Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2007
 
İslam Davasını Ancak Tevhidi Mücadele İleriye Taşıyabilecektir
Tarih: 08/06/2007
   


“İslam davasını, ancak vahyin şahitliğinde ısrarlı, ilkeli, istikrarlı ve süreklilik arz eden tevhidi mücadele ileriye taşıyabilecektir”

 

 


“İslam davasını, ancak vahyin şahitliğinde ısrarlı, ilkeli, istikrarlı ve süreklilik arz eden tevhidi mücadele ileriye taşıyabilecektir”
“Müslümanlar, demokrasi oyunun bir figüranı haline gelmeden, Hz. Nuh (as) misali tevhid gemisini inşa etmeyi ısrarla sürdürmeleri gerektiğini akıldan çıkarmamalıdırlar. Tevhidi ihya, ıslah ve inşa çabasıyla örülen İslam binasına bir tuğla koyacak olan da ancak bu ilkeli duruştur. Tıpkı tek tek ve güçsüz su damlalarının aynı hedefe sürekli vuruşları nasıl kayaları oyuyorsa, aynı şekilde bir toplumu da, ısrarla savunulan ve taviz vermeden sürdürülen ilkelere bağlılık ve bu istikamette ortaya konulacak ilkeli, onurlu ve sebatkâr İslami örneklikler dönüştürecektir. Cahili bir toplumu, ancak vahyin ilkeli şahitliğinde ısrarlı, istikrarlı ve süreklilik arz eden tevhidi mücadele dönüştürecek ve İslam davasını ancak böyle onurlu ve tavizsiz bir mücadele ileriye taşıyabilecektir.”


Konferansın tam metni:
Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi, sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun değerli kardeşlerim.
Kendisini Müslüman olarak tanımlayanların Müslümanca bir hayatı sürdürmekte ısrarcı olmamaları çok yaygın bir zaafı oluşturuyor. Tevhidi bilinçle iman edenlerin bile ilkelerine sadakatte ısrarcı olamamaları, İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermeden uzun soluklu bir yürüyüşü gerçekleştirememeleri üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir derdimiz olarak gündemimizden bir türlü çıkmıyor/çıkamıyor. Belli bir bilince ulaşmış Müslümanların, sürekli yalpalayıp zikzak çizmelerini, dünyevileşme meyli ve pragmatizm hastalığıyla oradan oraya savrulmalarını engellemeye çalışmanın, şirke, küfre, ifsada karşı mücadele vermeye göre çok daha fazla vaktimizi aldığını, çok daha yorucu ve yıldırıcı olduğunu ifade etmeliyim. Adam gibi “ben müslmanlardanım ve ölünceye kadarda Müslüman kalmalıyım” deyip, bu ahdinin arkasında sadakatle durabilecek adam sayısı ne kadar azdır. Bu kadar zor mu Müslüman olmak ve Müslüman kalabilmek, bu kadar zor mu müslümanca yaşamak? Neden, insan sözüne sadık olmaz, ahdine sadakat göstermez? Neden, çiçgisini ısrarla sürdürmez, istikameti korumak için ölüm gelene kadar bir çaba içerisine girmez? Gerçekten bunu anlamakta zorlanıyorum. Neyin hesabı yapılıyor? Neticede ölmeyecek miyiz, hesaba çekilmeyecek miyiz? Dünyevi makamlar, mevkiler, çıkarlar uğruna bu kadar ilkesiz, bu kadar zikzak çizen bir görüntü Müslümana yakışıyor mu? Ama maalesef, Müslümanların büyük bir ekseriyetinin, İslami kimlik ve ilkelerin bilincine sahip olma ve onları tavize yanaşmadan koruma konusunda çapsız, niteliksiz ve iradesiz olduğu sonucu ortaya çıkıyor?
Değerli kardeşim!
Bütün sorun bizde. Allah’ın yardımına müstahak olmayı sağlayacak bir imana sahip olma ve onun ilkeli şahitliğini yapma konusunda çok seviye kaybettiğimize inanıyorum. Bunun için, Müslümanlar olarak Allah’ın yardımını alamıyoruz. Allah yardım etmiyor bize. Allah niye yardım etsin bize? Biz adam gibi Müslümanlar olsak, Allah’ın yardımcıları, Allah’ın dininin yardımcıları olmayı başarabilsek ve ayağımızı Allah’ın yolunda sabit kılabilsek, Allah vaadinden döner mi? Ne diyor Rabbimiz: “onlara yardım etmem, mü’min kullarımın üzerimdeki haklarıdır”. Bir başka ayette de “siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar”. Bunu Rabbimiz, yaratıcımız, Allah’ımız söylüyor. Ama biz böyle Müslümanlar, bu yardıma layık mü’minler olamıyoruz ki, işte sorun burada. Bir türlü, ilkeli İslami kimlik ibrazını ve istikameti korumada tavizsiz duruşu gerçekleştiremiyoruz. Allah’ın dini uğrunda, O’nun bize şeref bahşedecek rızasını kazanma uğrunda yeterli fedekarlık ve adanmışlık ruhunu bir türlü kazanamıyoruz. Neden böyle bir nitelik kazanılamıyor? Tam bir bilinçlenme ve birikim oluşuyor, bir kadro nüvesi oluşuyor diye sevinecek oluyorsunuz, bir takım gelişmeler oluyor, oradan buradan bir korku yada dünyevileşme rüzgarı esiyor, her şey allak bullak oluyor. Bir çok kişi sapır sapır dökülüveriyor, oradan oaraya savrulmaya başlıyor. Ya korku rüzgarı, ya çıkar menfaat, ihale, kredi, makam, mevki, milletvekilliği rüzgarı esiyor. Bir bakıyorsunuz ki, onca Müslümanların yerinde yeller esiyor. Bu nasıl Müslümanlık, bu nasıl iman Allah aşkına? Neden insan imanına sadakat göstermez ve direnmez?
İşte “Ey iman edenler iman edin…” ayeti bu konuda ikaz etmiyor mu bizleri? Neden uyarıyor Rabbimiz? Çünkü iman edenler, maalesef iman ettikleri değerler uğrunda sadakatli bir yürüyüşü uzun soluklu bir yürüyüşü gerçekleştirmekte sorun ve zaaf yaşıyorlar.
Bu tür ayetlerin bize mesajı şudur: Eğer gerçek mü’minler iseniz, hevaya değil iman ettiğiniz değerlere ve kitaba uyun. Hayatınızı iman ettiğiniz kitabın ölçülerine, Allah’ın hükümlerine, Peygamberin güzel örnekliğine uygun bir biçimde düzenleyin. Çünkü Allah’a, Peygamberlerine ve kitaplarına iman etmenin en temel ve bağlayıcı gereği budur. Eğer gerçek mü’minlerseniz, tıpkı Peygamberler gibi, vahyin şahitleri olun, imanınıza sadakatinizi, yaşantınızla ve onun uğrunda yapacağınız fedakârlıklarla ispat edin. İmanınız uğrunda tıpkı örneğiniz Peygamberler gibi bedel ödemeyi göze alın ve onu dünyanın süsleriyle değişmeyin. Esen konjonktürel rüzgarlar sizi kolayca yamultamasın. Gerçek mü’minlerseniz eğer, dünyevileşmeye karşı direnin. Dünyanın süslerine ve hevaya kapılmayın. Korkular, çıkarlar, dünyevi hesaplar, ikbal, iktidar ve ihaleler, makam, mevki ve zenginleşmeler, çürütücü pragmatizm sizi imanınıza uygun yaşamaktan, vahye şahitlikten, şehitlikten alıkoyamasın. Eğer gerçek mü’minlerseniz, Allah’ın dininin tahrif edilmesine karşı durun, yanlış din anlayışlarına müsamaha ile bakmayın, emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunuzu ibadet bilinciyle lâyıkı vechile yerine getirmekten uzak durmayın. Eğer gerçek mü’minlerseniz, yaşantı ve tercihlerinizle, iman ve küfür arasında gidip gelen bir pratikten ve amellerden uzak durun. Tarihsel süreçte, İslam adına üretilen geleneksel cahiliye dininin Allah, Peygamber ve kitap algı ve anlayışının, tıpkı kitap ehli gibi, Kur’an’da zikredilenle alakasız büyük sapmaları içerdiği bilinmektedir. İşte bu ayet, iman ettiğini iddia edenlerin imanlarını vahyin ölçülerine uygun hale getirmelerini istemektedir. Bu davet, Allah’ı, Resulünü ve kitabı, Allah’ın istediği ölçüler içinde kabul edip, hakkıyla ve gereği gibi takdir edip ve öyle de iman etmek çağrısıdır.


Değerli kardeşlerim!
Gelin iman edip de imanına sadakat gösterdikleri, iman ettikleri değerler uğrunda ve Allah yolunda en büyük fedakârlıkları yaparak, kıyamete kadar bütün insanlara örneklik teşkil etmek üzere Kur’an’da övülen gerçek mü’minlerin örnekliklerini bir daha değerlendirelim ve ibret almaya çalışalım. “Ashabı uhdut”u düşünelim, onlar öyle mü’minlerdiler ki, imanları uğrunda diri diri ateşe atılma tehdidine rağmen imanlarından tavize yanaşmadılar, ateş çukurlarına, hendeklere doldurulma pahasına Allah yolunda direndiler. Öylemi değil mi, niye bize örnek gösteriliyor bunlar, niye Kuranda bahsediliyor bunlardan, hikaye olsun diye mi? İmanda direniş azmini kazandırabilmek için, müminleri bulundukları her çağda iman ettikleri değerler uğrunda fedakar kılabilmek için, mü’minlerin, bedel ödemeyi göze alan mümince bir tavır, onurlu bir direniş ortaya koyabilmelerini sağlamak için. Yılgınlığa düşmemeleri için. Azim ve irade sağlamlığı kazanmaları için.
Nuh (A.S.) örnekliğini sık sık veriyorum, 950 yıl çırpındığı halde bir gemi dolduramıyor. Bugünkü Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydi Nuh (A.S.) iktidar da olurdu devlet de olurdu. Ama tavizsiz tevhidi daveti bu kadar uzun süre devam ettirdiği halde, oğlunu bile tevhid gemisine bindiremeyecek bir “marjinal”likte kalıyor. Çünkü insanlar zalimliği, cahilliği bırakmıyor ve davete icabet etmiyorlar. Zulüm, cehalet, şirk ve ifsadta direniyorlar. Nuh (s) baba şefkati ve evlat acısıyla, son bir çırpınış ortaya koyuyor, dalgalar arsında harekete hazır durumdaki tevhid gemisine çğırıyor oğlunu. Gel oğlum diyor, gemi kalkacak gel bin tevhid gemisine. Bir babanın şefkatle oğlunu kurtarma çabasını düşünün ve kendi evladınızı o durumda düşünün. Allah, hepimize evlatlarımızın dosdoğru istikamette olmasını nasip etsin. Ama zordur gerçekten. Allah tarafından uyarılıyor, “o senin ehlinden değil” diye. Çünkü kan bağı değil akıde bağıdır önemli ve belirleyici olan. Ve tevhid gemisi kalkıyor, dalgalar arasında kayarak ilerliyor. İşte biz Nuh (A.S) misali yüzyıllarca da sürse, bizim zamanımızda somut bir takım sonuçlara yada “başarı”lara ulaştırmayıp, bizden sonraki nesillere intikal ederek devam edecek de olsa, tevhid gemimizi inşa etmekten asla vazgeçmememiz gerekiyor. Karada, dağ başında, suyun hiç olmadığı ve dünyevi mantıkla olması da mümkün olmayan bir kara parçasında gemi inşa ettiğimiz için insanlar alay da etseler, yine de imanın gerektirdiği özgüvenle, hiçbir kınamacının kınamasına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi, tavizsiz, ilkeli ve ısrarlı bir azimle sürdürmeliyiz.
Firavunun sarayında büyüyor Musa (A.S). Eğer bugünkü Müslümanların verdikleri tavizlerin bir kısmını verse Musa (A.S.), sarayın hakimi olur. Sarayda bütün makamlar, mevkiler elinde önü açık. Firavun tarafından da çok seviliyor. O peygamberlik öncesinde onun elinde evladı gibi büyüdü. Ama ne yapıyor, bütün bunları elinin tersiyle itip, hakkı haykırıyor Firavunun yüzüne ve her türlü riski, bedeli, öldürülmeyi göze alarak. Aynı şeyi sihirbazlar için düşünün. Firavunun sağladığı imkanlarla dünyevi refah içerisinde, lüks içerisinde, önemli makam ve mevkilerde yaşıyorlar. Onlar, Firavunun saltanatını ayakta tutan adamlar. Ve gerçektende Musa (A.S.) vesilesiyle ortaya konan Rabbimizin mucizesini görününce, onun bir sihir olmadığını hemen anlıyorlar. Çünkü sihri iyi biliyorlar ve secdeye kapanıp iman ediyorlar. Bir anda gerçekleşen şok bir iman ve o anda, iman ettikleri anda Firavunun kendilerine sağladığı bütün imkanları bırakıp, dünyanın bütün süslerini, makamları, mevkileri, refah içinde yaşamayı bir tarafa bırakıp, öyle bir iman ediyorlar ki, herkese çok oluyor. Firavun diyor ki, “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi asacağım”. Bu büyük tehdide rağmen, işkenceyle öldüreceğini söylediği halde, tabiri caizse vız gelir diyorlar. Biz nasılsa Rabbimize döneceğiz diyorlar, sen bize ancak dünyada yaparsın yapacağını, ahirete müdahalen yoktur. “Rabbimiz bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua ediyorlar. Şu imanı görüyormusunuz? Bugünkü Müslümanların makamlar ve mevkiler için ihaleler, ticari zenginleşme hırsları için şöhret ve şehvetleri için, Allah’ın dininden feda ettiklerinin yüzde birini feda etseydi sihirbazlar. Firavunun yanında yer almaya devam eder, makam ve mevkilerde hayat sürerlerdi.
Ashab-ı kehfi düşünelim. Bir avuç gençtiler. Onlar da saraylardalar, pek çok nimetler içindeler, kendilerine dünyevi bir sürü imkanlar sağlanmış. Buna rağmen, bütün bunları bir yana iterek, sarayda kralın yüzüne hakkı haykırıyorlar. Allah’dan başka İlahlara tapmayacaklarını söylüyorlar. Sadece Allaha kulluk ve ibadet yapacaklarını haykırıyorlar. Bugünkü, oradan oraya savrulan Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydiler, sarayları bırakıp mağaraya gizlenmek zorunda kalmazlardı. Bütün bunlar Kur’an’da bize hikaye olsun diye mi anlatılıyor? Allah aşkına biz nasıl Müslümanlarız, biz nasıl müminleriz? Nasıl oluyor da bunca zillete rağmen, biz de mü’minleriz diye başımızı dik gezdirebiliyoruz. Vallahi utançla başımızı yere eğmeliyiz. Bu nasıl bir iş, bu nasıl bir iman ki imanımız uğrunda hiçbir fedakarlığımız yok. Bu nasıl bir iman ki, onun uğrunda hiçbir bedel ödemeyi göze alamıyoruz. Tam tersine menfaatler çıkarlar uğruna savrulup gidiyoruz.
İbrahim (A.S) Örnekliğini düşünelim. Tek başına bir ümmet olarak. İçinde babasının, ailesinin de yer aldığı kavmine karşı koyduğu tavrı düşünelim. Hakkı nasıl haykırdığını düşünelim, nasıl taviz vermediğini düşünelim. Mümtehine suresi 4. ayette, “İbrahim ve beraberinde olanlar da sizin için güzel bir örnek vardır” demiyor mu? Rabbimiz. “Onlar kavimlerine dediler ki, biz sizden beriyiz, uzağız, Allah’tan başka taptıklarınızdan da”. Şu onurlu tavra bakın, müthiş bir duruş.“Sizi reddediyoruz, inkâr ediyoruz. Ve siz Allahı tevhid edene kadar, sizinle bizim aramızda ebedi bir adavet/düşmanlık ve buğz meydana gelmiştir dediler”. İşte İbrahimi tavır. Allah aşkına bunlar süs için mi Kur’anda anlatılıyor?
Rasulullah (S.A.V.)’e bakalım tek başına başlıyor, bütün dünyaya karşı. Sonra bir avuç inanmış insan, mümin insan çevresinde yer alıyor. Hud suresi 112. ayette, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emriyle duruşunu inşa ediyor. “Hud süresi beni kocalttı” dediği rivayet ediliyor. Evet “dosdoğru olabilmek, dosdoğru kalabilmek ve dosdoğru ölebilmek”. İşte gerçekten de temel mesele budur. Ama Müslümanların temel sorunu da buradadır, asla, dosdoğru olmayı ve dosdoğru kalmayı başaramıyoruz. İstikameti dosdoğru sürdüremiyoruz. Ha bire oraya buraya yalpalıyoruz. Ölmeyecek miyiz, hesaba çekilmeyecek miyiz, bu dünya kısacık bir imtihan ve az bir geçimlikten ibaret değil mi? Şu anda, çatı çökebilir ve hepimiz ahirete intikal edebiliriz, öyle değil mi? Buna inanmıyor muyuz? O halde bunun üzerinde hassasiyetle durmalı ve sürekli tefekkür etmeliyiz. Ölüm, ahiret ve hesap bilinci yolumuzu aydınlatmalı. Ölümü, çok canlı, çok diri bir şekilde hayatımız içinde sürekli gündemimizde tutmalıyız. Ama bunları yapmıyoruz. Sanki kalacakmışız gibi, kazık çakacakmışız gibi dünyanın menfaatleri uğruna, oraya buraya savruluyoruz. Rasulullah (S.A.V.) ve beraberindekiler en büyük işkencelere, haksızlıklara, zulümlere muhatap kılındılar ekonomik ve sosyal boykotlara tabi tutuldular. İşkencelerle vücutları parçalandı. Bir kısım sahabenin şehit edilmesi söz konusu oldu. Bilali Habeşi (R.A) kızgın kumların üzerine yatırılıp, vücudu üzerine da kızgın kayalar koyularak, en acımasız işkencelere tabi tutulduğunda, “Ahad… ahad…” diye haykırıyordu. Eğer o zaman onlar, bütün bu zulümlere rağmen tavizsiz bir direnişle “ahad ahad” diye haykırmasalardı, bugün biz “ahad” deme imkanından mahrum kalırdık. Bunu niye düşünemiyoruz?
Bizden sonraki nesiller bize ne diyecekler? Yazıklar olsun size, adam gibi mümin olmayı başaramamışsınız” diyecekler. İmanın izzetine ulaşıp, iman ettiğiniz değerler uğrunda bedeller ödeyerek, yada bedel ödemeyi göze alan bir tavizsizlik örneği oluşturarak, Hz Bilaller misali, ashab-ı kehf misali örneklik teşkil etseydiniz, tevhid zincirini koparmasaydınız ve bize ulaşan bu tevhid zincirinin kendi döneminizdeki onurlu halkasını teşkil etseydiniz. Bu tevhid zincirinin bize ulaşması için bir çaba gösterseydiniz de, bu kutlu yolun belli basamaklarını inşa etseydiniz de, biz de onların üzerine daha ileriye götürecek basamakları inşa etme imkanına kavuşsaydık diyecekler. Ama falanca parti, filanca parti, milletvekilliği, makam, mevki, kredi, ihale, siyaset, ticaret hırsları peşimiz bırakmıyor değil mi?
Değerli kardeşlerim!
Rasulullah (S.A.V.)’le beraber Mekke de oluşan o ilk Kur’an nesli, en şedit işkencelere tabi oldukları, ateş çemberinden geçtikleri halde, o ilk nesil imanına şirk bulaştırmadan, imanına zulüm giydirmeden, bize güzel bir örneklik teşkil ettiler. Allah için o ilk neslin Rasulullah (S.A.V.)’in ve bütün peygamberlerin, muvahhitlerin, biraz önce bahs ettiğimiz örneklerin örnekliğinde, biz de bugün gelecek nesiller için vahyin şahitliğini yapmak, bir yandan bugünkü topluma mesajı yaymak için, diğer yandan gelecek nesillere örneklik teşkil etmek için, onlara tevhidi geleneği ulaştırmak için, Allah yolunda ve Kur’an rehberliğinde ihlaslı, samimi bir çaba içerisinde olmak durumundayız. Rasulullah (S.A.V.)’e o kadar ağır şartlarda getirilen teklifi düşünün. Kendisine iman eden küçük bir grup, her taraftan kuşatılmış, ekonomik, sosyal boykotlar uygulanıyor, açlık ve sefaletten kıvranıyor, işkence ve katliamlar altında yok edilmek isteniyorlar. İşte böyle bir ortamda, gel diyorlar “devlet başkanımız ol”. “Devletin başına sen geç, zenginlik istiyorsan seni en zenginimiz yapalım” diyorlar. Her şeyi veriyorlar. Bugünkü insanların, bu tekliflerin çok cüzi bir kısmı için dinlerini feda ettikleri şeylerin hepsini Allah Rasulu (S.A.V)’e teklif ediyorlar, altın tabakta sunuyorlar. Bugünkülerin mantığı ile bakılırsa şöyle düşünülebilir; “devletin başına geçersem, hem şu işkenceler kalkar, ekonomik ve sosyal boykotlarla insanlar açlıktan ölüyorlar, bütün bunlar sona erer. Hem bir barış ortamı doğar ve barış ortamında daha iyi tebliğ yaparım. Hem de devletin başı olarak biz yöneteceğimiz için, toplumu daha kolay ve etkili bir biçimde dönüştürebiliriz” diye düşünülmesi gerekir değil mi? Ama asla öyle olmazdı, öyle bir taviz ve uzlaşma gerçekleşseydi, hem risalet misyonunu yerine getirmemiş olurdu ki, bir peygamber asla böyle bir şey yapmaz. Hemde bu dava o gün biterdi.
İşte onun için bizim bugünkü halimizi düşünmemiz gerekiyor ve bugünkü halimizi sorgulamamız gerekiyor. Peygamberimize, devletin başına geçmenin teklif edildiği yerde ne istendi biliyormusunuz karşılığında? Bizim ilahlarımıza kötü söz söyleme, onları eleştirme. İşte istenen sadece bu, sen dinini terk et denmiyor. Sadece bizimkilere de kötü söz söyleme, onları aşağılama, onları eleştirme, bu karşılığında verdiklerine bakın, devlet başkanlığı. Bugünküler ise, dininizi terk etmedikçe, egemen resmi ideolojiye tabi olduğunuzun sözünü vermedikçe, bizim dinmize/ideolojimize iman edip, bağlı kalacağınıza yemin etmedikçe milletvekili bile olamazsınız diyorlar. Devletin başına geçmeye ise, bütün bu sözler verilse, tam bir değişim yaşansa bile vermiyorlar. Her şeyini değiştirmiş adama, cumhurbaşkanı olma izni vermiyorlar. Laik Atatürkçü olduğunu ilan ediyor, yetmiyor, İslami geçmişini eleştirip dışlıyor yine yetmiyor. Sadece hanımının başı örtülü diye cumhurbaşkanı bile yapmıyorlar. Mekke’de ise Resulullah’a (s) devlet başkanlığını, üstelik bugünkü cumhurbaşkanlığından daha tesirli olan bir makamı teklif ediyorlar, karşılığında istenen ise sadece bizim ilahlarımıza da eleştiri yapma, sen kendi dinini yaşa biz kendi dinimizi yaşayalım. Rasulullah (S.A.V.) ne diyor, “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz, yine de böyle bir tavize yanaşmam, davamdan dönmem”. Çok açık, çok net, çok onurlu bir örneklik oluşturuyor. Bunlar süs için mi yaşandı? Biz ve kıyamete kadar gelecek tüm insanlık, istikametimiz görelim, yoldaki işaretleri tanıyalım ve yolumuz kaybetmeyelim diye yaşandı bu örneklikler.
Değerli kardeşlerim!
Tavizkar ve ilkesiz tutumların sonu sekülerleşme ile sonuçlanır. Yüzlerce tevhidi düşünceye sahip insan, zaman içinde, işte bu yollarla İslami kimliğini kaybetti ve savruldu. En başta, sol ve liberal çevrelerle ilkesiz ilişkilere girilmesi bu savrulmada önemli rol oynadı. Onların kavramlarıyla kendilerini tanımlamak ve onları kanaat önderi edinmek sonucunda, onlar gibi olma, onlara benzeme süreçleri yaşandı. Onlardan itibar görme, entllektüel sayılma kaygıları da bu tür savrulmaları besledi. Liberal ve sol çevreler de hep ilke ve kimliğinden taviz vererek kendilerine benzeme eğiliminde olanlarla dialoğa geçtiler. Onların bu eylemlerini, tahrik edip beslediler, teşvik ettiler. Mesala liberal ve sol çevrelerle ilkeli manada ilk irtibata geçen de, çifte satndartsız insan hakları mücadelesini ilk defa Müslümanların gündemine sokan da biziz. İHD’yi 1990 da ilk ziyaret eden biziz. Mazlumder genel başkanıydım o zaman, İHD’yi ziyaret ediyoruz, ama çok net bir İslami kimlikle, İslami ilkeleri koruyan bir yaklaşımla, “biz biz, siz de siz olarak kalalım” ama diyalog kuralım, diyoruz. İyi ilişkiler kuralım, zulme karşı, herkesin hak ve özgürlüklerini savunmada ittifak edelim, diyoruz. Böyle ilkeli bir duruşla İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeyen bir duruşla, uzattığımız diyalog ve gerektiğinde zulme karşı ittifak elimizi boşlukta bıraktılar. Tam on yedi yıldır bir iadeyi ziyaret bile yapmadılar. Çünkü baktılar ki Pamak’ın temsil ettiği çizgi, İslami kimlikten taviz vermiyor, onların kavramlarını ve seküler değerlerini benimsemiyor, o halde yok saymayı tecih ettiler. Ama bizden sonrakiler, Mazlumder’i seküler insan hakları anlayışına kaydırarak, İslami kimliği ikinci plana attılar, liberal ve sol çevrelerle tamamen bütünleştiler, ilkesiz bir şekilde onların kavramlarıyla kendilerini tanımlamaya, onlar gibi olmaya başladılar, işte ondan sonra onlarla geniş diyaloglar kurdular.
Sistemin partilerine uzak net İslami kimlik ve tevhidi ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi için kurulmuş bir derneğin, uzlaşmayı tercih eden başkanlarının söylem ve eylemleri liberal ve sol seküler çevrelerle örtüştükten sonra, artık her biri laik liberal yada sol bir partiden milletvekili olma sırasına girdiler. Liberal ve sol çevrelerle birlikte, ilkeli tavizsiz Müslümanları ise hep yok saydılar. Oysa onlardan daha fazla, biz insan hakları ihlallerine muhatap durumdayız, kitaplarımızdan, yazılarımızdan, konuşmalarımızdan dolayı, sürekli yargılanıyoruz, haksız cezalarla mahkum ediliyoruz, kitaplarımız yasaklanıyor. Ama liberal, sol ve “Demokratik Müslüman” insan hakları savunucuları ve medya sadece seyrediyorlar. Liberal yada sol bir yazar veya “demokratik Müslüman olsaydım”, hiç şüpheniz olmasın hepsi ilgilenirlerdi. Böyle olamadığı için de, ne “demokratik Müslüman” denilen gazeteler ve yazarları, ne de İHD gibi sol ve liberal dernekler, bir tanesi insan hakları adına bizimde hakkımızı, özgürlüğümüzü savunmadılar. Çünkü biz Müslümanlığımızda ısrar ediyoruz. İslami kimlik ve ilkelerimizde ısrar ediyoruz ve tavize yanaşmıyoruz. Ama onlara diyoruz ki, diyalog içinde olalım, iyi komşu olalım, iyi arkadaşlıklar kuralım, zulme karşı beraber hareket edebilelim, buna da açık kapı bırakıyoruz. Yetmiyor, sen de onların kavramlarıyla kendini ifade edip tanımlayıp, onlara benzemedikçe asla razı olmuyorlar, kabul etmiyorlar ve diyaloga bile geçmiyorlar. İlkeli, tavizsiz Müslümanlara böyle davranırken, taviz verip kendilerine benzeme çabası gösterenleri sahipleniyor, önlerini her zeminde açıyorlar, medyatik itibar gösterip, başkalarını da dönüştürebilmeleri için, onların seküler eylem ve söylemlerine medyada sık sık yer veriyorlar, televizyonlara çıkarıyorlar. Partilerinde yer veriyorlar, aday da yapıyorlar, her türlü imkanı açıyorlar, böylece onların daha çok İslam’dan uzaklaşmasına ve Müslümanlardan da birçoğunu arkalarına takıp liberalleştirip, sekülerleştirmelerine zemin hazırlıyorlar.
Laik seküler çizgide politika yapmak da, pek çok Müslümanı İslami kimlik ve ilkelerinden uzaklaştıran diğer bir tuzağı oluşturdu. İnanın benim, laik çizgide politika yapmaya soyunmuş ve İslami kimliğini bir tarafa bırakmış olan birçok tanıdığım var, bunların bir tanesi, daha önceki İslami kimlik ve duyarlılıklarını koruyamadı. Hemen tamamı, bu seküler bataklıkta kirlendiler, pragmatizmin, çıkarcılığın, dünyevileşlmenin çürütücü girdabında tanınmaz hale geldiler. İslami kimlik ve ilkelerinden taviz vererek oralara gelip de, daha önceki halini aynen koruyan bir tek kişi yoktur. Bakın çok iddialı söylüyorum, bana bir tek örnek gösteren olursa o örneği inceleriz. Bin bir oyunla ve pek çok tavizler vererek bu tür makamlara yada çıkarlara ulaşıp da, daha önceki halini koruyan bir tek kişiye rastlayamazsınız. Daha önceki İslami duyarlılıklarını daha çok geliştirmeyi, ileriye götürmeyi bırakın, İslam’a ve Müslümanlara sahip çıkmayı, İslami kimliğe hizmet etmeyi bırakın, daha önceki duyarlılığını koruyan bile yoktur, hepsi şu veya bu ölçüde daha fazla kirlenip, daha fazla geriye gitmiş durumdadırlar.
Sekülerleşmenin, İslami kimlikten uzaklaşmanın, İslamı bireysel ibadetlerle sınırlayıp emperyalist sistemlerin istediği “ılımlı İslam”a doğru dönüşümün, hayata müdahale etmeyen, dönüştürmeyen din anlayışına savrulmanın, önemli bir alanı da insan hakları ve kürt sorunudur. Evet bu alanda da birçok Müslüman savruldu. İşte mazlumder’in ve çevresindekilerin sekülerleşmesinde bu iki alandaki ilkesizlik önemli bir rol oynadı. İlk kuruluşunda İslami kimlik ve ilkeleri referans alan bir insan hakları anlayışı ve ibadet bilinciyle vahyin ölçülerine göre yapılan insan hakları mücadelesi esas alınmıştı. İnsan hakları alanında mücadele edecektik, ama İslam’ın ölçülerinden, ilkelerinden asla taviz vermeyecektik, İslam şeriatının, İslam hukukunun belirlediği hudutları asla aşmayacaktık. Bunun için kurulduk, ama hizmeti herkese götürecektik, sol olsun, sağ olsun, liberal olsun, ayrım yapmadan Allah’ın bütün kullarının haklarını savunacaktık, ama bu faaliyetimizi İslami kimlik ve ölçülere sadakatle ve Allah rızası için ibadet bilinciyle yapacaktık. Nitekim biz de öyle yaptık. Dev solcular, şok oluyorlardı. Diyorlardı ki, “bize işkence edenler de namaz kılıyor, müslümanız diyorlar, ama siz de Müslüman olarak bize sahip çıkıp, işkenceye karşı tavır alıyorsunuz”. Bunun izahını soruyorlardı. Kendilerine, Allah’ın bütün kullarının özgürlüklerinin güvencesi olan adil İslami kimliği ve gerçek İslamı tanıtıyorduk. Bütün bu haksızlıklara karşı çıkıp mağdurları savunurken, İslami ölçü ve ilkeleri belirleyici kılınca, İslami kavramları kullanınca, insanlar gerçek Müslümanlığı bizim faaliyetlerimiz, adil tutumumuz üzerinden öğrenme imkanı buluyordu. İslami kimlikli insan hakları mücadelesini yaparken, aslında, Allah’ın bütün kullarının haklarının ayrımsız savunuculuğuyla bir yandan kulluk görevimizi, bir yandan da vahyin şahitliğini ve tebliğini yapmış oluyorduk. Vahyin kurtarıcı, aydınlatıcı mesajının, bilmeyen insanlara da ulaşmasına vesile oluyorduk.
Daha sonra yöneticiler değişti. Bugünkü Mazlumder Genel Başkanı, beşinci genel başkan şöyle diyordu, “din ayrı insan hakları ayrı”. İşte ilk savrulma bu söylemlerle başladı. Ne kadar açık ve net bir ifade değil mi? Laiklik işte bu. Allah’ın dininden soyutlanmış alanlar oluşturma, sekülerleşme ve laiklik işte bu. Allah’ın dininin karışmadığı, ilahi olanın, vahyin belirleyici olmadığı alanlar açmak. İşte bu ilk sapmaya daha o zaman itiraz ettik. Genel kurulda da tavır koyduk, bildiriler yayınladık, dinletemedik. Birçok Müslüman sanki bu itiraz ve uyarıları Mehmet Pamak’ın şahsi meselesi gibi algılayıp, yaşanan savrulmaya sessiz ve seyirci kalmayı, Mazlumder yönetimleri ile sıcak ilişkiler içinde olmayı tercih ettiler. Onların, bilgisiz ve samimi olanlarına hakkımı helal ediyorum. Ama bu savrulmaları bilerek seyredenlerin, Allah katında hesaba çekileceklerine inanıyorum. Halbuki bu iş, İslami kimlik ve ilkeler alanındaki savrulma meselesiydi. Allah Rızası için müdahale edilmesi, uyarılar yapılması, dinlenmediğinde ise tavır konulması gerekiyordu. Baştan itibaren engellenmesi gerekiyordu. Maalesef herkes seyretmekle yetindi. Seyredenlerin, nefislerini hesaba çekmeleri gerektiği günlerden geçiyoruz. 1998 kongresinde Mazlumder yetkilileri, “herşeyi İslamileştirmek gibi bir hastalığımız var” diyorlardı ve bu sürecin sonunda geldikleri nokta tamamen seküler bir anlayış oldu. İslami olmayan alanlar düşünüyorlar, insan hakları başta olmak üzere İslamın karışmayacağı alanlar oluşturmaya çalışıyorlardı. Halbuki Allah’ın en çok üzerinde durduğu ve en ağır müeyyedelerle güvence altına aldığı alan insan hakları alanıdır. Mal güvenliği, can güvenliği, namus güvenliği gibi alanlarda hep en ağır müeyyideler muhkem hükümlerle ortaya konmuş bulunuyordu. Kısas, celde, el kesme gibi cezalarla kulların haklarını güvence altına alan Allah, kendi hukukuna yapılan saldırıların hesabını ahirete bırakıyordu. Rabbimiz istiyor ki, insanlar kendilerini bu dünyada özgürce gerçekleştirebilecekleri bir adalet ve özgürlük vasatına sahip olsunlar.
Değerli kardeşlerim!
İşte bu tercihlerle, İslam’dan, vahiyden soyutlanan alanlar oluşturulunca bir boşluk doğdu. İslamdan soyutlanan bir insan hakları düşüncesi oluşunca, bu boşluk seküler aklın ürettiği batılı insan hakları anlayışıyla dolduruldu. Ve batının insan hakları anlayışı evrensel olarak nitelendirildi. Halbuki vahye dayanmayan bir ölçünün, değerin evrensel olması mümkün değildir. Evrensel olan ölçüyü ancak Allah koyar, ancak vahiy koyar. Ama buna rağmen, kimi Müslümanlar, insanların batıda ürettikleri, hem de ideolojik kirlenmelerle, ön yargılarla, İslam düşmanlığıyla kirlenmiş zihinlerin, ilahi olana baş kaldırı zemininde ürettiği insan hakları anlayışını evrensel olarak belirleyip benimsediler. Aynı şekilde, kürt sorunu hatırına, laik kürt muhalefeti ve sol kesimlerle ilişkiye geçtiler. Kürt sorununa sahip çıkabilmek adına, İslami kimlikten fedakarlıklar yaptılar. Halbuki, İslami kimlik ve ilkeler öylesine muhteşem bir adaleti ortaya koyuyordu ki, kürt sorunu için yapılabilecek her şeyi, İslami ölçüler içinde kalarak yapmak mümkündü. İslami kimlikle bunları yapmak mümkündü. Yapmadılar, liberal ve sol çevrelerle ve seküler Kürt muhalefetiyle girdikleri ilkesiz ilişkiler sebebiyle onlara benzeme sürecinde, İslami kimliği bırakarak, seküler değerler çerçevesinde, seküler bir zihin yapısını kuşanarak seküler bir zeminde, seküler projeler üretmeye kalktılar ve kürt sorununa sahip çıkışları laik seküler kürt muhalefetinden farksız hale geldi. İHD’yle farksız hale geldiler zaman içerisinde ve İHD onlara dedi ki, “birbirimizden farkımız yok niye iki ayrı kuruluşuz, güç birliği yapmalıyız”. Halbuki İHD varken, biz MAZLUMDER’i İslami kimlikli insan hakları mücadelesi için, İslamı, vahyi belirleyici kılan bir insan hakları mücadelesi için kurmuştuk. Ama sonuçta İHD’leşen MAZLUMDER’le aralarında fark kalmayınca, İHD Mazlumdere bu teklifi yapıyordu. Ancak birleşmeleri de yanlış anlaşılacaktı. Bu sebeple bir üst kuruluş olarak İHOP (İnsan Hakları Ortak Platformu) adlı bir başka kuruluşu birlikte kurdular. İHD, MAZLUMDER, HELSİNKİ YUTTAŞLARI ve Batıdan bir kuruluş birlikte içinde yer aldılar. Sol ve liberallerle beraber 3. Mazlumder başkanını da oraya koydular. Bu kuruluşta da yine hepsinin ortak paydası Batının seküler insan hakları anlayışıydı.
İslami kimlik ve ilkelerini koruma duyarlılığı göstermedikleri için zamanla kürt sorununa da onlar gibi seküler laik bir bakış açısıyla bakmaya başladılar. En son 4. Genel Başkan, HAKSÖZ’de de yer alan açıklamasında açıkça şunu söyledi: “MAZLUMDER in İslami kimliği yoktur”. Hem de iftira atarak, zaten kurulduğunda da yoktu dedi. Halbuki, öyle bir İslami kimlikle kurduk ki, İslami ölçülerle insan haklarına nasıl yaklaşılır, Vahyin ölçüleri bu konuda hangi hudutları koymaktadır ve Batının seküler insan haklarıyla aramızdaki temel farklılıklar nelerdir? sorularının karşılığı olmak üzere, insan haklarına İslami ilkelerle bakış hakkında uzun bir metin hazırladık ve İngilizceye tercüme ederek, dünyanın kırk ayrı insan hakları kurluşuna gönderdik. Bir nevi tebliğ de yapmış olduk. Böylece İslamın mesajı onlara da ulaştı. Çok güzel gidiyordu gerçekten, içimizden bizim gibi müslüman olan bir kardeşimize görevi devrettik. Ancak o kişi ve çevresindekilerde yaşanan değişimle bugünlere kadar gelindi.
Halbuki biz, bizden sonraki 2. Genel Başkanı bu göreve, rica ederek, zorlukla ikna ederek getirmiştik. Genel Başkanlığı, dernek, Mehmet Pamak’la özdeşleşmesin, bir başka Müslüman gelsin, ondan sonra bir başka Müslüman gelsin, ama İslami ilkeler çerçevesinde süreklilik olsun, kurumsallaşma olsun, şahıslarla özdeşleşmesin diye devrettik ve bu devri yapacağımız arkadaşı zor ikna ettik. Şimdi ise onlar birbirlerine devretmemek için kavgalar yapıyorlar. Neden, çünkü artık mazlumder iktidar ve ranta ulaşmanın bir vasıtası haline geldi. Siyaset ve politikaya atlamanın tramplen tahtası haline getirildi.
Değerli Kardeşlerim!
2. Genel Başkanın değişimiyle ve 1993’de Helsinki Yuttaşları’nın hazırladığı Sıvas olaylarıyla ilgili bildiride “doğruya ulaşmak için aklın üzerinde bir otorite ve bağ tanımıyoruz” ifadesini de taşıyan seküler bir metne imza atmasıyla başlayan Mazlumder ve çevresindeki laikleşme, 4. Genel Başkanın imzaladığı “Yurttaş Bildirisi”nde son şeklini buldu. 27 Nisan Muhtırasını kınamak amacıyla yayınlanan “Yurttaş Bildirisi”, laiklerin, liberal ve sol çevrelerin yayınladığı bir bildiri. Laiklik ortak paydasında buluştuk, laikliği sonuna kadar savunacağız diyorlardı o bildiride. Bugün bu bildiriye çekincesiz imza koyan mazlumderin görüşleri, şimdiki genel başkanı da dahil, artık toptan laikliği ve sekülerizmi savunma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Demokratik hak olarak başörtüsü yasağına karşı çıkmaları kimseyi yanıltmasın. İHD ve Gülay Göktürk de bu anlamda başörtüsü yasağına karşı çıkıyor. Müslümanın karşı çıkışında bir özellik ve özgünlük olacak. Müslüman Allah’ın bir ayetidir diye, İslami kimliğin bir yansımasıdır diye, İslami kimliğe sahip çıkarak başörtüsü yasağına karşı çıktığında anlamlıdır. Bugün gelinen noktada, ikinci genel başkan AKP Milletvekili, üçüncü genel başkan İHD ile kurdukları seküler insan hakları ortak platformunun üyesi, dördüncü genel başkan İHD yöneticileriyle birlikte DTP’nin Konya Bağımsız adayı.
AKP de, DTP de, ikisi de, yerli oligarşiye karşı ABD ve AB’ye dayanarak ayakta kalmaya çalışan kuruluşlardır. Bu nedenle emperyalizmin bölgeyi yeniden dizayn etmeye çalışan emperyalist projelerine alet olmaktan kurtulamıyorlar. Allah’ın hükmüyle hükmetme emrine aykırı davranarak, sadece Allah’ın şeriatına itaat etmekten uzaklaşarak bilmeyenlerin hevalarına ve Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uyma anlamında İslami kimliği terk ederek, laik Kemalist ideolojiye bağlılık andı içmek, ister AKPde olsun ister DTP safında olsun bir Müslümana ve tevhid akidesine iman eden bir mümine asla yakışmaz. İslami kimliği terk ettikleri için bunu kolayca yapıyorlarsa, hiç olmazsa insan hakları ve özgürlük savunuculuğu misyonuna yakışmaz. Muhalifler, özgürlük ve insan hakları savunucuları, hele “tabuları yıkmak”, “ezber bozmak” gibi ifadeleri, bir retorik/söylem olarak sürekli kullanıp tüketenlerin herhalde asgari tutarlılık gereği, tabulara tabi olmaktan ve resmi ideolojiye bağlılık andı içerek seksen yıllık zorba ezberi tekrar etmekten uzak durması gerekmez mi? İnsan hakları savunucularının, tabulara karşı mücadele verenlerin, bu dayatmayı, bu tabuları yıkma mücadelesini, muhalif kimliğini ve ilkelerini koruyarak sivil zeminlerde sürdürmesi gerekmez mi? Tabuları benimsediğini, ezberleri ilke olarak kabul ettiğini söyleyerek, tabular yıkılır mı, ezberler bozulur mu? Ama maalesef bu tür iddialarda bulunanlar, tabulara bağlılık andı içmeye ve ezberleri tekrar ederek katkıda bulunmaya doğru yol alabiliyorlar ve üstelik bu çelişkiyi de fark etmiyorlar. Bu bakımdan samimi ve tutarlı insan hakları savunucuları egemen zorba sisteme eklemlenebilecekleri zeminlerden, asgari tutarlılık gereği uzak durmalıdırlar diyoruz. İslami kimlikle davranmıyorlarsa, hiç olmazsa insan hakları savunuculuğu ilkelerine sadakat göstersinler.
Egemen zorba sisteme muhalif olmak bakımından olumlu yanları bulunsa bile DTP’nin İslam’a muhalefetinin sisteme muhalefetinden daha fazla olduğu da unutulmamalıdır. Tevhidi bilince ve sahih İslami bilgiye, sahih bir akıdeye sahip olmayan, fakat kendini İslam’a nispet eden halk kesiminin, darbecilere, halka tahakküm eden zorbalara tavır koymak ve hak özgürlük elde etmek amacıyla AKP’ye oy vermesi bir olumluluk olarak görülebilir. Bakın iyi dinleyin sonradan su-i zanna girmeyin. Tevhidi kimliği olmayan, İslami kimliğin bilincinde olmayan, ama kendini İslama nispet eden, imanını şirke bulaştırmış olan çevrelerin, Müslümanım diyen fakat tevhid bilincinin farkında olmayan çevrelerin, zorbalara, darbecilere tavır koymak anlamında AKP’ye, mağduriyete uğramasının duygusallığıyla oy vermesi, darbecilere tavır koyarak itiraz etmesi anlamında bir olumluluktur diyorum. Aynı şekilde Kürtlere zulüm yapıldığı, işkence yapıldığı, katliam yapıldığı için, mazlum kürt halkının haklarını savunmak için aynı çevrelerin, yani namaz kılan, oruç tutan ama imanının sahih bilgi ve bilincine sahip olmayan, tevhidi bilince ulaşmamış Kürtlerin DTP’ye oy vermeleri de, onlar açısından zülme karşı tavır koymak anlamında bir olumluluk olarak değerlendirilebilir. Yani bilinçsiz halk kitlelerinin, “zulumat”ın/karanlıkların en koyu kulvarlarını, darbeci oligarşiyi ve yandaşı baskıcı partileri terk ederek, görece özgürlük ve adalet vadeden daha özgürlükçü “gri” zulumat kulvarlarına doğru değişim geçirmelerinin, görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceğini söylemeye çalışıyorum. Ama tevhidi bilince ulaşmış, İslami kimliği belirginleşmiş, yani Nur/Aydınlık’taki kimliğini kazanmış olan Türk ve Kürt Müslümanların, bu iki tarafa da oy vermeye çalışması gerilemedir, Nur/Aydınlık’tan zulumata/karanlığa doğru geri dönüş anlamında tam bir irticadır. Müslümanların bu tür seküler taraflara savrulmayıp, kendi özgün kimliğinde ısrar etmesi gerekmektedir. Kendilerince, çeşitli çıkar, hesap ve maslahatlarla bu partilere meyletmeleri savrulmadır, geriye gidiştir. Hele İslami kimlik ilke ve şeriatı dışlayarak aday olmak, laik seküler anlayışları benimsediğini ifade ederek, ben de laikim ben de Atatürkçüyüm, bunlara bağlı kalacağıma söz veriyorum diye açıklamalar yaparak, şirkin ölçüleriyle Hüküm koymak konumuna talip olmak, akidevi bir sapmadır kanaatindeyim.
Bu bakımdan, Mazlumder Genel Başkanının DTP’den bağımsız adaylığına karşı çıkanlar, bu tepkilerinde İslami kimlik ve ilkelerin mi yoksa, ulusalcı reflekslerin mi belirleyici olduğunu sorgulamalıdırlar. İstanbul Şubesi dahil bu tür tepkiler verenlerin önemli bir kısmı için, belki de başka bir partiden aday olsaydı (mesela AKP’den) sorun olmayabilecekti. Halbuki, bir partiden adaylığa tepki gösterenler, bugün yaptıkları itirazı, Kur’ani ölçülerle, İslami kimlik ve ilkelerle, on yıl önce sekülerleşme sapması sürecinde ve Allah rızası için yapsalardı, bu kadar büyük savrulma da meydana gelmeyebilecekti. İstanbul mazlumder şubesi, sırf bir parti tercihi sebebiyle mazlumder için, “emanete ihanet etmiştir”, “basitleşmiştir”, bu sebeple “kamuoyunda tarihine yakışmayan bir şekilde yaralanmış ve kirlenmiştir” diyebiliyor. Ama İslami kimlik ve ilkelerden uzklaşarak sekülerleştikleri gerçek kirlenme sürecine, sessiz kalarak ve fiilen destek vermişlerdi. İslami kimlikten saparken, “mazlumderin İslami kimliği yoktu” açıklamaları yapılırken, neden “kirlenmeden, sapmadan, ihanetten, ahlaksızlıktan” bahsetmiyordunuz, sırf bir partiden aday olunca şimdi kazan kaldırıyorsunuz, deme hakkımız doğmuştur. Bütün bunlar, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken şeylerdir.
Değerli Kardeşlerim!
Sonuç itibariyle, çok enteresan şeyler yaşanıyor ve bakın mazlumder çevrelerinden bir isim, diyor ki, “problemin kaynağı, demokrasiyi halen küfür olarak kabul eden çevrelerin dayandığı İslam devleti algısıdır”. Sorunun temel kaynağının, İslam devleti düşüncesi olduğunu söylüyor, “yaşamı ve tarihi iman küfür eksenli değil, adalet ve zulüm eksenli okumalıyız” diyor. “Tarihteki savaşlar da iman küfür savaşı değil, adiller ile zalimlerin savaşıdır” diyor. İman ve küfür eksenini kaldırıyor. Kur’an’ın oturduğu eksen nedir? Allah aşkına, tevhid ve şirk, iman ve küfür mücadelesi tarihini anlatmıyor mu Kuran bize? Ama buna rağmen tabiî ki, adil ve zalim olanların savaşı da vardır tarihte. Ama iman-küfür eksenli, tevhid-şirk eksenli, çatışmalar, mücadeleler yok mudur? “Devletin her dine ve ideolojiye eşit uzaklıkta olması gerekir” diyor. Bunun adı laik devlettir diyor, kamusal alanın vahiyle belirlenmemesi gerektiği, aklı selimin inşa ettiği sistemin adıdır adalet devleti ve aklı selimin ürettiği hukukla kamu alanı düzenlenmelidir, diyor. Dinlerden soyutlanmış bir devlet ve kamu alanını savunuyor. Peki kamu alanını ne düzenleyecek deyince aklın üretimi diyor. Daha önce de, akıl da vahye rağmen, vahyi dışlayarak evrensel ölçülerde hukuk üretebilir diyorlardı.
Değerli kardeşlerim!
Bu tür geçişleri, savrulmaları doğal karşılayanlar bilmelidirler ki, bunlar kesinlikle, İslamın imajına ve Müslümanların ilkeli bir mücadele sürdürmelerine zarar veriyorlar. Üstelik pratik de göstermektedir ki, gidenler daha önceki İslami duyarlılıklarını bile koruyamaz hale geliyorlar. Hem İslam’a ve Müslümanlara asla tek bir fayda temin edemiyorlar. Hem de en önemlisi bu istikrarsız, ilkesiz davranışlar ve zikzak çizen tutumlar, bunları ciddiye alan, güvenen pek çok kişinin de savrulmasına, onların arkasından dönüşmesine, İslami mücadelenin zarar görmesine sebep oluyor. Bilinmelidir ki, bir davanın ileriye gitmesine mesafe alıp gelişmesine sebep olanlar, ashabı kehf gibi saraylara mağarayı tecih eden onurlu dava adamlarıdır. Firavuna baş kaldıran Musa ve sihirbazlar gibi, dünyevi imkanlara karşı, Müslümanlar olarak öldürülmeyi tercih edenlerdir. İbrahim (as) gibi iman edip, tek başına ümmet olarak, içinde babasının da yer aldığı kavmine karşı tavizsiz davetle tavır koyup, uzlaşmayı reddedenlerdir. Rasulullah (SAV) ve Mekke’deki ilk Kuran nesli gibi iman edip onda ısrar eden ve dünyanın makam, mevki, ticaret, şan, şöhret ve benzeri süslerine kapılmadan, korku, baskı ve zulme boyun eğmeden, imanları uğrunda bedel ödemeyi göze alan, ilkeli ve onurlu bir duruşla İslami kimliğinden taviz vermeyen müminlerdir. Ancak bunlar, İslam davasını ileriye götürebilir, gelecek nesillere örneklik teşkil edebilir. Ancak bu tür ilkeli mü’minler, toplumu İslami ölçüler içerisinde dönüştürme fonksiyonu görebilir. Vahyin şahitliğini ancak bunlar yapabilir. Askeri oligarşinin dayatmalarıyla hiçbir partinin CHP olmaktan kurtulamadığı; sağ, sol, laik, ulusalcı ayrımlarının kalkıp bütün partilerin aynılaştığı; özgürlük ve adalet vaadlerinin anlamını yitirdiği; AKP listelerinin bile 27 Nisan muhtıralarıyla yönlendirildiği; bir liderin iki dudağı arasından çıkan listeler tanzim edilip halkın iradesinin yok sayıldığı; devlet iktidarının halkı edirgenleştirdiği; halkın seçtiklerinin yetkili olmasına fırsat verilmediği bir ortamda, Müslümanların bu oyunun bir figüranı haline gelmeden, Hz. Nuh (as) misali tevhid gemisini inşa etmeyi ısrarla sürdürmeleri gerektiği akıldan çıkarılmamalıdır. Tevhidi ihya, ıslah ve inşa çabasıyla örülen İslam binasına bir tuğla koyacak olan da ancak bu ilkeli duruştur. Tıpkı tek tek ve güçsüz su damlalarının aynı hedefe sürekli vuruşları nasıl kayaları oyuyorsa, aynı şekilde bir toplumu da, ısrarla savunulan ve taviz vermeden sürdürülen ilkelere bağlılık ve bu istikamette ortaya konulacak ilkeli, onurlu ve sebatkâr İslami örneklikler dönüştürecektir. Cahili bir toplumu, ancak vahyin ilkeli şahitliğinde ısrarlı, istikrarlı ve süreklilik arz eden tevhidi mücadele dönüştürecek ve İslam davasını ancak böyle onurlu ve tavizsiz bir mücadele ileriye taşıyabilecektir.
Hepinizi Allaha emanet ediyorum.
 

 

Bu içerik 2572 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon