önder kadrolarının işine gelmektedir. İki taraf da, şiddete ve silaha dayalı statükolarını, otoritelerini ve bu şekilde ele geçirdikleri rantı ve itibar gördükleri konumlarını kaybetmemek için, sürekli çözümsüzlükten ve çatışmadan yana olmuşlardır. Çünkü bununla besleniyor, böylece ayakta kalabiliyorlar. Çatışmalar son bulup, görece de olsa bir barış ve özgürlük ortamı sağlanırsa, iki taraf da halklarının korkuları ve kanı pahasına ele geçirdikleri hakimiyeti, otoriteyi ve ranta dayalı çıkarlarını kaybedecekler. Her ikisinin de arkasında yer alan emperyalist güçler ise, iki tarafı da çıkarları istikametinde kullanma fırsatı hazırlayan istikrarsızlık vasatını yitireceklerdir. İşte bunun için iki taraftan azınlıklar, emperyalistlerin de teşvikiyle boş durmuyor, sürekli gerginlik politikası takip ediyorlar.

Bilinmesi ve akıldan çıkarılmaması gereken bir husus da, kendi otoritelerinin devamı uğruna dökülen kanlarda, sürekli kendilerini yeniden üretme imkânı buldukları için, sürekli gerginlik ve çatışma zeminleri hazırlayan taraflardan TC oligarşisi de, PKK da Müslüman Türkleri ve Müslüman Kürtleri temsil etmemektedirler. Ve çatışmayı sona erdirecek özgürlükçü gelişmelerden de hoşlanmamaktadırlar. Aralarında sürekli bir amaç çakışması/örtüşmesi yaşayan bu iki taraf, Müslüman halklara yabancı bir ideolojinin taraftarı olmak bakımından da ideolojik kardeştirler, tıpkı Müslüman Kürt ve Türkün kendi aralarında Müslüman kardeş oldukları gibi. Türklerin ve Kürtlerin iradelerine ellerindeki silahlarla ve estirdikleri şiddet ve terörle ipotek koyan bu iki taraf da, halklarına rağmen ve Batı desteğinde bölgeyi emperyal amaçlara uygun yerlere doğru sürüklüyorlar. Zaman zaman aralarında kavga ettiklerine bakmayın, aynı emperyalist amaç ve seküler değerlere hizmet etmektedirler. İki tarafın da zarar verdiği Müslüman halklardır. Bölgenin Müslüman halklarını kendilerine ait olmayan, dünya ve ahiretlerine zarar verecek yabancı davalar uğrunda ölmeye zorluyorlar.

Ulusalcılığın doğal sonucu olarak birbirlerine tahakküm etmek istedikleri için çatışsalar da, emperyalistlerin projelerine uyum, bölgenin Müslüman halklarını sekülerleştirme ve İslam’la savaşma gündeme geldiğinde arka planda sürekli yardımlaşmakta, emperyalistlerle de işbirliği yapmaktadırlar. Özellikle de bu süreçte, emperyalist güçler kendi aralarında entegrasyonu, birliği, ittifakı, bütünleşmeyi öne çıkarırken, bölgedeki işbirlikçi yönetim ve örgütleri de yanlarına alarak, İslam coğrafyasında yaşayan Müslüman halkları birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmektedirler. İşte Türkiye’de hakim olan oligarşi de, Kürt muhalefetini temsil eden örgütler de, tercih ettikleri ayrımcılık eksenli çatışmacı yöntemi ve ölçüsüz, ahlaksız bir şiddeti esas alan bölücü tutumlarıyla, halklarının kanları pahasına, bu emperyal amaca hizmet etmektedirler. Emperyalistler, bu yerli işbirlikçilerini de kullanarak, bölgenin Müslüman halklarını, oldukça zayıflamış olan ümmet bilincinden iyice kopararak, parçalayıp atomize ederek, bölüp birbiriyle çatıştırarak zayıflatmak istemektedirler. Bölünüp parçalandıkça ve çatışmaya yöneldikçe, çatışan bütün taraflar aynı emperyalist güçlere muhtaç hale gelmektedirler. Herkesime silahı da onlar satmakta, gidecekleri istikameti de onlar göstermekte, neyi ve nasıl yapmaları gerektiğinin projelerini de onlar vermektedirler. Böylece güçsüz düşen, istikrarsızlığa sürüklenen bölgeleri, çıkarlarına göre istedikleri gibi dizayn etmektedirler.

İşte bu senaryo sürekli tekrarlanıyor ve bölge halklarının akılsız ve işbirlikçi önderleri de bu oyuna sürekli geliyor, halklarını da bu yolda sürekli istismar ediyorlar. Emperyalistler, Müslüman halklar arasına sürekli istikrarsızlık üretecek kin ve husumet tohumları ekmek suretiyle, enerji, petrol, doğalgaz ve su potansiyeli bakımından çok zengin olan bölge üzerinde sürekli bir tahakküm oluşturmak istemektedirler. Diğer taraftan, parçalayıp, çatıştırarak zayıf düşürdükleri bölge halklarının her birini, kendilerine muhtaç haline getirerek, emperyal çıkarları istikametinde güdümlerine almak; sömürüye, emperyalizme direniş potansiyeli taşıyan İslami kimlik ve değerlerini ise; öğüterek, dönüştürerek yok etmek istemektedirler. Böylece, Müslüman halkları, kimliksiz, niteliksiz, bilinçsiz, itiraz ve direniş azmini yitirmiş onursuz sürüler, kapitalist pazara eklemlenmiş seküler tüketici yığınları haline dönüştürmek istemektedirler. Bu sebeple, sorunun kısa vadeli görünen sistem içi çözümü, gerek bu emperyal projeler ve tahrikler, gerekse yerli işbirlikçi oligarşi ile örgütün örtüşen çıkarları sebebiyle, galiba en zor ve en uzun yol haline dönüşmektedir.

Sistem İçi Çözüm Arayışında
Dikkate Alınması Gereken Hususlar

Tabii ki, akan kanın, yaşanan ıstırapların bir an önce durması adına bu kısa vadeli çözümün kapısı sürekli açık kalmalıdır. Egemen oligarşi, bir gün mutlaka, on yıllardır yaptığı zulüm ve haksızlıklar sebebiyle mazlum Kürt halkından özür dilemeli ve gasp ettiği tüm hakları iade etmelidir. Bu büyük yanlıştan geri adım atmalıdır. Irkçı, ekonomik ve kültürel tüm ayrımcılıklara, baskı, yasak ve engellemelere son vermelidir. Bununla da kalınmamalı, Kürt halkına zulmedenlerin yargılanması temin edilmeli, bu insanlık suçu dünyada da mutlaka cezalandırılmalıdır. Zalimlerden ölmüş olanların da zalimlikleri tescil ve ifşa edilerek, bu insanlık suçunun üstüne gidildiğine dair tarihe notlar düşülmelidir. Böylece hesabı görülüp tasfiye edilmesi sağlanarak, gelecek nesillere, bu zulümlerin gölgesinde kalmayan temiz sayfalar bırakılmalıdır. Ve bu hususlarda da kimi talep ve sorgulamalar sürekli gündemde tutulmalıdır. Ama bu sorunun gerçek çözümünün, ancak İslami adalet sisteminin kurulmasıyla sağlanabileceği de unutulmamalıdır.
Bilmeliyiz ki, modern ya da post modern seküler değerler ve seküler mantık; sisteme; siyasi, hukuki, sosyal, kültürel yapıya ve eğitime yön vermeye devam ettiği sürece, sorun, potansiyel varlığını koruyacak ve şartlar oluştuğunda yineden nüksedecektir. Çıkarcı ve dünyevi hesap eksenli yaklaşımlar, nefsani, egoist tutumlar, tahakküm arzuları, hevanın yönlendirmeleri sürecek, ulusalcı eğilimler sürekli beslenecek ve farklı kavimlere ait bu tür eğilimler sürekli birbirlerini kollayacaklardır. Fırsatını bulunca, kendisini güçlü hissedince de, derhal harekete geçecekler, güçlü taraf diğerini kendi çıkarlarına göre ezmeyi, bastırmayı, sömürmeyi, kendinden saydığını diğerinin aleyhine kayırmayı, mutlaka yeniden deneyecektir. Ve sonuçta, birbirine tahakküm etme mücadelesi ve zulüm asla bitmeyecektir. Ancak ahiret eksenli, kulluk ve ibadet eksenli bir hayat tasavvuru; ahirette verilecek hesap bilinci; kul hakkı duyarlılığı ve İslam kardeşliğinin hasbi derinliğiyle, kardeşçe sevgi, saygı; kardeşi için fedakârlık, merhamet ve adalet kavramlarının yönlendiriciliğindeki kuşatıcılık ve adanmışlıkla soruna köklü, kalıcı ve adil çözüm getirilebilecektir.

Sisteme bu sorunun çözümü için İslami şiarları, kavramları kullanmasını teklif edenlerin tutumu ise, İslam’a ve İslami çözüme zarar veren büyük bir haksızlık ve zilletin ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Sistem içi iyileştirmelerle ilgili görüş beyan eden, ya da söz konusu gerekçelerle bunları teşvik eden Müslümanların, asla yapmamaları gereken ve Müslüman için en büyük zillet sayılabilecek şey, laik ulusalcı sisteme, kimi İslami kavram ve söylemleri kullanmasını önermektir. İslami değerler, İslam düşmanı bir sistemin stepne olarak kullanmasına arz edilecek değerler değildir. Pragmatizmi bu boyutlara ulaştıranlar kendilerinden utanmalı, imanlarına zulüm bulaştırmaktan Allah’a sığınmalıdırlar. Ülkedeki halklar arası çatışma ortamlarının giderilmesine karşı birleştirici olabilecek İslami kardeşlik vurgusu ve İslami kavramlar, hiçbir biçimde ve hiçbir sebeple düzenin propaganda aracı haline dönüştürülmemelidirler. Egemenler kendilerini değiştirip, tevbe edip samimiyetle İslam’a dönüş yapmadıkça İslami kavramları ve değerleri gündeme getirmemeli, zulümlerini meşrulaştırmak ve halkı kandırmak için dini istismar anlamına gelecek bu tutumdan uzak durmalıdırlar.

Zaten böyle bir İslam kardeşliği vurgusu zalimlerden geldiğinde, mazlum halk tarafından da, haklı olarak samimi bulunmamakta, bir oyunun parçası olarak algılanıp reddedilmektedir. Ancak bu arada, ezenlerin, İslami sembollerin kamuflajı altında yaptıkları zulümlerin faturası da haksız olarak İslam’a kesilmektedir. Böylece zalimler tarafından kullanılan İslami kavram ve şiarlar halk nazarında kirlenmekte, anlam ve değer kaybına uğramaktadır ki, belki de İslam’a yapılan en büyük kötülük de bu olmaktadır. Egemenler zaten yıllardır, ihtiyaç duydukları zaman, aslında savaştıkları İslam’ın, bir takım, sembol, şiar ve esaslarını, kendi zulüm düzenlerini ayakta tutmak amacıyla istismar etmektedirler. Bir taraftan zulümlerini devam ettirirken, zulüm sisteminde bir değişiklik yapmaya yanaşmazken, bir taraftan da direnişi kırmanın, ya da muhalefeti bölmenin bir vasıtası olarak İslami kardeşlik ve ümmet vurgularının öne çıkarılması, Kürt halkının, artık bu değer ve şiarların samimiyetle dile getirilmesine bile şüpheyle bakmasına yol açmıştır. Hele bugün artık, sistemin önde gelenlerinin İslam’ı kullanmalarına dair bu tür tekliflerin kimi Müslümanlardan da geliyor olması, çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabilme riski taşımaktadır ki, bu duruma sebep olanlar, İslami kimliğin onuruyla bağdaşmayacak büyük bir zilleti icra ettiklerini bilmelidirler.

İslami Çözüm Nasıl Gerçekleşir?

Sistem içi çözümle, kısa vadede özellikle AB baskısı ile bir takım görece iyileştirmeler yaşansa ve psikolojik bir rahatlama ihtimali ortaya çıksa da, çok önemli ve kalıcı olumlu sonuçlara ulaşmak mümkün değildir.

Bölgemize yönelik emperyal projelerin, bu kadar ahlaksızca, bu kadar pervasızca ve açıkça uygulamaya konduğu bu süreçte, bölgenin onurlu bütün halklarına ve gerçek temsilcilerine düşen büyük sorumluluk; özgün kimlik ve değerlerimize ısrarla sahip çıkmaktır. İlk bakışta uzun vadeli gibi görünen, ancak en sahici, en adil ve en kalıcı kesin yol olmak bakımından ise en yakın yol olan İslami inşa ve direniş projesinin uygulamasına hız ve nitelik kazandırmaktır. Bölgenin tüm Müslüman halkları olarak yapmamız gereken, emperyalist güçlere ve yerli işbirlikçileri olan sistem ve örgütlere rağmen, ısrarla bizi biz yapan, bize anlam, şeref ve değer kazandıran ve elimizden alınmak istenen işte bu İslami kimliğimize ısrarla sahip çıkmaktır. Bizi ve tüm dünya insanlığını aydınlatacak; karanlıklardan, zulümden aydınlığa ve adalete çıkaracak mesajı ihtiva eden Kur’an’ımıza topluca sarılmaktır. Her türlü bölücü, parçalayıcı, kin ve düşmanlığı tahrik edici tutum ve davranışlardan uzak durmaktır. Bu bağlamda yapılması gereken, ümmeti parçalamaya yönelik bölücülüğün ilk tohumlarını eken başta Türk ve Arap ulusalcılıkları, sonra da onların zulmüne karşı itiraz mahiyetinde ortaya çıksa da, kendisi de alternatif bir zulüm kaynağı olan Kürt ulusalcılığı olmak üzere tüm kavmiyetçilikleri, ırkçılıkları reddederek, İslam’ın kardeşleştirici adil potasında bütünleşmektir. Vahyin evrensel ölçüleri istikametinde, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerinin zulümlerine karşı topluca itiraz edip direnmek ve İslami adalet sistemini birlikte kurmaktır. Öncelikle kendimizden başlayarak ümmeti, Kur’an’la yeniden inşa etmek ve hiçbir sebeple bu özgün projeden asla dönmemek, asla taviz vermemek, kınayıcıların kınamasına aldırmadan, Nuh (as) misali, tevhit gemimizi inşa etmeyi; uzun soluklu ve bıkmak, yorulmak, yılmak bilmeyen bir azimle ve ısrarla sürdürmektir.

Müslüman kavim ve kabilelerin, geçmişte veya bugün birbirleriyle çatışmaları, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaları, birbirlerinin kimlik ve dillerini yok etmeye çalışmaları, şüphesiz ki, Kur'an'dan uzaklaşmalarının açık bir göstergesidir. Bu sapmayı ve doğan adaletsizlikleri gidermenin yolu da, ancak Kur’an’ı tüm ilişkilerimize yeniden hâkim kılmaktan geçmektedir. Kavimlerin, “tanışmak” ve “tanımak” için vesile kılınan ayetler olması, tanıma kavramı üzerinde bizi düşündürmelidir. Acaba bu “tanıma” yüzeysel, sûreten bir tanışmanın ötesinde, onu aşan boyutta da anlamlara sahip midir? Kur’an bütünlüğünde her kavme ve her insana tanınan haklar üzerinde düşünüldüğünde, bu tanımanın her kavmin hak ve hukukunu da kabul etmeyi gerekli kılan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir tefekkür ve fıkhetme çabası sonucunda, bu kavramın; Kur’an bütünlüğü dikkate alındığında, zulüm görmeden kendi kimliğini korumayı, kendi ana dilinde eğitim yapmayı, Allah’ın dinini ve kevni ayetleri olan yasalarını, tabii ilimleri kendi dilinde okuyup, yazmayı, kendi diliyle akledip, düşünmeyi, düşünce üretmeyi ve onu kendi diliyle beyan edip yaymayı da içerdiği sonucuna ulaşmak zor olmayacaktır. İşte birbirinizi “tanımak için” ya da karşılıklı “tanışmanız için” anlamına gelen, “li tearafu” ifadesi; bütün bu haklara ve hukuka karşılıklı saygı göstermeyi de ihtiva eden bir ifadedir. İşte bu içerikle, kavimler adaletle yerli yerine oturtulmalı, eşit haklara sahip halkların gönüllü katılımına açık, şura prensibine işlerlik kazandıran ve emaneti ehline veren, adaletle hükmeden bir İslami sistem teşkil edilmelidir. Böyle bir adalet sisteminde; yönetimde mahalli inisiyatiflere imkân verilince, hiçbir ırka üstünlük tanınmayarak, hiçbir kavmi kimlik üst kimlik haline getirilmeyerek, üst kimlik olarak bütün halkların ortak ve şerefli kimliği olan İslami kimlik esas alınınca, bütün etnik sorun ve çatışmalar Allah’ın izniyle ve köklü bir çözümle ortadan kalkacaktır.

Bölgemizdeki, her biri Allah’ın ayetleri olan bütün Müslüman kavimlerin, eşit ve gönüllü katılımıyla, bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer ve eşit hakların sahibi kabul eden bir adalet anlayışıyla, vahyin belirleyiciliğinde bir İslam Birliğini, artık sadece İslami ölçüler ve tevhit akidemiz değil, tarihsel durum da zaruri kılmakta ve tarihsel süreç Müslüman halkları adeta bu yönde zorlamaktadır. Uzun süreden beri dünyada yaşanan büyük değişimler, globalleşme/küreselleşme yönünde ortaya çıkan eğilimler ve bu alandaki uluslararası siyasi, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeler, gelecekte dünyanın birkaç büyük ana topluluğa ayrılacağının, ulus devletlerin yerini bölgesel büyük birlik ve entegrasyonların alacağının ve buna bağlı olarak da dayatılan ulusal sınırların ya tamamen ortadan kalkacağı veya büsbütün anlamsızlaşacağının işaretlerini vermektedir. İşte böyle bir süreçte, bölgenin Müslüman halklarına, önder ve aydın kadrolarına düşen büyük sorumluluk; bu gidişatı vahyin ışığında doğru okumak; akıllı politikalar ve üreteceğimiz özgün projelerle, kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa etmektir. Kötülüğün küreselleşmesine karşı, iyiliği, marufu, evrensel vahyi ölçüleri küreselleştirmenin mücadelesini vermektir. Tüm insanlığın tek kurtarıcı umudu olan Kur’an’ın, karanlıklardan aydınlığa çıkaran evrensel mesajının küresel boyutta şahitliğini yapmak, insanlık onurunu kurtaracak, insani, fıtri erdemleri yüceltecek ilkeleri, adaleti ve tevhidi tüm dünyaya yaymaktır. Tüm dünya insanlığını, emperyalizmin kavurucu cenderesinden, kapitalizmin acımasız ve vahşi sömürüsünden kurtarmaktır. İnsanlığın kurtuluşu adına yerine getirilmesi gereken büyük sorumluluk; katil, cani bir çocuğu (komünizm), arkasında büyük acılar bırakarak, tarihin kirli sayfalarına gömülen Batının, aynı seküler ve sapkın paradigmasının ürettiği diğer çocuğu olan kapitalizmi de bütün vahşet ve katliamlarıyla tarihin utanç sayfalarına gömmektir.

Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla ve kulluk bilinciyle yapılacak samimi ve fedakârca bir mücadeleyle, insanlarımızın özgürleşmesi ve tevhidi davetle muhatap olmaları temin edilebilirse, yani bizler bu görevimizi Allah rızası için yerine getirebilirsek ve Kürtler, Türkler, Araplar ve diğer kavimlerden oluşan toplum da bu davete icabet ederek, özündeki batıl kavram, ölçü, değer ve ahlaki normları temizleyip, tevhidi olanları onların yerine ikame edebilirse, yani özündekini Hak istikamette Nur’a doğru değiştirme iradesini gösterebilirse, işte o zaman Allah da vaadini yerine getirerek İslami adalet sistemini inşallah takdir edecektir. Rabbimiz Kur’an’da, özetle, eğer siz iman edip, salih ameller işlerseniz, Allah’ın zikrini (Kur’an’ı) okuma, anlama, yaşama ve yayma noktasında çokça çabalar sarf etmek suretiyle kulluk görevinizi yerine getirirseniz, bu istikametteki mücadelede zalimlere karşı yardımlaşarak, dayanışma ve güç birliği içinde mücadele ederek hak ve özgürlüklerinizi elde etmek için üzerinize düşeni yaparsanız, “işte o zaman, o zalimler nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir.” hükmünü vazederek, şirk ve zulüm sistemine karşı gerçekleşecek olan tevhit ve adalet inkılâbının müjdesini vermektedir.

O halde, kendi değişen çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek üzere sürekli bölgemiz üzerinde oyunlar oynayan, bölgedeki Müslüman halkları sürekli birbirine karşı kışkırtarak vuruşturan ve sömüren emperyalizme ve yerli işbirlikçisi despot ulus devletlerin zulmüne karşı hep birlikte itiraz etmeliyiz. İslam kardeşliği, İslam Birliği ve ümmet anlayışı ile ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projesini de birlikte uygulamaya koymalıyız. Küresel zulme karşı, küresel bir İslami direnişin tohumlarını ekmeliyiz. Halklarımızı, vahyin ışığında bilinçlendirip, kardeşleştirerek, muhalefet ve direniş azmini ve niteliğini kazandırıp yükselterek, tevhidi dönüşümüne vesile olacak İslami eğitim ve tebliğ çalışmalarımıza hız vermeli, vahyin şahitliğini yapacak güzel örneklerin sayısını ve niteliğini artırmalıyız.

Ortadoğu’nun Kürdistan bölgesinde yaşayan mazlum Kürt halkına yönelik olarak yürütülmekte olan sekülerleştirme projelerine ilaveten hem Türkiye’de hem de Irak’ta yaygın ve yoğun bir biçimde başlatılmış bulunan Hıristiyanlaştırma amaçlı misyonerlik faaliyetlerini de dikkate alarak, daha fazla geç kalmadan harekete geçmeliyiz. Genelde bütün Müslümanlar, özelde ise bölge Müslümanları bu halkın ana diline yönelmeli ve bu halka ana diliyle İslam’ın mesajını taşıyacak köklü, kalıcı ve uzun soluklu çalışmalar yapılmalı, yoğun ve yaygın bir biçimde, vahiy merkezli, eğitim, tebliğ eksenli bir yeniden inşa projesi uygulamaya konmalıdır. Ve bu halkın muhatap olduğu tüm zulümler raporlar halinde ortaya konup, zalimler ifşa edilerek adaletin ikamesi yönünde ciddi çabalar gösterilmelidir.

Sonuçta, biz Kürt, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılarak, Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşayarak, yaygınlaştırarak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame, ıslah etme mücadelesi vererek, Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız. Eğer biz üzerimize düşeni yaparak, Allah’ın yardımına müstahak olabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecek , o zaman da inşallah, seküler aklın ve mantığın kavrayamayacağı derecede muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır. Böylece, küresel bir tevhidi direnişle, küresel zalimlere, küresel bir ders vererek, zalim emperyalistleri ve tüm yerli işbirlikçilerini bölgemizden kovup, bütün Müslüman halklar, kardeşçe ve adaletle bir arada yaşama imkân ve onuruna inşallah kavuşacağız.

Çözüme yönelik bazı öneriler

İşte bu umutla, Türk halkı; seküler İslam düşmanı oligarşiye itiraz ederek, ulusalcı kirlilikleri üzerinden atıp İslami kimliğine sarılmalı, Türk ulus devletini ve ulusalcı laik politikalarını sorgulayarak, bunları dayatanları hesaba çekmeli, Kürt kardeşlerine yapılan zulümlere, adil bir tutumla karşı çıkmalıdır.

Kürt halkı da; kendisine yapılan zulmün seküler ulusalcı tercihlerden kaynaklandığını fark ederek, bir zulümden kaçarken bir başka zulüm olan Kürt ulusalcılığına, Kürt sekülerizmine savrulmaktan korunmalı, bu bağlamda kendi İslami kimlik ve değerlerine yabancılaşmış, hatta tıpkı Kemalistler gibi düşman olmuş sosyalist Kürt ulusalcılarının arkasından sürüklenme yanlışından dönmelidir.

Kürt, Türk, bütün Müslüman halklar; kavmiyetçilik, ırkçılık (kimileri, “milliyetçilik” demedikçe anlamadıkları için bunu da kastettiğimizi şerh düşelim) hastalığını aşarak, Rabbimizin, bizleri uçurumun kıyısından kurtararak, aramızda tesis ettiği İslam kardeşliğinde bütünleşmeliyiz. Birlikte teşkil ettiğimiz ümmeti vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa etmeli, Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmalıyız. Birimize yönelik zulüm ve saldırıyı hepimize yapılmış sayan bir anlayışla, direnişin azim ve onurunu kuşanmalı, bölgemizle ve bizlerle sürekli oynayan, çıkarlarına göre yön vermeye çalışan emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı topluca onurlu bir direnişi gerçekleştirmeliyiz. Sonuçta, hak, özgürlük, adalet ve tevhidi ikame ederek, adalet ve hukuk sistemini hep birlikte kurmalıyız.

Bütün kavimlerin ve tüm insanlığın yaratıcısı ve haklarının, hukuklarının vazedicisi Allah’ın hükümleriyle hükmedilecek olan bu adalet sisteminde bütün kavimler eşit haklara sahip olacaklardır. Bu adalet sistemde bütün kavimlerin sahip olacakları haklar dikkate alınarak bunlara ne kadar yaklaşılabilirse o kadar olumlu bir sonuca ulaşılabileceği bilinciyle bugün de çaba sarf edilmelidir. Bu amaçla İslami bir sitemde sağlanabilecek asgari gerekliliklerden olan aşağıdaki temel konular dikkate alınarak, İslami olmayan bir sistemde de nelerin talep edilebileceğinin fikri oluşturulabilir.

1 – Her kavmin kimliğine, hududullah içinde kalan örf, adet ve geleneklerine saygı gösterilmelidir. Her kavmin kendi ana dilini özgürce konuşabileceği, medya ve eğitimde yasaksız ve kısıtlamasız kullanabileceği bir toplumsal model üretilmelidir. Böylece, düşünce ve inançları ifade etmenin, eğitim özgürlüğünün, farklılıkları özgürce ibraz etme ve yaşatmanın, geliştirmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

2 – Yerel ve yerinden yönetimlere fırsat ve geniş inisiyatif veren bir sistem oluşturulmalı, bu çerçevede Kürdistan halkının da, yöneticilerini özgürce belirlemesine ve yönetime katılımına imkân veren şartlar oluşturulmalıdır. Bu bağlamda, her bölgenin kendi doğal ve tarihi sınırları içinde bir nevi özerk yönetim biçimine geçmesi de düşünülebilmelidir. Bu amaçla, ümmet bilincini, bütünlüğünü ve İslam kardeşliğini yok etmeyecek tarzda bir nevi eyalet modeli ya da Kürt halkının diğer kardeşleriyle eşit ve adil şartlarda kendini yönetmede söz sahibi olacağı ve mutlu olacağı bir başka yönetim biçimi İslami ölçüler içinde geliştirilmelidir.

3 – Böylece, gönüllü ortaklık çerçevesinde, eşit ve adil katılımla, şuraya, emaneti ehline vermeye ve adalete dayalı ortak bir İslam toplumunun ve sonuçta küresel çapta ümmetin inşasının hayata geçmesine uygun zemin hazırlanmalıdır.

4 – Kimlik ve kültür dayatmalarının sona erdirilmesi, İslami kimlik dışında üst kimlik tanımlamasına gidilmemesi, mahalli renk ve inisiyatiflerin önü açılarak, ulus devlet yapılanmasının sona erdirilmesi ve merkezi yönetimin her tarafa yayılan, her alanı kuşatan ve farlılıkları yok edip tek tipleştiren otoritesinin sınırlandırılması mutlaka sağlanmalıdır.

5 – Uzun yıllardır süregelen büyük ihmalin sonucunda yoksulluk ve işsizlikte diğer bölgelere nazaran mukayese edilmez bir geriliğe ve tam bir ekonomik sefalete mahkum edilmiş bulunan Kürdistan halkının, ekonomik durumunu diğer bölgelere eşitleyecek, en zaruri ihtiyaçlardan olan sağlık ve eğitim alanında, diğer bölgelere nazaran oluşmuş bulunan büyük uçurumları kapatacak, özellikle de büyük göç olgusunun yol açtığı derin yaraları saracak, yaygın ıstırapları dindirecek tedbirlerin bir an önce alınması mutlaka ve acilen sağlanmalıdır.

6 – Bugüne kadar yapılan zulümlerden dolayı Kürt halkından özür dilenmeli, zulmedenler Tarih önünde mahkum edilmeli ve gasp edilmiş bütün hakların iadesi sağlanırken, baskıyla değiştirilmiş bütün yerel coğrafi isimlendirmeler de iade edilmelidir.

Önemli olan; insanların, halkların adaletle yönetilmesi ve huzurlu, mutlu olacakları bir barış ve kardeşlik ortamının oluşturulmasıdır. Asla taviz verilmeden gözetilmesi gereken hedef; bütün kavimleri ve insanları yaratan ve imtihan amacıyla dünyaya gönderen Allah’ın rızasına uygun davranmak ve O’nun tüm insanların mutluluğu ve kurtuluşu için vazettiği hükümlere riayet ederek insan onurunu yüceltmektir. Bu sebeple de, kavim ayrımı gözetmeksizin tüm insanların, Allah tarafından verilmiş tüm haklarını özgürce kullanabildikleri adil şartları oluşturmak, tüm kavimlerin ve insanların kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine imkân veren yönetim biçimini kurmaktır. Mutlaka yapılması gereken; tüm insanların, kendilerini, şahsiyetlerini, dillerini ve kültürlerini tekamül ettirmelerine uygun hukuki vasatı sağlamak ve bütün bunlar için en sahici, kalıcı, adil şartları sunan, insanları kula kulluktan kurtarıp onurlandıran, vahye dayalı tevhid ve adalet sisteminin kurulması amacıyla çaba sarf etmektir. İşte bütün bunları yerine getirmek ise, en temel insani ve İslami sorumluluktur.

Bu içerik 2336 defa görüntülendi.
 
 
MAKALENİN YAZARI

Mehmet PAMAK
  Yazarın Diğer Makaleleri

 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon