Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2022
 
Bütün Rasûller, Toplumlarını Tuğyana Sürükleyip En Fazla Yozlaştıran İfsad Sebebini Islah Üzerinden Tevhide Davet Etmişlerdir
Tarih: 25/12/2022
   


23.2.2022 tarihli İLKAV Cuma Konferansında Konuşan Mehmet Pamak’ın konuşma videosu ile birlikte konuşmasının tam metni de aşağıda sunulmuştur. Rabbimiz hayırlara vesile kılsın.

Bütün Rasûller, Toplumlarını Tuğyana Sürükleyip En Fazla Yozlaştıran İfsad Sebebini Islah Üzerinden Tevhide Davet Etmişlerdir

23.2.2022 tarihli İLKAV Cuma Konferansında Konuşan Mehmet Pamak’ın konuşma videosu ile birlikte konuşmasının tam metni de aşağıda sunulmuştur. Rabbimiz hayırlara vesile kılsın.

İnsanlığın dünyadaki imtihanı, ilk insandan itibaren, Hak ile batıl, İslam ile cahiliye arasında geçen inişli çıkışlı bir serüveni ortaya koymaktadır.

  • İlk insan ve ilk Peygamber Adem (as)’dan bu yana tekrarlanan serüven budur.
  • İnsanlığın bulunduğu imtihan dünyasında yoldan sapıp hakkı terk ederek batıla yöneldiği, hak ile batılı karıştırıp cahiliye kültürünü üreterek din edinmesini müteakip her seferinde Allah tarihe ve topluma müdahale edip, yeniden doğru yolu ve istikameti göstermiştir. Bu amaçla peygamberler ve vahiy göndermiştir.
  • Bu anlamda en son vahiyle müdahale Miladi 7. yy da gerçekleşmiş ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden kurtarıp adalete ulaştıracak son kitap olan Kur’an da son Nebi-Rasul ile gönderilmiştir.
  • Artık bir daha vahiy gelmeyeceği insanlığa duyurulmuş ve kıyamete kadar geçerli evrensel hükümler taşıyan son kitabın Allah’ın koruması altında olduğu ilan edilmiştir.

Evren, Fıtrat ve İnsan

Kur’an ile son defa insanlığa ulaştırılan ilâhî mesaja göre, evren ve fıtratın hayatiyetini sürdürmesi ile insanî hayatın da içinde yer aldığı alemlerin merkezî yönetimi, bütün bunları yaratan Allah’ın hakimiyetindedir. Emir ve hüküm de nihâî anlamda sadece O’nundur. O, her şeyi ve her kimseyi yaratan ve emredendir. O, kendisinden başka ilah ve Rab bulunmayan Allah’tır.

Evren, fıtrat ve insan hayatının merkezine Allah’ı koyan ve “yaratan, yaşatan olduğu gibi hayatı düzenlemede de tek belirleyici, hüküm koyucu, emredici Allah’tır” diyen inanç tevhidîdir.

Tarih buyunca insanlığın bu merkezilikten sapmalarına, fesada sürüklenmelerine karşı, sürekli gönderilen Peygamberler ve vahiyle ıslah mücadelesi verilmiştir. İnsanlığın, bozulan istikametini düzelterek tekrar sırat-ı müstakime yönelmesi ve Allah’tan başka ilah edinilen şeytan, heva ve tağutların tasallutundan kurtularak yalnız Allah’a kulluk olan yaratılış gayesine yönelmesi, böylece de sürüklendiği zulûmât ve zilletten aydınlık ve izzete çıkaracak vahiyle buluşması sağlanmaya çalışılmıştır.

  • Enbiya 21/25 – “Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: “Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.”
  • Nahl 16/36 – “Andolsun, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik
  • Alak, 96/6-7 – Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka tuğyan/azgınlık eder”
  • Hud, 11/112- “O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyiniz, haddi aşmayınız, azgınlık etmeyiniz. Çünkü O, yaptıklarınızı çok iyi görendir.”

Tuğyan; haddi, ölçüyü ve sınırı/haddi aşmak, aşırı gidip azgınlaşmak anlamındadır.

Tâğutlar, tuğyan edip azarak hevasını ilah edinen kişilerin (gerçek ve tüzel kişilerin) nefsine veya hemcinslerine hükmederken Allah’ın indirdikleriyle değil de hevaya göre ürettikleriyle hükmederler. Bunlara isteyerek itaat edenler de Allah’tan başka bir de bunları ilah edinip bunlara da tapma/ibadet etme/kulluk yapma konumuna sürüklenirler. Başta şeytan ve heva olmak üzere Allah’tan başka arzularına, kurallarına itaat ve ibadet edilen her şey tağuttur. İnsanın nefsi yani kötü arzuları şeytanın saptırmasına kanar. Onun için nefsine uymayan kimse kolay kolay günah işlemez. Aslında dinin koyduğu kaidelere uymamıza mâni olan, içimizdeki kötü arzulardır. Nefsini vahye tabi kılıp eğitmek suretiyle insan kendini günah, kötülük ve tuğyandan koruyabilir.

Birçok âyette tekrarlandığı üzere, bütün Rasûller kavimlerine;  “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.” çağrısında bulunmuşlardır.[1] Nitekim Nahl Sûresi 36. âyette de bu husus çok açık bir şekilde vurgulanmıştır. “Andolsun ki, biz ‘Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının (kaçının) diye (emretmeleri için) her ümmete bir Rasûl gönderdik..,” Anlaşılmaktadır ki, tüm peygamberlerin davetinin esasını, kulluğun sadece Allah’a yapılması, dinin Allah’a halis kılınması teşkil etmekte, Allah’tan başkasına yapılan itaat, ibadet ve kulluktan uzaklaşma halinde de insanları uyarmaları, yani tevhîde çağırmaları oluşturmaktadır.

Her ümmete bir Rasûl gönderildiğinde, o Rasûl, tağutlardan kaçınıp sadece Allah’a ibadet ve itaat etmeye yönelik tevhîdî dâveti götüreceği toplumun, öne çıkan sapma noktasına da dikkat çekip uyarmakta ve topluma tebliğ yaparken bu ağırlıklı sapma noktasını hedef yaparak mesajını aktarmaya özen göstermektedir. Çünkü toplumun hevâsını ilahlaştırıp şeytana uyarak yaşadığı sapma bu ifsad noktasından bütün toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Bu sebeple, tebliğin muhatabı olan insanlara, önce “lâ” deyip reddederek arınması gereken şirk, günah ve sapkınlıklardan oluşan cahilî ve tağûtî unsurları işaret etmek, bu sapmalara yol açan azgın kişi, kurum ve ideolojileri ve bunların önerdikleri ya da yaydıkları temel sapma ve savrulmaları ifşa edip bunlardan uzaklaşmaya çağırmak gerekmektedir.

Yani “lâ” denilmesi gereken sahte ilahların yada ideolojilerin neler olduğunu öğrenip bunlardan içtinap etmeden, arınmadan ve tağutu, tağûtî ideolojileri reddedip ayrışmadan sadece “illallah” diyerek Allah’a inandığını iddia etmek iman etmek için yeterli olmayacaktırÇünkü Tevhid, teoride var olmasıyla yetinilecek bir düşünce değil; hayatın içinde her an yaşanan ve yaşanması gereken bir inançtır. Üstelik, toplumsal sorunlardan ve toplumsal pratikten soyutlanmış teorik bir tevhide dâvet, hayat içindeki fesâda dikkat çekmeden, toplumun sapma noktalarına itiraz edip eleştirmeden yapılacak teorik bir tebliğ, hiçbir peygamberin mücadelesiyle örtüşmemektedir.

 

Kur’ân’dan birkaç örnek verecek olursak;

Bütün Rasûller, öncelikli tebliğ konuları olan “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.”[2] içerikli tevhîdî mesajı kavimlerine ulaştırırken, aynı zamanda kavimlerini Allah’a kulluktan uzaklaştırıp hevâlarını ilahlaştırarak tevhitten sapmalarına yol açan yozlaşma konusunda da uyarılarda bulunuyorlardı.

Mesela Lût kavmi, ağırlıkla cinsel sapkınlık ve ahlâksızlık konusunda isyan etmiş, cahiliye bu zâviyeden toplumu kuşatmıştı. Bu sebeple Lût (a.s.) bu sapma konusunda uyarılarda bulunup bu ahlâksızlığı hedef yaparak toplumuna tevhîdî mesajı götürmüştür.

İşte Lût (as)’ın daveti: “Lût’u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi (hayâsızlığı/ahlâksızlığı mı) yapıyorsunuz?”[3] “Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.”[4] “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”[5] “Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz?”  “Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz.”[6] “(Lût) ‘Ben, sizin yaptığınız bu işten nefret ediyorum (tiksiniyorum).’ dedi.”[7]

Şuayb (as)’ın daveti ise şu zeminde gerçekleşmişti;

Medyen kavmi, adaleti çiğneyip insanların mallarını haksızlıkla sahiplendiler, “ölçüyü tartıyı tam yapma” ilâhî emrini çiğneyip haksız kazanç peşine düştüler. Onların azgınlığı, tuğyânı da bu konuda ortaya çıkmıştı ve bu sebeple tevhîdî dâvet de bu konu öne çıkarılarak gündemleştirildi. Hz. Şuayb (a.s.), “İnsanların mallarını ve haklarını kısanlara” karşı mücadeleyi tevhid bağlamında öne çıkarmıştır.

“İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”[8]

“Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır.”[9]

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.”[10]

Musa (a.s.) da, kardeşi Harun ile birlikte Firavun’un karşısına dikildiğinde, “biz âlemlerin Rabbi’nin elçileriyiz” diyerek tevhîdin özünü tebliğ ettikten hemen sonra “zulmün durdurulmasını”, Firavun tarafından köleleştirilmiş olan İsrailoğullarının “köleliğinin sona erdirilmesini” öne çıkarmış ve onların serbest bırakılıp kendileriyle birlikte gönderilmesini istemişti. Üstelik “Âlemlerin Rabbi’nin elçisi” oldukları hatırlatması dışında henüz kapsamlı bir tebliğ bile yapmadan kölelik sorununu gündeme getirip Allah’ın hükmü gereği bu zulme son vermesini istemiştir.

“Mûsâ dedi ki: ‘Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” “Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.”[11]

“Firavun’a gidin ve deyin: ‘Şüphesiz biz âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz’, İsrailoğullarını serbest bırakıp bizimle birlikte göndermen için (sana geldik).”[12]

Hayattan kopuk soyut kelâmî tartışmalar yerine, ezilen, zulüm ve işkence gören, köleleştirilen insanların, Allah için ve ancak O’nun adına kurtarılması, mücadelenin merkezini oluşturmuştur. En büyük ve şüphesiz en tesirli tebliği de, pratikte, hayatın içinde, haksızlığa ve zulme karşı adâlet mücadelesi vererek peygamberler yapmışlardı. En tesirli, en güçlü tebliğ; pratiğin içinde yapılan, en verimli bilgilenme ve bilgilendirme de bu şekilde hayatın içinde yaşanarak elde edilendir.

Bu sebeple Kur’ân, ilk inen âyetlerden itibaren tevhîde dâvet ettiği insanları, toplumsal hayat içinde İslâmî kimliği tezahür ettirecek eylemlere ve toplumsal, siyasal, sosyal olaylar, durumlar karşısında imanın gerektirdiği tavırları almaya da yönlendirmiştir. İnsanların arasında ve toplumsal sorunların tam ortasında yer alarak ve ilgilenerek, paylaşarak vahyin şahidliğini yapmak, şüphesiz fildişi kuledeki seyircinin teori üretmesinden daha üstün, tesirli, verimli ve başarılıdır. Allah’ın rızasına da daha uygun olandır.

Musa (a.s.), tevhîdî davet sürecinde bir yandan Firavunun toplumu köleleştirmesine karşı çıkıp hürriyet ve insanlık onurunu savunurken, diğer yandan Firavun toplumunda var olup köleleştirilen İsrailoğullarına da sirâyet eden “buzağı heykeline tapmak” şeklinde ortaya çıkan şirk dinine ve putperestliğe karşı da mücadele veriyordu.

 

Görüldüğü üzere;

Şuayb (a.s.) kavminde öne çıkan “ekonomik ifsad”a,

Lût (a.s.) kavminde yaygın olan “cinsel-ahlâkî ifsâd”a,

Musa (a.s.) ise kavminde egemen olan “kölelik ve insanın temel hakları konusundaki ifsâd”a karşı çıkmak suretiyle, yani kavimlerindeki ifsâdın en temel ve en yaygın noktasına dikkat çekip ıslah mücadelelerini gündemleştirmiş ve tevhîdî mesajı muhataplarına yaymaya çalışmışlardır.

Bütün bu ifsâd örneklerinin hepsinin birlikte ve ilaveleriyle geçerli olduğu Mekke’de ise, Rasûlullah (s), dâvetinin ilk muhatabı olan Mekke cahiliye toplumunda tevhîde çağrısını gündemleştirirken, bir yandan o günün geleneksel cahiliyesi olan ve ataları İbrahim’e nispet ettikleri “Atalar dini”ne karşı çıkarak mesajını aktarmaya çalışmıştır. Mekke müşriklerinin bu dini, tıpkı bugün bid’at ve hurafelerle tahrif edildiği halde Hz. Muhammed’e nispet edilip “İslâm” olduğu iddia edilen geleneksel din gibi, Hz. İbrahim’in (a.s.) tevhîdî mesajını, ürettikleri bid’at ve hurafelerle tahrif ederek, gaybı bilme, insanlara zarar ya da fayda verme ve şefaat etme yetkisini Allah’tan gayrı ilâh edindikleri bazı varlıklara tanıyan, onlardan yardım ve medet umarak duâ eden, hem İbrahim’in dininden bazı unsurları hem de putperestliğe dair unsurları sentez etmek suretiyle oluşturdukları bir şirk dinidir.

İşte Rasûlullah (s), bir yandan bu geleneksel cahiliye dinine karşı çıkıp İbrahim’in dininin de kendi tebliğ ettiği “İslâm” olduğunu vurgulayarak tevhid dinini, Hak mesajı gündemleştirmekte ve uydurulmuş bid’at ve hurafelere eleştiri getirmektedir.

Diğer yandan da, o günün modern cahiliyesi olarak nitelenebilecek

– “kabilecilik taasubuna dayalı çatışma kültürü”,

– “kölelik zulmü”,

– “müstekbirlerin, mutaz’af (zayıf bırakılmış) kesimlere yönelik sömürü ve adaletsizliklerine”,

– “yetimin itilip kakılması, hakkının ve malının gasbı”,

– “birbirlerinin malını haksız yere yemeleri, ölçü ve tartının tam yapılmaması, faizle sömürü”,

– “kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi”

vb.haksızlıklara, zulümlere

– ve Allah’ın hâkimiyet ve emretme yetkisini gasp ederek putların arkasında durup topluma hevaya göre hükmeden “tâğûtlara” “müstekbirlere” karşı mücadele gibi hususlarda eleştirel bir tutum ve ıslah çabasıyla vahyin mesajını yaymaya çaba sarf etmiştir.

– Şirkle hükmeden cahiliye nadiyesi/Meclisi Daru’n-Nedve’ye karşı Daru’l-Erkam’ı oluşturup şura ile karar alan bir İslamî nadiye inşa ederek, en temelde o günün bariz ve yaygın sapması olan “putperestliğe” karşı çıkarak tevhîdî mesajı yaymaya çalışmıştır.

Cahiliye inancından ve cahiliye sisteminden, akıdevî, kimliksel, ilkesel, siyasî ve sosyal bütün bireysel ve toplumsal alanlarda tam bir uzlaşmazlığı ve ayrışmayı gerçekleştirmeye çaba göstermiştir.

Ayrıca, Rasûl’ün, toplum içinde “emin, güvenilir, âdil ve insanlara hayırlı” bir tutumla “Muhammedü’l Emin” kimliğini daha vahiy öncesi hayatından beri kazanmış olduğu da unutulmamalıdır.

Mekke’deki ilk Kur’an neslinin oluşumunda, vahyin ölçülerinin, birbiriyle iç içe geçen ve hayatı kuşatan hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının nasıl sosyalleştirildiğini ve hayatı nasıl inkılâba uğrattığını dikkatle okumalı ve örnek almalıyız.

Kur’an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitap olarak, statükoya, tarihe ve topluma müdahale ederek vahyin evrensel ölçüleriyle yeniden inşa etmek tezini içermektedir.

Önce akıl, zihin ve kalplerde, özlerde, nefislerde tevhidî bir inkılap yaşatmayı, bilahare de zihinlere, kalplere ekilen vahye dayalı kavram, ölçü ve değerlerin istikametinde tezahür edecek davranışları, ahlakı yönlendirerek toplumsal alanda bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemiştir. Cahili ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatı, ilişkileri ıslah etmek, vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmek, bireysel ve toplumsal tüm hayatımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizin bütününü vahiyle yeniden dizayn etmek Kur’an’ın temel hedefidir.

 

Bütün Rasûllerin Davetinin Özünü, Toplumlarında Yaşanan Yozlaşma Alanlarını Islah Çabasıyla Birlikte de Olsa Esas Olarak Tevhide Çağırı Teşkil Etmiştir

Zaten toplumdaki ifsadın izale ve ıslahı da tevhidî bir imanın yaygınlaşması suretiyle sağlanacak vahiy eksenli bir inkılapla sağlanabilir. Ayrıca insanların fıtratına yerleştirilmiş bulunan Allah’ı birlemeye, sadece Allah’a kulluk yapmaya yönelik eğilim de öncelikle bu konu, yani tevhid inancı üzerinde durulmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü, bu sebeple kalıcı sonuçlar almaya daha müsait olan da, aslında akîdevî değişimi esas almaktır.

Kur’an’da da bütün Peygamberlerin, istikameti sapmış olan toplumlarının istikametini düzeltmek ve onları yöneldikleri başka ilahların tasallutundan kurtarıp sadece Allah’a kulluğa çağırmak üzere görevlendirildikleri bildirilmiştir. Bütün peygamberler, Tevhid’den sapmış insanlığı “Lâ ilâhe illallah” demeye, Allah’ı birleyerek istikametlerini düzeltmeye ve bireysel ve toplumsal hayatlarında yalnız Allah’ın hükmünü esas almaya çağırmışlardır.

Birkaç örnek verecek olursak;

Mesela Yusuf (a.s.) zindanda bulunduğu sırada, kendisiyle beraber zindanda bulunan iki delikanlının rüya tabiri talepleri olur ve Allah’ın peygamberi, bu fırsatı değerlendirerek, rüya tabirinden önce onlara tevhîdi tebliğ eder.

“Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli rabler/tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı?[13] Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (uydurduğu) (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O da kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir...”[14] Görüldüğü üzere, bu âyetlerde son derece net bir tevhîde dâvet söz konusudur.

Aynı şekilde, Musa (a.s.) da, tevhîdî davet sürecinde bir yandan Firavunun toplumu köleleştirmesine karşı çıkıp hürriyet ve insanlık onurunu savunuyordu. Diğer yandan Firavun toplumunda var olup köleleştirilen İsrailoğullarına da sirâyet eden ve “buzağı heykeline tapmak” şeklinde ortaya çıkan şirk dinine ve putperestliğe karşı da mücadele veriyor ve onların amellerinden önce istikametini düzeltmeyi hedef ediniyor, tevhîdî inkılâbı öne alıyordu.

“Bunun üzerine Mûsâ, öfke dolu ve üzgün bir hâlde halkına döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz, size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?” dedi. Şöyle dediler: “Sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle caymış değiliz. Fakat biz Mısır halkının mücevheratından yüklü miktarlarda takınmıştık. İşte onları ateşe attık. Sâmirî de aynı şekilde attı.” Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) “Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)” dediler. – Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?

Andolsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: “Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân’dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin.” Onlar da, “Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceğiz” dediler. Mûsâ, (Tûr’dan dönünce) şöyle dedi: … Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”[15]

“Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?” dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin saçından tuttu, onu kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi) “Ey anam oğlu” dedi, “Kavim beni güçsüz buldu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme. Beni o zalimler topluluğu ile bir tutma.”[16]

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, Musa (a.s.) çok kısa süre aralarından ayrılıp Rabbi ile görüşmek ve vahiy almak üzere Tur-i Sina’ya gittiğinde, kavmi içinden çıkan bir saptırıcı zaten alışageldikleri Firavun kültüründe var olan Buzağıya tapmayı tekrar gündemlerine getiriyor ve onlar da Harun’un (a.s.) uyarılarını da dinlemeyerek, hemen Samirî’nin, daha sonra Hz. Musa’ya “nefsime uyarak yaptım” diyeceği buzağı heykeline tapmaya başlamışlardır.

Musa (a.s.) döner dönmez bu büyük tevhîdden sapmaya karşı hepsini hesaba çekiyor. Yanında getirdiği Tevrat levhalarını dahi bir kenara atıp önce yeniden tevhîdî bilinci ve imanı inşâ etme hareketine girişiyor. İstikametini kaybetmiş bir toplumun önüne Tevrat’ın içindeki şeriatı getirmenin bir anlamı olmayacaktı. Bu sebeple öncelikle tevhîdî daveti gündemleştirip iman ve istikamet zaafını ıslah ettikten sonra da daha sonraki âyetlerde ifade edildiği üzere, Tevrat levhalarını elinden atıverdiği (bırakıverdiği) yerden alıp, iman ve istikamet sorunu çözülen toplumun gündemine hayatı inşâ edecek şer’î hükümleri getirdiğini Rabbimiz bize bildirmektedir. Mûsâ’nın öfkesi dinince (attığı) levhaları aldı. Onların yazısında Rableri için korku duyanlara bir hidayet ve bir rahmet vardı.”[17]

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamıştır: Anlaşılıyor ki, Hz. Musa, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhîd inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan Tevrat levhalarını geçici bir süre için bir tarafa bırakmıştırBöylece her şeyden önce kardeşini, sonra da başta Samirî olmak üzere bütün toplumu hesaba çekmek sûretiyle tevhîdi yeniden topluma hâkim kılma teşebbüsünde bulunmuştur.

Bu olayda, esas tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntı ve toplumsal bir bunalım ve inanç zaafı konusunda, ayrıntı ve teferruat sayılan tâlî meselelerin bir tarafa bırakılarak, sıkıyönetim ilanına misal olabilecek bir özellik var demektir. Bu şekilde tevhîdi yeniden ayağa kaldırdıktan sonra Musa bıraktığı levhaları tekrar eline aldı ki, aldığı levhaların nüshasında, yazısında bir hüdâ, yani bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet, hayır ve olgunluğa irşad eden bir nîmet vardı. Fakat bu herkese değil, Rab’leri için yüreklerinde korku taşıyanlara, yani tevhîdî bir imanla Allah için günahlardan korkup sakınanlara mahsus bir hidayet ve rahmet vardı.

E. Hamdi Yazır, tefsirinde öz olarak: Musa’nın (a.s.) amelleri düzenleyen, toplum nizamını tanzim eden hükümleri ihtiva eden Tevrat’ı bir kenara bırakmasını, tevhidden sapmış olan bir topluma, nasıl amel edileceği ile ilgili hükümleri kapsayan Tevrat’ın verilmesinin anlamsız olacağı şeklinde yorumlar. Bu bakımdan Musa, kavmine yönelik yeniden bir tevhîdî dâvet gerçekleştirir, tevhidden sapmış toplumun istikameti düzeldikten, yani tevhîdi yeniden kabul, idrak ve iman etmeleri sağlandıktan sonra Tevrat levhalarını bıraktığı yerden aldığını ifade eder.[18]

Yani Musa (as), yokluğunda yeniden putperestliğe dönmüş olan kavmini, önce kardeşi Harunu’u sorgulayıp suçu olmadığını anladıktan sonra bu sapmaya sebep olan Samiri’yi ve ürettiği buzağı putunu hedef yapmak suretiyle, toplumda nükseden putperestlik sapmasını ıslah çabasını öne çıkararak tevhidi davetini tekrarlamıştır.

Bugün içinde yaşadığımız toplumda da, Müslüman olduğunu zannedenlerin hatta beş vakit namaz kılanların bile büyük çoğunluğunda istikamet krizi yaşanmakta, iman konusunda büyük bir cehalet ve istikametten sapma söz konusudur. Allah’ın dini adına topluma egemen olan statüko dini olarak, bir taraftan geleneksel hurafelerle şeyhlerden oluşan putlar, diğer taraftan da modern cahiliye olarak ortaya çıkan seküler demokrasi putperestliği toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yani yüzyıllardır ve özellikle günmüzde yüzlerce Samiri çıkmış ve sürekli yeni putlar üreterek insanlığın ve özellikle de müslümanım diyenlerin Kur’an ve sünnetten koparak bu putların ve laiklik, Kemalizm, sekülerizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi vb hevayı ve tağutları ilahlaştıran putperest ideolojilerin peşinde yozlaşmalarına sebep olmuşlardır.

Bu sebeple, tevhidî daveti bu topluma götürmek sorumluluğunu taşıyan muvahhidlere düşen görev, bu daveti bu iki cahiliye sapmasını ve bir nevi putperestliğini ifşa edip toplumu bunlardan arınmaya çağırma ve yalnız Allah’a kul olarak O’nun tevhid dinine teslim olma ekseninde gerçekleştirmektir. Yani çağdaş Samirileri ve geleneksel ve modern putperestliklerini ifşa ve itiraz edip tevhidi mesajı gündemleştirmek omuzlarımızdaki en büyük sorumluluktur.

Çünkü geleneksel ve modern cahiliye kuşatması altındaki toplumun, din konusundaki bilgisizlik ve umursamazlık sebebiyle, büyük çoğunluğunun imanına şirk bulaştırması söz konusudur. Buna rağmen, bu toplumun müntesiplerine, öncelikle kendisini kuşatmış putperest cahiliye dinlerine karşı ıslah çabası eşliğinde imanın esaslarını değil de “başınızı örtün” ya da “namaz kılın” tebliğinde bulunmak, Kur’an’ın gösterdiği ve bütün Rasûllerin de örneklediği önce istikameti düzeltmeyi ve bunun için de önce tevhîdi tebliğ etmeyi esas alan yönteme aykırı davranmak demektir. Böyle bir tebliğ çalışması, hem dâvetin muhatabına hem de bu çabayı gösterenlere hiçbir şey kazandırmaz.  Çünkü bu tür bir tebliğle oluşacak en iyi sonuç şudur: o güne kadar “tesettürsüz” olarak şirk koşanlar ya da “namaz kılmadan” şirk koşanlar, bu davete icabet ederlerse, tevhidden habersiz oldukları için bundan sonra yine şirk koşmaya, yine aynı cahiliye kültürü içinde var olmaya, ama bu sefer “başlarını örterek” ve “namaz kılarak” devam edeceklerdir.

Üstelik son 15 yılda tevhid davetçilerinin bile büyük kısmı, demokrasiyi ödünç almak zorundayız diyerek yada İslam’ın şura kavramıyla örtüştürme zulmünü işleyerek yahut da başka çaremiz yok çaresizliğini üretip gardiyanlardan en iyisini seçmek zorundayız söylemiyle demokrasi putunu İslam’ın içine taşımaya kalkışarak bu konuda daha fazla çaba göstermek ve bir de bu ifsadla uğraşmak zorunda kalmamıza yol açmışlardır. Bu sebeple bu konuda daha fazla çalışmak ve daha fazla uyarmak sorumluğumuz vardır.

Tıpkı Musa (as) misali, bizim de çağımızın Samiri’leri konumundakileri hedef almadan önce bu toplumda yıllarca birlikte olduğumuz ve tevhidî uyanış sürecini birlikte yürüttüğümüz halde ilkesizlik yaparak istikamet krizine girip sistemin laik partilerinin destekçiliğine savrulan tevhidî gruplardan ve  “muvahhid öncüler” den hesap sormamız gerekmiyor mu?

Düşünün hele, Musa (as) sorgulayıp hesap sormaya, neden önce Samiri’den değil de önce Harun (as)’dan başlıyor? Üstelik neden kendisi de bir peygamber olduğu halde öncelikle Harun’u hesaba çekiyor? Hem de sadece fikir bazında sorgulamakla dahi kalmayıp kafasından tutarak sert biçimde fiziki olarak da sarsarak hesap soracak kadar Harun’a kızmasının sebebi nedir? Çünkü Harun (as), o toplumda tevhidî daveti yaymakla ve toplumu o istikamette tutmakla öncelikle görevli bir şahsiyettir. İşte Musa (as), haklı olarak bu görevini yapmadığı zannıyla öncelikle ilk hesap sorulması gereken kişi olarak ona yöneliyor.

Peki, Musa (as), Harun (as) bir peygamber olduğu halde ve üstelik sadece görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimaline binaen ona en sert biçimde hesap soruyorken, biz neden, özellikle de son on beş yılda çağdaş puperestliğe aktif destekçilik yapan ve modern cahiliye modellerini meşrulaştırmaya çalışan kişilere eleştiri yaparak yanlışlarını ilmî delillerle ortaya koymayalım? Neden birileri bu görevi kendileri de yapması gerekirken ihmal etmekle kalmayıp üstelik bizim yapmamızdan da rahatsız olmaktadırlar? Rasûllerin örnekliğini dışlayan bu anlayış İslamî olabilir mi?

Ayrıca Musa (as)’ın gerçeği bilmediği için öncelikle suçlayıp hesaba çektiği kardeşi Harun (as), bir yanlışı yaptığı ya da göz yumduğu için değil sadece temsili konumu ve sorumluluğuna binaen görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimali sebebiyle sorguya çekilmiştir. Günümüzde ise, bizim “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” görevimiz gereğince ilmi eleştirilerimizin hedefi yaptıklarımızın, hem davetin muhataplarını hem de bizzat kendilerini ve tevhidî kesimdeki çevrelerini laik Kemalist ve kapitalist bir partinin aktif destekçisi haline getirmek suçunu işledikleri belgesel olarak ortaya konmuş bulunan kesin bir gerçektir.

Buna rağmen bazıları, “Musa (as)’ın Harun’u sorgulaması ve hesap sorması bizi bağlamaz” dercesine, “biz batıla destekçilik yaparak çağdaş Samiri’lerin peşinde demokrasi putperestliğini ve tağuti yönetimi meşrulaştırmaya sürüklenen günümüz ‘muvahhidlerini’ eleştirmemeliyiz” diyebiliyorlar. Üstelik sadece bunları eleştirmeye karşı çıkmakla da kalmayıp bizzat günümüzde Samiri rolü oynayarak dindar kesimlerin laikleşip demokratikleşmesine sebep olanların eleştirilmesine de karşı çıkıyorlar. Hatta “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeseler de laik yasa yapıcıların, haramları helal sayan teşri’de bulunanların Müslüman olduklarını ispat emek ve meşrulaştırmak için Allah’ın ayetlerini te’vil ve ictihad adı altında tahrif edenlerin” yaptıkları bu yanlışlara yönelik ilmî eleştirilerimize bile tahammül edemiyorlar.

Bu yüzden, tercih ettikleri tutum “Abdülmuttalip mantığını çağrıştırıyor. Hani Ebrehe fillerle destekli ordusuyla Allah’ın beyti Kâbe’yi yıkmaya geldiğinde, önüne denk gelen alandaki onun develerini de gasp etmişti. Bunun üzerine bir hışımla Kâbe önlerinde konaklamış Ebrehe’nin çadırına giren Abdülmuttalip karşısında şaşıran Ebrehe “ne istiyorsun?” dediğinde, “develerimi istiyorum” deyivermişti. İşte Ebrehe o tarihi sözü orada söyleyip “ben senin ve atalarının dininin Kâbe’sini yıkmaya geldim, sen ise develerinin peşine düşmüşsün”. Bunun üzerine Abdüllmuttalip “develer benim ben onları istiyorum, Kâbe Allah’ın, O, Kabesini korur” diyor ve bu mantık yüzyıllardır olumlu bir imajla aktarılınca, Allah’ın dininin maslahatıyla kimi kişilerin tutumları çatıştığında, o kişilerin savunucuları adeta aynı mantıkla, bu kişileri savunmaya kalkışmakta ve “Sana ne? Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın sen karışma, Allah dinini korur” dercesine Allah’ın dinine zarar verenleri savunmaya geçmektedirler. Böylece bu kişiler de “İslamî bir sorumluluğu kendileri yapmadıkları gibi yapana da engel olmaya çalıştıkları” için, yaşanan bu büyük savrulmayı yaşayanlar gibi toplumdaki sapma ve yozlaşmadan sorumlu hale gelip vebal altına girdiklerini bilmelidirler.

Bu Sebeple, Bugün de Toplumun En Yaygın Sapma Alanı Olan Sekülerleşme ve Demokratikleşmeyi Hedef Alarak ve Bu Yozlaşmaya Destek Olanları da İfşa Edip Hesaba Çekerek Tevhîdi Gündemleştirmek Gerekir

Bizler de, öncelikle Rasûlullah’ın “emin” kimliğinin nasıl oluştuğunun bilincine vararak, o kimliği, o tavrı ve onun güvenilir, âdil, emin şahsiyetini çağımıza taşımayı başarmalıyız. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, İslâmî kimliğimizin imajını oluşturacak olan, hayat ve onun sorunları karşısında koyacağımız tavırlardır. İnsanlar için yapmakla yükümlü olduğumuz “şahid”lik, ancak bu şekilde verimli, tesirli ve fonksiyonel olabilecektir. Bu sebeple, tıpkı Mekke’de inen sûre ve âyetlerden anlaşıldığı, Rasûlullah’ın (s) ve bütün peygamberlerin örnekliğinde görüldüğü gibi, tüm toplumsal sorunlarla ilgilenmek de gerekmektedir.

O halde bizler de, Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bıraktığı için yaygın biçimde iman ve istikameti sapmış bir toplum içinde öncelikle tevhîdî dâvet, eğitim ve yanlış din anlayışlarını ıslaha yönelik çalışmalarımızın yanında, Allah rızası için, tevhîdi ve adâleti ikame yükümlülüğümüzün bir gereği olarak ve ibadet bilinciyle tüm toplumsal sorunlarla da yakından ilgilenmeliyiz. Zalimleri ifşâ edip, mağdurlarına sahip çıkıp haklarını savunmak, gücümüz yettiği kadar yardım etmek sorumluluğumuzu idrak edip gereğini en güzel biçimde ve Kur’ân ölçüleri içerisinde yerine getirmeliyiz. Bugün maalesef kendisini haksız yere İslam’a nispet edenlerin laik, demokratik, ulusalcı ve kapitalist iktidarında, toplumun büyük kesimi sefalet içinde bir hayata mahkum edilirken, iktidar sahiplerinin yaşadığı lüks ve israf içindeki hayatı finanse eden haksız kazançlar, yolsuzluklar, yandaşlara peşkeş çekilen büyük ihalelerle, rüşvet ve adam kayırmalarla ilgili iddialar zirveye çıkmıştır.

Üstelik bütün bunlar bir zaman aynı iktidarın başbakanlığını da yapmış Ahmet Davutoğlu tarafından açıkça itiraf edilmektedir. İşte bütün adaletsizliklere de itiraz ederek, mazlumun, yoksulun, hakkı gasp edilenlerin, sefalete mahkûm edilen fakirlerin, emekçilerin, ezilenlerin haklarını savunma zemininde tevhidî daveti gündemleştirmemiz gerekmektedirBütün bunları görmezden gelerek, hele de bunlara sebep olan iktidarlara “aktif destekçilik” yaparak, asla mağdur olan topluma tevhidin mesajı ulaştırılamaz.

En önemlisi de, içinde bulunduğumuz toplumun en çok hangi noktalarda saparak vahye aykırı konumlara sürüklendiği hususunu doğru teşhis edip tevhîdî dâvetimizin zemini haline getirmeliyiz. Tıpkı bütün Rasûllerin yaptıkları gibi, öncelikle bu temel sapma konularında net bir muhalif ve eleştirel tutum takınarak, bu zemin üzerinden topluma vahyin mesajını götürmeye çalışmalı ve ıslah mücadelemizi de işte bu temel sapma konuları üzerinden gerçekleştirmeliyiz.

Özellikle Türkiye toplumunda ve bugünkü tüm Müslüman halklardaki bozulma ve ifsad, temelde iki kanaldan toplumları kuşatmış ve İslâm’ın akîdevî ve amelî istikametinden sapmalarına yol açmıştır.

Bunlardan birincisi, yüzyıllar boyunca Kur’ân ve sünnet terk edilerek üretilen ve aktarıla gelen “bid’at ve hurafelere dayanan, tasavvuf ve saltanat kültürünü de içeren” “geleneksel cahiliye”dir. İkincisi ve bugün toplumu en yaygın biçimde ifsâd etmiş olan ise, “sekülerleşme ve protestanlaşma, laikleşme ve rasyonalizm, ulusçuluk ve ulus devletçilik, kapitalistleşme ve demokratikleşme” olarak özetlenebilecek “modern cahiliye”dir. Rasûl’ün dâvetine muhatap olan toplumda var olan bütün sapmalar bugünün toplumlarında da yaygın olarak vardır.

Günümüz toplumlarında, geleneksel ve modern cahiliyeyi de etkileyen en temel ve en yaygın sapma noktası ise, hevâyı ilâh edinen sekülerleşme, laiklik ve demokrasi putperestliğidir. Diğer her türlü sapma da, öncelikle demokratikleşerek hevâyı ilâh edinme alışkanlığını edinmenin ve demokrasi eksenli zihinsel dönüşümü yaşamanın sonucunda yaygınlaşmaktadır. O hâlde, tevhîdî dâvetin en temel hedeflerinden birisi, hatta belki de birincisi, en yaygın sapma sebebi olan modern cahiliye olmalıdır. Yani ulusalcılık/“milliyetçilik”, demokrasi, laiklik ve sekülerleşme, hevâyı ve tağutu ilâh edinme, toplumdaki bütün sapmaların zeminini oluşturduğu için tevhid dâvetçilerinin öncelikli ve yok edilene kadar da sürekli hedefi olmak durumundadır.

Batıdan taklit edilen ulusalcılık ve laiklik bir din gibi kurgulanıp modernitenin “seküler değerleri” ve “seküler ulus devlet” kutsal ilan edilip putlaştırılmıştır. “Hak din”den bazı unsurlar da katılarak “statüko dini” oluşturulmuştur. Bu amaçla ulus ve ulusalcılık gibi seküler kavramlar, “millet”, “milli” ve “milliyetçilik” kavramlarıyla örtüştürülerek, kendini İslam’a nispet eden halk nezdinde meşruiyet aranmıştır. Laik Kemalizm ve ulusalcılık, İslam ve ümmet bilinci yerine ikame edilince de İslam şeriatı ve ümmetçilik, kırmızı kitaplarda irtica adı altında birinci öncelikli tehdit ve düşman kategorisine sokulmuştur. Yüz yıldır askerî ve sivil eğitimde, tüm kültür müesseseleri ve medyada, sürekli bu “resmî din”in propagandası yapılmış, bu resmi dinin ayinleri mahiyetindeki törenlere de bütün toplum katılmak zorunda bırakılmıştır ve bu büyük zorbalık halen devam etmektedir.

Toprak, vatan, ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal sınırlar, anıtkabir, bu ulusal dinin seküler kutsalları kabul edilmiştir. Vatandaşlar bu seküler dinin mü’minleri olmak zorunda bırakılarak, bütün hayat alanlarında ve ömür boyu bu dinin kutsallarına tazime zorlanmışlardır. Başta okullar, kışlalar, resmi kurumlar olmak üzere bütün ülke sathı da bu seküler dinin tapınakları haline getirilmiş, ilkokul çocuklarının putun önünde tazime, son yıllarda ise artık secdeye de zorlandıkları resmi törenler, resmi bayram ve yas günleri, ulusal marş ve bayrak törenleri de bu dinin ayinleri olarak bütün topluma dayatılmıştır. Bütün bunlara rağmen, laik devletin emrinde Diyanet İşleri Başkanlığı da kurularak İslam dini ve Müslümanlar denetim altına alınmış ve bu “resmi ideolojiye/dine” halkı ikna etmek için camiler, vaaz ve hutbeler kullanılmıştır. Allah’ın “tevhid dini”ni Kur’an ve sünnet ölçülerine dayanarak savunanlar ise, her dönemde baskı, yasak ve soruşturmalarla sindirilmeye, susturulmaya çalışılmışlardır.

Tarih boyunca hep böyle olmuş, kitleleri aldatıp egemen statükoya meşruiyet sağlamak için kullanılan bu “resmi din”/”statüko dini”, her dönemde insanlar nezdinde saygınlığı olan ve yaygın kabul gören “Allah’ın dini” adına ortaya çıkmış/çıkarılmış ya da ona nispet edilmiştir. Yahut da kendi oluşturdukları statüko/şirk dininin de aslında Allah’ın dini olduğunu iddia etmişlerdir. Mesela Musa (as) Tur-u Sina’ya çıkıp Tevrat levhalarını aldığı süreçte, Samiri, ziynet eşyalarını eriterek yaptığı altından buzağı putuna İsrail oğullarını tapınmaya çağırdığında söylediği söz de bu bağlamda bir içeriğe sahiptir: “Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) ‘Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)’ dediler.”[19]

Görüldüğü üzere Samiri, Musa’nın (as) yokluğunda oluşturmaya kalktığı “Yeni statüko” ve onun dini için kendi ürettiği ilaha ve dine meşruiyet kazandırmak ve halka kabul ettirmek amacıyla kendi dinini Allah’ın dini gibi göstermeye çalışmaktadır. Aynı şekilde; Rasûlüllah’ın (s) davetinin muhatabı olanlar içinden statükodan beslenen “ileri gelenler” de kendi destekçileri olan kitlelere seslenerek “Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır.”[20] demek suretiyle, kendilerinin İbrahim’e (as) nispet ettikleri Hak dini temsil ettiklerini, Rasûlün tebliğ ettiği ve statükoyu sarsan “tevhid dini”in ise uydurma olduğunu iddia ediyorlardı.

Statüko dinleri neden hep böyle yaparlar, çünkü insanlar ancak bu şekilde daha kolay ve daha etkili biçimde aldatılabilmekte, Kur’an da buna “aldatıcının Allah ile (Allah’ın affına güvendirerek, Allah’ın dini adına) aldatması[21] nitelemesini yapmaktadır. Bu din algısı, statükonun çıkarlarına göre Hak dinde yapılan değişiklikler ya da bâtıldan ilaveler yapılarak ortaya çıkarılmış, Hak ile bâtılın karışımı muharref bir din niteliğindedir. Kitleleri Allah ile aldatmak amacıyla Hak din olarak takdim edilse de, aslında şirke bulaşmış bâtıl bir dindir. Kur’an bu dine “atalar dini” de demektedir.

İşte statükonun dini olan, ancak şirkle nitelenebilecek bu din algısı, günümüzde tevhid dini olan İslam’ın karşısına, “ılımlı İslam” adı altında ya da “Yerli ve Milli Din Anlayışı” şeklinde çıkarılmaktadır. İnsanlık serüveni boyunca hep statükolara hizmet etmiş, kitleleri aldatıp statükolara boyun eğdirme işlevi görmüş olan “dine karşı din” stratejisinin bugünkü versiyonu olarak, “Ilımlı ya da Yerli, Milli İslam” olarak piyasaya sürülmüştür. Müslüman halklar içinden, adeta kör şiddete tapan örgütlenmelerin çıkmasını bizzat tahrik eden emperyalistler, sözde “radikalizme/terörizme/aşırılığa karşı” oldukları iddiasıyla, bu sapmanın karşıtı bir diğer sapmayı da yine kendileri üreterek “Ilımlı İslam, Yerli ve Milli İslam” adı altında ortaya koymakta ve Müslümanların, ikisi de kendi kontrollerinde bir sapma olan bu iki uca savrulmasına zemin hazırlamaktadırlar.

Hâlbuki Rabbimiz, kendi nezdinde makbul olan tek dinin vahye dayalı “İslam” olduğunu bildirmektedir. “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.”[22]  Böyle olduğu halde kendilerine kitap verilip İslam diniyle ve inzal edilen vahiyle bildirilen mesajla şereflendirilenlerin, daha sonra kendilerine gelen bu ilmi terk edilmiş bırakarak (Furkan, 25/30) dünya ihtirasları ve tuğyanları sonucunda bu dinin kitaplarını ve mesajını tahrif ederek “Hıristiyanlık” ve “Yahudilik” adı altında “statüko dinleri” haline dönüştürmelerine dikkat çekmektedir. Sonra da şu ikazı yapmaktadır: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[23] İçinde Hak’tan ne kadar çok parça barındırırsa barındırsın, her “statüko dini” bâtıldır, şirk dinidir ve kendisine tâbi olanları hüsrana sürükleyecektir.

Buna rağmen vahyin yolundan saparak “statüko dini” üretenler, her dönemde, bu din anlayışlarını kitleleri aldatmak amacıyla “Allah’ın dini İslam“a nispet etmeye özen göstermişlerdir. Her dönemin statüko dininin hedefi, kozmik (evrendeki, göklerdeki, fıtrattaki) hâkimiyeti Allah’a bırakıp yeryüzü ilahlığını tağutlara vermek olmuştur. Bugünkü statüko dini olan “Ilımlı ya da Milli İslam”ın da hedefi, aynı istikamette belirginleşmektedir. Yani yeryüzü ilahlığını Allah’tan başka ilahlara vermektedir. Anlaşılan odur ki, bugünün statüko dini “Ilımlı, Yerli-Milli İslam”, yeryüzündeki ekonomik, siyasal, hukuki toplumsal ve kamusal hayattaki ilah olarak laik demokratik parlamentoları ve hevayı kabul etmekte, Allah’ın ilahlığını ise, vicdanlara, bireysel ibâdetlere ve uhrevi alana hasretmektedir.

 

Darbe Dönemlerinde Bile Belli Ölçüde Direnen “Müslüman” Kesimleri, Sekülerleştiren ve Laikleştiren AKP İktidarı Olmuştur

AKP dönemi, laiklik ve demokrasinin İslâm ile bağdaştığının en tepeden iddia ve iftira edilip toplumun İslâm algısının tahrîf edildiği bir süreç olmuştur. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan halkın sevip desteklediği ve her söylediğinde bir hikmet arayıp taklit ettiği siyâsî lider, laik devletin laiklikle hükmeden Cumhurbaşkanı, emrindeki yaygın medyatik imkânlarla sürekli İslâm hakkında konuşuyor ve İslâm’ı belirleyici açıklamalar yapıyor. Bu bağlamda meselâ, “laikliğin İslâm ile bağdaştığı”, “dinin bireysel olduğu”, “paranın ve ekonominin dini ve imanı olamayacağı”, tarihselcilik sapmasının iddiası olan ”Kur’an hükümlerinin güncellenmesi gerektiği” vb. söylemleri gündemleştiriyor. 15 Temmuz sonrasında ise, ileri derecede neo-kemalist ve ulusalcı/”milliyetçi” söylemi de bunlara ekleyerek yaptığı toplumu dönüştürücü bu tür propagandalarla özellikle bu sonuca yol açmış bulunuyor.

Açık biçimde görülmüştür ki, geleneksel muhafazakâr kitleleri ve hatta Müslüman kesimleri demokratikleştirme ve laikleştirmede en etkili iktidar, sûret-i haktan görünmesinden dolayı AKP iktidarı olmuştur. Bunu bizzat kendileri de itiraf etmiş bulunmaktadırlar: AKP kurucusu, milletvekili ve bakanı olan Mehmet Ali Şahin’in “Dindarları biz laikleştirdik” dediği gibi bir sonuç oluşmuş ve “dindar muhafazakâr kitleler (büyük oranda) laikleştirilmiştir”. “Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir…” “Benimki ‘tahkîkî laiklik’tir, ‘taklîdî’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim. .. Genel Başkanım başta olmak üzere tüm arkadaşlarımın da bu düşüncede olduğunu görmekten memnuniyet duyuyorum.”[24]

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da 10.08.2017 tarihinde şunları ifade etmiştir: “Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin ve kendisinin Mustafa Kemal Atatürk’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur… Atatürk’ün ortaya koyduğu ideali kim gerçekleştirmiştir diye dönüp bakın, AK Parti gerçekleştirmiştir. Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti.[25]

Zaten Tayyip Erdoğan’ın, bölgeyi Batı seküler kültürü, küresel kapitalizm ve laiklik ile uyumlu “ılımlı İslâm” anlayışı istikametinde dönüştürmek amacıyla uygulamaya konan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesinin) eşbaşkanı yapılmasının sebebi de, ülkede sağladığı bu dönüşümü Türkiye modelliği üzerinden bölgeye de yaymaktı. Bu sebeple, Türkiye, Filistin, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere bütün ülke ve bölge Müslümanlarına, laikleşmeyi “İslâm ile bağdaştığı” iftira ve tahrifiyle öneren ve yaymaya çalışan da Erdoğan olmuştur. Üstelik, “laikliğin demokrasinin güvencesi olduğu” yani “laiklik olmadan demokrasinin olamayacağı” doğru beyanıyla bölge Müslümanlarını, hevanın ilahlığındaki bir şirk modeli olan demokrasiyi ve onun kaçınılmaz gereği laikliği kabule ikna etmeye çalışan AKP iktidarı bu konuda epey başarılı olmuş görünmektedir.

Gelinen noktada, CHP ve darbe süreçlerinde elde edilemeyen sonuç hâsıl olmuş, Türkiye’nin kendisini İslâm’a nispet eden “dindar”-muhafazakâr çoğunluğu, suret-i haktan görünen AKP iktidarında büyük oranda laikleştirilmiş, sekülerleştirilmiştir. Bugün, “Müslümanım” diyenler içinde, Kur’ân’ı anlamadan (ölülere ya da hatim indirme amaçlı) okumanın oranı bile %20’ler civarındadır. Kitaba imanın ön şartı olan “anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuma”nın oranı ise %1’lere bile ulaşamamaktadırMüslüman olduğunu söyleyen halk içinde namaz kılanların oranı %22’ler civarındadır. Çok sayıda açmakla övündükleri İmam Hatip Liselerindeki namaz kılma oranı ise halk içindeki bu küçük oranın da çok gerisine %20’lere düşmüş bulunmaktadır. Ama laik olduğunu hiç rahatsız olmadan söyleyenlerin oranı son dönemde zirveye çıkmış görünmektedir.

“Dindar muhafazkârlar” laikleştirilirken, Müslümanların da yaygın biçimde sekülerleştirildikleri ve yeni nesillerin sekülerizm ve deizm arasında savruldukları son on yıl, ailenin de en fazla ifsad edildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde Türkiye’de aile ve kadın politikaları bir grup fe­ministin eline bırakılmış durumdadır. Kendini “muhafa­zakâr-dindar”, hatta haddini aşarak hak olarak tanımlayan bir parti, aileyi yok edecek feminist politikalar yürütmüştür. Bu süreçte, eşcinsellik, anayasanın da üstünde yer alan uluslara­rası sözleşmelerle legal güvence altına alındı. 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi bu güven­ceyi vermiştir. 2015 yılında üniversitelerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi zorunlu hale getirildi. Milli Eğitim Bakanlığı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne uyumlu bir şekil­de yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ders kitapları, bu bağlamda elden geçirildi.

“Milli Eğitim Bakanlığı”, 2016 yılında, Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları El Kitabı’nı yayınladı. 2009 yılında Adalet Bakanlığı ile imzalanan pro­tokolle 326 Aile Mahkemesi Hâkimi ve Cumhuriyet Savcı­sına toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiştir. 2010 yı­lında Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 17 bin din görevlisine toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiş, 100 bin Diyanet personeline de bu eğiti­min verilmesi planlanmıştır. AB tarafından fonlanan dernekler tarafından Türki­ye’nin dört bir yanında yüzbinlerce kişiye toplumsal cin­siyet eşitliği, cinsel yönelim vb. eğitimler verilmiş ve veril­meye devam edilmektedir.

O halde, bugün kendini İslâm’a nispet eden, ancak geleneksel ve modern iki ifsad kaynağı tarafından kuşatılarak İslâmî kimlik, değer, ölçü ve ilkelerden saptırılıp uzaklaştırılmış bulunan iyi niyetli ama bilmeyen topluma, Kur’ân ve sünnete dayalı sahih İslâm’ın tevhîdî mesajını ulaştırmak sorumluluğumuz vardır. İşte bu mesajı, Allah’ın yardımını da hak ederek etkili biçimde ulaştırabilmek için, mutlaka iki ifsad kaynağından da, geleneksel ve modern cahiliyeden de açıkça ve net bir biçimde berî olmak, ayrışmak ve asla ikisiyle de yakınlık kurmamak, uzlaşmamak gerekmektedir.

Dâvetçi mü’minler, bu iki ifsad kaynağına karşı da aynı derecede mesafeli, muhâlif ve açık biçimde karşıt tutum içinde olmadıkça, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlarla birine ya da diğerine yakınlık kurmanın sağlayacağı kirlilikten uzaklaşıp arınmadıkça, bugünün toplumunun tevhîdî mesajla buluşmasına asla vesile olamazlar, olamamaktadırlar.

Ancak maalesef, günümüzde tevhîdî uyanış süreci bakıyesi grupların ve şahsiyetlerin çok büyük ekseriyeti bu bağımsız İslâmî kimlikli duruşu koruyamamışlardır. Büyük çoğunluk, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlar ve abarttıkları bazı “kazanım”lar uğruna ve İslâmî ölçülere aykırı bir duygusallıkla; bizzat kendisi laik-demokratik, ulusçu neo-kemalist ve kapitalist olan AKP iktidarının yanında yer almışlardır. Kimisi “demokrasiden başka çaremiz mi var?” diyerek, kimisi “demokrasiyi ödünç alıp kullanacağız” diyerek, kimisi de “demokrasi seçim yöntemidir ya da şûrâdır” içerikli hakikate aykırı bir söylemin arkasına gizlenerek demokratik siyasete destekçi bir konuma savrulmuşlardır.

Hâlbuki, demokrasi ve laiklik, ideolojik boyutu olan kavramlar olarak, vahyin mutlak belirleyiciliğini reddederek insanın ve toplumların kendi hayatları üzerinde nihâî belirleyici olduğuna inanan, yani hevâ ve hevesi ilahlaştıran bir hayat tarzıdır. Laiklik ve demokrasi; devlete, kamu alanına, toplumun ekonomik, siyasi ve hukûkî hayat alanlarına laik parlamentoların hevaya göre yaptığı yasalarla hükmedilmesi gerektiğini savunan ve Allah’ın bu hayat alanlarına müdahalesine karşı çıkıp dini bireysel hayata indirgeyen sapık şirk modelidirler. Müslüman zihin, siyasal alanda demokratikleşip hevâyı nihâî belirleyici yaptığında, zihne giren demokrasi kavramının dönüştürme etkisiyle, zamanla diğer hayat alanlarında da hevâ ve hevese tâbi olmaya yönelir. Daha sonra da, bütün hayat alanlarından vahyi dışlayıp hevâsına tâbi olarak tam anlamıyla sekülerleşip yozlaşır. Yaşanan büyük yozlaşmanın sebebi, işte öncelikle bu zihinsel değişim, sonra da ahlâkî dönüşüm ve bâtıla benzemedir.

Hâlbuki Rasûlullah (s), Müslüman olmayanlara benzeme konusunda şöyle uyarmıştır: “Her kim, bir topluluğa benzerse o da onlardandır.”[26] “Kâfirlere benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[27] “(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[28] Kur’ân’da birçok âyette vurgulandığı üzere, Hak din olan İslâm, bâtıla benzemek ve bâtıl ile iç içe geçen yönetimlerle birlikte olmak için değil, bâtılı zâil etmek, Hakk’ı bâtıla üstün kılmak, bâtılı yok edip Hakk’ı ikame emek üzere gelmiştir. De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.”[29] “Müşrikler istemese de O dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur.”[30]

AKP iktidarı ise, bir yandan geleneksel kesimleri, “tasavvuf ve Osmanlı saltanat kültürüne” dayalı geleneksel cahiliye ekseninde yeniden inşâ eden ve diğer yandan da toplumu geçmişe göre en fazla sekülerleştirip kapitalist tüketim kültürüyle yozlaştıran, laikleştirip demokratikleştirerek ve Hak ile bâtılı karıştırıp Hak diye sunarak bireyi, âileyi ve toplumu ifsad etmede zirveyi yakalayan bir iktidar olmuştur.

 

Buna Rağmen Tevhidî Uyanış Süreci Öbeklerinin Büyük Çoğunluğu, AKP Derstekçiliği Yaparak Yaşadığı Çok Boyutlu İlkesizlikler Sonucu Tevhidî Davet Sorumluluğunu Terk Etmiş ve Tebliğin Öznesiyken Muhatabı Konumuna Sürüklenmiştir

Böyle olmasına rağmen, bu müfsid iktidara sözde tevhîdî uyanış süreci bakıyesi olan bu kesimler, mesnetsiz ve delilsiz uyduruk düşünce ve “maslahat”larla yıllarca “aktif destekçilik” yapmışlardır. Bu sebeple de, Rasûllerin örnekliğinden kopmak suretiyle, tevhîdî dâveti yayma inisiyatifini kaybederek istikamet krizine sürüklenmişlerdir. Ayrıca, AKP yandaşı görünerek yıpranmaları sebebiyle dâvet çalışmalarından kopmuşlar ya da dâvetin etkisiz ve bereketsiz hâle gelmesine yol açmışlardır. Sonuçta da, dâvetin muhataplarının yaşanan büyük ifsaddan korunmalarına vesile olmak yerine tam tersine bu ifsâdın daha etkili olmasına ve yaygınlaşmasına sebep olarak büyük bir vebâlin altına girmişlerdir.

Hâlbuki Rasûl’ün mücadele sünneti ve tevhîdi ilkeler; mü’minlerin oluşturması gereken bağımsız İslâmî kimlikli yapının ve tüm dâvetçi mü’minlerin; şirk sisteminin (hepsi şirkle hükmeden, zulümle yöneten ve bâtılda olan) bütün partilerine ve görece farklılıklarını dikkate almadan bütün iktidarlarına karşı mesafeli ve muhalif bir konumda durmasını gerektiriyordu. Laik şirk sisteminin bütün partilerinin tabanlarını, dâvetinin muhatabı olarak görüp merhametle hepsine tevhîdî mesajı yaygınlaştırmaya çalışması ve eğitim, tebliğ, vahye şahidlik çabalarıyla toplumu vahiyle inşâ etmeye yoğunlaşması, nebevî yöntemin en temel gereğiydi.

Ancak maalesef tersi oldu ve dâvetçi mü’minlerin büyük kısmı, yayınladıkları ortak bildiriler, gazete ilanları, makale ve TV konuşmalarıyla, “ehven-i şer” olarak gördükleri partinin ve iktidarın aktif ve medyatik destekçileri oldular. Birinci olarak, sonuçta hepsi “şer”/kötü/bâtıl olanın şubeleri konumundaki “şer/kötü” ve bâtıl olan ile “ehven-i şer/daha az kötü” olan bâtılın arasında “görece olumlu olan”ını tercih etmek ve sonuçta mü’minin “şer”/kötü/bâtıl olandan birini tercih etmesi akîdevî ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. İkinci olarak da, “şer” ve bâtıl olanın şubeleri arasında tercihe kendisini kaptıranların, “ma’ruf/iyi ve Hak” olanı tercih dışı bırakıp gündemlerinden çıkararak unutmaları gibi büyük bir savrulmaya yol açmaktadır. İşte bu yüzden, nebevî yöntemden uzaklaşanlar tarih boyu hep hüsrana sebep olmuşlardır.

Sistem içi hükümet arayışlarına yönelmek ya da bu tür hükümetlere taraf/yandaş olup desteklemek, aynı zamanda, bu dâvetçi kadroları başka partilere yandaş olup da İslâmî dâvetin muhatabı konumunda olanlarla iktidar ve rant kavgasında rakip haline getirmektedir.

Bu sebeple, onlara dâveti götürmenin önünde engel teşkil etmesine, İslâmî kimlik ve adaleti temsilde zaaf ve sorunlar oluşmasına, eminliğin yok olmasına sebep olmaktadır. Bâtılda olanların hükûmet yandaşı görünen dâvetçi Müslümanları sistem içi iktidar ve rant kavgasında rakibi gibi görmelerine ve bu yüzden Hakk’a da düşman hale gelmelerine yol açmaktadır.

Hâlbuki toplumun içinde yer alan bütün kesimler, tevhîdî dâvetin muhatapları olarak mesajı ulaştırmamız gereken kesimleri oluştururlar. Meselâ Rasûlullah’a en çok düşmanlık yapan Ebu Cehil de dahil bütün müşrikler onun dâvetinin muhatabıydı ve Rasûlün ona da defalarca tebliğ yaptığı rivayet edilmiştir. Rasûlullah, Mekke şirk sisteminin iktidarı için Ebu Cehil’in rakipleriyle ittifak edip ona karşı sistem içi iktidar kavgası vermiyor, bütün sistem içi taraflara adil ve emin bir mübelliğ olarak dâveti ulaştırmak için çırpınıyordu.

Günümüzde ise, sözünü ettiğimiz dâvetçi Müslümanlar, dâvetin muhatabı olan cahiliye toplumunun yarısına karşı rakip bâtıl siyasetin aktif destekçisi ve taraftarı konumundadırlar. Ebu Cehil konumunda olan Kemalist muhalefet liderleri ve hatta görece daha olumlu konumdaki tabanları ise, AKP destekçisi görünümündeki bu siyasi rakiplerinin tebliğine kapalı durumdadır. Zaten AKP destekçiliğine savrulmuş bulunan dâvetçi konumundakilerin de, onları tebliğ muhatabı görmeyip alt edilmesi gereken siyasi rakipler olarak görmeleri söz konusudur.

Bu hâl ise, İslâmî dâvet ve dönüşümün önünü kesmektedir. Ayrıca, tarafı olup desteklenen sistem içi hükümetlerin,

– gerek egemen bâtıl sistemden, gerek bu kadroların insânî ve ahlâkî zaaflarından,

– gerekse Allah’ın âdil hükümleriyle hükmetmemekten kaynaklanarak yapacakları

– bütün zulüm, haksızlık ve adaletsizliklerin, rüşvet ve yolsuzlukların ve diğer bütün başarısızlıkların faturası da

– o hükûmette yer alan ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan veya öyle tanınan kişiler

– ya da “aktif destekçi” olan İslâmî kesim yüzünden İslâm’a kesilmektedir.

 

Tevhidî kesim açısından birtakım kazanımlar adına laik demokratik bir partinin ve iktidarın medyada savunucusu, aktif destekçisi olmak;

  • bir taraftan dâvetin muhatabı olan toplumun diğer yarısını rakip olarak karşısına almaya yol açarak onları otomatikman dâvetin muhatabı olmaktan çıkarmıştır. Çünkü, dâvetçi olması gereken mü’minlerin çoğunluğunu, toplumun muhalefetteki yarısıyla bâtıl sistem içinde iktidar kavgası yapan rakipler konumuna sürüklemiştir.
  • Diğer taraftan, dâvetçi mü’minlerin bu yanlış tutumu, aynı partinin yandaşları olan toplumun diğer yarısıyla da sandıkta ve medyada aynı laik demokratik iktidarın destekçileri olarak kardeş olmaları, toplumun bu yarısını da bu bakımdan dâvetin muhatabı olmaktan çıkarmıştır. Çünkü onlar da, dâvetçi mü’minlerin aynı parti taraftarlığında kendileriyle aynı konumunda olmaları yüzünden, kendi hallerini meşru görmek suretiyle doğru yerde durdukları sonucunu çıkarmışlar, hatta iyi bir Müslüman oldukları kanaatine varmışlardır. Sonuçta da, tevhîdî dâveti götürerek hidâyetlerine vesîle olması gerekenler, onların bulundukları yerde kalıcılaşmalarına sebep olarak, hem kendi âhiretlerine hem de bu insanların âhiretlerine zarar vermişler, onlara kötülük etmişlerdir.

 

Üstelik dâvetçi mü’minlerin, bâtıl konumda bulunmaları sebebiyle, bir yandan “demokratik sandık” kardeşi ve aynı laik partinin taraftarı oldukları kesimlere tevhîdî mesajı anlatma duyarlıkları körelmiş yahut anlatmak isteseler de aynı konumda olan muhataplarca ciddiye alınmaz olmuşlardır. Diğer yandan da, bu tutarsızlıkları sebebiyle“iyiliği başkasına tavsiye ediyorken kendinizi unutuyor musunuz, hem de Kitabı okuduğunuz halde”[31], “yapmadığınız şeyleri neden söylüyorsunuz, Allah’ın en sevmediği hal budur”[32] âyetlerinin muhatabı oldukları için Allah söylediklerini tesirli kılmamaktadır.

Evet, bugün yaşanan büyük yozlaşma, sekülerleşme ve tevhîdî uyanış süreci bakıyesi olan kesimlerde bile ciddi bir savrulma ve kirlenme, işte hep bu büyük yanlışın sonucudur. İktidarla kurulan bu ilişki sonucunda, tevhîdî uyanış süreci kesimlerinin bile önemli bir kısmını kirletip çürüten bir etkiye, geleneksel dindar kesimlerin de tamamen sekülerleşmesine, yeni nesillerin de yaygın biçimde sekülerleşip deizme kadar sapmasına yol açılmış bulunmaktadır.

Özellikle bu büyük tahribata ve yaygın yozlaşmaya engel olması gerektiği halde, tam tersine bu tahribat ve yozlaşmaya sebep olan laik siyasete aktif destekçilik ve taraftarlık yaparak, dâvetin muhataplarını sadece Kur’an’a davet etmeleri gerekirken aynı zamanda bu ifsadın müsebbibi olan laik iktidara ve şirk anayasasına oy vermeye de dâvet eden ve böylece bu büyük ifsadda pay sahibi olmaktan çekinmeyen, üstelik yazılarımla ve bizzat kendileriyle konuşarak bu konuda defalarca uyardığım halde ısrarla bu yanlış yolda devam eden tevhîdî uyanış süreci öncülerini Allah’a şikâyet ediyorum.

Bu içerik 407 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon