Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2015
 
İLKAV’da Şehid Seyyid Kutub‘u Anma ve Anlama Cuma’sı
Tarih: 29/08/2015
   


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı-İLKAV konferans salonunda şehadetinin 49. yıldönümü münasebeti ile Seyyid Kutub‘un hayatı, düşünceleri, mücadelesi ve günümüze kadar olan etkilerini konu alan sohbet ve Cuma hutbesi verildi. Sohbeti gerçekleştiren eğitimci Emrullah Ayan Cuma öncesi konuşmasında özetle şu hususlara değindi.

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı-İLKAV konferans salonunda şehadetinin 49. yıldönümü münasebeti ile Seyyid Kutub‘un hayatı, düşünceleri, mücadelesi

 ve günümüze kadar olan etkilerini konu alan sohbet ve Cuma hutbesi verildi. Sohbeti gerçekleştiren eğitimci Emrullah Ayan  Cuma öncesi konuşmasında özetle şu hususlara değindi.

29 Ağustos 2015, merhum Seyyid KUTUB’un şehadetinin 49. Yıldönümüdür. Seyyid KUTUB’un 29 Ağustos 1966 yılında Mısır’daki zalim Abdunnasır Rejimi tarafından şehid edilmesinden bu yana 49 yıl geçti. Kutub’un şehadetinden bu yana Müslümanlar bu mümtaz şahsiyetin eserlerinden referans almaya hala devam ediyor. Kimi insanlar vardır ki, hayatlarında bir nesle öncülük ettikleri gibi ölümleriyle de bir neslin dirilişine vesile olurlar. Düşman onları öldürmekle bir engeli ortadan kaldırdığını zanneder ama kendini bir çıkmaz sokağa attığını görür. Düşünceleriyle ve kararlılığıyla yetişen nesle örnek olan Seyyid KUTUB, bu gibilere de bir örnektir. Kendini feda etti ama yetişen nesillere iman ve davada kararlılığı öğretti. Küfür ve fısk çamurunun her tarafı kuşattığı bir ortamda ondan etkilenen, onu örnek alan gençler imani dirilişe kavuştular. Böylece bir ölüm milyonlarca dirilişe vesile oldu. Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de insanoğluna vermek istediği mesajı hakkıyla idrak ettikten sonra hayatını toplumun ihyasına adamış, İslam dünyasına Fi Zılali’l-Kur’an’ı ve daha pek çok paha biçilmez eseri bırakmış, inancı uğruna gülerek şehadete gitmiş, Kur’an’ı yaşayarak okumuş aziz şahsiyettir üstad Seyyid KUTUB. Şehid olmak, aslında şahid olmanın bir sonucudur. Mü’min şahsiyetin, ancak iman ettiği değerleri hayata geçirerek yaptığı şahidlik ve Allah’ın hükümlerini yeryüzüne egemen kılmak, Allah’ın ismini yüceltmek uğrunda yaptığı fedakarlık sonucunda, kesin ilim ve mutlak adalet temeli üzerinde şehidlik söz konusu olabilir. Vahyin ne olduğunu ve nasıl yaşanması gerektiğini hayatında göstererek, Allah’ın dinini ahlak edinerek yapılan vahye şahidlikle dolu bir hayatı sürdürürken, bu değerlerinden, tutumundan ve yaşayışından vazgeçmemek veya iman ettiği bu değerleri hayata egemen kılmak uğrunda yapılan mücadele sırasında canını feda etmek ise şahidliğin imanın isbatı anlamındaki yeni bir boyutunu oluşturmaktadır ki, işte buna da şehidlik denilmektedir. İnandığı değerler için, Allah yolunda ve Allah’ın ismini yüceltmek uğruna canını vererek yapılan son şahidliktir, şehidlik. Dininin şahidi olmayanlar şehid de olamazlar.”

Ayan’ın konuşmasının geniş özeti ve tamamlayıcı mahiyetteki Hayati İsaoğlu’nun vermiş olduğu Cuma hutbesi aşağıda verilmiştir.

ŞEHADETİNİN 49. YILINDA SEYYİD KUTUB’U ANLAMAK

“Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır.” (Ahzab: 23)

 “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla… Fikirlerinin kan ve canları karşılığında manalanması şartıyla… “Hak” bildikleri şeyin “Hak” olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla…Biz fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de, o fikir ve sözler ruhlu birer vücut olarak kalacak, yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız.”

Merhum Şehid Seyyid KUTUB 29 Ağustos 2015, merhum Seyyid KUTUB’un şehadetinin 49. Yıldönümüdür. Seyyid KUTUB’un 29 Ağustos 1966 yılında Mısır’daki zalim Abdunnasır Rejimi tarafından şehid edilmesinden bu yana 49 yıl geçti. Kutub’un şehadetinden bu yana Müslümanlar bu mümtaz şahsiyetin eserlerinden referans almaya hala devam ediyor. Kimi insanlar vardır ki, hayatlarında bir nesle öncülük ettikleri gibi ölümleriyle de bir neslin dirilişine vesile olurlar. Düşman onları öldürmekle bir engeli ortadan kaldırdığını zanneder ama kendini bir çıkmaz sokağa attığını görür. Düşünceleriyle ve kararlılığıyla yetişen nesle örnek olan Seyyid KUTUB, bu gibilere de bir örnektir. Kendini feda etti ama yetişen nesillere iman ve davada kararlılığı öğretti. Küfür ve fısk çamurunun her tarafı kuşattığı bir ortamda ondan etkilenen, onu örnek alan gençler imani dirilişe kavuştular. Böylece bir ölüm milyonlarca dirilişe vesile oldu.Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de insanoğluna vermek istediği mesajı hakkıyla idrak ettikten sonra hayatını toplumun ihyasına adamış, İslam dünyasına Fi Zılali’l-Kur’an’ı ve daha pek çok paha biçilmez eseri bırakmış, inancı uğruna gülerek şehadete gitmiş, Kur’an’ı yaşayarak okumuş aziz şahsiyettir üstad Seyyid KUTUB. Şehid olmak, aslında şahid olmanın bir sonucudur. Mü’min şahsiyetin, ancak iman ettiği değerleri hayata geçirerek yaptığı şahidlik ve Allah’ın hükümlerini yeryüzüne egemen kılmak, Allah’ın ismini yüceltmek uğrunda yaptığı fedakarlık sonucunda, kesin ilim ve mutlak adalet temeli üzerinde şehidlik söz konusu olabilir. Vahyin ne olduğunu ve nasıl yaşanması gerektiğini hayatında göstererek, Allah’ın dinini ahlak edinerek yapılan vahye şahidlikle dolu bir hayatı sürdürürken, bu değerlerinden, tutumundan ve yaşayışından vazgeçmemek veya iman ettiği bu değerleri hayata egemen kılmak uğrunda yapılan mücadele sırasında canını feda etmek ise şahidliğin imanın isbatı anlamındaki yeni bir boyutunu oluşturmaktadır ki, işte buna da şehidlik denilmektedir. İnandığı değerler için, Allah yolunda ve Allah’ın ismini yüceltmek uğruna canını vererek yapılan son şahidliktir, şehidlik. Dininin şahidi olmayanlar şehid de olamazlar.

Seyyid KUTUB’un Hayatının Kısa Tarihçesi:

 Seyyid KUTUB, Suudi Arabistan’dan Mısır’a göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında Asyut Kasabasında dünyaya geldi. Anne ve babası son derece dindar, takva sahibi insanlardı. Çocuklarının eğitimi ve ruhlarına İslam’ın lezzetini tattırmak için büyük çaba sarf ederlerdi. Seyyid KUTUB, babası İbrahim KUTUB’un çocuk eğitimindeki hassasiyetine binaen “babam her yemekten sonra dua eder, biz de hep birlikte amin derdik. En çok dikkat ettiği şey bizim ruhumuza ahiret duygusunu yerleştirmekti” der. Bu hassasiyetlerinin neticesi olarak Seyyid KUTUB gibi kardeşleri Muhammed KUTUB, Emine ve Hamide KUTUB’lar da ilim, takva ve mücadele ruhlu olmalarıyla temayüz etmişlerdir.Asyut’ta ilkokul’u bitirdiğinde Kur’an-ı Kerim’i hıfzetmişti. Daha sonra babası onu Kahire’ye götürüp Ezher’in orta bölümüne kaydetti. Lisede okurken babasını yitiren KUTUB o yıllarda edebiyata yönelmiş, şiir yazmaya başlamıştı.Seyyid KUTUB, çok zeki idi. Bütün sınıfları başarıyla geçer, okulları iftiharla bitirdi. Yüksek tahsilini Kahire’de Daru’l-Ulum Fakültesinde yaptıktan sonra 1933 yılında bu fakülteye edebiyat hocası olarak tayin edildi.

Amerika’ya gitmeden önce Müslüman Kardeşler Cemiyetiyle bir takım irtibatları olmuş, Yeni Fikir isimli İslami bir mecmua çıkarmaya başlamıştı. 1941 yılında Maarif Vekaleti tarafından Sosyoloji Doktorası yapmak üzere Amerika’ya gönderilen Kutub, burada batı kültürüyle İslam arasında mukayeseler yaptı. İslam’dan uzak bir toplumun ne kadar sefahat içerisinde olduğunu gözleriyle müşahede etti. Özellikle Hasan el-Benna’nın şehadetinin Amerika’ya yansıması onu çok etkiledi. Okumayı çok seven üstad Kutub, günde on saat kitap okurdu. Amerika’dan döndükten sonra da akademik çalışmalarına profesör oluncaya kadar devam etmiştir.
Amerika’dan döndükten sonra tamamen İhvan-ı Müslimin Hareketine katılan Seyyid KUTUB, hareketin irşad müdürlüğünü yaparken bir yandan da halkın şuurlanmasına yönelik fikri eserler kaleme alıyor, faaliyetleri oldukça geniş ve tesirli oluyordu. 1954’te tutuklanmadan önce İhvan-ı Müslimin Gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordu.

1952 yılında Mısır’da yapılan askeri darbe neticesinde devlet tarafından aşırı sosyalizmin tatbikine başlandı. 1954’te Müslüman Kardeşler Hareketi feshedilip, teşkilatın on binlerce mensubu zindanlara dolduruldu. Hareketin altı büyük alimi idam edilip birçokları işkenceyle öldürüldü. Seyyid KUTUB da tutuklanıp on beş yıl ağır kürek cezasına çarptırıldı. On sene Limanneze Cezaevinde kaldıktan sonra dönemin Irak Devlet Başkanının Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır’ı ziyaret edip Üstad Kutub’un serbest bırakılmasını istemesi üzerine 1964’te serbest bırakıldı. 1965’te Yoldaki İşaretler kitabını neşredince kırk bin ihvan mensubuyla birlikte Seyyid KUTUB da tutuklanıp devlete darbe girişiminden yargılandı. Kutub’un hakkı haykırmasına zindanda da engel olamadılar. Fi Zılali’l-Kur’an’ın son yarısını ve birçok kitabını cezaevinde kaleme aldı.

Her geçen gün yeni yeni İhvan mensupları tutuklanıyor, ağır işkencelerden geçiriliyorlardı. Seyyid KUTUB da çok ağır işkence görenler arasındaydı. Bilhassa şehadetine yakın son dönemlerde işkenceler daha da fazlalaşmıştı. O’na İslam tezini müdafaa etmekten vazgeçmesi ve devletin tatbik ettiği sosyalizm idaresinin meşruiyetini kabullenip halka telkinde bulunması teklif ediliyor ve vücudunu kızgın şişle dağlamak, kerpetenle etleri koparmak, başından aşağı kovalarla çok sıcak sular ve peşinden soğuk su dökmek gibi insanın kaldıramayacağı ağır işkenceler yapılıyordu. Zaten işkenceden aldığı yaralar ve bitkinlik yüzünden idam kararının verildiği son mahkemeye gelememiş, karar gıyabında verilmişti.

İdam edilmesinden kısa bir süre önce Üstad Seyyid KUTUB’a “şimdiye kadarki söz ve hareketlerinizde yanılmış olduğunuzu beyan ederek cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’dan özür dilediğiniz takdirde idam hükmünüzü bozacak ve sizi serbest bırakacaktır” teklifinde bulunulur.
Buna karşın Seyyid KUTUB’un cevabı muhteşemdir:

“Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!”

Ve 29 Ağustos 1966 tarihinde Seyyid KUTUB idam edilmek suretiyle şehid edilir. Hem idam kararı alındığında hem de uygulandığında Afganistan, Pakistan, Irak, Lübnan, İngiltere gibi çeşitli ülkelerdeki Müslümanlar protesto yürüyüşleri düzenlemişler, Cemal Abdunnasır yönetimini lanetlemişlerdir. Seyyid KUTUB’un mezarı ülkemizdeki bazı alimlerin mezarı gibi günümüze kadar ailesi dahil kimse tarafından bilinmemekte, devlet tarafından gizlenmektedir. Allah onu rahmetiyle kuşatsın.

Eserlerinden Bazıları:

Fizilal il- Kur’an( Kuranın Gölgesinde) Tefsir

Yoldaki İşaretler

İslam’da Sosyal Adalet

Din Budur

Kur’an’da Edebi Tasvir

İstikbal İslam’ındır

Cihan Sulhu ve İslam

Kur’an’da Kıyamet Tasvirleri

Faiz
İslam Düşüncesi

İslam’ın Dünya Görüşü

İslam Kapitalizm Çatışması vb.

Şehid Seyyid KUTUB’tan ümmete bir ikaz:

“İtikada ilişkin doğru söz kekelenerek söylenmemeli, kem küm edilmemelidir. Tersine açık açık, dobra dobra söylenmelidir. Düşmanlar ne söylerse söylesinler. Ne dilerse onu yapsınlar. İtikad konusunda söylenecek hak söz insanların hevalarına ve arzularına göre belirlenmez. İnsanların istek ve durumları gözetilmez. Gözetilmesi gereken tek husus, tek hakikat, onu kalplere işlemek ve etkili hale gelinceye kadar haykırmaktır.İnanca ilişkin hak söz bu şekilde haykırılınca hidayete meyilli olan kalplerin en ücra köşelerine kadar işler. Hak söz evelenip gevelendiği, kem küm ederek anlatılmaya çalışıldığı zaman iman etme kabiliyeti olmayan kalpler yumuşamaz. Oysa kimi zamanlarda İslam davetçisi gerçeği yumuşatarak, hakikatleri süsleyerek, bu iman etme kabiliyeti olmayan kalplerden iyi bir karşılık alabileceğini umar.”

Seyyid KUTUB’un Örnek Kur’an Nesli İnşasına Dair Düşüncesi:

Örnek bir Kur’an nesli inşası düşüncesi Seyyid KUTUB’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Kur’an nesli inşa etmek, oluşturmak soyut bir ideal olarak algılanmamalıdır. Aslında, mü’minlerin kafa ve kalplerinde sürekli diri ve canlı tutulması gereken, öncelikli bir pratik olması gerektiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

Rahmetli şehidimiz Seyyid KUTUB bu öncelikli pratiğin önemini en iyi kavrayanlardan birisi olarak ısrarla altını çizmiş ve dikkatleri bu konu üzerine çekmeye çalışmıştır. Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an’ın özü, özeti mahiyetinde kaleme aldığı Yoldaki İşaretler isimli kitabında bu hususun üzerinde ciddiyetle durmuştur. Bir daha ilk Kur’an nesli gibi bir neslin inşa edilememiş olmasına dikkat çekerek, bugünkü başarısızlığımızın da sebepleri üzerinde dururken, Kur’an nesli inşasının nasıl mümkün olabileceği konusundaki fikirlerini açıklamıştır. Kutub, ilk Kur’an neslinin oluşumunda temel rol oynayan üç husus üzerinde durarak şunları söylemiştir: “ 1- Kur’an, bu ilk neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. Peygamberimiz (S) kalbi, aklı, bakış açısı, şuuru ve teşekkülü Kur’an-ı Kerim’de beliren ilahi metodun dışında kalan, her türlü yabancı tesirden arındırılmış bir nesil meydana getirmek istiyordu. O nesil sadece biricik kaynaktan beslendiği için tarihteki o eşsiz rolü aldı. Daha sonra gelen nesillerin beslenme kaynaklarına eski Yunan felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ile bu mitolojilerin yansıttığı dünya görüşü, Yahudi hurafeleri ile Hıristiyan putları ve bunları ve bunlara benzer eski kültür ve uygarlık tortuları karıştırıldı. Arkadan gelen nesiller hep bu bulanık kaynaktan beslenerek yetiştiler. Böyle olunca da o ilk neslin benzeri bir daha görülmedi. “
Bugün kendilerini İslam’a nisbet eden nesiller, gelenek olarak intikal eden bid’at ve hurafelere ilaveten modern bid’at ve hurafelerle de iyice bulandırılmış bir din anlayışıyla ma’luldürler.
Entelektüeller, akademisyenler genelde kendilerini batıla ait kavramlarla tanımlıyorlar. Bu kavramlar nötr olmadıkları için de arka planda taşıdıkları dünya görüşlerini bu kişilere bulaştırıyorlar. Böylece bu kişiler zamanla düşünsel sapmalara uğrayarak, değişik kaynaklardan beslenmeleri sebebiyle eklektik fikirlere, inançlara ve kimliklere ulaşıyorlar.

2- Seyyid KUTUB, ilk Kur’an nesli gibi yeni nesillerin yetişememesinin bir diğer sebebi olarak da kaynaktan yararlanma metodu üzerinde durmaktadır. “İlk dönemin örnek nesli Kur’an’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiçbirisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları toplum hakkında ve bu toplum içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de duyar duymaz hemen tatbik etmek üzere alırlardı. Bu şuur, uygulamak üzere öğrenmek şuurudur. Böylece Kur’an, kişilikleri tarafından sindirilerek pratik bir metodla vicdanları ve hayatlarıyla kaynaşıyordu. Hiç şüphesiz, Kur’an ona ancak bu şuurla yönelenlere, yani uygulamaya dönük bir bilgi edinme şuuru ile yönelenlere hazinelerini açar.”Nitekim Kur’an bu amaca uygun bir metotla art arda, bölümler halinde ve zamana yayılarak pratiğe yön verecek tarzda indirilmiştir. (İsra: 106) İlk nesil uygulamaya ve yaşamaya dönük bir anlayışla Kur’an okumaya yönelirken, bugün özellikle entelektüel ve akademik çevrelerde çoğunlukla inceleme yapmak, bilgi edinmek amacıyla, profesyonellik çerçevesinde meslek icabı, hatta çoğu kez bir müsteşrik (oryantalist) gibi yaklaşılmaktadır. Geleneksel çevrelerde ise, daha çok haz duymak, manasını anlamaksızın okuyup ya da dinleyip duygulanmak veya ölülere okuyarak sevabını bağışlamak gibi amaçlarla Kur’an’a yaklaşılmaktadır. Bu sebeplerle Kur’an’dan gerektiği gibi istifade edilememekte, Kur’an doğru, sağlıklı ve istikamet üzere anlaşılıp tatbik edilememektedir. Geleneksel ve modern kirliliklerle malul bir Kur’an anlayışı, bulanık bir kaynaktan beslenme, netleşememe sorununa yol açmaktadır. Sonuçta Kur’an’la ahlaklanılamamakta, Kur’an hayata müdahale ettirilememekte, pratiğe taşınıp sosyalleştirilememektedir.
Böylece, Kur’an ya fildişi kulelerde, hayattan kopuk teorik tartışmaların, fikir jimnastiği malzemesi haline indirgenmekte ya da cenaze evlerinde, geleneğin “kutsal” gece ve günlerinde haz duymak amacı ile teğanniyi öne çıkaran bir müzik konusu haline dönüştürülmektedir. Şüphesiz bu iki hal de Kur’an’ın indiriliş amacına taban tabana zıt bir sapmayı ifade etmektedirler.

3- Seyyid KUTUB’un ilk Kur’an neslinin oluşumunda dikkat çektiği bir üçüncü faktör ise şudur:“ O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu.”

Zihni planda yaşanan bu hicret ve kopuş, hayata taşınıyor, İslam’a girenlerin hayatında da, ahlaki ve davranışlar planında büyük bir inkılap yaşanıyordu. Cahiliyenin gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma hali kişileri kuşatıyordu. Tam bir yol ayrımı gerçekleşiyordu.
Konuyu Seyyid KUTUB biraz daha açarak şöyle diyor:
“Biz de bugün, İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta belki de daha koyusu içindeyiz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını taşıyor. İnsanların bakış açıları ile inançları, alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, yasa ve hukukları… hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam görüşü olarak saydığımız değerlerin çoğu bile cahiliye ürünüdür! Bu yüzden İslami değerler vicdanımızda tutunamıyor, kafalarımızda bir İslam bakış açısı belirmiyor, İslam’ın ilk döneminde yetişen o neslin bir benzeri gibi yeteri sayıda bir grup aramızda meydana çıkamıyor.”
“Bu yolda atacağımız ilk adım, kendimizi bu cahiliye toplumunun, onun değer ve görüş açılarının üzerine çıkarmak, dışında tutmaktır. Yolumuz boyunca onunla buluşmak (uzlaşmak) gayesi ile değer hükümlerimizden ve bakış açılarımızdan, az ya da çok (taviz vermemek) sapmamaktır. Biz ve onlar ayrı yolların yolcularıyız. Onlara bir adım bile uyduğumuz zaman metodumuzun tümünü ve yolumuzu kaybederiz.”
“Bu uğurda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu (net, ilkeli, onurlu) tutum bize ağır fedakarlıklar yükleyecek. Fakat Allah’ın desteğine mazhar olan o ilk neslin yolundan gitmek istiyorsak, başka bir alternatifimiz, tercih edeceğimiz başka bir yol yoktur.”
- Hakikaten başka yollar tercih edenler, uzlaşmalar, orta yollar ve sentezler peşine düşenler, zamanla ilkelerini, şahsiyetlerini, onurlarını ve yollarını zulumat içerisinde kaybetmiş, tanınmaz hale gelmişlerdir.

Halbuki yeni bir Kur’an nesli inşa edebilmek için, mü’minin andı mahiyetinde olan ve Kur’an’da beyan edilen; “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabb’i Allah içindir.” (En’am: 162) hükmünü özümseyerek hayata taşımayı başarmak ve bu istikamette direnmek mecburiyetinde olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.
- Bize tevarüsen intikal eden tarihi birikimi Kur’an’la sorgulayıp arınmak yerine, Kur’an’a tarihi birikimin ön yargılarıyla yaklaşanlar, Kur’an’ı belirleyen olmaktan çıkarıp, belirlenen konumuna indirgeyenler, cahili toplumdan ve cahili değerlerinden sıyrılarak Allah’a doğru zihinsel ve imani bir hicreti gerçekleştiremeyenler Kur’an neslini inşa edemezler.
- İyi bilinmelidir ki, geleneksel ve modern kirliliklerden arınan, Kur’an ve onun pratiği olan sahih sünnetten dini öğrenen, vahyin şahitliğini üstlenerek iman ettiği bu değerleri hayata taşıyarak ve yaşayarak içinde bulunduğu topluma güzel örneklik teşkil eden öncü ve örnek bir kadronun oluşması ve bunların kolektif çabası İslami toplumsal değişim ve dönüşüm için vazgeçilemez, terk edilemez, öncelikli bir gerekliliktir. Bu bakımdan böyle bir Kur’an neslinin, davetçi ve öncü kadronun önceliği ve vazgeçilemezliği üzerinde ısrarla durulmalıdır.
En önemlisi de oluşacak böyle bir kadronun mustakim olması, istikamet üzere, dosdoğru yolda ayaklarını sabit ve daim kılmayı başarabilmesidir. Her şarta rağmen ilke ve çizgisini muhafaza ederek direnebilmesi, gerekirse, değerleri, ilkeleri uğruna bedel ödemekten çekinmeyen bir mücadeleyi ve örnekliği ortaya koyabilmesidir.

- Kur’an nesli inşası ancak böyle tutarlı, ilkeli ve şahsiyetli bir mücadele pratiğinde mümkündür. Topluma götürülecek daveti de, ancak böyle istikrarlı, güvenilir, emin, adil şahsiyetlerin onurlu, ilkeli ve sebatkar mücadelesi tesirli ve bereketli kılabilecektir.
- Kur’an neslinin oluşmasını engelleyen modern ve geleneksel kirlilik kadar, vakıayı tanımamak, siyasal, sosyal, ekonomik olayları gerektiği gibi ve yeterince takip edememek, anlamlandıramamak ve bu hususta ilahi yöntemi takip etmemek de savrulmalara yol açmıştır.
 

Cuma Hutbesi

SEYYİD KUTUB VE METODUN RABBANİLİĞİ

 

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilakis onlar diridirler fakat siz fark edemezsiniz” 2/154

Değerli Müslümanlar bugünkü hutbemiz Üstad Seyyid Kutub’un şehadeti üzerine olacak. Üstad bundan tam 49 yıl önce 29 ağustos 1966 günü dönemin firavnu Abdunnasır tarafından şehid edilmiştir. Rabbim tüm İslam şehidlerinin makamlarını yüceltsin .

Seyyıd Kutub mücadele dolu hayatında çok değerli ve derinlikli eserlerde kaleme aldı. Ben hutbemde Yoldaki İşaretler kitabından bir bölümün tahlilini sizlere özetleyerek paylaşmak istiyorum.

Kur’an Metodunun Özelliği başlığı bağlamında kendisi şu tesbitlerde bulunmuştur. “Kur'an’ın Mekke’de inen kısmı, Peygamberimize (S) tam on üç yıl boyunca tek bir davadan bahsetti. Kur'an’ın Mekke'de inen kısmında bu dinin başlıca davası, en büyük davası, temel davası olan inanç ile ilgilendi. Bu davanın temelinde uluhiyet, kulluk ve bu ikisi arasındaki ilişki yatıyordu. Kur'an bu gerçekle «insana» sesleniyordu.

«La  ilahe illellah>> kelimesinin uluhiyet kavramının taşıdığı en önemli özelliği haksız yere el koyan yeryüzü kaynaklı otoriteye karşı bir baş kaldırma olduğunu, bu haksız el koymaya dayanan her çeşit oldu bittiye karşı baş kaldırmak olduğunu, Allahın izni olmaksızın kendilerince uydurulan yasalar uyarınca cemiyeti yöneten otorite mihraklarına karşı çıkmak demek olduğunu Araplar biliyorlardı. Dillerinin inceliklerine vakıf oldukları için «la ilahe illellah» cümlesinin öz manasını iyi bilen insanlar olarak Arapların bu çağrının, kendi durumları açısından, başlarındaki reisler ve otorite temsilcileri açısın­dan ne demek olduğunun farkında olmadıkları düşünülemez. Bu çağ­rıya ya da baş kaldırmaya bilindiği şekilde sert tepki göstererek ona karşı herkesin bildiği biçimde kesin bir ölüm-kalım savaşına girişmeleri bu yüzdendi. İslama davet hareketi niye bu konuyu başlama noktası olarak seçmiştir? İlahi hikmet, neden bu davetin bunca sıkıntıya katlanarak başlamasını gerekli görmüştür? Elbette bu konu hevalara bırakılacak bir konu olmadığı için.

Peygamberimiz (S) bu din ile gönderildiği zaman en verimli ve zengin Arap yöreleri Arapların elinde değildi, başka milletlerin elindeydi.

Denebilir ki, Peygamber olmadan önce Kureyş kabilesinin ileri gelenleri tarafından hakem tayin edilen ve Allah Resülü olarak görevlendirilişinden on beş yıl önce verdiği hüküm hoşnutlukla karşılanan “güvenilir” ve “doğru” lakablı, Kureyş kabilesinin en soylu oymağı Haşimoğullarının bir koluna mensup olan Hz. Muhammed (S): Hiç şüphesiz, iç ayaklanmalarla didişmelerin yiyip bitirdiği Arap kabilelerini biraraya getirmeyi amaçlayan bir Arap kavmiyetçiliği şuuru uyandırabilir, bu kabileleri kavmiyetçi bir hedefe yönelterek güneyde Pers ve kuzeyde Bizans imparatorlukları tarafından sömürge olarak el konan topraklarını kurtarabilirdi. Bundan sonra da “Arapçılık” ve “Arap kavmiyetçiliği” bayrağını dalgalandırarak Arap yarımadasının tümü üzerinde ırka dayalı bir birlik kurabilirdi. Söylenebilir ki, Peygamber'imiz (S) böyle bir çağrı ile ortaya çıksa, on üç yıl boyunca yanında yetkililerinin keyfi arzularına karşı direnerek sıkıntı çekeceği yerde, her yöreden tüm Araplar çağ­rısına koşarlardı.

Yine ileri sürülebilir ki, bütün Araplar çağrısına uyarak O'nu yönetim ve önderlik mevkiine geçirince, her türlü devlet yetkisini elinde toplayınca prestijinin doruk noktasındayken, bütün bu imkanları, tevhid inancını yerleştirme uğrunda kullanması çok daha kolay olurdu, insanları önce beşeri hakimiyeti altına aldıktan sonra onlara Rabblerinin egemenliğinde kul olmayı daha rahat benimsetebilirdi. Fakat her şeyi bilen Ulu Allah, elçisini bu yöne yöneltmedi. O'nu «la ilahe illellah» diye haykırarak ortaya çıkmaya, böylece hem kendisini hem de çağrısına inanan bir avuç azınlığı türlü sıkıntılara katlanmaya yöneltti! Niçin? Hiç şüphesiz, Ulu Allah Elçisini ve yanındaki müminleri sıkıntıya sokmak istemez. Tersine kavmiyet çağrısı ile ortaya çıkmanın yararlı bir yol olmadığını Ulu Allah bildiği için elçisini böyle yönlendirdi. Toprağı Bizanslı zorbanın (tağut'un) veya Persli zorbanın elinden kurtarıp Arap bir zorbanın eline vermek çıkar yol değildi. Çünkü zorbanın her çeşidi zorba idi. Toprak Allah’ındı ve Allah için kurtarılması gerekirdi.

Peygamber'imiz (S) bu dinle gönderildiği zaman Arap toplumu adalet ve servet dağılımı açısından alabildiğince kötü bir durumda idi. Çok ufak bir azınlık, gelir kaynakları ile ticareti elinde tutuyor, faize dayalı işlemler yolu ile ticaret ve gelir kaynaklarını katmerli bir biçimde artırıyordu. Geride kalan ezici çoğunluk ise açlık ve sefaletten başka hiç bir şeye sahip değildi. Servet sahipleri, aynı zamanda, şeref ve itibarın da sahipleri idiler. Büyük çoğunluk ise gelir kaynağı ile itibarı birlikte yitirmişlerdi!

Peygamber'imizin (S) bu dini sosyalist bir bayrak diye dalgalandırarak varlıklı zümreye karşı savaş açabileceği, onu yerleşmiş düzeni değiştirmeyi gaye edinen bir çağrı olarak ifade edip zenginlerin malını yoksullara geri alabileceği yolunun daha müessir bir çözüm olduğu ileri sürülebilir! Denebilir ki, eğer Peygamber'imiz (S) o gün böyle bir çağrı ile ortaya çıksaydı, bir yanda varlık, itibar ve mevkiine dayanarak işi iyice azıtanlara karşı çıkan yeni çağrının yanındaki ezici çoğunluk, öbür tarafta da söz konusu dünyalıkları ellerinde bulunduranlardan ibaret iki cephe ile karşılaşırdı. Böylece seçkin bir cemaatin dışında toplumun tümü, “la ilahe illellah” sancağının karşısına tek cephe halinde dikilmezdi.

Yine denebilir ki, Peygamber'imiz (S) bu dini, ahlakı güçlendirecek, cemiyeti arıtacak ve vicdanları temizleyecek bir reform (ıslahat) çağrısı olarak açıklayabilirdi. İleri sürülebilir ki, Peygamberimiz (S) o takdirde, ahlak ıslahatçısının her cemiyette bulabileceği, içtimai kirlilikten rahatsızlık duyan, ıslah ve arıtma çağrılarına katılmaktan iftihar ve vicdan rahatlığı bulan temiz insanların desteğini yanında bulurdu.

Her hangi biri diyebilir ki, eğer Peygamber'imiz (S) böyle davranmış olsaydı, cemiyetin temiz ahlaklı, yüce ruhlu, inanç sistemini benimseyip taşımaya elverişli olan iyi insanlar grubu, daha ilk günden «La ilahe illellah» çağrısına karşı güçlü bir direnme ile karşı koyacaklarına, ilk adımda, hemen O'nun davetini kabul ederlerdi.

Eğer bu dava, ilk adımını kavmiyet çağrısı veya sosyalizm çağrısı, ya da ahlak çağrısı olarak atmış olsaydı, yahut da tek temel esası olan “la ilahe illallah”ın yanına başka bir ilave daha koysaydı, bu metod sırf Allah rızası için olma özelliğini yitirirdi. İşte lailahe illallah çağrısını kalplere ve akıllara yerleştirme konusunda görünüşteki zorluklara rağmen bu yolun seçilmesi konusunda başkaca yan yollara sapılmaması konusunda ve bu yolda ısrar edilmesi konusunda Kur’an’ın Mekke’de inen bölümünde tutumu budur.

Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din ,aslında nasıl ilahi kaynaklı bir din ise, onun hareket metodu da özelliğine uygun olarak yine İlahidir. Bu dinin özünü, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.

İslamda metod öze eşittir, aralarında ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metod, sonunda İslamı gerçekleştiremez. Beşeri nizamlar kendi metodlarıyla gerçekleştirebilirler, fakat bizim nizamımızı gerçekleştiremezler. Metod tutkunluğu, her İslami hareket hesabına, inanç ve düzen tutkunluğu kadar kaçınılmazdır. «Hiç şüphesiz, bu Kur'an en doğru olana ulaştrır.»

Son olarak Üstad idamdan kurtulması için kendisine Abdünnasırdan özür dilemesi ve şimdiye kadar yazdıklarından vazgeçtiğini belirtmesi sonucunda bagışlanacağı teklif edildiğinde Kur’an’ın bahşettiği şu istikamet dolu cevabı vermiştir :”Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakkın hükmüne rzıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki 15 sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım asla tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır”

 Rabbimiz bu izzetli dava adamlarından olmayı hepimize kolaylaştırsın. Bizleri Şehidlerle,Salihlerle birlikte haşreylesin.. Amin..

 

Hayati İsaoğlu

 29.08.2015

Bu içerik 4119 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon