Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2007
 
27.07.2007 Cuma Konferansı
Tarih: 27/07/2007
   


Mehmet PAMAK:"Seçim Sonuçları: Darbecilere, Muhtıracılara, Çetelere, Derin Yargıya, Kemalizme Karşı, Halkın Özgürlük Eksenli Tepkisi"

Mehmet PAMAK:"Seçim Sonuçları: Darbecilere, Muhtıracılara, Çetelere, Derin Yargıya, Kemalizme Karşı, Halkın Özgürlük Eksenli Tepkisi"

22 Temmuz seçim sonuçları, Halkın AKP’ye desteğini arttırarak sürdürdüğünü ortaya koydu. Seçimin bir tarafında, halkın özgürleşmesine karşı statükoyu savunan, asker destekli, darbeci, ulusalcı, Kemalist CHP, MHP, DP ve hatta Erbakan’ın önderliğinde, kendilerine küfreden ve darbe yapan generaller de dahil bütün TSK’yı “Milli Görüş”cü ilan eden asker yanlısı tavrıyla ve Tuncay Özkan’la, Doğu Perinçek’le, kimi emekli darbecilerle kol kola “kızıl elma”cı ulusalcı cephede buluşan tutumuyla SP bulunmaktaydı. Seçimin diğer tarafında ise, geçmiş dönemde halka yaptığı özgürlük ve adalet vaatlerini yerine getirememiş de olsa, muhtıralara muhatap kılınan, çetelerle ve darbe senaryolarıyla kuşatılan ve yeni dönem için de, statükoda özgürlük eksenli değişimler yapma vaadini potansiyel olarak sürdüren ve bu bağlamda başka alternatifi de olmayan tek parti AKP ve resmi ideolojiyiye açık muhalefetiyle DTP bağımsızları yer alıyordu. Halk bu tablo içinde mevcutlar içinde kendisine en yakın bulduğu, temel haklar ve özgürlükler eksenindeki değişim taleplerine cevap verebilecek potansiyeli de hâlâ sadece AKP’de gördüğü için seçimini yine ondan yana yaptı, diğer muhalif ve özgürlükçü kanat olan Kürt solundan da, grup kuracak kadar bağımsız milletvekilini, oy vermedeki zor şartları da aşarak meclise gönderdi. Hatta, geçmiş dönemde vaatlerini yerine getiremediği halde, bunun müsebbibi olarak daha çok darbecileri, asker ve yargı bürokrasisini gördüğü için, bu sefer desteğini daha da yükselterek AKP’ye bir fırsat daha vermeyi tercih etti. Muhtıracı, özgürlük düşmanı asker ve yargı bürokratlarına, militarizme, resmi ideoloji dayatan Kemalist jakobenizme de bir karşı muhtırayla haddini bilme, hukukun ve yasaların sınırları içinde kalma çağrısı yapmış oldu.

AKP ve DTP’ye Verilen Oylar Egemen Oligarşiye
Özgürlük Eksenli Bir İtirazdır

AKP ve DTP’ye toplumun yarıdan fazlasının oy vermesi, kendini İslam’a nispet eden, ancak tevhidi bilinçten uzak olan halk kitlelerinin, daha adil ve daha özgürlükçü bir sistem talebiyle faşist Kemalist sisteme itiraz etmeleri anlamına gelmesi bakımından bir olumluluktur. Toplum daha özgürlükçü bir sisteme doğru özündekini değiştirdikçe, Allah da daha özgürlükçü bir sistemi taktir edecektir. Mevcut laik sistem içinde mücadeleyi tercih eden bu değişimci partiler vasıtasıyla, görece daha özgürlükçü bir sisteme doğru geçiş yapmak mümkündür. Bu sebeple, tevhidi bilinçten ve Kur’an’ın belirlediği sahih bir İslam anlayışından yoksun olan, ancak kendilerini İslam’a nispet eden halkların, statükocu, darbeci, ulusalcı partilere değil de değişim vadeden partilere oy vermeye yönelmeleri görece bir olumluluk olarak görülmelidir.

Tabii ki, tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hakim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” ile “ehven-i şer” arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “ehven”i tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta ehveni arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir. Mü’min şahsiyet, iman amel bütünlüğü içinde, iman ettiği değerleri hayata hakim kılarak vahyin şahitliğini üstlenmek sorumluluğunu kuşanmak ve iman ettiği değer ve ilkelerden taviz vermeyen bir tutarlılığı yaşamak durumundadır. Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.

Halkın AKP’ye Büyük Desteği Özgürlük
ve Adalet Eksenli Değişim Talebinin Somut İfadesidir

İşte bu, tek parti dönemi CHP’sinin anayasa kuralı haline getirilen ilkeleriyle sistem içi mücadeleyi tercih etmiş bulunan partiler arasında yaptığı son tercihle, Türkiye halkları, askeri vesayete dayalı Kemalizme, darbecilere, çetelere ve yayınladığı muhtıralarla topluma, siyasete ve yargıya müdahale etmeyi alışkanlık haline getirmiş, bu müdahalelerle anayasa ve yasaları ihlal etmiş bulunan Genelkurmay’a tepki göstermiştir. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi yargı kurumlarının, hukuka aykırı siyasal ve ideolojik kararlar vermelerini protesto etmiştir. AKP’ye verilen büyük destek, aynı zamanda büyük ölçüde ezilenlerin ezenlere karşı itirazını temsil etmektedir. Bu seçim sonuçlarıyla halk, Genelkurmay muhtırasıyla, “Cumhuriyet ve laiklik mitingleri”yle, Anayasa mahkemesi kararıyla, statükocuların iradesine koydukları ipoteği parçalamış, Kemalist baskı ve yasaklara, hukuksuzluk ve keyfiliklere, tüm bu hukuksuzlukların ve zulümlerin kaynağı olan Kemalizme ve bütün bu darbe süreçlerinde dayatılan İslam düşmanı laikliğe tavır koymuş, tabiri caizse bir karşı muhtırayla bütün statükocu, darbeci, ulusalcı kesimlerin haddini bilmesini istemiştir.

Halkın AKP’ye 2002 seçimlerindeki ilk desteği, büyük oranda 28 Şubat darbecilerine tepkiden ve özgürlük, adalet beklentisinden kaynaklanmıştı. 22 Temmuz 2007’deki büyük desteğinin sebebi ise, kendilerini “Devlet iktidarı” olarak tanımlayan, ülkenin iktidar ve rantını gasp etmiş ve halkla, halkın temsilcileriyle paylaşmaya yanaşmayan oligarşik despotizmin, “halkın iktidarı”na yönelik kuşatmasına “artık yeter” haykırışının ifadesidir. Cumhurbaşkanı-Ordu-Yargı-YÖK dayatmalarına karşı halkın kendi iktidarına sahip çıkmasının ve kaderi üzerinde kendi temsilcileri dışında belirleyici olmak isteyenlere itirazının somut ifadesidir. Halk ilk AKP iktidarından ne istemiş ve ne beklemişse, birtakım mazeretlere sığınıp vaatlerini yerine getirmeyen AKP’nin elini daha da güçlendirerek, birinci dönemde yap(a)madıklarını artık bahanelere sığınmadan adam gibi yerine getirmesini istemekte ve beklemektedir. Halkın bu seçimde AKP’ye büyük destek vererek ders vermek, uyarmak istediklerinin arasında, Ordu üst yönetimi, Cumhurbaşkanı, CHP, Yargı, YÖK, TÜSİAD, Derin çeteler, Kartel Medyası, “Cumhuriyet Mitingçileri” gibi ülkenin oligarşik yönetimini oluşturan tüm “Devlet İktidarı” yer almaktadır. Bütün bunlar, aslında ülkedeki tüm sorunların oluşmasının da, inatla sürdürülüp, çözümsüzlüğe mahkum edilip kangren haline getirilmesinin de tek müsebbibi durumundadırlar.

Halklar, İslami Kimlik ve Kürt Kimliğine
Özgürlük Talep Etmektedirler

Sivil-asker bürokrasi ile büyük sermayenin işbirliğine dayalı Kemalist oligarşik sistem, kuruluşundan itibaren, halkı, halkın kimlik ve değerlerini hedefe koyarak saldırıya geçmiş, bu toplumda geniş tabanı olan İslami kimlik ile Kürt kimliğini tehdit ve düşman ilan ederek, bu kimlikleri asimle etmeye, toplum mühendisliği uygulayarak, zorla resmi ideoloji istikametinde dönüştürmeye çalışmıştır. Ve bu amaçla, halen devam eden büyük, yaygın ve derin sorunların oluşmasına, geniş kitlelere ıstırap veren çok boyutlu, ideolojik, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki zulümlerin altına imza atmıştır. AKP ise, bütün bu zulümleri kaldıracağını söyleyerek, özgürlük ve adalet vaat ederek iktidar olduğu ilk dönemde, bu iki zulüm alanında somut ve ciddi hiçbir atmadı. Evet AB yönlendirmesiyle daha çok liberal ve sol düşünce çevrelerini rahatlatmak üzere sağlanan görece özgürleşme imkanı, dolaylı olarak ve kısmen Müslümanlara da yarasa bile, doğrudan Müslümanları ilgilendiren, Başörtüsü yasağı, resmi ideoloji kıskacında militarist eğitim ve eğitim eşitsizlikleri, İslami eğitim yasağı, katsayı adaletsizliği, Kur’an kursu yasakları, TCK 216. maddenin eski 163. madde yerine ve düşünceyi suçlama vasıtası olarak kullanılmaya devam edilmesi, 159. maddenin 301. madde olarak sürdürülmesi ve ideolojik yargı kararlarıyla yapılan haksızlıklar vb pek çok yasak ve zulüm aynen devam ettirildi. Kürt sorunu etrafında oluşan sorunlar yumağını, Kürt kimliği, Kürt dili, anadilde eğitim, mahalli yönetimleri güçlendirme gibi konuları ve zorunlu göçle daha da büyüyüp derinleşen ekonomik ve sosyal sorunları adaletle çözmeye yönelik olarak da ciddi hiçbir adım atmadı. Ancak, gerek İslami kimlikle, gerekse Kürt kimliğiyle ilgili alanlarda somut hiçbir özgürleşme çabası içine girilmemesine rağmen, bu zulümlerin muhatabı halk kesimleri yine de, tabii ki başka alternatif de bulamadıkları için, adalet ve özgürlük vaatlerini gerçekleştirmek üzere AKP’ye bir daha fırsat vermeyi tercih ettiler. Kürt halkının yoğun olduğu bölgelerde oy patlaması yapan AKP’ye verilen mesaj, “irademizi iki partiye neredeyse ortasından bölerek tevdi etmekle, AKP-DTP işbirliği ile sorunlar yumağı haline gelen Kürt Sorununun çözümünde önemli adımlar atmanızı bekliyoruz” şeklinde anlaşılmalıdır. Artık AKP, bu sorunun adil çözümünde köklü çalışmalar yapmak sorumluluğunu yerine getirmekten kaçamayacağı ahlaki bir yükümlülüğü üstlenmiş buşlunmaktadır. Diğer taraftan, halk AKP’ye verdiği destekle, ülkeye egemen kılınan İslam düşmanı Kemalist laikliğin (ki bu dini devlet denetimine veren Bizantinizmdir) terk edilmesini beklemektedir.

Ayrıca, birinci dönemde, ekonomideki gelişmeler daha ziyade büyük sermayedarları mutlu etmiş, mevcut varlıklarını defalarca katlamalarına yaramıştı. Bu sebeple, statükodan beslenen egemen oligarşinin TÜSİAD’çı büyük sermayedar ayağı, “oyumuzu CHP’ye versek de, AKP’nin iktidar olmasından yanayız” diyorlardı. Fakir kitleler ise, AKP’nin birinci döneminde, İMF politikalarıyla yönlendirilen ekonomik kalkınmadan paylarını alamamış, tıpkı özgürlükler konusunda olduğu gibi, ezilerek sabretmeyi sürdürmüşlerdi. Bu yüzden, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri giderecek somut gelişmeler bekleyenler, kısmen sosyal yardım fonlarıyla avutulmaya çalışılsalar da, 4,5 yılda adaletsizliğin daha da artmasıyla karşı karşıya kalmışlardı. İşte bu orta ve az gelirli kitleler, AKP’ye verdikleri büyük destekle, ikinci dönemde, Kürt sorununa ve İslami kimliğe yönelik baskı ve yasakların kaldırılması, özgürlük alanlarının genişletilmesi yanında artık gelir dağılımından hak ettikleri adil payın da kendilerine verilmesini bekliyorlar. Hem özgürlükler, hem de adil gelir dağılımı bakımından AKP son şansını kullanacak, gereğini yapmazsa, eline geçen “halka hizmet” imkanını heba etmiş, özgürlük, adalet ve refah vaat ettiği halde, despot oligarşiye ve statükoya hizmet etme ve mevcut zulüm sistemini aynı şekilde sürdürme vazifesini görmüş olarak, zelil bir biçimde tarihe geçmiş olacaktır.

AKP ve DTP’nin aldıkları oylar, halkın faşist sisteme karşı adalet ve özgürlük eksenli itirazı olmak bakımından bir olumluluk içerse de, bu iki partinin, İslam’a karşı tutumları bakımından önemli bir risk barındırdıkları unutulmamalıdır. Nitekim DTP önderleri, İslam karşıtı ulusalcı-laikçi tutumda, maalesef Kemalist laikçilerden pek farklı olmayan bir konumu temsil ediyorlar. Tıpkı Kemalistler gibi, Kürt halkını sekülerleştirme, İslam’dan uzaklaştırarak dönüştürme projesini uyguluyorlar. Ellerine bir güç geçtiğinde daha fazlasını yapacaklarının sinyallerini bugünden vermekten de çekinmiyorlar. AKP’ye gelince, o da halkı görece özgürleştirmeyi henüz potansiyel olarak temsil etmekle beraber, geçmiş 5 yıllık uygulamasında, emperyalistlerin Müslüman halkları ve inançlarını dönüştürme amaçlı BOP’nin eş başkanlığını yaparak ve “ılımlı İslam”, “İslamı ve Müslüman halkları sekülerleştirme/Protestanlaştırma” projelerine verdiği destekle, bir çok Müslüman’ın dönüşümüne vesile olmuş, bu bağlamda “medeniyetler arası ittifak/uzlaşma” projelerinde önemli roller üstlenmiştir. Bu bakımdan AKP hükümetinin, görece bir özgürleşmeye zemin hazırlama potansiyeli taşısa da, bu tür dünyevileştirici ve yozlaştırıcı etkilerinin olduğu/olacağı da unutulmamalıdır.

Görece Özgürleşmeyi Hedef Alan Sistem İçi Değişimin
Şartları Oluşmuş Bulunuyor

Son seçimdeki oy dağılımının ortaya koyduğu sonuç, sistem içi görece özgürleşmeye yönelik toplumsal değişimin önünün iyice açıldığını, özgürlük ve adalet talebi tırmanan halkın bu iradesi iyi temsil edilebilir ve ciddi bir sahiplenmeyle yönlendirilebilirse, statükoda önemli değişiklikleri yapmanın imkan dahiline girebileceğini göstermektedir.

Allah’ın toplumsal yasasının insanlık tarihi boyunca değişmeden işlediği ve toplumsal, sosyal ve siyasal değişimin iki yönde geliştiği görülür. Birincisi, mevcut sistemin temel ilke ve kurallarını koruyarak, görece bir özgürleşmeyi, mevcut zulmün, baskı ve yasakların nispi olarak da olsa geriletilmesi suretiyle halka biraz daha nefes aldıracak görece bir iyileştirmeyi hedefleyen, sistem içi bir değişimdir. Bu tür değişim de yine, Allah’ın sosyal yasası gereğince işlemekle beraber, sonuçta Kur’an’ın zulümat (karanlıklar) olarak nitelendirdiği Batıl sistem içinde, karanlıkların en koyu tonlarından daha gri tonlarına geçişi ifade eden, zulümat içi bir değişimdir. İkincisi ise, zulumatın tüm kulvarlarını reddedip, tam anlamıyla cahiliyeden arınıp, Nura/aydınlığa sıçramayı hedefleyen köklü İslami değişimdir. Allah’ın söz konusu yasası gereğince, bir toplum özündekini hangi istikamette değiştirirse, hangi sistemle yönetilmeye müstehak olursa, Allah o topluma hak ettiği sistemi ve yönetimi takdir etmektedir.

Allah’ın bu alanla ilgili değişmez sosyal yasası Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir: “... Bir toplum özündekini değiştirip (bozmadıkça) Allah da o toplumun (siyasi, sosyal) durumunu değiştirmez (bozmaz)...” bu yasa iyileşme yönünde de aynı şekilde işler ve bir toplum özündeki bozulmayı ıslah edip iyiye, güzele müstehak hale gelmedikçe de, Allah o topluma iyi olan sistemi taktir etmez. Şüphesiz Allah hiçbir topluma zulmedici değildir. Bir toplum nasılsa öyle yönetilecektir. Bir toplum neye müstahak olursa, Allah da o toplum için, layık olduğu o şeyi takdir edeceğini vaad etmektedir. Allah’ın bu yasası, aslında insanlara şeref bahşeden, toplumları kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılarak onurlandıran bir yasadır. Bir toplum, nasıl bir sistemle, nasıl bir yönetim tarzı ile yönetilmek, nasıl bir siyasi ve sosyal düzenle idare edilmek istiyorsa, özündekini o istikamette değiştirmek üzere harekete geçmesi, bireysel ve toplumsal iradeyi seferber ederek buna uygun bir değişimi, dönüşümü gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Allah, kullarının, bu imtihan dünyasında kendilerini, baskı ve yasaklardan uzak bir biçimde özgürce gerçekleştirmelerine uygun bir adalet ve özgürlük vasatının hazırlanmasını istemekte ve bu adaletin tesisi yükümlülüğünü de, yeryüzünün halifeleri kılınma ve emaneti yüklenme sorumluluğunun bilincinde olan mü’min kullarının omuzlarına yüklemiş bulunmaktadır. Allah, bütün kullarından yeryüzünde fesad çıkarmamalarını, insanlara ve evrene zarar vermemelrini ve adil olmalarını istemekte, bu bağlamda fıtri/insani erdemlerle bütün insanları teçhiz ederek dünyaya göndermekte, ancak dünyada “dinde (hayat tarzı, dünya görüşü tercihinde) zorlama olmadığını” , “dileyenin iman etme, dileyenin de inkar etme” özgürlüğüne sahip bulunduğunu, bu tercihlerle ilgili hesabın ahirette görüleceğini beyan etmektedir. İşte bu sebeple, bugün “insan hakları” olarak nitelendirilen temel hakları da bütün kullarına bahşetmiş bulunmaktadır. Biz Müslümanlar, yaratılış amacımız olan kulluk sorumluluğumuzun gereği olarak, İslami kimlik ve ilkelerden ve uzun soluklu tevhidi değişim mücadelemizden taviz vermeyen yürüyüşümüzü ısrarla sürdürürken, İslami sistem kurulana kadar, şirk sistemi devam etse de mevcut zulmünü geriletecek ve görece bir adalet ve özgürlük vasatının sağlanması anlamında sistem içi değişimleri de, Allah’ın kullarının kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine yönelik görece bir olumluluk olarak değerlendirip, şirk sistemlerinin insanlara zulmetmemelerini, haklarını ihlal etmemelerini talep edebilir, bu bağlamda zulmün ve adaletsizliğin geriletilmesi çalışmalarını teşvik edebiliriz. Hatta bu bizim için, zulme ve ifsada karşı özgürlük ve adalet mücadelesi bağlamında bir sorumluluktur. Ancak bu tür taktik, konjonktürel ve görece özgürleşme ihtiyaçlarımız uğruna, bizi İslami kimlik ve ilkelerimizden uzaklaştıracak olan, stratejik hedefimize aykırı yöntemlerin peşine takılamayız. Her şart altında kendi özgün gündemimize yoğunlaşmak, İslami toplumsal dönüşüme yönelik çabalarımızı ve tevhid-şirk eksenli arınma ve ıslahat mücadelemizi taviz vermeden sürdürmek mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmamalıyız. Kur’an nesli projemizi hayata geçirip ümmeti vahiyle yeniden inşa sürecini ısrarla südürmek ve ne pahasına olursa olsun tevhid gemimizi inşa etmeye devam etmek sorumluluğumuzu gündemimizden hiç çıkarmamalıyız.

Kemalist sistemin teşkil ettiği koyu tonlu baskıcı zulumat (karanlıklar) kulvarından, daha açık ya da gri tonlu, daha özgürlükçü bir zulumat kulvarına geçiş anlamındaki sistem içi görece bir değişimin de; zulumattan nur’a, yani karanlıkların bütün tonlarından kurtulup, İslamın aydınlığına doğru sıçrama anlamındaki köklü bir değişimin de yolu aynı yasanın gereğini yerine getirmekten geçmektedir. Avrupalı, Ortaçağın koyu karanlığından, zulumatın gri tonlu görece “aydınlanma” dönemine geçiş için yüzyıllarca mücadele etmiş, büyük bedeller ödeyerek toplumsal nefsindekini daha özgürlükçü bir sisteme müstahak olacak şekilde değiştirmişti. Aynı şekilde, komünist rejimlerle yönetilen ülkeler de, yaklaşık 70 yıl boyunca, entelektüelleri, yazarları, aydınları, akademisyenleri, siyasetçileri ve halklarıyla büyük bedeller ödeyerek daha özgürlükçü bir kulvara müstahak olacakları kısmi bir değişim geçirmişler ve ancak bu değişimlerden sonra Allah da onlar için bu yeni durumlarına uygun daha özgürlükçü yeni bir “zulumat” sistemini takdir etmiştir. İşte bu yasanın işlemesiyle ve toplumun özündekini değiştirmesiyle, Stalinist Komünist sistemin temsil ettiği baskıcı “zulümat” sitemi yerine Gorbaçov’un öncülüğünde görece özgür bir sisteme, zulumatın gri tonlarına geçiş sağlanmıştır.

Bizim ülkemizde de, sistem içi daha özgürlükçü bir kulavara geçişin yaşanması için, toplumun özündekini, tıpkı komünist sistemlerdeki değişim anlamında, eğitim, hak, özgürlük ve adalet eksenli ısrarlı çabaların, bedel ödemekten çekinmeyen fıtri, insani itirazların ve özgürlükçü taleplerin gündemde tutulması gerekmektedir. İşte ancak bu çabalar sonucunda, daha özgürlükçü bir zulumat kulvarına müstahak olunması halinde, söz konusu sistem içi görece özgürleşme gerçekleşebilecektir. Böyle bir toplumsal değişim yaşandığında ise, Kemalist sistem tıpkı komünizm yada ortaçağ Avrupa’sının koyu karanlığının sona ermesi gibi sona erecek, yine laik sistem devam etmekle beraber, bu sistem içi değişimle, Avrupa standartlarında görece özgürlükçü bir sistem, yıkılmaya yüz tutmuş Kemalizm’in yerine geçebilecektir. Yani “zulumat” içindeki koyu karanlıktan, daha gri tonlara doğru bir geçiş sağlanabilecektir. Eğer toplum, vahyin şahidliğini üstlenen Mü’minlerin yapacakları tevhidi davet ve eğitimle özündekini tevhidi istikamette, zulumattan nur’a doğru değiştirirse , ki mü’minlerin takip etmeleri gereken yöntemi ortaya koyan ve Allah’ın razı olduğu sahici ve köklü değişim budur, işte ancak bu köklü değişim sonucunda Kemalizm’in koyu karanlığının yerine, Kur’an’ın Nur diye adlandırdığı İslam’ın aydınlık adalet sistemi gelecek ve hiçbir güç de bunu engelleyemeyecektir. Çünkü, daha önce komünizmi de attığı tarihin çöplüğüne, aynı seküler paradigmanın ürünü olan Kemalist sistemi de atacak olan bu değişim Allah’ın takdiri olarak gerçekleşecektir.

O halde, “zulumat” içindeki bir değişimi, yani görece bir özgürleşmeyi temin etmek için bile bu yasanın gereğinin yerine getirilmesi gerekmektedir. Oligarşik diktatörlüğü, bir adım olsun geriye çekilmeye zorlamak ve şirke dayalı zalim sistemi özgürlük alanlarımızı genişletmeye, insanlık onuruna ve hukuka saygılı olmaya ikna ve razı edebilmek için, ciddi, yaygın ve özverili mücadeleler yapılmalı, bedel ödemekten, risk almaktan kaçınılmamalıdır. Çünkü egemen zalimler, hak ve özgürlükleri bedelsiz bir şekilde ve gönüllü vermeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır. Özgürlükleri, hakları ve sistemde iyiye doğru değişimi hak etmek, daha doğrusu fethetmek gerekmektedir. Bu sebeple, Kemalizm’den daha özgürlükçü bir beşeri sisteme geçişi savunan siyasi kadrolar, daha yürekli, daha ilkeli ve daha tutarlı bir direniş sergilemeden, taviz veremeyeceği ahlaki ilkeler edinmeden, sonuçta Kemalistlerin her istediğinin olmasına yol açan ve ancak zalim oligarşinin cüretini arttıran tavizci pragmatizmden kurtulmadan, bunu sağlayabilmelerinin mümkün olmadığını anlamalıdırlar.

Ayrıca değişim yanlısı siyasi kadroların, kendilerine destek veren halk kesimlerinin, hem bu değişim konusunda samimi ve istekli olmalarını temin edecek, hem de arkalarında fedakarca durup, gerektiğinde meydanları doldurup haklarını elde etmeden çekilmeyecek bir direnme ruhuna sahip olmalarını sağlayacak bir bilince kavuşturulmaları için gerekli çabaları da ihmal etmemeleri gerekmektedir. Çünkü bütün partiler oligarşinin elinde rehinedir. Bu yüzden, hükümet olabilmek ve hükümette kalabilmek korku ve endişesi ile oligarşik güce esir olmakta, oligarşiden korktukları kadar, kendilerini seçen halktan korkmamaktadırlar. Bu sebeple de, halkın değil, oligarşinin isteklerini yerine getirmekte, güce râm olmaktadırlar. Sonuçta muhalefet ve direniş bilinci olmayan, sindirilmiş, korkutulmuş halk da partilerinin kapatılması endişesiyle oligarşiye teslim olmakta ve partilerinin arkasından onlar da esir konumuna sürüklenmektedir. Bu sebeple, sistem içi görece özgürleşmeye vesile olacak İslam dışı yöntemi benimseyenlerin de yapması gereken şey, kendilerine destek veren halkın, oligarşinin baskısına itiraz edebilecek, muhalif bir nitelik kazanmasını sağlayacak çalışmalar ortaya koymaktır. Sivil alandaki bilinçlendirme ve eğitim çalışmaları ile direniş ve muhalefet ruhunu diriltmektir/güçlendirmektir. Halkın, düşünen, sorgulayan, itiraz eden, hesap soran nitelikler kazanmasına vesile olmaktır. Ne zaman ki, bu anlamda nitelik kazanmış milyonlar meydanları doldurup, özgürlük ve adalet talep eder ve statükoya itirazını yükselterek direnirse, işte o zaman oligarşi sinecek, oligarşiden korkan hükümetler daha fazla halktan korkacak ve ancak, işte o zaman görece de olsa daha özgür ortamlara kavuşabilmenin önü açılabilecektir.

AKP, Halkı Edilgenleştiren, Meydanlara Çıkmayı Engelleyen
ve Sonuçta Meydanları da Darbecilere KaptıranTutumunu Terk Etmelidir

Seksen yıllık ömrünün yarıdan fazlası, “darbe”ler, “sıkıyönetim”ler ve “olağanüstü hal”lerle geçmiş bu sistemde, halka yönelik ırkçı, ideolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi zulümler onu canından bezdirmiştir. Bu sebeple zaten meydanlara çıkma, itiraz edip hesap sorma yeteneği dumura uğratılmış, hak ve özgürlüklerini talep etmekten aciz konumlara sürüklenmiş, korkutulmuş, ürkütülmüş, ezilmiş, niteliksizleştirilmiş ve edilgen hale getirilmiş bir toplum söz konusudur. Muharref geleneğin ürettiği “Zalim sultana itaat” kültürünün, kötü bir gelenek olarak “modern” dönemde de sürmesi ve bu sapmanın yeni sistem tarafından da sürekli beslenmesi, halkı edilgenleştiren, zalimlere itaate sevk eden sebeplerden birini teşkil etmiştir. Yine bu tahrif edilmiş din anlayışlarından kaynaklanan yanlış bir gelenek de, bazı hayırlı gelişmelerin kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik anlayışı ve ertelemeci yaklaşımdır. Bu anlayış da, halkların mücadele azmini köreltmiş, pasif ve edilgen tutumu beslemiştir. Direniş ruhunu ve hak arama eğilimlerini yok eden bir başka saptırılmış gelenek de, tahrif edilmiş “sabır” ve “tevekkül” anlayışı ile her ne olursa olsun başa gelenin, yazılmış, düzeltilmesi mümkün olamayan ve rıza gösterilmesi, katlanılması gereken bir kader olduğunu ve zulme rıza göstermeyi telkin eden yanlış kader anlayışından kaynaklanmıştır. Söz konusu gelenekten de beslenen “Devlet-i ebed müddet” anlayışı ile devleti baba kabul eden ataerkil geleneksel yaklaşımın yanında, giderek devleti ilahlaştıran, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında devleti belirleyici kılan, bireyin ve cemaatin hak ve özgürlüklerini “ilah devlet” (ulus devlet)e kurban eden ve bu sapkın baskıcı hali normal karşılayıp kanıksayan “modern” düşüncenin ürettiği modern sapmalar da, halkı teslimiyetçiliğe ve tepkisizliğe sevk eden, halkın devlet tarafından kuşatılıp teslim alınmasını sağlayarak güçsüzleştiren bir başka önemli unsuru teşkil etmiştir.

“Cumhuriyet” ve “demokrasi” olarak yutturulmaya çalışılsa da, halkı dışlayan, aşağılayan, halkın iradesini basit görüp ciddiye almayan, halkı kendisinin hayrına olanı bilmekten aciz görüp “halka rağmen halk adına harekete” kendini yetkili gören seçkinci anlayışın oligarşik egemenliğinde; halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanacağı, nasıl, neyi ve ne kadar düşüneceği, neye ve ne kadar tavır koyabileceği, her konuda neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği ve hatta halkın nasıl bir kıyafet giyebileceği bile hep yönetenler tarafından belirlenmiş, halka ise körü körüne itaat layık görülmüştür. İtaat etmeme potansiyeli taşıdığına inanılan kesimler ise hep “marjinal” ve düşman olarak ilan edilerek, “toplum mühendisliği” ve “sopa” politikaları ile hizaya sokulmaya, sonuçta halk, seçkinlerin dayatmalarına uyması için terbiye edilmeye çalışılmıştır. İşte bütün bu politikalar halkın edilgen duruşunu pekiştiren bir rol oynamıştır. Sonuçta bugün, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir”, “ite dalanmaktansa, çalıyı dolanmak yeğdir” ve “yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır” benzeri atasözleri eşliğinde, geçmişten gelen kaderci ve teslimiyetçi kültürle direniş azmini ve dinamizmini kaybetmiş bir topluma sahibiz. İşte böyle süreçlerden sindirilerek çıkmış, “neme lazım”cı kültüre sahip bir toplumda, muhalefeti, emperyalizme itirazı, adalet ve özgürlük talebiyle meydanlara çıkışı hor gören, “marjinalleşmek” ve “sonuç vermeyecek” işler yapmakla nitelendirip terk etmeyi öneren sözlerin, ilk dönemde Başbakan Erdoğan tarafından söylenmesi, halkın meydanlara çıkmasını ve özgürlük mücadelesine katılımını azaltıcı bir fonksiyon ifa etmiştir.

Aslında bu ülkenin edilgenleştirilmiş halkı, henüz yeni yeni itirazı, muhalefeti öğreniyor, meydanların gücünü fark ediyordu. Çekingen bir tutum ve korkuyu tam atamamış olmanın tedirginliği ile de olsa yavaş yavaş meydanları dolduruyor, hak ve özgürlüklerini talep etme, hesap sorma niteliğini kazanıyordu. Emperyalist büyük güçlere itiraz etmeyi, karşı durmayı, kendi değerlerini ve haklarını savunma anlamında direnmeyi, onurlu duruşlar sergilemeyi öğreniyordu. Aslında bu bir eğitimdi, halkın kendini yeniden inşa çabasıydı. Halkın, zorla koparıldığı köklerine, kaybettirilen değerlerine ve kimliğine, gasp edilen haklarına ve özgürlüklerine yeniden dönüş yolunda şahsiyetleri yeniden inşa etme çabalarının, özgüven kazanmanın, korku krallığını yıkmanın önemli bir alanıydı meydanlar. Özellikle de özgürlüklerin gerçek anlamda kazanılmasının yolu meydanlardan geçmektedir. Yani özgürlükler, masa başında hediye edilmemekte, meydanlarda yükselen itiraz ve direnişlerle gerçek anlamda kazanılabilmektedirler. Yahut da bir takım hesaplarla masa başında verilen özgürlükler, eğer arkasında meydanların desteğini taşımıyorsa, yine masa başında kolaylıkla geri alınmaktadır. Buna rağmen, Erdoğan ilk döneminde, meydanlardaki bu tür itiraz eylemlerini, muhalefet çabalarını marjinal ve terk edilmesi gereken anlamsız çabalar olarak nitelendiriyor, sonuca ulaştıracak çalışmaların ancak masa başında yapılanlar olduğuna dikkat çekiyordu.


Hak, özgürlük talepli itirazlar, Kendisini de iktidara taşıdığı halde, Erdoğan, Birinci Dönemde Bindiği Dalı Kesmişti

Halbuki, Tayyip Erdoğan’ı, ilk döneminde iktidara taşıyan da, meydanlardaki, egemen oligarşiye ve 28 Şubat darbecilerine yönelik itirazların oluşturduğu rüzgârdı. Bu bakımdan, AKP muhalif olma bilincine saldırıp, meydan eylemlerini marjinallikle suçlayıp aşağılayarak, statükolaşıyor, statükoyu besleyerek kendi kuyusunu kazıyordu. Halkın meydanlardaki muhalefetini, hak, adalet ve özgürlük taleplerini yükselten itirazlarını ve hesap sormasını, direniş azmini yıpratıcı, caydırıcı ve küçümseyici her tavır, aslında Erdoğan’ın kendi bindiği dalı kesmesi anlamını da taşıyordu. Yoksa meydanları dolduran ve darbecilere tavır koyan halkın bu desteği olmasaydı, masa başında iktidarı Erdoğan’a teslim ederler miydi? Nitekim meydanların desteğini kaybettikten sonra hep masa başında kaybettiler. Anayasayı değiştirebilecek büyük bir parlamento çoğunluğuna rağmen, ilk 5 yılda, halkın bir tek talebini kanunlaştıramamış, hatta bir yönetmelik değişikliğini bile geri çekmek zorunda bırakılmışlardı. Biraz da kendi yüreksizliklerinden ve kendi ifadeleriyle risk almaya, bedel ödemeye cesaret edememelerinden de kaynaklansa, sonuçta masa başında hiçbir şey yapamadıklarını kendileri de itiraf ederek, büyük bir çelişkiyle yine halktan yardım istediler. Masa başında sonuç alamadıkları için halkın meydanlara çıkıp yasakçılara cevap vermesini bekledikleri süreçlere geldiler.

Nitekim, Tayyip Erdoğan, Birlik Vakfının 3 Temmuz 2004 tarihli, “Meseleler ve Çareler” konulu toplantısında; YÖK yasa tasarısı başta olmak üzere, halkın talep ettiği her konuda önce atılan adımların bilahare geri çekilmesiyle ilgili eleştirilere cevap verirken, NATO zirvesine karşı çıkanları “marjinallik”le suçlayıp, artık bu tür sokak eylemlerini terk etmeye çağıran sözleriyle büyük bir çelişkiye düştüğünün farkına bile varmadan şu ibretlik sözleri söyleyebilmişti: “Meslek liseleri olayında, özellikle meslek liselerinde yavrularını okutanlar, çocuklarının durumuna sahip çıkmamışlardır. Bunun karşısına dikilenlere toplum gereken cevabı vermemiştir.” Bir yandan birkaç gün önce söyledikleriyle çelişkiye düşerek, halkın meydanlara çıkıp yasakçılara itiraz etmediğini ve YÖK tasarısına destek vermesi gerektiği halde bunu yapmadığını söylüyor, diğer yandan konuşmasının hemen devamında da yeni bir çelişkiye düşerek, hak talebiyle itiraz edecek kitleleri ürkütüp sinmeye sevk edecek ve bir Başbakana, bir lidere yakışmayacak sözler sarf ederek; “Ama bunun bedelini ödemeye siz hazır mısınız? Bunun bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz” diyebiliyordu.

Bir taraftan, kendisine de lazım olan ve kendisini iktidara da taşımış bulunan halkın muhalefet etme, itiraz etme, direnme hakkını kullanma azmini kırıcı, bastırıcı, sindirici, caydırıcı, öğütücü tutumlar ve söylemler sergileyerek statükoya savruluyorlar, diğer yandan halkın verdiği iradeyi kullanmak azim, irade ve cesareti gösterememelerinin faturasını da yine halkın tepkisizliğine keserek sıyrılmaya çalışıyorlardı. Bir yandan, sık sık “gerilim çıkarmayın” uyarıları yaparak, Yargı Bakanının ağzından “devletin sopası”nın varlığını hatırlatarak, “bedel ödemekten” bahsederek, meydanlarda tepki göstermeyi “sonuç vermeyen marjinallikler” olarak damgalayarak, yani sürekli korku üreterek, polislerini biber gazları ve gaz bombaları ile sivil toplumun üzerine sürerek, halkı ürkütüp, edilgen ve pasif bir konuma sevk ediyorlar, diğer yandan da “neden çocuklarınızın haklarını gasp edenlere gerekli cevabı vermediniz” şikâyetinde bulunuyorlardı. İşte bir dönem böyle kaybedildi ve halk edilgenleştirilip pasifize edilerek meydanlar darbecilere kaptırıldı. Sonuçta AB desteğiyle masa başında verilen kimi görece özgürlükler de, daha birinci AKP dönemi bitmeden, Şemdinli savcısının sistemin ilahlarına kurban verilmesiyle başlayan süreçte, bu sefer asker baskısıyla yönlendirilen “yeni TCK” ve “Polis Selahiyetleri Yasası”yla geri alındı. Çünkü arkasında meydanların desteği olmadan masa başında hediye edilen özgürlükler, ters bir rüzgarda aynı masa başında tekrar ve kolayca geriye alınabilmektedir. Halbuki, medyanlar özgürlük ve adalet talepleriyle doldurulsaydı, sivil toplum milyonlarca insanla meydanları doldurup bütün bu ülkenin insanları için özgürlük taleplerini adam gibi istemeyi becerseydi, hukuksuzluğa, çetelere, darbelere karşı haklı itirazlarını yükseltselerdi yada bu konuda önü kesilmeseydi, inanın özgürlükler verilirdi ve bir daha kolay kolay da geri alınamazdı.

Çürüyen ve Bütün Değerleriyle Toplumu da Çürüten
Sistem, Özgürlük ve Hukuk Eksenli Değişime İhtiyaç Duyuyor

Ülkemizde egemen faşist sistem, herşeyi çürüttü, yozlaştırdı, tüm iyiler, olumluluıklar alanında tam bir dibe vuruş süreci yaşanıyor. Devlet ve tüm kurumları, seküler pozitivist resmi ideolojisiyle, fıtratları bozup ruhları kirleterek, insanları birbirinin kurdu haline dönüştürmüş, insani, fıtri erdemler ve ahlaki değerler alanında tam bir çürümeye yol açmış bıulunuyor. Kavramlar ve lügatlar çıldırdı. Herkes ikiyüzlülük yapmayı ve yalan söylemeyi, çıkarları için ve sistemin zulmünden korunmak için tek çıkar yol olarak görmeye başladı. Çünkü bizzat egemen sistem, başından beri yalan, aldatma, baskı, şiddet ve çeteleşme üzerine kurulmuş bulunuyor. Böyle başka bir ülke var mı dünyada? Kıbrıs’a “barış harekatı” adı altında çıkılıyor, fakat savaş yapılıyor. Barış adı altında savaş yapılınca, “vatanseverlik” adı altında vatan hainliği kaçınılmaz sonuç oluyor. Çeteleşen, sahtekarlık, dolandırıcılık, soygun ve silah kaçakçılığı yapan, terör estiren “kuvayı milliye” ve “vatansever dernekleri” yaygınlaşıyor. Gerçekten, insanın ne diyeceğini bilemediği ibretlik bir manzara ile karşı karşıyayız. Ne kadar ulusalcılık yapılıyorsa, aslında arka planda o kadar emperyalist seküler Batı kültürünün savunucuğu yapılmaktadır. Ne kadar büyük bayrak taşınırsa, ne kadar çok Atatürk posteri asılırsa, ne kadar laikçi ideolojik tutumlar sergilenirse aslında arka planda o kadar çok sahtekarlık, dolandırıcılık ve provokasyon gizleniyor, örtülüyor demektir. Bu ülkede öteden beri, ulusalcılık adı altında hep Batılı emperyalist devletlerin işbirlikçiliği yapılmıştır. Diğer taraftan, ne kadar “Cumhuriyetçi”lik iddiasında bulunuluyorsa, aslında o kadar “Cumhur” karşıtlığı, halk düşmanlığı yapılmakta, bu yüzden Cumhurbaşkanını halkın seçmesine bile karşı çıkılmaktadır. “Halkçılık” adı altında da hep “halka rağmen”cilik esas alınmış, “çağdaşlaşma” adı altında hep halkın değerlerine ve İslami kimliğine düşmanlık yapılmış, onunla savaşılmıştır. “Laiklik” adı altında da, batılı anlamda laikliğe aykırı bir biçimde dini devlet denetimine ve istismarına terk eden “bizantinizm” esas alınmıştır. Sözde laiklik adına, bütün dinlere eşit uzaklıkta durup, hepsine özgürlük tanıyan bir devlet oluşturmak yerine “irtica” adı altında İslam’ı tehdit ve düşman ilan eden politikalar güdülmüş, İslam dinini ve Müslümanları laik devletin tahakkümü ve denetimi altına alan ve İslam’ı yozlaştırarak “resmi din” oluşturmaya çalışan, baskı ve yasaklarla İslamın eğitimini almayı ve yaşamayı imkansızlaştıran zulüm politikalarının altına imza atılmıştır. “Solculuk” ve “devrimcilik” adı altında da hep “sağcı” ve ulusalcı, statükocu, değişimi, gelişimi ve özgürleşmeyi engelleyen politikalar takip edilmiştir. Tıpkı taklit ettikleri emperyalist Batı devletlerinin, “demokratikleştirme”, “özgürleştirme” adı altında İslam coğrafyasının bir çok bölgelerinde, işgal, istila, sömürü ve katliamlar gerçekleştirmeleri, despot ve kukla yönetimler oluşturmaları gibi.

Görüldüğü üzere, barış adı altında savaş, vatanseverlik adı altında vatana ihanet, ulusalcılık adı altında emperyalist devletlerle işbirliği ve emperyalist kültürün bağnaz savunuculuğu, halkçılık adı altında halk düşmanlığı, Cumhuriyetçilik adı altında Cumhura tahakküm eden oligarşik despotizmin egemen kılınması, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran ve eşit özgürlük tanıyan laik devlet adı altında İslam düşmanlığı ve bizantinizmin esas alınması, devrimcilik adı altında sömürücü statükonun savunulması, demokratikleştirme ve özgürleşrtirme adı altında despotizmin savunulması, işte tüm bunlar egemen sistemin sahtekar karakterini ortyaya koymakta ve kavramları tahrif edip tersi anlamlara dönüştüren zulme dayalı yeni lugatını oluşturmaktadır. Allah aşkına, böyle çirkin, böyle hukuksuz, böylesine ikiyüzlü, sahtekar, aldatma ve yalan üzerine kurulu ahlaksız bir sistem dünyanın neresinde var?

Bir tarafta, devletin yetki ve imkanlarını da arkasına alan, en üstten korunan devlet içi çeteler var, diğer tarafta sokak çeteleri var biliyorsunuz. Sokak çeteleriyle, devlet çetelerinin farkını düşünelim. Sokak çeteleri ne yapıyorlar? Bir grup insan bir araya gelip organize oluyorlar, mafyalaşarak, yasa dışı faaliyetlerle, haksız ve hukuksuz bir biçimde çek-senet tahsilatı, haraç vb. zorbalıkla menfaat temini yoluna gidiyorlar. Aynı işleri devlet içi çeteler de yapıyorlar hem de fazlasıyla. Devlet içi çeteler, sahtekarlık, adam kaçırma, haraç alma, soygun, dolandırıcılık, silah kaçakçılığı gibi mafyacılığa ilaveten, halka yönelik katliamlar, provakasyonlar, suikastler, bomba patlatmalar da gerçekleştiriyor, ülkeyi kaosa sürükleyebiliyorlar. Üstelik tüm bu zulümleri, hukuksuzlukları ve katliamlari gerçekleştirirken, devletin gücünü de arkalarına alıp kullanıyorlar ve bu işleri yaparken zor durumda kaldıklarında da üst kademelerde bulunan, halen görevde olan kimi devlet yetkililerinin kendilerine koruma sağlamalarını da temin ediyorlar. Şimdi soruyorum, sokak çeteleri mi daha tehlikelidir, yoksa Devlet içi çeteler mi? Şüphesiz ki, devlet içi çeteler daha tehlikelidir. Hem devleti ve bütün kurumlarını kirletip batırmışlar, çürütmüşlerdir. Hem de toplumun çürümesine yol açmışlardır. Üstelik gerçekleştirdikleri bütün hukuksuzlukları devlet gücünü arkalarına alarak yapıyorlar. Ve bu tür devlet çeteleri giderek daha çok yaygınlaşıyor ve en üstlerden de korunarak daha fazla azgınlaşıyorlar. 

Bu içerik 2493 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon