Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2008
 
Almanya´da Hicret Gecesi Umut Doluydu!
Tarih: 21/01/2008
   


Hicrî 1429. Yılbaşı, Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya (Nordrhein –Westfalen) eyaletinde düzenlenen görkemli bir etkinlikle eda edildi.Hollanda sınırına 40 km mesafede bulunan 118 bin 975 nüfûslu Bottropkentinde düzenlenen geceyi idrak etmek için 1000 kişilik bir dinleyici kitlesi hazır bulundu. Müslümanlarla Dayanışma Platformu tarafından düzenlenen etkinlikte söz alan konuşmacılar, İslam tarihinde Hicret’in önemine değinerek, Hicret bilincinin siyasî, sosyal ve bireysel yansımalarının nasıl olması gerektiği üzerinde durdular.Moderatörlüğünü Fahreddin Şendur’un yaptığı gecede ayrıca müzik ve sinevizyon gösterileri de sunulurken, konuklar için Anadolu mutfağının leziz ürünleri de ikram edildi.

Almanya'da Müslümanlarla Dayanışma Platformu tarafından organize edilen Hicret Gecesi yoğun bir katılımla eda edildi.

Hicrî 1429. Yılbaşı, Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya (Nordrhein –Westfalen) eyaletinde düzenlenen görkemli bir etkinlikle eda edildi.Hollanda sınırına 40 km mesafede bulunan 118 bin 975 nüfûslu Bottropkentinde düzenlenen geceyi idrak etmek için 1000 kişilik bir dinleyici kitlesi hazır bulundu. Müslümanlarla Dayanışma Platformu tarafından düzenlenen etkinlikte söz alan konuşmacılar, İslam tarihinde Hicret’in önemine değinerek, Hicret bilincinin siyasî, sosyal ve bireysel yansımalarının nasıl olması gerektiği üzerinde durdular.Moderatörlüğünü Fahreddin Şendur’un yaptığı gecede ayrıca müzik ve sinevizyon gösterileri de sunulurken, konuklar için Anadolu mutfağının leziz ürünleri de ikram edildi.

An der Knippenburg 115 adresinde bulunan Gülüm Düğün Sarayı’ndagerçekleştirilen ve yaklaşık 6 saat süren etkinlikte İlmî ve KültürelAraştırmalar Vakfı (İLKAV) Başkanı Mehmet Pamak ve Mizan DerneğiYöneticisi Avukat Hüsnü Yazgan konuşmacı olarak yer aldılar. İnsanaHizmet Vakfı Başkanı Yalçın İçyer’in Sudan’ın Darfur bölgesine yapılaninsanî yardımın konu edildiği bir sinevizyon gösterisi sunduğu gecedesahne alan Grup Yürüyüş ve Ömer Karaoğlu, biribirinden güzelezgileriyle geceye katılanlara müzik ziyafeti çektiler.

Etkinlik Kur’ân- Kerîm okunmasıyla başladı. Muhammed Emin Tunç’un okuduğu Fatiha Suresi, Nisa Suresi’nin 95. – 100. ayetleri ve Tevbe Suresi’nin 38. – 41. ayetleri hûşû içinde dinlendi.

1429 Hicrî Yılbaşı Kutlaması’nda ilk olarak kürsüye çıkan Mehmet Pamak, “Biz her Hicrî yılbaşında ‘Hicret’ kavramı ve insanlık serüveni içinde peygamberlerin örnek öncülüğünde yaşananları, insanlık onurunu yüceltmek ve insanları karanlıklardan aydınlığa hicret ettirmek amacıyla yapılanları düşünüp, tefekkür ederek kendimize dersler çıkarmaya ve bugünkü sorumluluklarımızı tespit etmeye çalışırız” sözleriyle başladığı konuşmasında, istikametini kaybeden, Tevhid inancından sapan, fıtratın yolundan uzaklaşan ve bu sebeple “esfele’s- safiline” (aşağıların aşağısına) sürüklenen insanlığa; insani onurunu tekrar kazandırmak, yeniden fıtratın yoluna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere indirilen vahyin mesajı ile peygamberler gönderildiğini belirterek, peygamberlerin, çeşitli zindanların karanlığına gömülmüş insanlığı, vahyin aydınlığına, iç dünyada, kalplerde yaşanacak inkılapla şirkten tevhide hicrete çağırdıklarını dile getirdi. Peygamberlerin sadece cahilî değerlerden değil, cahilî toplumdan da koparak alternatif Tevhidî cemaati oluşturmaya ve cahiliye toplumuna örneklik teşkil ederek onu dönüştürmeye davet ettiklerini de sözlerine ekleyen Pamak, “Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36) ve “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar...” (Baqara, 257) ayet-i kerimelerini okudu.
 


İlk hicretin bu istikamette yaşandığını söyleyerek konuşmasını sürdüren İLKAV Başkanı, “Tağutlara itaat ve ibadet etmekten kaçınıp, yalnız Allah’a kulluk yapmak, zûlümattan nûra, karanlıklardan aydınlığa çıkmak anlamında Hicret. Cahiliyenin ilâhlarından ve şirk dininden, Vahid’ul- Kahhar olan Allah’a ve O’nun Tevhid dinine doğru Hicret. İşte bu kurtarıcı Hicret, insan üretimi cahiliyenin renginden arınıp Allah’ın rengiyle boyanmaktır. Üretilmiş ipleri terk edip Allah’ın ipine sarılmaktır” dedi.

Bu anlamda Hicret’in, imtihan sebebiyle dünyaya muhacir ve misafir olarak gelen fıtratın, yine kendisi gibi Allah’tan gelen vahiyle yeryüzünde buluşup bütünleşmesi manasına geldiğini, şirkten, cahiliyeden ayrılışken, vahiyle buluşmak olduğunu ve dünyada kirlenen aklın, yozlaşan fıtratın, pisliklerden temizlenme, arınma ve ayrışma amacıyla vahiyle bütünleşmesi anlamına geldiğini kaydeden Mehmet Pamak, “Hicret yolunda ilk aşama, işte bu zihnî hicrettir, kalbî arınma ve imandır. Yüreklerde yaşanan inkılapla şirkten tevhide hicrettir. Aslında bu anlamdaki hicret iman demektir. Tevhidî bilincin oluşumu demektir. İkinci aşama, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidî salih amellere hicrettir. Bu anlamda hicret, iman amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslamî tevhidî hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmaktır. Üçüncü aşama, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, sistemini ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulü’nün oluşturduğu İslamî otoriteye ve küçücük, güçsüz İslamî topluma doğru bir hicret etmektir. Bu aynı zamanda, Dar’un- Nedve’den Dar’ul- Erkam’a hicret etmekti. Cahiliyeden kopan mü’minlerin oluşturduğu bu küçük ama alternatif yapıda, artık kan ve soy bağının yerini güçlü akide ve iman bağı alıyordu. Dördüncü aşama ise, mekansal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkanlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkanların tükendiği alandan, yeni imkanların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan ve yeni güç katılan alana hicret etmektir” şeklinde konuştu.


İnsanın bir anlamda sürekli muhacir olduğunun ve dünyaya gelmenin de, ahirete göçmenin de bir bakıma hicreti düşündürdüğünün altını kalın çizgilerle çizen Pamak, Peygamber'in (s), "bu dünyada bir garip yolcu gibi ol" uyarısının, aslında insanın bu sürekli muhaceretinin ifadesi, bu yolcunun takip etmesi gereken yolun fıtratın yolu, geçici olarak gelinen imtihan dünyasında arınma, tekamül, kulluk ve tekrar Allah’a dönüş yolu olduğuna vurgu yaptı. “Bu anlamda hicret bilinci, dünyayı belirleyici kılan dünyevileşmenin önündeki en büyük engeldi. Çünkü, muhacir, misafir olduğunun, dünyada geçici olarak ve imtihan için bulunduğunun bilincinde olandı. İmtihan sebebiyle dünyaya doğuyor ve az bir geçimlikten ibaret olan kısacık ömrünü tamamlayarak ahiret yurduna hicret ediyor. Hicret ‘kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması’ demektir; Rasulullah, ‘muhacir, Allah'ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kişidir’ buyurmaktadır” ifadelerini kullanan Pamak, Ali Şeriati’nin "Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir” sözünü nakletti.

1000 kişilik Müslüman kitlenin büyük bir dikkat ile dinlediği Mehmet Pamak, uzun ama akıcı olan konuşmasının devamında şunları söyledi:

“Bu sebeple öncelikle ve bir an önce, bu uzun yolculuğumuzda yakıtımız, güç ve motivasyon kaynağımız olacak içimizdeki/özümüzdeki değişimi/hicreti gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Unutmayalım ki, ‘Bir topluluk kalplerindeki gidişatı, değerleri değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine verdiklerini değiştirmez…’ İçlerinde, özde bir hicreti yaşamayanlar, gerçekleştiremeyenler, yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler. Çünkü maddi plandaki hicret özde yaşanan manevi bir hicretin dıştaki tezahüründen ibarettir. Nefsin, önyargıların, çağın, tarihin, çevrenin, heva ve zannın modern zindanından tahliye bekleyen modern bireyin beraatı ancak iç dünyasında gerçekleştirebileceği derinliğine bir hicretle mümkün olabilecektir. Eğer şeytanın yüreğimizdeki işgalini önleyebilirsek, hicret edeceğimiz tutsak şehirlerimizin özgürleşmesine katkıda bulanabiliriz. Yüreklerdeki işgale son verilmedikçe, tüm kirlilikleri sona erdirip karanlıkları aydınlatacak olan yüreklerdeki inkılap öncelikle yaşanmadıkça, toplumsal alandaki ve coğrafi bölgelerdeki işgal ve kirlilikler sona erdirilemez. Bu sebeple ilk hicret yürek ülkesinde yaşanmalı, yürekler şirkten tevhide, cahiliye karanlığından vahyin aydınlığına doğru inkılap ettirilmelidir. Ve bu hicrete süreklilik kazandırılmalıdır.

İnsanlık serüveni boyunca; Allah’tan gelen mesaj Resulleri tarafından toplumlara götürülmüş, zalim ve cahil cahiliye toplumları Allah’tan gelen bu mesajı yalanlamış, inat edip davete icabet etmeyi reddetmiş, sonuçta vazife yerine getirilmiş ve artık yapacak bir şey kalmadığında ise o bölgeyi terk etme (hicret) zamanı gelmiş ve peygamberler gece yürüyüşüyle şehirlerini terk etmişlerdir.

Hz. Nuh (as), evrensel hicretin muhaciriydi. “Tufan, aynı zamanda bir hicretti; küfrün karanlığından imanın aydınlığına, müşrik toplumun zindanından mü'min toplumun özgür ufuklarına hicret... şirkten tevhide, küfürden imana, isyândan İslâm'a/teslimiyete hicret.” Tevhid gemisine binmek hem imani hicreti hem de cahiliye toplumunu terk ederek gemiyle okyanuslara açılma anlamında mekansal hicreti içermektedir.

Lût ve Musa (as)’ın hicreti ; Lût (as) da önce Allah’a doğru manevi hicreti gerçekleştiriyor, sonra da ülkesini ve toplumunu terk etmek anlamda mekansal hicreti yaşıyor.“Bunun üzerine (kardeşinin oğlu) Lût o’na inandı ve şöyle dedi: Ben de Rabbim’e muhacirim/toplumsal yaşamın bütün kirliliklerini terk edip Allah’a hicret ediciyim. Şüphesiz O büyük bir kudret ve hikmet sahibidir.” (Ankebut,29/26.) Bu sözüyle Lut (as), tüm cahili değerlerden vazgeçerek, sadece Allah'ın otoritesine ve hükümlerine uyacağım demiş olmaktadır.

Hz. İsa (as), "Men ensârî ilallah: Allah'a giden yolda bana kim yardımcı olur?" (61:14) diye sorarken, aslında "hicret yolunda bana kim yol arkadaşı olur?" demeye getiriyordu.

Hz. Şuayb'a kavmin ileri gelen kibirlileri "Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketinden çıkaracağız yahut dinimize döneceksiniz" (Araf 7/88) diyerek, O'nu ve müminleri hicrete zorlamışlardır. Yusuf (as)’ın saraya zindanı tercih eden ahlaki hicreti; Bilindiği gibi hizmetini yaptığı evin hanımefendisinin kötü teklifini reddeden Yusuf (as), haksız yere hapishaneye atılmıştır. O, işlenildiğinde Allah’ın razı olmayacağı, şeytanın ise memnun olacağı günahtan kaçınarak, Allah’ın rızasına hicret etmiştir. Yusuf (as)’ın sarayda kalıp cahiliye toplumunun kirliliklerine bulaşmaktansa zindanı saraya tercih eden bu onurlu tavrı, ilahi bir övgü ile kıyamet’e kadar yaşayacak güzel bir ahlak, genelde tüm insanlık, özelde mü’minler için güzel bir örneklik olarak sunulur.

Asahab-ı Kehf’in Saraydan mağaraya hicreti: “Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız." (Kehf 18/14)

“Onlardan ve onların Allah’tan başka kulluk ettikleri şeylerden kopup-ayrıldınız (İ’tizal ettiniz). O halde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işlerinizde kolaylık sağlasın.” (Kehf 18/16)

Bir avuç gençtiler. Onlar saraylarda ve pek çok nimetler içindeler, kendilerine dünyevi bir çok imkanlar sağlanmış durumda. Buna rağmen, bütün bunları bir yana iterek, sarayda zalim sultanın yüzüne hakkı haykırıyorlar. Hem de en zalim yönetimlerin baskısı altında, imparatorların, Allah düşmanlarının, tağuti sistem önderlerinin sarayında hakkı haykırdılar. Allah’dan başka İlahlara tapmayacaklarını söylediler. Sadece Allah’a kulluk ve ibadet yapacaklarını haykırdılar. Büyük bir fedakarlıkla görevlerini ve kulluk sorumluluklarını yerine getirdiler, toplum ve egemenler davete icabet etmemiş, tam tersine onları öldürmeye kalkmışlardı, bu sebeple yapabilecekleri başka bir şey yoktu, davete direnen toplumlarını terk edip mağaraya çekildiler. Riski göze olan fedakar çıkışlarıyla, zalim sultanların yüzüne hakkı haykırarak, Allah’ın dinin yardımcıları olmayı tercih ettiler, şeref kazandılar ve hükmü kıyamete kadar geçerli Kur’an’da bütün insanlığa örnek olarak sunulmayı hak ettiler. Saraya tercih ettikleri mağara, Allah’ın lütfuyla onlar için daha ferah, daha huzurlu bir mekana dönüşüveriyor. "Rabb'iniz engin rahmetinden size bir pay göndersin" ayetinin gereği tecelli ediyor ve bir de bakıyoruz ki, o daracık, sert zeminli, kapkaranlık mağara; engin rahmetin yayıldığı, onları şefkatle, yumuşaklıkla ve huzurla saran kuşatıcı bir gölge gibi yayılan, aydınlık, geniş ve huzur veren bir boşluğa dönüşüvermiştir.

İbrahim (as) ve ashabının ahlaki/manevi hicreti; Toplumunun kirliliklerinden kesin bir ayrışma ve beraat ile Allah’a hicret eden İbrahim (as) ve arkadaşlarında, bütün zamanların müminleri için “şirke bulaşmış cahiliye toplumunun kirliliklerinden beri olup, onlardan tam bir kopuş ile ayrılmak” hususunda güzel bir örnek bulunmaktadır.

“...onlar kendi müşrik toplumlarına şöyle seslenmişlerdi: ‘kesinlikle biz sizden de Allah’tan başka bütün taptıklarınızdan da uzağız (beriyiz). Sizi (ve yanlış inançlarınızı) inkar ediyoruz. sizinle bizim aramızda, tek Allah’a inanacağınız zamana kadar sürecek bir düşmanlık ve nefret vardır...”( Mümtehine, 60/4.)

Tevhidi tebliğ ve davette ısrar eden Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsü ardından, önce Filistin'e ardından Mısır'a, daha sonra da Kenan diyarına hicret etmiştir. Kâbe, kabul olmuş bir hicretin nişanesiydi. Hac ise, makbul bir hicretin provası. Nasıl ki Yesrib Hz. Muhammed'in Medine'si olduysa, Mekke de Hz. İbrahim ve İsmail'in Medine'si idi.

Hz. Muhammed (sav) de, bütün Peygamberlerin yaşadığı aynı serüveni yaşadı. İlk inen surelerde, cahiliye inancından ve cahiliye toplumundan, tevhidi imana ve “kalk uyar” emriyle gerçekleştireceği tevhidi davete icabet edenlerle İslami toplumu oluşturarak alternatif yapıya hicreti yaşadı. Mekke’de Resulün şahidliğinde ilk Kur’an neslinin öncülüğünde, hem cahiliye inancından hem de cahiliye toplumundan tam ve kesin bir ayrışma yaşandı.

“O’dur bütün doğuların ve bütün batıların rabbi; O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse sadece O’nu vekil tut (vekaleti/kaderini belirleme yetkisini o’na izafe et!), halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve (vehcurhum hacren cemile) onlardan uygun bir şekilde (güzel bir ayrılma tarzıyla) hicret et/uzaklaş!” (Müzzemmil,73/9-10)

“Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! elbiseni/özbenliğini temiz tut! ve (verrucze fehcur) rucz’den/bütün pisliklerden hicret et/kaçın! İyilik yapmayı kendine kazanç aracı yapma! (Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma)” (Müddessir,74/1-6)

Rasulullah'ın (s), İslam tarihinden bildiğimiz her türlü cazip teklifi reddedişi, şirke karşı tavizsiz ve uzlaşmaya yanaşmayan ilkeli tavrı, onun çağlara hitap eden en büyük sünnetidir. Resulullah (s) ve ashabı en ağır zulüm ve işkencelere, ekonomik ve sosyal kuşatma ve boykotlara rağmen, hatta iman eden bir avuç mü’minin yok olması tehlikesine rağmen, tavizsiz bir direnişle istikameti koruyup, ilkeli bir tutumla tevhidi daveti yaygınlaştırma mücadelesinden vazgeçmediler. Ateş çemberinden geçmelerine rağmen manevi, imani ve ahlaki hicrette tavizsiz ve ilkeli duruşlarını ısrarla sürdürdüler. Bu hicreti kalıcılaştırdılar. Kur’an’la cihadı en güzel bir biçimde gerçekleştirdiler. Ancak artık yapacak fazla bir şeyin kalmadığı, İslamı yaşamanın ve tebliğ etmenin imkanları tamamen tükendiği noktada, Rabbimiz onlara hicretin yolunu açtı.

“Meta nasrullah” diyecek hale gelene kadar darlandılar, büyük bedeller ödediler ve Allah’ın vaat ettiği yardıma müstehak oldular, ondan sonra Allah izniyle “zorlukların rahmindeki kolaylık tohumları yeşermeye ve önlerinde yeni ufukların, umutların, imkanların yolları açılmaya başladı.

İman bilincini ve sorumluluğunu kuşanan mümin şahsiyet, toplumdan uzaklaşma ve topluma karşı sorumluluklarını terk edecek kadar şiddetli bir yalnızlık isteği duysa da, bunu “kalk ve uyar!” emri gereği aşmak durumundadır. Ancak bu yalnızlık ya da marjinallik duygusunu toplumun cahili değerlerini taklit ederek gidermeye de kalkışmamalı, tam tersine toplumu cahiliyeden uzaklaştıracak vahyi daveti her şartta sürdürmelidir. Cahiliye toplumunun cahili değer ve davranışlarını terk etmeli, onlardan en güzel bir şekilde kaçınmalı, uzaklaşmalı; hicret etmelidir.

Allah rızasını kazanmak üzere, akıl ve irademizi kullanıp önce iman için Allah’a yönelmeli, sonra da iman eder etmez hemen işe koyulup, nefsimizi kötülüklerden arındırmayı, toplumun kirliliklerine bulaşmamayı, günahlardan kaçınmayı, manevi pisliklerden uzaklaşmayı, hicret etmeyi başarmalıyız. Manevi hicretin genel ilkesi; “toplum içinde var olmaya devam etmek, ancak cahiliye toplumunun cahili değerlerine savrulmadan, hakka uygun yaşamaktan asla taviz vermeden, cahiliye toplumuna örnek olmak üzere vahye şahidlik yapmak ve ıslah sorumluğunu yerine getirmeyi ısrarla sürdürmektir”.

Bütün Peygamberlerin örneklikleriyle ortaya konmuştur ki, müminler, her devirde içinde yaşadıkları cahiliye toplumlarını ve inançlarını, kötü yaşantılarını terk ederek, Allah’ın rızasını kazandıracak tevhid inancına ve vahye dayalı güzel ameller yurduna hicret etmeli ve bu hale süreklilik kazandırmalıdırlar. Bu sebeple, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, müminlere, müşrikleri, kafirleri ve kitap ehlini veli edinmeleri yasaklanmıştır? Şeytani olan her şeyden, Allah’a hicret etmek gerekliliği vurgulanmıştır. Arınmak, korunmak ve Allah yolunda tekamül etmek, ancak, hicret bilincine ve pratiğine süreklilik kazandırmakla mümkündür.

Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Zira karanlıktan kaçılmaz, iman nuruyla aydınlanınca, karanlık kendiliğinden kaçardı. Fakat hicret, imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere intikal etmek idi. Allah Rasulü de öyle yaptı. İmkanların tükendiği yerden, imkanları üreteceği yere değerlerini taşıdı. Bu bir başlangıçtı. O sadece Yesrib'i Medine yapmadı. Medine örneğinde bir hicret medeniyetinin temellerini inşa etti.

Hicret sünneti olmasaydı, İslami davet de diğer bir çok inanç ve ideoloji gibi, kapalı havza toplumu oluşturarak kendi içine kapanırdı. Böyle olsaydı, tevhidi mesaj çağları aşıp bugünlere gelemezdi, tüm dünya insanlığına ulaşamazdı. Hicret sünneti sayesinde, Müslümanlar sıkıştırıldıkları yerden "huruç" ettiler. Medine kılacak yeni Yesrib'ler arayıp buldular. Oralardan yola çıkıp, kayıp Mekke'lerini yeniden kazandılar. Yeni manevi hicretler, yeni Medinelerin kapısını açacak, yeni Medinelerde oluşacak birikimler ve imkanlar ise inşallah yeni Mekkelerin fethini sağlayacaktır. Bilmeliyiz ki, hayat iman ve cihadtır. İman maddi ve manevi hicreti da kapsamaktadır.

Nefse cazip gelecek pek çok teklif reddedilerek ve büyük zulümlere direnerek ısrarla ve sebatla sürdürülen tavizsiz tebliğ ve davet karşısında acze düşen şirk sistemi önde gelenleri, tıpkı bu günde yaşandığı gibi, İslami Düzenle, küfür düzenini uzlaştırıp belli ölçülerde sentez ederek, sistemlerinin devamını sağlayacak bir uzlaşma zeminine çekme tekliflerini gündeme getirdiler, ancak yüreklerde meydana gelmiş manevi hicretin kökleşmesi sebebiyle bunda da sonuç alamadılar ve baskılarını, artık dayanılmaz boyutlara taşıyarak, mekansal hicretin gerçekleşmesini sağladılar.

Mekan değiştirme açısından ilk hicret Habeşistan'a yapıldı. Habeşistan’a ikinci hicretten sonra ise, güç yetiremeyen ve hicretten geri kalanların dışında tüm Müslümanlar Medine'ye hicret ettiler.

Mü’minler, herhangi bir toprak parçasının, ancak sahip olunan değerlerin yaşandığı yer olduğu ölçüde anlam kazanacağı bilinciyle, nelerle karşılaşacaklarını bilmeden hem zihinsel, hem de bedenen Allah ve Rasulüne hicret ediyorlardı. İşte bu fedakarlığı öven ve onları cennetle müjdeleyen onlarca ayet inmiş, Müslümanların yüreklerine su serpmişti:

Müslümanların, Medine'ye hicretiyle birlikte görülmemiş bir kardeşlik olayı gerçekleşti. Medineli ensar, Allah'ın vasiyet bakımından akrabaların muhacirlerden daha yakın olduğunu hatırlatmasına sebep olacak kadar (33/6), bütün mal varlıklarını, yurtlarını terk edip gelen bu Müslümanlar için infak ediyorlardı. Kendilerinin ihtiyaç duyduğu şeyleri bile hicret edenler için infak edenlere Allah elbette ki mükafatını esirgemeyecekti.

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.” (Enfal 8/72)

Ensar Akabe sözleşmesinin gereğini fazlası ile yerine getirmişlerdi. Muhacirler, ev, bark, mal, mülk ve ailelerini Mekke’de bırakıp terk ederek Allah yolunda hicret edip fedakarlık yaparken, Ensar da, bütün bunları Medine’de Allah rızası için kardeşlerine infak ederek terk ediyorlardı. Yani Ensar dünyalıkları Allah için terk anlamındaki hicreti Medine’de yaşıyorlardı. Bu fedakârlıkta o kadar ileri gidiyorlardı ki, muhacirler fazla ilgiden rahatsız olmaya başlamış ve Allah Resulüne sorunu şöyle aktarmışlardı;

Hicret düşmanla sınanmak, dostu sınamaktır. Hicret, ince bir hesap, detaylı bir plan, üzerinde iyi çalışılmış bir projedir. Hicret korku ile umut, havf ile reca arasında harekettir. Hicretin Mekke'si korkudur, Medine'si umut.

Ancak daha sonraki uzun tarihsel süreçte hicretin, genellikle Kur'ani değerlerden cahili değerlere ve sistemlere doğru, Allah’tan tağutlara, nurdan zulumata evrilme şeklinde gerçekleştiğini üzülerek müşahade etmekteyiz. Şirkten tevhide hicret ederek Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmaları emredilirken, Kur’an ve İslam adı altında tarihsel süreçte üretilen pek çok iplere tutunularak tefrikaya düşülmüş ve istikametten sapılarak, geleneksel bid’at ve hurafelere doğru tersine bir hicret yaşanmış, cahiliye kültürü yeniden üretilerek dinleştirilmiştir. Müslümanların dilinden düşürmedikleri Kur'an'a rağmen, vahiy kalbe inmemiş, hayata yansımamış ve Müslümanların yaşayışları adeta cahili değerlere inananların yaşantı biçimine dönüşmüştür. Hz. Peygamber (s), Kur'an'dan beşeri sistemlere, cahili değerlere hicret edenleri, Kur’anı terk edip topuklarının üzerinde geri dönenleri Allah'a şöyle şikayet edecektir; "Rabbim, gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (mehcur) olarak bıraktı." (25/30).

Peygamber sonrası dönemde, saltanata giden yoldaki engelleri bertaraf etmek için Kur'an yapraklarını süngülerin ucuna taktıran Muaviye, Kur'an'ı ter kedenlerin ilki değilse de en trajik örneğiydi. Oluk oluk insan kanı akıtılan bu fitneler döneminden sonra, ihtida eden yeni kavimler, kabileler ve bölgeler elinde, Kur'an, eski Zerdüşt, Şamanist, Budist, Neo-Platonist v.b. bir sürü putperest fikirlerin, felsefelerin, öğretilerin gölgesine terk edildi. İmana zulüm/şirk bulaştırıldı, Kur’an terk edilerek cahiliye kültürü yeniden üretildi ve böylece tevhidden şirke, İslam’dan cahiliyeye hicret edildi. İslam dünyasının bugün her yönden geri kalışının ve zillete sürüklenişinin sebebini öncelikle bu ters istikametteki hicret olayında aramak gerekir.

Hz. Hüseyin’in şehadete yürüyüşünde, Kur’ani ilkeleri savunma amaçlı hicret yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…” Hz. Hüseyin’in ise, bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen şunları söylediği aktarılır: “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin ve Allah’a hicretin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir.

O, Kur’anı savunurken, hicret yolunda, vahye şahidliğin zirvesindeyken, Kur’an için can feda ederek şehid oldu. Onu şehid edenler ise, tersine bir hicreti yaşayarak, dünyevi hırsların peşine kapılıp Kur’anı mehcur (terk edilmiş) bırakanlardı. İşte bugün bizler de doğru istikamette bir hicretle Kur’an safında yer almalı, vahyin şahidliğini üstlenerek Hz. Hüseyin’le yollarımızı bütünleştirmeliyiz. İslami kimlik ve ilkelerimizin tavizsiz savunuculuğunu yaparak, her türlü zulme, ifsada, adaletsizliğe ve emperyalizme Allah rızası için karşı durmalıyız.

Ancak maalesef bugün, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken, Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, kedilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlar. Büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi ve hurafelerden Kur’an’a doğru hicreti bir türlü kabullenmiyorlar.

Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte onun vahiyle belirlenmiş akıdesinden koptukları için, İslam adına yeni edindikleri dinleri adına hareket etmekte ve Kur’an’ın mesajını korumak bir yana, bu uğurda canlarını feda etmek bir yana, mezhebi çıkarlar ve taassuplar adına bizzat kendileri Kur’anı delik deşik etmekten çekinmiyorlar.

Hilafetten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari süreçte İslam ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiyden ve Resulün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi biz de yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkum edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik.

Sonuçta gelinen noktada, Şiisisyle Sünnisiyle bütün kesimlerin büyük ekseriyetinin “kalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda” bulunuyor. Bu sebeple, bulundukları ülkelerde, Kur’an’a Hüseyin gibi sahip çıkarak egemen zorbalara karşı samimi fedakarca bir direniş geliştiremiyor, çoğu kez sinik, edilgen ve ilkesiz duruşlarla işbirlikçiliği tercih ediyorlar.

Bu gün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmayla muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor.

Bu hali Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle ümmetin farklı coğrafyalarında İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalim sultana karsı Kur’an’nın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp utanmalıdırlar.

Kur’an’ı, ona iman etmenin doğal bir sonucu olarak gereğince okuyup, Hablullah’a topluca sarılıp emperyalizme ve her türlü zulme, tağuti sistemlere karşı tevhid ve adalet mücadelesini birlikte vermeyecek miyiz?

Hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşlememiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Kur’an terk edilmiş (mehcur) bırakılınca, tersine hicret yaşanıp cahiliye tekrar üretilince bu hale düştük. Bu sebeple, yeniden tevhidi, Kur’ani hicret bilincini yakalamalı ve onu, sürekli ve kalıcı kılmalıyız.

Son dönemde tevhidi bir yöneliş içine girdikleri halde, bilahare yaşanan baskılar, sıkıntılar, dünyevileşme, bireyselleşme, iktidar, ikbal ve rant eksenli hesaplar, kimi dünyevi beklentiler ve acelecilik gibi nedenlerle, cahiliye toplumunun geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerini yeniden keşfedip, onlara doğru savrulmalar olmakta, tersine hicret bir daha yaşanmaktadır.

Şimdilerde Kur'an, demokrasi, liberalizm, hoşgörü, birlikte yaşam, çok hukukluluk, ideolojiden yalıtılmış devlet (!) gibi modern dünyada yükseltilen değerler'den sayılan bu kavramlara göre okunmakta, bunlara uymayan mesaj­lar gözden çıkartılmaktadır.

Cahiliye toplumunun fıtratları bozup akıdevi ve ahlaki çürümeye yol açan müesseleri zorunlu ideolojik eğitim ve seküler bataklığı andıran medya aracılığı ile sağlanan yaygın kirlenmeden arınarak, fıtratın yoluna ve tevhide doğru hicreti gerçekleştirmeli ve bu inkılaba süreklilik kazandırarak, vahyi şahitliğini yaparak bu kurtarıcı mesajın yaygınlaşmasına vesile olmalıyız.

Heva ve zanna dayalı olarak üretilen geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden arınıp, tüm uydurma ilahları, tağutları reddedip Allah’a ve O’nun tevhid dinine hicret etmeliyiz. Önce her birimiz, şirkten tevhide doğru hicretimizi kalıcı ve sürekli kılmalıyız. Sonra da, bu kısacık imtihan dünyasındaki bütün insanlar cahiliye karanlıklarından tevhidin aydınlığına, insanlık onurunun ayaklar altında olduğu zelil hayatlardan, insanlık onurunu yücelten adalet ve izzet vasatına hicret etsinler diye çırpınmalıyız.

Bugün kendini İslama nispet eden büyük kitlelerin, aslında Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bıraktıkları için, geleneksel ve modern cahili kirliliklerden arınıp tevhidi bilince doğru hicreti gerçekleştirememiş olduklarını bilerek, çoğu iyi niyetli ancak bilmeyen bu insanların kurtuluşu için, tevhidi mesaja ulaşmaları için merhametle ve fedakârca çabalar göstermeliyiz.

Belli ölçülerde bilinçlenen kimi çevrelerde ise, dünyanın süsleri, çıkarları ve hesaplarıyla yaşanan savrulmalar, cahiliyenin imkân dağıtan merkezlerine doğru yaşanan tersine hicret konusunda, “emr-i bi’il maruf, nehy-i an’il münker” sorumluluğumuzu Allah rızası için yerine getirmekte, tavizsiz, azimli ve ısrarlı olmalıyız.

Tevhidi hicretimizi hayatımızın bütün alanlarına yaygınlaştırmalı, bireysel ve toplumsal tüm hayatı vahiyle dönüştürmeli, yeniden inşa etmeliyiz. Hayatımızı kuşatan bu hicretle, Resulün bize vahyin ilk şahidliğini yaptığı gibi, biz de tüm insanlığa örnek olmak suretiyle Allah’ın rızasını kazanmak için vahyin şahitleri olmaya çalışmalıyız. Önce kendimizi, ailelerimizi, sonra içinde yaşadığımız toplumları vahyin ölçüleriyle inkılaba uğratıp onurlandıracak Kur’ani inşa için bir an önce harekete geçmeliyiz. Ölümün çok yakınımızda ve hesabın kaçınılmaz olduğu biliciyle çok yönlü fedakarlıklarla seferber olmalıyız.

Bizi çok boyutlu kuşatan, sürekli kirleten, öğüten cahiliye toplumundan, cahiliye eğitim ve kültüründen, cahiliye medyasının bombardımanından korunmalı, arınmalı Allah’a sığınmalı ve Kur’an’a tutunmalıyız. Kanalizasyon kanalı haline dönüştürülmüş televizyonların ifsad edici yayınlarından ve bu ifsadın huzur bırakmadığı evlerden, Allah'ın adının anıldığı, kitabının okunduğu, anlatıldığı, anlaşıldığı, Kur’an mektebi haline gelen evlerimize hicret etmeliyiz. Ailelerimizi, çocuklarımızı ateşten koruyucu tedbirleri almalıyız.

Resulullah (s)ın hicret yolculuğunda beraberindeki yol arkadaşı Hz. Ebubekir’e ifade ettiği, "Korkma! Allah bizimledir. Üçüncüleri Allah olan iki kişiye kim ne yapabilir?" (Tevbe 9/40) ayetiyle ortaya konan rahmete layık olmak için gayret edelim. Rabbimizin emriyle başlattığımız bu hicret yolculuğunda; aynı hitabın sağladığı güvenlik halkasına girmek için, adanmış mü’min şahsiyetler olmaya çalışalım. Allah rızası için maddi ve manevi tüm boyutlarıyla HİCRET bilincini kuşanarak, Allah yolunda en sevdiklerini feda etmekten çekinmeyen, ifsada karşı ıslah çabasına süreklilik kazandıran muvahhidler olmak için çalışalım.”

Mehmet Pamak’ın anlamlı konuşmasından sonra sahneye çıkan müzik ekibi Grup Yürüyüş, birbirinden güzel şarkılarıyla ziyaretçileri coşturdu. Necmeddin Asma, M. Ali Aslan, Adnan Asma, Ali Saran ve Haydar Işık’tan oluşan müzik grubunun seslendirdiği “Ben İnsanım”, “Kavgam Karanlığa”, “Ey Muhammed”, “Başörtüsü Şarkısı”, “Özgürlük Türküsü”, “Hep Senin İçin”, “Were Em Herın” (Kürtçe), “İntifada” (Arapça) ve “Savaşa Girdi Kalbim” adlı şarkılar konuklar tarafından büyük bir beğeni ile dinlendi. Filistin marşı olan “İntifada”nın okunmasında tüm çocukların sahneye çıkartılması ve bu marşın çocuklarla birlikte söylenmesi, Almanya’da yaşayan Türkiyeli çocukların Filistinli çocuklarla dayanışma içinde olduğu mesajını vermesi açıdan oldukça anlamlı bulundu.

Daha sonra kürsüye çıkan Mizan Derneği yöneticisi ve www.mizan.de yazarı Avukat Hüsnü Yazgan ise Hicret olgusunu günümüz modern yaşam pratiği içinde nasıl algılamamız gerektiği üzerinde durarak pratik örneklerle sunumunu destekledi. “Hicret sürekli bir eylemdir. İnsanlık tarihi, Tevhid – Şirk mücadelesi ile aynı yaştadır” sözleriyle konuşmasına başlayan Yazgan, “Neden Hicret, tarihin 0 noktası olarak seçildi? Neden Peygamber’in doğum tarihi, vahyin gelişi, Mekke’nin fethi değil de, Hicret, takvimin başlangıcı olarak kabul edildi?” diye sordu. Direniş sembolü olan hicretin hemen hemen bütün peygamberlerin hayatında yaşanan bir vakıa olduğunu hatırlatan Mizan Yöneticisi, “Madem ki Hicret bütün peygamberlerin sünnetidir, o halde ‘Hicret şehidi’ Ali Şeraitî’nin dediği gibi ‘Her hicret bir inkılaptır’...” değerlendirmesinde bulundu. Günümüz Müslümanları’nın zaaflarına da değinmeden geçemeyen Av. Yazgan, “Onlar şehir şehir, Allah’ın davetini ulaştırırken biz 5 kişilik, 10 kişilik gruplar olarak biribirimizle uğraşıyoruz. Onlar biribirleri için canlarını tehlikeye atarken, biz 10 kişilik dernek çatısı altında biribirimizle uğraşıyoruz” dedi. Konuşmasında genel olarak Avrupa’ya iltica talebinde bulunan, yani hicret edenlerin karşı karşıya kaldıkları sıkıntılardan bahseden Av. Yazgan, “Ensar” olması gereken Buradaki insanların bu kardeşlerine gerekli yardım ve dayanışma ellerini uzatmadığına işaret etti.

Ardından kürüyse çıkan İnsana Hizmet Vakfı Başkanı Yalçın İçyer ise Sudan’ın Darfur bölgesine geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda yaptıkları insanî yardım ve kurban kesimlerini gösteren bir sinevizyon gösterisi sundu. Görüntüler eşliğinde açıklamalarda bulunan İçyer, Darfur’un içler acısı durumunu anlattı.

Daha sonra Ömer Karaoğlu sahneye çıktı. Yıllardır besteleyip okuduğu ezgilerle Türkiye’deki İslamî camianın gönül dünyasına hitab eden Karaoğlu, “Mekke”, “Savaşa Girdi Kalbim”, “Hadi Ammar”, “Kuşlar”, “Resulüm Önderim”, “Toprak”, “Lâ İlâhe İllallâh” ve Şehîd Türküsü” adlı ezgileri okudu. Karaoğlu’na büyük ilgi gösteren dinleyicilerin bazı ezgileri onunla birlikte okuması dikkat çekiciydi.

Bu anlamlı ve bereketli etkinlik, katılımcıların Yalçın İçyer öncülüğünde yaptıkları toplu dûâ ile sona erdi.

İbrahim Sediyani

(HAKSÖZ–HABER / Bottrop – Almanya)

Fotoğraflar: Halit Özalp
Bu içerik 2279 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon