Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2010
 
Kardeşlereli Derneğinin seri seminerlerinin bu haftaki konuğu yazar Ahmed KALKAN
Tarih: 11/06/2010
   


Kardeşlereli Derneğinin seri seminerlerinin bu haftaki konuğu yazar Ahmed KALKAN idi. 5 Haziran Cumartesi akşamı, Edremit Kardeşlereli Derneği, eğitimci yazar Ahmed Kalkan’ın Tevhid ve Şirkin Günümüze Yansıması adlı bir seminerine ev sahipliği yaptı. Dernek salonunda yapılan ve Edremit’li katılımcıların yanında, Gelibolu’dan bir grup umutlu dâvâ insanının da katıldığı toplantıda günümüz meseleri ışığında Müslümanların durumu ele alındı ve güncel olaylar yorumlandı.

Kardeşlereli Derneğinin seri seminerlerinin bu haftaki konuğu yazar Ahmed KALKAN idi.

5 Haziran Cumartesi akşamı, Edremit Kardeşlereli Derneği, eğitimci yazar Ahmed Kalkan’ın Tevhid ve Şirkin Günümüze Yansıması adlı bir seminerine ev sahipliği yaptı. Dernek salonunda yapılan ve Edremit’li katılımcıların yanında, Gelibolu’dan bir grup umutlu dâvâ insanının da katıldığı toplantıda günümüz meseleri ışığında Müslümanların durumu ele alındı ve güncel olaylar yorumlandı.

“Katılımcıların seviyelerinin farklı olmasından dolayı, her dinleyicinin anlayışını dikkate alarak, ortak problemlere değinilmesi gereğiyle konuyu kulluk, İslâm ve iman ekseninde ele almayı uygun gördüm” diyerek başlayan Kalkan, gündemleştirdiği hususları bir taraftan ilmî delillerle sunarken, diğer taraftan günümüzden bol bol örnekler vererek konuları güncelleştirmeye çalıştı.

İslâm kelimesinin sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına geldiğini belirterek sözlerine başlayan yazar, “Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir” dedi.

Kalkan İslâm kavramıyla ilgili şunları söyledi: “İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz. İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.

Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslâm, imanın bir tezâhürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslâm olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münâfıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslâmîyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızâsıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.”

Müslüman olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.”


Dinleyicilerin pürdikkat dinledikleri konuşmasını Ahmed Kalkan şöyle sürdürdü: “İslâm dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslâm’da hükmü açıklanmamış hiçbir mesele yoktur. Mirasın nasıl taksim edileceğini ayrıntılarıyla belirten, hayatın her alanında hükümler koyan, tuvalete bile nasıl gidilip temizliğin nasıl yapılacağını ayrıntılarıyla izah eden İslâm’ın, devlete nasıl gidileceğini, nasıl bir devlet olması gerektiğini anlatmaması akla ve ilme uygun olur mu?


İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Câhiliyye daha çok sosyal ve siyasal olarak İslâm’ın zıddına uygulamaları içerir.“Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50) Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.

Günümüz câhiliyesi; meclisiyle, mahkemeleri ve okullarıyla Ebû Cehillerin bile Allah’a sığınacağı kadar şirkten öte bir sahte ilâhın egemenliğinin dayatıldığı zulüm anlayış ve uygulamasıdır. Bahsedilen kurumlarda düzeni kuran kimsenin ilkelerine şirk bile koşturulmaz. O, tek ilâh kabul ettirilir. Onun ilkeleri yanında Allah’ın adı bile anılmaz. Ebû Cehiller Allah’a inanıyor, bazı ibadetleri yerine getiriyor, hatta heykellere taparken bile, Allah rızası için taptıklarını iddia ediyorlardı: “Ondan (Allah’tan) başkasını evliyâ kabul edip sığınacak otorite edinenler; ‘biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyor, kulluk ediyoruz’ derler.” (39/Zümer, 3)

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44). Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar, helâllar, yasalar, kurallar koyuyor, meşrû ve gayri meşrûlar belirliyor. İslâm tarihinde akaid ve fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, akaid ve fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak.


Kur’an’da iki tür yönetici var. Birisi “ülü’l-emr” (Bk. 4/Nisâ, 59), diğeri “tâğut” (Bk. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17). Evet, biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’; diğeri, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iman için şart koşuluyor (2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60). Tâğutu inkâr, onların yaptıkları olumlu şeyleri yok saymak, üstünü örtmektir. Çünkü onlar, bu ülke örneğinde milyonlarca öğrencinin, halkın putlara tapmasına, şirk koşmasına zemin hazırlıyor, hatta bunu tek ve mecburi istikamet olarak gösterip cehenneme yönlendiriyorlar. Yaptıkları dünyevi bazı kolaylıkların ne kadar önemi olabilir?

Bir yöneticinin durumu ile sıradan insanlar arasında Kur’an çok ciddi ayrım yapar. Dolayısıyla bu konu direkt itikadî bir alandır. Yoruma açık değildir. Bu konuda da Kur’an’da “tâğut” kelimesinin geçtiği sekiz âyet ve Kur’an’ın bu konulardaki diğer âyetleri ışığında değerlendirme yapma zarureti vardır. Mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Allah’ın sevmemizi istediklerini seven mü’min, inkâr ve reddetmemizi emrettiği kimselere karşı sevgi besleyemez. Tâğutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah ın dinine "hayır" demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının" (16/Nahl, 36) diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sâbittir.

Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah a iman edip bağlanır, sadece Allah ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur (2/Bakara, 256). Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah a inanması gibidir.

Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yan yana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Bugün insanlık, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur an ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.”

Ahmed Kalkan, bir dinleyicinin sorusuna cevap olarak şu açıklamada bulundu: “Niyetlerin şirk ve haramlarda geçerli olmadığını, sadece sâlih amellerin iyi niyetle yapılmasının esas olduğunu belirtti. İçki içen bir kimse, bu içkiyi iyi niyetle içtiğini, meselâ içki masasındakilere dini tebliğ etmek niyetiyle içtiğini, zina eden bir kimsenin hayırlı bir niyetle bu işi yaptığını ileri sürmesi kesinlikle geçersizdir. Önemli olan hangi niyetle olursa olsun, o şirki, haramı yapmamaktır. Meselâ bir genç kız, Allah rızası için başını açtığını söyleme hakkına sahip değildir, söylerse bu geçersizdir. Rabbimiz bir kızdan öğretmen olmasını, doktor olmasını emretmemekte, ama tesettüre riayet etmesini kesin şekilde istemektedir. Başını açarak üniversitede okumayı savunmak, Allah’a din öğretmeye kalkmaktır (49/Hucurât, 16). Allah neyi haram kılacağını, neyi emredeceğini çok iyi bilir.”

Güncel olayları da yorumlayan yazar Ahmed Kalkan, İsrail’e dikkat çekerken, İsrailleşen insanımızın problemlerinin unutulmaması gerektiğini, “müslümanım” diyen halkın giderek dünyevîleştiğini, bunun da gâvurlaşma ve yahûdileşmeye yol açtığını örneklerle açıkladı.

Konuşma, dinleyicilerden, özellikle bayanlardan gelen soruların cevaplandırılmasıyla olumlu ve güzel bir atmosferle sona erdi.

Bu içerik 2073 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon