Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   DİĞER  >  2012
 
Radyo DENGE 18. Yılında Hicret Gecesi´yle Ankaralılara Unutulmaz Bir Gece Yaşattı...
Tarih: 21/11/2012
   


Radyo Denge 18.Yılı münasebetiyle düzenlemiş olduğu Hicret Gecesi dinleyicileriyle buluştu. 18 Kasım 2012 tarihinde, Kocatepe Kültür Merkezinde düzenlenen organizasyonda unutulmaz anlar yaşandı. Salon kapasitesinin üzerinde bir katılımla birçok dinleyicinin ayakta izlemek zorunda kalmasına rağmen 4 buçuk saat boyunca dikkate değer bir program ortaya kondu. Program öncesi saat 15.30 civarında Radyo Denge yararına düzenlenen Kermes ve sponsor firmaların tanıtım amaçlı açtığı standlar büyük ilgi gördü.

Radyo Denge 18.Yılı münasebetiyle düzenlemiş olduğu Hicret Gecesi dinleyicileriyle buluştu. 18 Kasım 2012 tarihinde, Kocatepe Kültür Merkezinde düzenlenen organizasyonda unutulmaz anlar yaşandı. Salon kapasitesinin üzerinde bir katılımla birçok dinleyicinin ayakta izlemek zorunda kalmasına rağmen 4 buçuk saat boyunca dikkate değer bir program ortaya kondu. Program öncesi saat 15.30 civarında Radyo Denge yararına düzenlenen Kermes ve sponsor firmaların tanıtım amaçlı açtığı standlar büyük ilgi gördü.

Sunuculuğunu Radyo Denge Programcılarından Bahaeddin Carda’nın üstlendiği, girişlerin ücretsiz olduğu Program, saat 17.30’ da okunan Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı. Okunan Tevbe Suresi 38,39 ve 40. Ayetlerin Meallerinin seslendirilmesinin ardından Şeyho DumanHocamızın yaptığı açılış konuşmasıyla sürdü. Şeyho Duman Hocamız kısa açış konuşmasında özelikle şu noktalara dikkat çekti.

“Bismilalhırrahmanirrahim

Elhamdulıllahirabbilalemın vesselatu vesselamu alarasuluna Muhammed veala alıhı vesahbıhı ecmaın .Bizi kendisinden ona haberdar eden , hayatı normal behimi varlıklar gibi yasamayı değil bütün mahlukların içerisinde en şerefli bir yeri imtiyaz etmek şerefine bizi ulaştıran rabbimize hamd olsun. Bildiğiniz üzere bizler Allah tarafından gönderilen elçilerin yolcularıyız. Onların tabileriyiz Onlar bize yol gösterdiler. Selam bu düşünceyi yaşayan ve bunu hayata intikale çaba gösteren bütün müminlere olsun. Kardeşlerim bizler hepimiz resulun söylediği gibi yarın huzura çıkacağız Oraya gideceğimiz gün bize soracağı şey şu nimetimden istifade edip emirlerimi dinlemediniz mi. Bundan hesaba çekileceğiz. Çünkü hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır. Eğer bugün sahip olduğumuz çeşitli nimetler arzu ettiğimiz gibi bizim tarafımızdan harcanıyor ise bilelim ki bunun muhakkak yarın karşılığı çıkacaktır. Tekasür de öyle demiyor mu ‘sümme letus elun yevme izin anın neım’ sonra siz o gün size verilen nimetlerden hisaba çekileceksiniz’.Bu idrak içerisinde hepimiz yarına ne hazırladığıma bakmak durumundayız. Haşr süresinin bir ayetinde ne diyor ‘vel tenzur nefsun ma gaddemat ligadin’ herkes yarına ne hazırladığına baksın. Hepimiz zaman zaman akşam evimize vardığımızda, hazırladıklarımıza bir bakmak durumundayız neyi hazırladık yarın göç başladığı zaman nasıl bir amelle gideceğimizin muhasebesini daha henüz ligad yarın diye hitap edilen an gelmeden önce kendimizi hisaba çekmek durumundayız. Mesajlarda diyor ki kendinizi hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Bizler bu idrak içerisinde bu noktaya Allahın izniyle varmak arzusundayız gelişimizde toplanma sebebini hepiniz bilmektesiniz. Bütün gayemiz yarın giderken ne gibi güzel amellerle gideriz hangi şeylerden uzak kalmamızın lazım geldiğinin idrakini yakalayarak böylece gideceğimiz gün ‘Rabbim senden başka ilah edinmedik Rabbimiz Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği mesajın ötesinde başka bir yol izlemedik. Din pazarında çeşitli mallar satanların müzeyyef manasız parasız şeyler satanların sattıklarına tabi olmadık. Cennet satanların cennete insanları kandırarak böylece şunu yaparak cennete gideceksiniz diyenlerin o ucuz satışlarına tabi olmadık. Biz bildik ki Muhammedi (sav) in başından geçenlerin, cenneti kazanmanın ne kadar zor olduğunu anladık. Evet O 23 senelik hayatı içerisinde rabbimin rızasını kazanıyım diyerek geceyi gündüze katıp böylece tek ona kulluk etti. Çaba gösterdi, gayret sarfetti. Ondan da öğreniyoruz ki onun sünnetinden ve hadislerinden anlıyoruz ki cenneti kazanmak O’nun rızasına nail olabilmek de kolay değil. Emek sarfetmek gerekiyor cehd etmek gerekiyor.

Hicret bi yerden terk başka bir yere göç etmek demektir. Bir yerin yanlışlarını terk edip doğru olanına gitmektir. Yanlış da kalıp böylece temenni etmek değil aslında yanlış gördüğümüz şeylerden doğru olana rızasına uygun amellere yöneltmektir. Hicreti geniş manasıyla ele alıp böylece izah etmemiz gerekiyor. Ancak zamanımızın darlığı dolayısıyla birkaç noktaya işret edeceğiz. Şunu hemen belirtelim bilelim ki kalpazanların bedava dağıttıkları paralara önem vermeyin. Piyasa fazla kalpazanlarla dolu. Müzeyyef paralar icat ederek cennet vuruşluk yapanları yanlış sözlerine inanmayın. Yarın çok zor bir gün. Hz. Muhammed (sav) bile Fatıma sına diyordu ki Ey kızım sen yarın kendi amelinle muhasebe edileceksin Senin amelin seni ya cennete ya cehenneme sevk edecektir. Benim yarın sana en ufak bir faydam olmayacaktır Dediler ki ya Resulallah sen demi evet evet bende O’nun rahmetı onun refet sıfatı gerçekleşmesse ben de Rabbımin rızasını kazanmak noktasında epeyce sıkıntı çekeceğim diyor. Hicret bunu anlatıyor bize.Hicret bır sıkıntıyı anlatıyor . Bu bize örnek olarak karsımıza durmalı ve hicretin ne kadar zor olduğunu coluk çocuğunu yetiştiği yurdu ve icabında sevdiği akraba talukatını bırakıp gitmenin gerekebileceğini düşünmeliyiz. Buna fiziki hicret diyebiliriz

Hicret sadece Hz. Muhammed’in (sav) Mekke den Medine ye göçü değil, aynı zamanda Kuranın bütünlüğü içerisinde olaya baktığımızda batıldan hakka,kötüden iyiye,hevadan vahye, zulümden adalete ,çokluğa kulluktan tek Allaha kulluğa doğru bur yöneliştir. Her bir müslümanın bu hicreti kendi içinde yaşaması gerekir. Bu yolda rehberi Kuran ve Resulün örnekliği olmalıdır.Elbette bu yolda sıkıntılar ve zorluklar olacaktır.Ancak şahitliğimizin gereği budur.Nitekim Kerbala kıyamının yıldönümünün yeni geçtiği günlerden geçiyoruz. Hz.Hüseyin ‘de hicretini ,şahitliğini zulümden adalete yapmış ve çağlara mesaj veren bir kıyamın örnekliğini sunmuştur.Hakkı hakim kılmak isteyen tüm müminlerin bu anlayış içerisinde hicreti ve Kerbela örnekliğini özümsemeleri gerekmektedir. Bu tür toplantıların hicret ve Hz.Hüseyin şahitliğini tekrar gündeme getirip ,gençlerimize bu mirası aktarmada vesile olması temennisi ile Hepinizi Rahmeti bol,Bağışlaması bol,tek Rabbimiz olan Allah’a Emanet Ediyorum.” Diyerek konuşmasını tamamladı.

Ardından Radyo Denge teknik personeli Kürşat Oğuz Arslantaş’ın hazırladığı ve Radyo Denge Programcısı Alper Tuna'nın seslendirdiği Hicret konulu sinevizyon gösterisiyle devam etti. Program; İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı,İLKAV Çocuk Kulübü’nün, yaşları küçük ama sözleri büyük dev korosunun seslendirdiği ezgilerin oluşturduğu duygu dolu atmosferle ilerledi. Ardından Bilal ve Ahmetkardeşlerin seslendirdikleri ezgi ve neşideler salonda büyük bir coşkuyla karşılık buldu. Bu atmosfer Radyo Denge Müdürü Hayati İsaoğlu’nun Radyo Denge nin 18 yıllık mücadelesi ve misyonuyla taviz vermeden ilerlemeye çalıştığını ifade eden kısa konuşmasında ;radyoda ve düzenlenen gecede emeğe geçen herkese teşekkürlerini ve dualarını iletirken dinleyicilerden desteklerini artırarak sürdürmelerini talep etti.

Hiç vakit kaybetmeden sanatçı dostumuz Hasan Enes sahne aldı. Ortalama 40 dakika süren bu konserde Hasan Enes, Unutulmayan ezgilerinden Evet İsyan, Yürür Dağlar gibi eserleri ve samimiyet dolu Şiirleriyle salonu hınca hınç dolduran insanımızın Tevhid ve Tekbir nidalarıyla gecemizin hatırlanacak anları arasında yerini aldı.

Ardından gecenin konuşmacısı “Hicret ve Kerbelayı Anlamak” konulu sunumuyla Araştırmacı -Yazar Hüseyin Alan hocamızın sohbeti geceye ayrı bir değer kattı. Hüseyin Alan konuşmasında Müslümanların slogandan öte dünya insanlığına söyleyecek söz ve pratiği oluşturmaları, sağlam temelleri olan bir cemaat yapılanması içerisinde Mekke ve Medine yi iyi anlamaları gerektiğini vurguladığı konuşmasında Hicret ve Kerbela olayı bağlamında şu hususlara dikkat çekti.

“Hicret, Kuran’da “hecr” kökünden gelen çeşitli türevlerle 31 yerde geçer. Bunların tümü bir şeyden, bir yerden ayrılmak ve onları terk etmek anlamındadır. Ortak anlam, tüm gönül bağlarını cahiliyyeden, şirkten, tağuttan koparıp Allaha ait kılma, itaati ve teslimiyeti sadece Allaha döndürmedir… Kişisel olarak başlayıp nefiste olanları değiştirme dediğimiz haramların terki, farzların ikamesi ile devam eden; toplumsal olarak cahiliye yapısından kopup İslam temelli kardeşlik topluluğunu inşa etmeye, hicret ederek devlet olmaya kadar giden bir sürecin aşamalarıdır… Bu aşamalardan hicret önemli bir dönüm noktasıdır. O nedenle Kuran’da hicret edenler övülür; hicret edenler hakiki mümin olurlar (Enfal 74-75), Allahın rahmetine mazhar olurlar (Bakara 218), günahları affolur (Ali İmran 195), hem dünyada hem de ahrette büyük mükâfat kazanırlar. (Tevbe 20, Nahl 41, Hac 58, Nisa 100)

Hicretin dil ve kalp ile yapılanından bahseder Kuran. Bu hicret, inandığını söyleyen her kişi için ilk aşamadır. Kalp ile yapılanı, Allah’a teslimiyet bağlamında, her şeyde sadece onun rızasını gözetmek için niyetin, amacın ve varlık gerekçesinin değişmesi; dil ile yapılanıysa, diğer insanlara bunun duyurulması, tüm ilişkilerde uyulacak şartların önceden beyanıdır. (Müzemmil 10, Nisa 34) Ankebut 26’da, benzer biçimde sadece Allah’a yönelme hicretinden bahsedilir… Bu açıklamalara göre bir Müslüman zaten, her zaman hicret halindedir. Kötülükten iyiliğe, batıldan hakka doğru gelişen bir süreçtir bu. Bu sürecin belli aşaması, toplu hicrettir. Bu Bakımdan hicretin her türünden kaçınmak, hevayı ilah edinmek ve günah işlemekte ısrar etmek gibidir. Çünkü şer hayra, günahlar sevaba dönüştürülmezse, şer işlenmeye devam ediliyor demektir. O halde hicret hem kişisel-psikolojik, hem de toplumsal-sosyaldir.

Hicrete anlamını veren asıl ve örnek olay; son peygamberin yaptığı göç hareketidir. O da şirkin, küfrün, tuğyanın ve fesadın iktidar olduğu yurdundan, ülkesinden, toplumundan koparak; gittiği yeri İslam diyarı yapmak, Müslümanları ayrı bir toplumsal varlık olarak yeniden inşa etmek amaçlı olmuştur. Bu arada başka diyardaki diğer Müslümanların İslam ülkesine çağrılması, onların da Müslümanlara intikalinin sağlanmasıdır. Bu nedenle hicret; iman etmenin; Allah’a teslimiyet ve resulüne bağlılık göstermenin; sadece Allah için fedakârlık yapmanın; her şeye rağmen ve her şartta sadece Allah rızasını gözetmenin fiili bir göstergesidir. Dolayısıyla bu hareket aynı zamanda şirke, küfre, zulme, fesada ve bu nitelikleri temsil eden iktidar sahiplerine boyun eğmemenin, onlara itaat etmemenin gereği ve sonucudur. Bu bakımdan hicret, imanların sınandığı, gerçeğiyle sahtesinin ayrıştığı bir imtihan evresidir… Hz. Peygamberin hicreti, Mekke’de risaletin 13. yılına tekabül eden ilk Muharrem ayında (16 Temmuz 622) başladı. Peygamberin kendi hicreti ise 12 rebiyülevvel (23 Eylül 622) de oldu. 53 yaşındaydı. İlk durak Medine’ye 4 km kadar uzaklıktaki Küba’dır. İlk mescit orada yapılır, peygamber ilk cumasını orada kılar. Küba’da 14 gün kaldı. Sonra Medine’ye geçti…

Hicret İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır çünkü hak dinin ve mensuplarının var olmasına, fiziki bir varlık olarak ortaya çımasına açılan bir kapı, yeniden dirilişi ve gücü ele geçirişin de başlangıcıdır. Dolayısıyla hicret, sırf dini bir tercihten doğan, sadece Allah’a itaat etmenin gereği belli bir aşamaya gelmenin sonucudur… Bu nedenle hicret, peygamber döneminde sadece bir kez olup biten bir göç hareketi değildir. Tarih içinde, Müslümanlar için, yaşadıkları toplumlarda ve ülkelerde benzer şartlar gerektirdiğinde, her zaman geçerli bir aşama, olması gereken bir harekettir. Bu nedenle hicretin sebebi, amacı ve sonuçlarını anlamak, hicreti doğru anlamak için gereklidir.

Hicret; Müslümanların toplumsal ve siyasal planda güç elde etmek ve bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkmak için, şartları uygun bir melceye yerleşmesi; oradan tüm insanlığa doğru dal budak salma imkânını bulmak için yapılan bir harekettir. Orada dolayısıyla İslam’ı toplumsal planda ve hükümleriyle tam olarak uygulama imkânı elde edilecektir. Çünkü İslam, hicretle gittiği yerde kendi hayatını kurdu. Ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı. Ve diğer tüm insanlar bu sayede İslam’la tanışma imkânı buldu… O nedenle hicret, kötü şartlardan kurtulup daha iyi şartlara kaçış değildir. Zulüm ve baskı görülen bir yerden kurtulup daha serbest ve rahat bir yere gidiş değildir. Hele zulümden kaçış hiç değildir. Dolayısıyla huzursuz bir yerden daha huzurlu, dinin daha rahat yaşanabileceği düşünülen bir ülkeye gitmek de değildir. Bu bakımdan hicretin sonuçları, hicretin anlamını da, değerini de anlamak için önemlidir…

Hicret stratejik bir karar, gidiş gerekçelerine uygun, gerekirse geri dönme amaçlı, varılacak yerde İslam’ın egemen olmasının gözetildiği bir kararlılıktır. Bu bakımdan yaşanan ülke şartları, Müslümanların kendilerini ifade biçimiyle, sistemle kurdukları ilişkiyle alakalı bir aşama olup, tıkanan mücadelenin uygun bir başka ülkede güçlenmesi arayışıdır. Nitekim Mekke’de sürdürülen mücadele tıkanma noktasına geldiğinde Habeşistan, Taif gibi beldeler de denenecektir. Bu aşamayı başlatan sebepler, bundan sonrası için de geçerlidir.

HİCRETİN SEBEBİ:

Mekke dönemi, imanda samimiyetin, inanılan şeylere sadakatin, Allah’a ve resulüne güvenin eşsiz bir örneğidir... Mekke şehir devleti ve oranın zalim, müşrik yöneticileri Müslümanlara eziyet ediyor, işkence yapıyor, zulmediyorlardı. Onların düzeni bozmamaları, toplumu bölmemeleri için eski dinlerine dönmeleri konusunda baskı uyguluyorlardı. Orada ileri gelenler, azgınlar, peygambere inanmış birkaç kişi varken önce pek aldırmadı. Sayı arttıkça onların tepkileri de arttı. Buna bağlı olarak hakaret, alaya alma, sıkıştırma, baskı kurma, fiili işkence ve korkunç derecede etkili ambargo gibi yöntemler de farklılaştı… Bu bakımdan orada Müslüman olmak her türlü riski göze almaktı.

Müslümanlar, Mekkeli yetkililer ve idarecilere göre kendilerinin bir parçasıydı. Oradaki sistemin ve devletin kendi düzenlerine uyması gereken vatandaşlarıydılar. Siyasi ve hukuki bakımdan mevcut otoriteye bağlı kabul ediliyorlar, onlardan da kendilerine itaat bekleniyordu. Putperest Mekke idaresi, atalarından devraldıkları din ve oradan referansla insanlara hükmediyorlardı… Oysa Peygamber daveti, onların izni ve kontrolü dışında bir gelişme oluşturdu. Peygamber söylemi onların yönetimlerini ve yöneticilerini meşruiyet açısından eleştiriyor, zulümlerini açık ediyor, onları da hakka çağırıyordu. Onların dinini ve dinlerine dayalı hayat biçimlerini bu sebeple reddediyor, onlara itaat etmiyordu. Dolayısıyla peygamber ve ona inananlar, Kureyş’in yönetiminin kontrolünden çıkıyor, bağımsız hareket ediyordu. Buna izin verilecek olursa, toplum parçalanacak, birlik dağılacaktı. Nitekim Mekkeliler, peygamberi bu konuda fitne çıkarmakla suçladılar.

İçerde bu gelişmelere rağmen insanlar peygamberi dinliyor, inananlar ona itaat etmeye devam ediyordu. Mekke’de yeni gelişen dini hareket ve oluşum, toplumsal yapıyı içerden dönüştürme konusunda tıkanıklık yaşayınca bir çözüm arayışı başladı. Habeşistan hicreti bu nedenle yapılan bir çıkış denemesidir. Güdülen amaçlar orada gelişebilirdi ama çeşitli nedenlerle olmadı. Bundan sonra Kureyş yönetimi, Müslüman cemaate karşı boykot uygulamasına başladı. Bu sancılı, acılı süreç üç yıl kadar sürdü. Müslümanlar bu süreçten yüz akıyla, çeliklenerek ve daha da arınarak çıktılar. İmanlarına güç kattılar, Allah’a olan güvenlerini tazelediler… Boykot sonrası davet başka bir aşamaya geçti ve fuarlar, panayırlar ve hac vesilesiyle Mekke’ye dışarıdan gelenlere yönelik çalışmalar başladı. Güçlü, sayıca çok kabilelerin temsilcileriyle ayrıca stratejik görüşmeler oldu. Bu görüşmelerde istenilen gelişme sağlanamadı. Ardından Taife sefer yapıldı ama o da istenilen şekilde neticelenmedi…

Şayet peygamber, sadece güvenlikli ve daha serbest bir melce aramış olsaydı, bu görüşmeler başarılı sonuçlar doğurabilirdi, nitekim kimi kabile reisleriyle o aşamaya da gelinmişti. Ama maksat sadece o olmadığı için sonuç gerçekleşmedi. Nihayet risaletin 10. Yılında (m.620)Medine’den gelenlerle gizliden gizliye her yıl hac döneminde yapılan akabe görüşmeleri başladı ve üçüncü görüşmede şartlar olgunlaştı ve anlaşma tamamlandı. Bu Allah’ın kuluna vaat ettiği ve önceden haberdar ettiği bir yoldu. “Ancak insanlara zulmedenlerin ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhine bir yol vardır” (Şura 42) Bundan sonra açıktan veya gizlice olmak üzere, tek tek veya guruplar halinde Medine’ye hicret başladı. En sonunda da Ebu Bekir’le peygamber hicret etti. Onun Medine’ye gelişiyle en büyük bayram yaşandı ve sevinci kasideler söylenerek, şiirler okunarak ölümsüzleştirildi…

Şimdi şöyle bir sorgulama yapalım; Müslümanlar Mekke’de adi suçlular mıydı? Başkalarının malına, namusuna, canına tecavüz eden, haksızlık yapan zalim kimseler miydi? Müslümanlara kimsenin şirretli, haydut, zorba, katil, hırsız diyemediği halde, onların öyle olmadığı bilindiği, düşmanlarının bile bunu söylemediği halde. O halde onların başlarına gelenler hangi nedenleydi? Oysa Mekkeli birisi iman edip peygambere itaat ettikten sonra onun ahlaki yapısı düzeliyor, kötü huylarını terk ediyor, önceden yaptıkları fenalıklardan vazgeçiyordu… O halde onların tek suçları eski dinlerini terk edip İslam’a girmeleri, Allah’ı birleyen, ondan gelenleri üstün tutan, peygamberi tasdik eden tevhid söylemiydi. Bu söz öyle anlamlı ve kuşatıcıydı ki, Mekke toplumu ve oligarşisi için son derece önemli sonuçlar doğruyordu. Bu söz söylendiğinde muhatabında tüyler ürpertici sonuçlar doğuruyordu. Çünkü bu sözü söyleyen bir kişi değişiyor, başka bir insan oluyordu. Önceden gösterdiği bağlılığını koparıyor, itaatten vazgeçiyor, değer verdiği kurallardan kopuyordu. Onun yerine Muhammed’e itaat ediyor, onun söylediklerini yapıyordu. Böylece Mekke yönetiminin çizdiği sınırları aşıyor, cezalandırılmalarına rağmen onlar kontrol edilemiyordu. Böylece büyük sorun oluyordu Müslümanlar…

Şirk en büyük zulüm, müşrikler de en büyük zalimlerdi. Müslümanlar bu nedenle baskı altında tutuluyor, onlara olmadık eziyetler çektiriliyordu. Mekke ileri gelenleri hemen her konuda onlara müdahale ediyor, kendi sistemlerine uymamaya zorluyorlardı. Bu nedenle Müslümanlar hem dinlerini tam olarak yaşayamıyor, hem de davetlerini başkalarına ulaştıramıyordu. İslam’ın hükümlerini sosyal alanda uygulayama imkânı tanınmıyor, Müslüman’ca yaşamaları engelleniyordu. Buna rağmen güç dengeleri nedeniyle Müslümanlar onlara karşılık vermiyor, başlarına gelenlere güzellikle sabrediyorlardı. Allah, bu şartlarda onların karşılık vermesine izin vermemişti. Şartlar Müslümanların aleyhine geliştikçe onlar sabrettiler. Belli olmuştu ki artık orada yapacak fazla bir iş kalmamıştı. “peygamber dedi ki, ey rabbim, doğrusu kavmim bu Kuran’ı mehcur tuttular.” (Furkan 30)

Müslümanlar davalarından vazgeçmeyip her şeye rağmen ısrarlarını sürdürünce süreç karşılıklı saflaşmayı ve ayrışmayı getirdi. Başka bir melce, hicret yurdu arayışı, bu nedenle başladı. Dinlerini tam olarak yaşayacakları, siyasi bir varlık ve toplumsal bir güç olmalarını sağlayacak, insanlara da ulaşacakları bir melce, bunun için gerekliydi. Allah bunu önceden haberdar etmişti. “ve şöyle dua et, rabbim, gireceğim yere güzellikle girmemi sağla. Çıkacağım yerden de güzellikle çıkmamı sağla. Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra 78) Ve günün birinde Allah’ın yardımı geldi ve Müslümanlar bir iman yolculuğuna çıktılar. Orada kendi hâkimiyetlerini kurdular. Hukuki olarak, siyasi olarak ayrı bir varlık ve otorite oldular. Bu sayede kendilerine saldıran düşmanlarına karşı savaşma iznine kavuştular. O günün Arabistan’ın da askeri ve siyasi en büyük gücü ve lideri Mekkeliler karşısında ayrı bir taraf oldular…

Müslümanların hicret öncesi varlıkları fiili bir cemaat iken, hicret sonrası fiziki bir varlığa, toplumsal bir güce ve devlete dönüştüler. Bu nedenle Mekkeliler hicri 6. Yılda Hudeybiye anlaşması yapmak zorunda kaldı. Daha önce kendilerini yok etmeye çalıştıkları Müslüman varlığı, bu defa ayrı bir taraf, hukuki ve siyasi bir yapı olarak kabul ettiler. Bu diplomatik zafere Kuran, “en büyük fetih” demektedir. Bundan sonra artık Müslümanlar diğer ülkelere ve insanlara karşı daha rahat, daha emin şekilde ilişki kurmaya, davetlerini yaymaya başladılar. Din artık tüm insanlığa ulaştırılabiliyordu... İşte bu sonucun ve zaferin yolu, hicretle açılmıştır. Bu nedenle şayet hicret olmasaydı, bu tarz büyük bir gelişme olmayabilir, aralarından peygamberleri ayrılınca Müslümanlar kendi kavimleri içinde yok olup gidebilirlerdi. Tıpkı Kuran’ın haber verdiği, tarihin de bolca kaydettiği kitap ehli diğer dindarlar gibi. Günümüz Müslümanlarında da rahatlıkla görülebildiği gibi.

HİCRETTE AMAÇ:

Doğup büyünülen bir beldede küfür, zulüm, şirk ve fesat hâkimse, hak olana çağrı engelleniyorsa, Müslüman olanlar belli evreleri geçtikten sonra, İslam’ı bütünüyle yaşama imkânı bulmak için yapılır. Çünkü küfrün hâkim olduğu belde de Allah’dan gelenlere iman etme çağrısı, sistem sahipleri ve ileri gelenler tarafından karşı tepkiler doğurur. Burada suskunluğa, müdahaneye razı olunmaz ve cihad için bir yol aranır. Bu arayışla başka bir belde Ya İslam yurdu yapılır ya da var olan İslam ülkesine intikal edilir… Bu aşamada hicret ümitsizlik ve çaresizlik halinde başvurulan bir hareket değil, sadece başa gelen baskı ve zulümlerden kurtulmak için daha rahat bir yer arayışı değil, ancak daha büyük hedefler için başlayan bir sürecin belli noktadan sonra gelişen bir aşamasıdır. Dünya imtihan alanı olduğu, Müslümanlar da sınandığı için, önceki süreci doğrulukla ve sabrederek aşanlar, bu defa malını, akrabalarını, ailesini de terk ederek daha kuvvetli bir ümitle hicrete soyunur. Hz. İbrahim bu nedenle örnek gösterilir Müslümanlara. (Meryem 47-49, Mümtehine 4)

Neresi olursa olsun bir ülke ki, Mekke olsun, Kudüs, Türkiye veya Amerika olsun fark etmez, orada İslam’ın izzeti ve şerefi korunmuyor, Allah’dan gelenler üstün tutulmuyor, Müslümanlar sırf rabbim Allah’dır dedikleri için dinlerini her alanda tam olarak yaşayamıyor, dolayısıyla aşağılanıyor ve eziyetlere maruz kalıyorsa orası, İslam diyarı da olmaz, Müslümanların yaşaması gereken vatanı da olmaz. Orası kuru bir toprak parçasıdır. Bu durumda öncelik, yakından uzağa tüm çevreden ve gayri meşru sistemden, gönülden desteği kesmek, Allahın gönderdiklerine muhalif emredilen kurallara uymamak ve sistemden kopuş yaşamaktır. Müslümanlar kendi varlıklarını böylece ortaya koyacaklar ve koruyacaklardır. Bu davranışlarından dolayı başlarına gelenlere güzellikle sabredecekler, şiddet ve karşı tepkiye yönelmeyecekler, böylelikle sınanarak arınmış olacaklardır. “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahretin mükâfatı elbette daha büyüktür. Onlar rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl 41-42) “Sonra şüphesiz rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Çünkü rabbin, onların bu gayretlerinden sonra elbette çok bağışlayıcı, pek merhamet edendir.” (Nahl 110) "İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir." (2/Bakara, 218)…

Müşriklerin ve zalimlerin egemenliğinde yaşamayı sürdürmek, inananların dinlerini değiştirmesiyle sonuçlanabilir. Burada Hz. Şuayb’ın başından geçenler hatırlanmalıdır: Onun kavminden peygamberi tasdik etmeyip azgınlığı sürdüren ileri gelenleri şöyle dedi; “Ey Şuayb, seni ve beraberinde iman edenleri muhakkak ya ülkemizden çıkartacağız, ya da mutlaka bizim dinimize döneceksiniz. Şuayb, yaa, istemesek de mi? Dedi.”(Araf 29)… O nedenle iman edenler, bir hicret yurdu aramak, kulluklarını tam olarak yapacakları bir aşamaya geçmek durumundadırlar. Çünkü hicret bu manada yeniden diriliş, toparlanış ve güç elde ederek kendi toplumsal varlığını inşa etmektir. Nihayet tüm insanlığa daveti ulaştıracak imkânlara kavuşmaktır… Çeşitli bahanelerle hicret etmeyi düşünmeyenlere cehennem azabı hatırlatılıp mazeretlerinin geçersiz olduğu bildirilmektedir. “Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisâ, 97) Çünkü bunlar Allah’ın emrine karşı çıkmış, İslam’ı tam olarak yaşayabilmek için bir çaba da göstermemişlerdir.

Hz. İbrahim de benzer bir duruma düştüğünde, kavmi ve ileri gelenler onu tehdit etmişler, hatta ateşe atmışlardı. Ona alaya almışlar, ona inanmamış, onu reddetmişlerdi. Onu sadece Lut tasdik etmişti. Kavminin, hemşerilerinin ve ülkesinin bu tutumu karşısında Hz. İbrahim onlara şöyle dedi; “doğrusu ben rabbimin dilediği yere hicret ediyorum. Şüphesiz o en güçlü ve hâkim olandır.” (Ankebut 26)

Ashab-ı kehf, kafir ve zalim bir yönetime itaat etmeyip hicret ettiler, toplumlarından kopup mağaraya sığındılar. Allah onlardan razı olmuş, Kuran’da onları “genç yiğitler” olarak övmüştür. (Kehf 13-16) Onlar, “…şu bizim kavmimiz Allah’dan başkasını ilah edindiler. Haklı olduklarına dair ellerinde açık bir delilleri de yok. Oysa bizim rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir. Biz ondan başkasına kulluk etmeyiz. Şayet biz de onlara uyarsak andolsun ki o zaman hakikatten uzaklaşmış oluruz. Sonra birbirlerine dediler ki, madem ki biz onlardan koptuk, Allah’ın dini dışındaki dinlerden de ayrıldık (hicret), o halde mağaraya çekilelim ki rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, bu işimizde de bize kolaylık sağlasın…” Ayetler böyle söylüyor.

Hicrette bir diğer amaç, Müslümanlar arasındaki kardeşliği, dostluğu pekiştirmek buna karşın kafir, müşrik ve münafıklara inanmayıp, onları teşhir etmek, onlarla dostluk bağını kopartmaktır. Çünkü onların amacı, yeryüzündeki herkesin kendileri gibi putperest olmasıdır. Çünkü onlar insanların iman etmesini istemezler. (Nisa 89) Şayet Müslümanlar bunlara aldanırsa yeryüzünde hak batıldan ayrılmaz, iman küfürden ayrışmaz, hak din hakim olmaz, fesat iktidarını hep sürdürür durur. Dolayısıyla Müslümanlar arasında birlik, dostluk, kurulmaz, İslami düzen inşa edilmez. Çünkü onlar arasında görüş ayrılıkları çıkar, onları gevşeklik sarar. Oysa kafirler, müşrikler, zalimler ve münafıklar birbirlerinin dostu; Müminler de müminlerin dostudur. Diğerleri inkarda, zulümde ve tuğyanda birlik olurken; müminlerse imanda, teslimiyette ve adalette birliktirler. Kuran’da iman kardeşliği hicret etmekle eş değer tutulmaktadır çünkü hicret etmeyenlerin müminlerle dost olamayacağı belirtiliyor. Bu ayetleri, Mekke’deki durumları göz önüne aldığımızda daha anlaşılır buluruz…

Hicretin bir diğer amacı, son peygamberin, İslam’ın her şartta ve durumda uygulanması konusunda, herkesi bağlayıcı örnekliğiyle bu işlerin son şeklini ve örneğini göstermiş olmasıdır. İlahi davet doğru olarak nasıl anlaşılacak, nasıl sahiplenecek, nasıl tatbik edilecek, hangi şartlarda nasıl davranılacaktır, bunun şekli de var onda… Allah’ı inkar edenler yahut ona ortak koşanlar bir yana, iman ettiği halde imanına şirk karıştıranlar, nefislerine zulmedenler de dini gereği gibi anlamıyorlar. Bunun sebebi, Allah tasavvuru sahih değil. Vahiy telakkisi ve elçi algısı da sahih değil. Ahiret inancı ise flulaşmış durumda. Buradaki şirk sadece imanla da, itikadi konularla da ilgili değildir. İbadette, ahlaki tutum ve davranışta, siyasi hakimiyet ve bağlılık manasına tabiyet ilişkisinde de geçerlidir. İşte dost ve kardeş olan müminlerin bu tür şirkten kurtulup zaman ve mekan farkıyla birlik olmanın şartlarını üretip cahiliyyeden ayrışması, hicrete kadar giden yolda birlikte ilerlemesi gereklidir. “Onlar başka sebeple değil, sırf rabbim Allah’dır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac 40)… Kuran’ın açıkladığı gibi, imandan sonra malları ve canlarıyla imtihan edilme süreci, cihadla birlikte hicretle mümkündür. Allah’a bağlılığın fiili göstergesi de budur. Tevhid budur, tevhid davası budur. Böylece tevhidin hep hareketli olduğunu, hayata kendi iradesiyle müdahale ettiğini görürüz. Bilindiği gibi Tevhid, Uluhiyeti ve Rububiyeti Allah’a has kılmak, yaratılışı, rızkı ve eceli ona havale edip onun yeryüzünde hakimiyetini sağlamaya çalışmaktır. İşte bunun nasıllığı son peygamber örnekliğiyle Mekke’de yaşanmış ve gösterilmiştir.

Hicretin belki de en bariz amacı, hicrete giden süreçte Mekke’de Müslüman olmanın ne demek olduğunu, iman edenlerin nasıl değiştiğini doğru biçimde anlamaktır. Mekke’de şahadet getirip Müslüman olanlar, cahiliye toplumundan, hemşerilerinden, akraba ve dostlarından ayrıştılar. Orada mümin olmak, gönlünü, desteğini, bağlılığını ve itaatini sadece Allah’a yapmak, peygamberin liderliğine ve rehberliğine tabii olup kendini İslam cemaatine teslim etmekti. Buna karşılık yine gönlünü, desteğini, bağlılığını eşinden, akrabalarından, eski dostlarından, kavminden ve Kureyş’in liderliğinden çekip almak, onlardan kopmaktı. Kan kardeşliği, aile, ulus ve vatandaşlık bağlılığı gibi bağları koparıp iman kardeşliği bağıyla bağlanmaktı.

Bu nedenle ilk Müslümanlar önemlidir. Onlar üstündürler. İzzet ve şerefte öncüdürler. Çünkü onlar bu dini yaşayarak örneklendirdiler, peygambere verdikleri destekle dini ilkeleri canlı ve yaşanır kıldılar ve bize kadar da ulaşmasını sağladılar. Çünkü onlar gerçekten iman ettiler, malları ve canlarıyla Allah için cihad ettiler, hicret ettiler. İmanı küfre, kıyamı zulme, teslimiyeti zillete, hakkı batıla, ahreti dünyaya tercih ettiler. Sadece Allah’a bağlandılar, güvendiler, ittika ettiler. Bu yüzden başlarına gelenlere güzellikle sabrettiler. Hicret ederek her şeylerini kaybetmeyi göze aldılar. Ülkelerini, akrabalarını, eski dostlarını, evlatlarını ve mallarını terk ettiler. Ve canlarını terk etme pahasına cihat ettiler. “Öne geçen muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 100)

Mekkeli müşrikler Medineli Yahudilerle düşmandılar. Medineli Araplarsa hem kendi aralarında hem de Yahudilerle düşmandılar. Fakat Hz. Peygamberin daveti başlayınca onların hepsi birden kendi aralarında dost oluverdiler de Müslümanlara karşı birleşip yardımlaştılar. Allah’ın dediği doğrudur, haktır. Müslümanlar kendi aralarında dost olmazlarsa, kafirler, müşrikler ve münafıklar kendi aralarında dost olurlar. Müslümanlar işe el atmayı düşünmez ve gereği üzere çalışmazlarsa ötekiler yapar bu işleri. O zaman da yeryüzünde kargaşa çıkar, fitne iktidar olur ve büyük bir bozgun başlar. Zalimler, fasıklar yeryüzünde kan döker, fesat çıkarırlar… Bu günkü dünyada, şu anki halimize, Müslüman topluluklara bakıldığında ortaya çıkan fotoğraf, bu durumu gayet güzel açıklamaktadır.

Kafirlerin birleşik kuvveti karşısında zayıf olan Müslümanlar, Allah’a güvenip dayanırlarsa, iman edip hicret yurdu ararlarsa, malları ve canlarıyla cihad ederlerse, imanları test edilmiş olur. Böylece güç ve kudrete ulaşmış, zaferi hak etmiş olur. Tevbe süresi 20. Ayet bu durumu anlatmaktadır. Böylece hem hicret eden Müslümanlar kaybettiklerini tekrar kazanmış olur ve hem de onlara destek olan ensar da kazanmış olur. Haşr süresi 8-9. Ayetleri bu durumu anlatır… Peygamber Ensar’a diyor ki, “isterseniz evlerinizi, mallarınızı muhacirlere taksim edersiniz, benim muhacirlere taksim ettiğim gibi size de ganimetten taksim ederim. İsterseniz ganimet muhacirlerin, evleriniz ve mallarınız sizin olsun.” Cevap enteresandır, “hayır, biz evlerimizi ve mallarımızı muhacirler için taksim ederiz, ganimete de onlar için iştirak etmeyiz.” (F. Razi’de geçer) Allah’ın vaadi böyle gerçekleşmiştir. Kalpleri telif eden, muhacirleri ve ensarı kardeşler kılan Allah ne yücedir. Bu konuda Allah buyuruyor ki, “haksızlığa uğratıldıktan sonra (iman ettiği için zulüm görmek) Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür. Keşke bilseler. Onlar sabreden ve yalnızca rablerine güvenen kimselerdir.” (Nahl 41-42)

“Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara 218. Ayrıca Ali İmran 195, Enfal 72-74-75, Tevbe 20, Nahl 110) Sadece rabbim Allah’dır dediği için türlü eziyetlere uğrayan, sabreden ve sonra hicret eden ve Allah uğruna savaşanlara büyük mükâfatlardan bahsedilir. (Hac 40) Burada anlatılanların özeti, iman etmek, iman gereği başa gelenlere sabretmek, hicret etmek ve cihat etmektir. İnanmış ve teslim olmuş bir kul için; Hayat, iman, sabır, cihad ve hicrettir formülü hepimizin ezberinde olan, ne güzel formüldür. İşte hayatını böyle düzenleyenlere hem dünyada hem de ahrette zafer vardır… Bakara 218, Ali İmran 195’de, Bu tür müminlerin altı özelliği sayılır. Çaba ve gayret, hicret, Allah yolunda eziyete uğramak, yurtlarından çıkarılmak, Allah için savaşmak, Allah yolunda öldürülmek.

HİCRETİN SONUCU:

Yesrib, peygamberin hicretiyle Medine-tün nebi unvanına kavuştu. Medine’de ilk yapılan işleri sıralarsak:

1-Nüfus sayımı yapılması; 2-sınırların tespiti; 3-muhacir ve ensar arasında kardeşlik anlaşması yapılması; 4-Ayrı bir pazar yeri kurulması; 5-Mescit inşası; 6-seriyye ve gazve operasyonları; 7-Bu devrede çevrede Müslüman olanların Medine’ye çağrılmaları (hicret); 8-Medine’nin stratejik yerlerine nöbetçilerin yerleştirilmesi; 9- Müşrik Araplar ve Yahudilerle Müslümanların otoritesinde, Medine yönetimine ait sözleşme yapılması…

Bu yapılanlar, Medine’ye hicret etmenin nedenini, gerekçesini, amaçlarını ve sonuçlarını gösteren önemli ipuçlarıdır. Buradan da anlıyoruz ki, Medine’ye hicret, şartların zorladığı, görülen baskı ve zulümden kurtulmak maksadıyla mecburen yapılmış, Müslümanların sadece daha serbest olacağı rastgele bir mekân seçimi değildir. Hicreti böyle anlamak, bu büyük olayı anlamamak, doğru yorumlamamaktır. Tersine, bir önceki aşama sonucunda uygun şartları nedeniyle seçilmiş bir belde; bağımsız hukuki ve siyasi bir varlık olarak yeniden dirilişin; toplumsal güç ve devlet olarak varoluşun gerçek bir hikâyesidir. Dolayısıyla yeni şartlara ve duruma önceden yapılmış bir hazırlıktan, orada yapılacak işler için önceden tasarlanmış bir stratejiden, doğru zamanda yapılmış bir aşamadan ve fiili bir hareketten bahsedilmelidir…

İslam, hicret sonrası Medine’de dirildi, güçlendi ve gelişti. Toplumsal ve siyasi bir güce dönüştü. Böylece inananlar da dinlerini tam olarak yaşamaya başladılar. Bu örneklik o günle biten bir olayı değil, kıyamete kadar geçerliliğini koruyan ilkeleri göstermektedir. O nedenle Müslümanlar dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağında İslam’ı yaşama ve yayma konusunda baskıya ve zulme uğrarlarsa, dinleri ve izzetleri aşağılanır şirke tabii olmaları istenirse, Allah’ın geniş arzında bir yer bulacaklar ve orada İslam’ı güçlü kılıp tam olarak yaşama ve yayma imkânı bulacaklardır. Bu durum stratejik bir ilkeye tekabül eder. Bu süreçte kendi içlerinde, gönüllerinde ve işlerinde sürekli bir biçimde kötülükten iyiliğe, batıldan hakka doğru kendi hicretlerini yaşayacaklardır. “Şer olanları, günahları terk et” (Müddesir 5). Peygamber nezdinde müminlere, sizi azaba götürecek şeylerden hicret et, onları terk et, söylediklerimi de yap anlamınadır ayet. Allah bu konuda kullarını imtihan edecek, imanlarını sınayacak, sözlerinde sadık olanlara fazlasıyla karşılık verilecektir. “Ey iman edenler, rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. (bulunduğunuz yerde bana itaat edemiyorsanız, kulluk yapabileceğiniz yere hicret edin) Yalnız sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir.” (Zümer 10) Allah’ın yeryüzü geniştir. Sırf kendisi için eza ve sıkıntılara sabreden kullarına, doğru stratejiler güttüklerinde, her şartta bir kurtuluş yolu gösterecek, onlara yardım edecektir. Değişim budur, nefistekileri değiştirmek budur, tezkiye budur, ittika budur, sabır ve arınma budur, kişisel başlayıp toplumsal hicrete dönüşen canlılık ve diriliş budur. Tüm bunlara karşılık Allah’ın vaadi sonucu Müslümanların güç olmaları da budur…

Özetle; Müslümanlar ayrı bir varlık olarak vücut buldular. Toplumsal anlamda bağımsız bir güç, siyasi ve hukuki bir varlık oldular. Kendi hükümranlıklarında bir devlet kurdular. Dinlerini tam olarak yaşama imkânına kavuştular. Allah’ın tüm kullarına hak daveti ulaştırma imkânını elde ettiler. Tüm bunlar, hicret ederek elde ettikleri birer sonuçtur.

HABEŞİSTAN HİCRETİ

Hıristiyanlığın yaygın olduğu, tek tanrılı inanca sahip, toplumsal şartları itibarıyla uygun bir yerdi. Mekke ye kıyasla orada baskı ve zulüm ortamı yoktu. Ayrıca Habeşistan Mekke için ticari bir merkez, Mekke’ye kıyasla güçlü bir devletti. Hükümdar zalim olmayan birisiydi. İslam’ın orada daha rahat yayılacağı, gidenlerin emniyet ve güvenliklerinin sağlanacağı düşünüldü. O devirde İslami düzenin hâkim olduğu başka bir yer de yoktu. Mekke şartları zorluklarla baş etmenin yanında nefes alınacak bir yer arandığında bir deneme yapılacak uygun bir yer gibiydi… İlk gidenler oradan memnuniyetlerini bildirince diğer seferler yapıldı. İkinci hicrette Mekke’den her kavimden hatta her aileden Müslüman olmuş birisi vardı. O nedenle müşriklerin telaşı başladı. Ayrıca Habeşistan’a gönderilenler hali vakti yerinde, tüccar, inisiyatif kullanabilir insanlardı. Orası için bir hesap tutulduğu hem buradan hem de Kureyş’in telaşından anlaşılmaktadır. Müslümanlar orada güçlü bir müttefik bulurlarsa kendi varlıkları tehlikeye girebilirdi. Muhacirleri geri iade almak için orasını iyi bilen, ticari ilişkileri nedeniyle ileri gelenleriyle de tanışıklığı olan Amr bin As gönderildi. O, ikna yolu olmayınca rüşvetle olsun iade için çok mücadele etti ama başaramadı…

O halde hicret önemli bir aşama, kritik bir gelişme ve stratejik bir hesaptır. Hem müşrikler hem de Müslümanlar için. Sadece özgürlük ve huzurlu bir ortam gayesiyle gidilmiş olsaydı, müşrikler Habeşistan hicretinden o denli rahatsız olmazlardı. Bu nedenle hicretin doğuracağı sonuçlar çok önemlidir. Müşrikler de bu durumu iyi gördükleri için erken hareket edip muhacirlerin iadesi için çalıştılar. Hicrette zaten onların korktuklarına değer belirli amaçlar için yapılmaktadır… Habeşistan örnekliği, İslam’ı ayakta tutmakta zaaf gösterenler ve gidecek yer mi var diyenler için iyi bir tecrübedir… İlki risaletin 5. Yılı miladi 614 de 15 kişi ile, ikincisi 6. Yıl miladi 615 de 103 kişi ile yapıldı. Zümer 10, Nahl 41 bu hicrete hazırlık ayetleridir, hicrete teşvik vardır. Bu arada Müslümanlara Hz. İsa ile ilgili bilgiler aktarıldı. Hıristiyanlarla ilgili mücadele yöntemleri öğretildi. Ankebut 46, 56-60.

KERBELA VE Hz. HÜSEYİN

Muharrem ayı, kitap ehli dahil tüm inananlar için önemli bir aydır. Rivayetlere göre; Hz. Adem bu ayda yeryüzüne indi. Hz. Nuh, kendisine inananlarla birlikte kurtuluşun mujdesi olarak tufandan sonra bu ayda yeryüzüne tekrar ayak bastı. Hz. Musa, Kendisine tabii olan kavmiyle Firavunun zulmünden bu ayda kızıl denizi geçip kurtuluşa erdi. Allah’ın kelimesi Hz. İsa, bu ayda doğdu. Hz. Muhammed ve dostları, bu ayda hicrete başladı… Ve Son elçinin torunu Hz. Hüseyin, Kerbela’da bu ayda şehit edildi.

Hz. Hüseyin, yaşadığı dönemin ileri gelenleri ve iktidar sahipleri olan Ümeyye oğullarının, İslam’ın siyasi ilkelerini bozması sonucu zalim iktidara başkaldırdı. Onun mücadelesi, döneminin zalimlerine karşıydı. Onların zulümleri; istişare hukukunu iptal etmeleri, siyasi imam seçiminde Müslümanların iradelerini ve rızasını iptal edip cahiliye adetlerine geri dönmeleri, kendilerini Müslümanların başına tayin edilmiş Allah’ın bir kaderi olarak takdim etmeleri, ümmetin malını istedikleri gibi taksim etmeleridir…

Hz. Hüseyin, ehli beyitten biridir. Onun ehli beyitten olması onu ayrıcalıklı kılmaz ama, onu ayrıcalığı, onun Allah’dan gelenlere teslim olup peygamber davasını takip etmekten, zulme karşı hakkı savunup ayaklanmaktan gelmektedir. O, zamanının iktidarını haksız ve batıl uygulamalar karşısında eleştirmiş, düzelme olmayınca da düzeltmek için harekete geçmiştir. Bu konuda kıyam etmek istediğinde, kendisine destek olmayı vaadeden Kufelilere güvenip Medine’den yola çıkmış, ancak oyuna getirilip Kerbela’da 40 bin kişilik orduyla önü kesilmiştir. Kendisine verilen sözün tutulmaması nedeniyle ailesiyle birlikte, o ordu karşısında yalnız kalmıştır. Kimi rivayetlere göre Horasana gitmek istediği halde gitmesine izin verilmemiş, kimi rivayetlere göre de kendisine geri dönmesi konusunda uyarı yapıldığı halde o dönmemiştir. Hz. Hüseyin ve ailesi, kadın ve çocuklar dahil susuz kaldığında suya ulaşması engellenmiş, Hüseyin’in haksız yere kanı akıtılmış, aziz ailesinden kadın çocuk dahil bir çoğu acımasızca katledilmiştir. Şehit Hüseyin’in kesik başı Şama’ getirilmiş, sarayda olmadık hakarete uğramıştır… Bu olay, hemen tüm Müslümanları derinden yaralamış, sineleri parçalamış, Ümeyye oğullarına olan kin ve buğzu göklere çıkartmıştır. Hüseyni kıyamı, haksız yere, acımasızca akıtılan kanı, hakaret uğrayan kesik başı, Müslümanlar arasında büyük üzüntüye ve tepkilere neden olmuş, akıllara ve hafızalara nakşedilen bir sonuç üretmiştir.

Muharrem ayı vesilesiyle, olayı başka mecralara çekmeden, İslam’ın tabiatına aykırı fitnelere sebebiyet vermeden, ümmetin sevgilisi olduğunu da unutmadan; Hz. Hüseyin’ın başına gelenlerden, sebepleri ve sonuçlarıyla doğru yorumlar yapıp gerekli dersleri çıkartmak en doğru olanıdır. Hz. Hüseyin, İslam’ın izzetini korumaya çalışırken şehit olmuş dolayısıyla tüm inananların gönlünde ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Tüm Salihler gibi. Onun, zulme karşı çıkış gerekçesi, zalime başkaldıran yiğitliği öne çıkarılmalı, döneminin iktidar sahipleriyle olan kavgasının sebepleri başka yerlere çekilmemelidir. Bu vesileyle, bu ayı şereflendiren, tarihe hak dava uğruna yön veren tüm aziz şehitlerimizi; uyuşuk nesillere uyanma fırsatı verdikleri için, dünyevi arzularına mağlup olup ahreti unutanlara ebedi hayatı tekrar hatırlattıkları için, şehadetleriyle bu dini yeniden canlandırdıkları için, hakkı batılla karıştırıp insanları saptıranlara korku dolu anlar yaşattıkları için; örnek , rehber ve şahitlikleri için, hayırla yad ediyoruz. “

Program Radyo Denge dinleyicilerinin beğenerek dinlediği, Mavi Marmara Gazisi, Sanatçı Mikail’ in konseriyle devam etti. Bir saat on beş dakika süren konser Mikail’in Mavi Marmara anılarıyla süslediği anlatımı, marş, ezgi ve şiirleriyle dinleyicilerimizin coşkusuna coşku kattı. Özellikle Şehitler Ölmez, Hicranlı Yüzler, Ölüm Var ve Bir Feryat Mavi Marmara Eserleri dinleyicilerimizin eserlere eşlik edip koro halinde söylemeleri ve tekbir nidalarıyla konser coşku ile sona erdi.

Programın başından sonuna özveriyle, detaya boğmadan gerçekleştirdiği güzel sunumuyla Bahaeddin Carda böyle bir organizasyonun oluşmasında büyük emekleri olan değerli Sponsor Firmalar (Ana Sponsor Huzur Psikolojik Danışmanlık, Emin Turizm, Çağrı Dil Okulu, Rengi Alem Alışveriş Merkezi, Enti Halı, Benli Kitap Kırtasiye, Nebevi Tıp, Neşeli Şirinler Kreş Oyunevi, Anzade Etsiz Çiğ Köfte, Florya Pastanesi, Tunçbilek Ambalaj Matbaacılık, Kayra Hediyelik Oyuncak, Kalecik İnşaat Emlak, ve İLKAV )’a birer birer teşekkür ederek dinleyicilerimizide yoğun ve coşkulu katılımlarından dolayı tebrik ederek program 22.00 civarında sona erdirildi.

Hem katılımcılar, hem de dinleyicilerin memnuniyetlerinin ifade ettikleri organizasyon vefalı Radyo Denge dinleyicilerinin teveccühüyle yüreklerde sıcak bir atmosfer bırakılarak salon terk edildi.

Bu içerik 5064 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon