Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   DİĞER  >  2020
 
PAMAK :Yaşanan Büyük Yozlaşmanın Sebebi İstanbul Sözleşmesi Gibi Laik Uygulamalardır –III-
Tarih: 24/08/2020
   


PAMAK :Yaşanan Büyük Yozlaşmanın Sebebi İstanbul Sözleşmesi Gibi Laik Uygulamalardır –III-

Yaşanan Büyük Yozlaşmanın da Şiddetin Artmasının da Sebebi, Sekülerleşme ve İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun Gibi Laik Uygulamalardır –III-

Kadın Cinayeti Fâili Câhil Erkek de, Bu Cinayetlerden Güç ve Rant Devşiren Feminizm de Hevayı İlah Edinen Sekülerizmin Ürünüdürler

Kadınıyla erkeğiyle bütün insanları yaratıp karşılıklı, hak ve sorumluluklarını belirleyen Yaratıcının, aile ve toplum için teklif ettiği dengeli hayat nizamını sağlayacak âdil hükümlerini esas alınmayıp heva ve zanna tâbi olununca bugünkü zulüm, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Çünkü Rabbine isyan edip fıtratını bozan ve hevasını ilah edinen seküler insan kendine ve Rabbine yabancılaşarak, insandışılaşmakta, “esfelesâfilin”e (aşağıların aşağısına),[1] hayvandan aşağı konumlara[2] düşmekte, sonuçta Rabbimizin uyardığı büyük sapma ve fesad gerçekleşmekte, vahşileşen seküler insan arzda fesad çıkarıp kan dökmekte,[3] vahşet estirmektedir. İslâm’ın birbirini tamamlayan zevceler olarak gördüğü eşdeğer ve saygıdeğer eşleri, hevayı ilah edinen seküler sapkın kültür, birbirinin acımasız rakipleri hâline dönüştürmektedir.

Bu halden kurtuluşun tek yolu, Allah’a kulluk konumuna geri dönüp karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete, hüsrandan kurtuluşa ulaştıracak Allah’ın ipi Kur’an’a topluca sarılmak sûretiyle vahiyle fıtratı buluşturmak, vahiyle dirilmektir.[4] Geleneksel ve modern cahiliyyenin, hevayı ilah edinen sekülerizmin saptırıcı etkisinden kurtulup, İslâmî hayat nizamını hem ferde hem aileye hem de topluma egemen kılmaktır.

Hucurât Sûresi âyetinde de, “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık… Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvâca en ileride olanınızdır…”[5] buyrulmuştur. İnsanın kadın ve erkek olmak üzere farklı cinsiyetlerde yaratılması, Allah’ın varlığının ve kudretinin belgelerinden biridir. Zira Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan beri kadın ve erkeği farklı yetenek ve üstünlüklerle donatan, onları birbirine eş kılan ve nesillerini çoğaltan Cenâb-ı Hak’tır. İnsanın kadın ve erkek olarak yaratılması, Rabbimizin takdiri ve sünnetullahın bir gereği olup bünyesinde pek çok hikmetler barındırmaktadır.

Kul olarak bize düşen sorumluluk ise, bu takdire hürmet etmek; her iki cinsiyete de saygı göstermek, aralarında adaleti ve merhameti tesis etmektir. Neslin muhafaza edilmesi ve geleceğimize sahip çıkılması, tüm mü’min kulların en önemli sorumluluklarındandır. Nesil emniyeti, en az can ve mal emniyeti kadar önemli ve dokunulmazdır. Hem kadının hem de erkeğin iffetini, saygınlığını ve haklarını korumaya yardım eden en değerli kurum âiledir.

Âile hayatı, aramızda güven ve huzur bağları örer ve bir toplumun geleceğinin en temel güvencesini teşkil eder. Irkımızı, rengimizi ve ömrümüzü olduğu gibi cinsiyetimizi de Yüce Yaratan belirlemiştir. Fıtratın kodlarıyla oynamak, yaratılıştan gelen özellikleri değiştirmeye çalışmak sünnetullaha karşı savaş açmaktır. Bilinmelidir ki, kavmiyetçilik de cinsiyetçilik ve feminizm de şeytanın mesleği ve seküler şirk ideolojileri olarak, emperyalist Batı kültürünün Müslüman toplumları ifsâd etmek için kullandıkları araçlardır.

Yukarıda zikrettiğimiz âyette insanlığın bir erkek ve dişiden yaratılmasına dikkat çekilmekle, bir yandan insanlığın aynı anne babadan geldiği hatırlatılmaktayken, diğer yandan da erkek ve kadına insanlığın üremesinde verilen role ve öneme vurgu yapılmaktadır. İki cinsin de, Allah’ın kendilerine verdiği bu rolü yerine getirmede önemli ve gerekli olduğu vurgusundan sonra, üstünlük sebebinin “soy ve ırk” olmayıp takvâca üstünlük olduğunun ifade edildiği noktadaki “soy ve ırk” kelimelerinin yanına aynı hususa vurgu için cinsiyeti de ekleyebiliriz. Evet, âile içinde de, Allah katında daha üstün ve değerli olan, kadın ya da erkek değil, takvâ bakımından üstün olandır.

Tabii ki, yaratıcının cinsleri fıtrî olarak farklı yaratmış olmasından kaynaklanan âile içindeki farklı rolleri dağıtırken kadın ve erkek için belirlediği farklı konumlara, fıtratın yüklediği farklı görev ve sorumluluklara riâyet etmek yükümlülüğümüz de vardır. Kadının kadın olması, erkeğin de erkek olması sebebiyle âile ve toplum içinde farklı görevler üstlenmesi, fıtratın gereği ve Allah’ın takdiri olduğu kadar, hayatın doğal akışının da gereğidir. Yalnız bu görev dağılımları, her iki cinsiyetin de insan olmasının, ikisinin de Allah’ın saygıdeğer kulları olmasının önüne geçemez.

Erkek ve kadınların birbiri üzerindeki hakları ve karşılıklı sorumlulukları fıtrata uygun biçimde Kur’ân’da ve onu açıklayan hadislerde zikredilmiştir. Bu sorumlulukların karşılıklı olarak yerine getirilmesi, aynı zamanda kulluk görevimizdir. Bu yükümlülüklere riâyet takvâlı olmanın da gereğidir, ibadet ve “adâlet”tir. Eğer bazıları, iman iddiasından sonra, üstünlüğün takvâda olduğunu unutup “cinsiyetçilik” sapmalarına sürüklenmişlerse, cinsiyetini bir üstünlük ve ayrımcılık sapmasının ya da seküler ideolojik bir sapkınlığın malzemesi haline getirmişlerse, işte onlar, imanın ve yalnız Allah’a kul olmanın gereğini terk edip hevaya tâbi olarak imanlarına şirk bulaştırmış olurlar.

Ama hem yönetim hem fert hem aile hem de toplum vahiyden uzak durmaya ve giderek daha fazla sekülerleşmeye doğru adeta koşmaktadır. Bilindiği üzere, Batıda, “ot obur” danalara fıtrata aykırı biçimde et vb. yiyecekler yedirilince “çılgın dana” hastalığının yayılması ve danaların çıldırması olayı yaşanmıştı. Tıpkı bunun gibi, vahye uyumlu olan fıtrat vahiyden koparılıp onun yerine şeytanın iğvalarıyla insanın hevasının ürünü hayat tarzı ve ideolojiler din gibi dayatılırsa ve güçlü medyatik imkânlarla bu sapkınlık süreklilik arz edecek biçimde toplumlara zerk edilirse, sonuçta insanın çıldırması ve vahşet estirmeye başlaması kaçınılmaz olur. Üstelik bütün eğitim programları, kültürel ürünler, dizi filimler, medyanın manşetleri, yazıları, haberleri, resimleri hep bu tür kör şiddet eksenli sapkınlıkları topluma yaymaya çalışıyorsa, giderek artan sapkınlık ve vahşet, bu halin doğal olan sonuçları olarak görülmelidir.

Mesela Netflix isimli, sapkınlıkların merkezi gibi çalışan dijital bir medya platformu var. Yayınladığı sapkın dizi ve filmlerle gündem oluşturuyor ve özellikle her tür cinsel sapıklığın yaygınlaşması, eşcinselliğin normalleşmesi için elinden geleni yapıyor. Bu platform, artık çocukların cinsel istismarı olan pedofili içerikli film ve diziler de yayınladığı hâlde seküler kesim tarafından Türkiye’de “zorla mı izlettiriyorlar” diyerek ısrarla sahiplenilip savunuluyor. Feministlerin, LGBT’lileri ve İstanbul Sözleşmesini savunanların, Netflixteki çocuk istismarına neden sesleri çıkmıyor?

Bütün bu sekülerlerin, feministlerin, neden PKK’nın çoğu reşit dahi olmayan kızları dağa kaçırıp hem tecavüz edip hem de rant ve güç hedefli emelleri uğruna, emperyalizmin hizmetinde silahlı çatışmaya zorlamalarına, kaçıp kurtulmaya kalkışanları da acımasızca infaz etmelerine hiç sesleri çıkmıyor? Aynı şekilde iki HDP milletvekilinin kadınlara tecavüz edip şiddet kullandıkları açıkça ortaya çıktığında bütün bu kesimler yine neden suspus oldular, tek eleştiri cümlesi kurmadılar? Çünkü onlar da seküler ve aralarında hevayı ilah edinmede ve Müslüman halkları İslam’dan uzaklaştırıp ifsad etmeye yönelik ideolojik kardeşlik var. Bu yüzden de zalim kendisinden olduğunda görmezden gelen bir ahlaksızlığı ve ikiyüzlülüğü temsil ediyorlar hep birlikte. Bırakın mağdur kadınları ve haklarını savunmayı, tam tersine HDP’nin seküler feminist kadın milletvekilleri tecavüze uğrayan kadınla görüşüp şikâyetinden vazgeçirmeye de çalışmışlar. Aslında “kadına tecavüze ve şiddete karşı oldukları” iddiasında da asla samimi olmadıklarının en açık belgesi işte bu tür çifte standartçı ve ahlaksız tutumlardır.

Tecavüz, zina, şiddet ve cinayetlerin yaygınlaşmasının arakasında bir de magazin kültürü yer almaktadır. Medyada alçakça pompalanan magazin kültürü ve sanat adına, toplum ve insanlar, harama, günaha ve gayrı meşru ilişkilere teşvik edilmektedir. Yazılı ve görsel medyadan sosyal medya çöplüğüne kadar teknolojik tüm araçlar, çıplaklığı normalleştiren, sapkınlığı ve zinayı tahrik eden içerikler ve kıyafetlerle bu alanda rol oynuyorlar. Bu araçlar, her çeşit kötülüğü özendirici yayınlar yapılmasına, her türlü sapkınlığın, pedofili, zina ve eşcinselliğin, sanat ve sanatçılık üzerinden en aşağılık biçimde reklam ve teşhir edilerek yayılmasına hizmet eder konuma getirilmiş bulunmaktadır. Suçu, günahı ve sapkınlığı normalleştirip teşvik eden bu yoz ortam ıslah edilmeden, bu ortamın doğal sonucu olan şiddeti engellemek mümkün olmadığı gibi, öncelikle sapkınlık üreten bu seküler ortama itiraz etmeden şiddeti kınıyormuş gibi yapmak da, samimiyetsiz, ahlaksız ve alçakça bir iki yüzlülükten başka bir şey değildir.

Medya ve haber bültenleri, tecavüz edildikten sonra “bilmem kaçıncı kattan atlayarak intihar etti” görüntüsü verilerek öldürülen kadınların haberleriyle dolup taşıyor. Eşini ve çocuklarını öldürüp sonra da intihar etti diye birçok haber yapılıyor. Birçok kişi de çok basit sebeplerle hemen cinayetle sonuçlanan şiddete başvurabiliyor.

Mesela Gaziantep’te, 17 yaşındaki Duygu Delen’in erkek arkadaşının evinin balkonundan düşerek şüpheli bir şekilde ölümüne benzer olayların sayısı giderek artıyor. Bütün bunların sebebi, bahsettiğimiz yozlaşmadır. Bu da zinayı serbest bırakan, gençler için nikahlı evliliği suç sayan ve ceza evlerini evli gençlerle dolduran, cinsel sapkınlıkları normalleştiren, zinayı teşvik eden laik yasa, sözleşme ve uygulamalar ile seküler azgınlıktan başka bir şey asla değil.

Mesela gayri meşru ilişkiden sonra intihar ettiği iddia edilen Duygu’yu evlendirmek isteselerdi, bu suçtu; çünkü laik yasaya göre yaşı tutmuyordu…  Genç evlilik karşıtı feminist seküler güruh ve laik yasalar hemen harekete geçer, severek evlenen gençleri ölümden beter zulümlere muhatap kılarlardı. Duygunun evlenmesi ve kendisini koruyan bir eşinin olması, barınacağı yuvası, evi olması suç sayılırken, flört ettiği hatta cinsel ilişkiye serbestçe girebildiği bir “erkek arkadaşı”nın olması, yabancı erkeklerin evlerinde ya da zina için kullandıkları adreslerde bulunması, sorun olmamakta, kınanmamakta, tam tersine modern, çağdaş olmanın göstergesi olarak normal karşılanmaktadır. İşte bu tür ilişkilerin sonu da çoğunlukla, şiddet ya da cinayetle noktalanmakta yahut da birçok genç kızın hayatı ölümden beter bir yıkılmışlığın, umutsuzluğun ve hüsranın zemini haline dönüşmektedir.

Bütün yayın akışını ahlaksızlık, yalan, kan ve gözyaşı üzerine kuran, kanalizasyon gibi pislik kusan TV kanallarının, sosyal medya mecralarının ve onların gönüllü kölesi haline gelenlerin timsah gözyaşlarına asla inanılmamalıdır. Şiddete yönelen caniler, akşam onlardan ne öğrendilerse gündüz sokaklarda onu uyguluyorlar. Bu toplumda yüksek sesle konuştuğu için komşusunu öldüren, yol vermedi diye levye ile adam döven, bir liralık para üstü için akrabasına silah çeken, uyuşturucu için para vermeyen annesini boğan, kediyi köpeğe parçalattıran sonra da kameralara dönüp “Çek, âlem yakışıklı görsün. Ben seni vursam bile üzülmem, kediye mi üzüleceğim. Yaşımızın yetmediği yerde yaşantımız yeter. Ağabeylere selam, çatışmaya devam.” deyip sırıtan 13 yaşında insan kılıklı gençler görüyoruz.[6] İşte tüm bunlar, seküler modern kültürün sapkın ürünleri olarak giderek çoğalıyor.

Tek başına ülke yönetimine hâkim konuma gelip Bakanları bir bürokrat gibi atayıp kolayca görevden alabilen bir siyasi lider, kumarhaneleri olan lüks oteller sahibini Kültür Bakanı yapıyorsa, Kemalist birini Eğitim Bakanı yapıyorsa yaşanan bu büyük yozlaşmadan doğrudan sorumludur. Üstelik yolsuzluk yapmaya en uygun olan inşaat sektörüne, oto yollara, hava alanlarına, ehil ve nitelikli kadrosu olmadan üniversite sayısını maddi olarak arttırmak gibi binalara yaptığı ve sayılarıyla övündüğü büyük yatırımların binde birini, insana yönelik olarak yapmıyorsa vebali çok daha fazla katlanmaktadır. İddia edip arkasında durmadığı “dindar nesil yetiştireceğiz” taahhüdüne sadakat gösterecek tedbirleri almak, nitelikli kadrolar yetiştirip eğitim ve kültür alanında ıslah çabası göstermek üzere gerekli yatırımları yapmıyor, tedbirleri almıyorsa bundan sonra bu yanlışından vazgeçse bile bu büyük vebalden kurtulamaz. Çünkü meydana gelen tahribat o kadar büyük ki ciddi bir çaba göstererek bile ıslahı on yıllarca sağlanamaz. Anlaşılan odur ki, iktidar, sonuçta “dindar nesil yetiştirme” vadinde durmuş görünüyor, ancak bu din seküler “şirk dinidir”, yani yeni nesilleri “şirk dininin dindarları” yapmakla övünebilir.

Bütün bunlara sebep olan siyasi lider, sonunda da “eğitim ve kültür alanında başarısız olduk” diyerek “aldatıldık, kandırıldık” klasik söylemine benzer biçimde işin içinden sıyrılmaya kalkışmaktadır. Ancak bu sefer, “kandırıldık”, “başarısız olduk” demekle kurtulması mümkün görünmüyor, çünkü yol açtığı tahribat çok büyük. Ayrıca kalıcı etkileriyle toplumun geleceğini karartmaya yol açacak boyutlarda. Üstelik AB’yi razı etmek için zinayı suç olmaktan çıkarıyor, Bakanları şarap fabrikalarını çoğaltmakla övünüyorsa, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun benzeri ifsad edici yasaları bilerek ve adeta kasten çıkarıp ısrarla uygulamayı sürdürüyorsa içine sürüklenilen büyük yozlaşmanın, sekülerleşmenin ve kör şiddet sarmalının da en büyük vebali onun ve atadığı hükümetlerinin omuzlarındadır.

AKP iktidarı, yıllardır en tepeden, “laiklik İslam’la bağdaşır”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz”, “din bireyseldir”, “bu çağda faizsiz ekonomi mi olur”, “on dört asırlık hükümler bugün olmaz, (Kur’an) güncellenmelidir”,  “biz Hak bâtıl mücadelesi veriyoruz”, “biz sırat-ı müstakimdeyiz, bizden ayrılan sapmıştır” misali toplumu dönüştürücü propaganda ve politikalarla, toplumun İslam anlayışını tahrif ederek yozlaşmasına yol açmıştır. Bu politikalar sonucunda, zorba Kemalist dönemde direnmiş olan muhafazakâr “dindar” kesimleri de dönüştürmüş ve gönüllü sekülerleştirmeyle laikleştirip sisteme eklemleyen bir rol oynamıştır. Bu ülke halkı, yaklaşık yüz yıl içinde hiçbir partiye vermediği desteği bugünkü iktidar partisine vermiş ve onu hiçbir iktidara nasip olmamış bir süreyle yaklaşık 20 yıl iktidar yapmış bulunuyor. Böyle olduğu halde, eğitim ve kültür alanında bu kadar dibe vurmuşluk, hatta çukura yuvarlanmışlık hâli, sebep olanların peşini dünyada da ahirette de bırakmayacak, hem dünyada hem de ahirette hesabını vermekten kurtulamayacaklardır. İktidarın bu politikalarıyla yol açığı büyük yozlaşma o kadar derin ve yaygındır ki, değil Ayasofya’yı cami yapmak, bütün kiliseleri camiye çevirse yine de örtmeye yetmeyecektir.

İşte bütün bu yozlaştırıcı, insanı fıtratın yolundan ve vahyin ahlakından uzaklaştırıp sekülerleştirici politikalar, önce 80 yılı aşkın biçimde sopa kullanılarak uygulandı ve önemli bir tahribata yol açtı. Ancak, bu yozlaştırıcı sekülerleşme, özellikle son 15 yılda, “suret-i hak”tan görünen bir iktidarın havuç politikalarıyla çok daha büyük bir ivme kazanmış, neredeyse bütün toplumu kuşatmıştır. Üstelik içindeki vahyin kırıntılarıyla dahi kendilerini seküler şiddete kaymaktan koruyan muhafazakâr ve “Müslüman” kesimleri de dönüştürücü tesiriyle, daha önce direnmiş olanları da gönüllü biçimde sekülerleştirip hevanın ilahlığını içselleştirmelerine yol açmış bulunmaktadır. Bu kadar büyük bir yozlaşmanın müsebbibi olduğu halde her seçimde, gazetelere tam sayfa ilanlar vererek, “tarafınızı beldi edin, ya ümmetin yanındasınız ya da karşısında” gibi absürt ve bâtıl çağrıları hak adına yapmaya kalkışan, laik siyasi lideri “ümmetin umudu, mü’min ve muvahhid” ilan eden makaleler yazarak “aktif destek” veren bütün eski “tevhidî uyanış süreci” bakıyesi gruplar ve öncüleri de bu büyük yozlaşmanın vebalini iktidarla birlikte paylaşma konumuna sürüklenmişlerdir.

Yüzyıllar boyu, üretilen hurafelerle tahrif edilen “geleneksel İslâm” algısının oluşturduğu ataerkil aile anlayışında bulunan vahyin parçaları bile kadına yönelik bugünkü seküler kültür ürünü şiddetin uygulanmasına, günümüzde yaşanan büyük zulmün yapılmasına ve sonuçta şiddetin bugünkü vahşi boyutlara ulaşmasına fırsat vermemişti. Ancak Batılılaşma, modernleşme süreci sonunda yaşanan sekülerleşmede mesafe alındıkça, kitleler laik seküler anlayışlara kayıp İslam ahlakından ve İslami hayat tarzından uzaklaştıkça şiddetin buna paralel biçimde yükseldiği de ibretle gözlemlenmektedir. Önceki dönemde, geleneksel kültür içinde yer alan vahyin parçaları dahi bugünkü duruma nazaran aileleri daha huzurlu ve mutlu kılmaya yetiyordu. Modernleşme, sekülerleşme öncesi toplumda var olan vahyin kırıntılarının ve kültürleşmiş geleneksel İslam anlayışının bile daha insani ve daha huzurlu bir aile yapısı ortaya koyduğu dikkate alındığında, bir de vahyin bütüncül olarak hayatı inşa ettiği toplumları düşünün sonuç nasıl olurdu? Şüphesiz ki bu takdirde, yani bütün evrende muhteşem bir ahenk, etkileyici bir düzen, huzur ve barış içinde bir işleyişi sağlayan aynı Rabbin hükümleriyle hükmedildiğinde, insan ve toplum hayatında da aynı ahenk, adalet, barış ve huzurun gerçekleşeceği görülecektir.

Ancak yaklaşık yüzyıldır zorbalıkla Batılılaştırma, baskı ve şiddet kullanarak modernleştirme politikaları sonucu toplum sekülerleştikçe, vahiyden tamamen uzaklaşıp hevâ ve heves ilah edinildikçe, âile ifsad olmuş, kişilikler ve fıtratlar bozulmuş, sonuçta kadına yapılan zulüm ve uygulanan şiddet de giderek artmıştır. İşlenen cinayetlerin büyük çoğunluğu, öncelikle ve daha çok nikâhsız birlikteliklerde, zina eksenli ilişkiler alanında ve resmi nikâh olsa da bu tür cahil seküler ailelerde meydana gelmektedir. Geleneksel “dindar” kesimlerin en çok laikleştirildiği, sekülerleştirildiği gönüllü sekülerleşme dönemi olan AKP iktidarında ise, mevcut seküler kitlelere çok daha geniş katmanlar eklenmiş, yaşanan bu yaygın sekülerleşmeyle paralel biçimde aile içi şiddet de hızla tırmanmıştır. Sonuçta, özellikle son laik sözleşme ve yasaların etkisiyle de yaşanan vahşi cinayetler daha fazla artmıştır.

Bir yandan, İslâmî eğitim ve öğretimin yetersizliği, hatta engellenmesi ve üstelik laikleştirme, sekülerleştirme politikalarının hız kazanması sonucunda İslâm inanç ve hayat tarzından, aile içi hak ve sorumluluklardan, İslâmî hukuk ve adalet anlayışından yoksun olup hevasını ilah edinmiş, Allah’ın azabından korkmayan, âhiret ve hesap bilinci olmayan seküler erkekler ve kadınlar çoğalmıştır. Bu sebeple, boşanmalar artmakta, kapitalist azgınlıklara dayalı ekonomik ve sosyal yozlaşma aileleri kuşatarak bunalıma sürüklemektedir. Diğer yandan da, hevayı ilah edinmiş seküler Batı kültürünün İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasasıyla, başka bir delile gerek olmaksızın kadının duygusal bir kızgınlıkla yapabileceği tek taraflı şikâyetleri/beyanları esas alınarak seküler erkekler evinden uzaklaştırılınca, bu şikâyetleri yapan kadınlar âdeta öldürülmek üzere bu tür erkeklerin önüne itilmiş olmaktadırlar.

Feminist İdeoloji ve Kotardığı İstanbul Sözleşmesi ve İlgili Laik Yasa, Cinsiyetçi Tanımlamaları ve Oluşturdukları Çatışmacı Vasatla, Uzlaşmayı da Yasaklayarak Kadın Cinayetlerini Körüklemekte ve Aileyi Dağıtmayı Hedef Almış Bulunmaktadır

Feminist ideolojinin cinsiyetçi tanımlamaları şiddeti körüklemektedir. Her haksız fiilde “ERKEK ŞİDDETİ/CİNAYETİ”  yargısı ve genellemesi sınıfsal bir çatışmayı çağrıştırıyor. Suçların şahsiliği ilkesine aykırı değerlendirmeler, maddi gerçekliği anlaşılmadan yapılan ve masumiyet karinesini yok sayan yorumlar, toplumda kin ve düşmanlığı tahrik etmektedir. Beşeri hukuk çerçevesinde pek mümkün olmasa da görece olarak daha adil ve doğru yargılamanın yerini linç kültürü almaktadır. Feminist önderlerin, üstün gayretleri ile çıkarttıklarını iddia ettikleri güncel yasalarda; ailede ve/veya kadına yönelik şiddette, uzlaşma ve arabuluculuk hükümlerinin yasaklanması, delil ve belge aranmaksızın tedbir, uzaklaştırma (sürgün) ve tazyik hapsi kararları verilmesi, kadının beyanının esas alınması çatışmaların sürmesine ve artmasına neden olmaktadır.

Ceza yargılamalarında son düzenlemelerle hırsızlık, kasten yaralama, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma vd. gibi suçlar uzlaşma kapsamına alınmıştır. Bu kapsamda uzlaşma hükümlerinin uygulanması olumlu sonuçlar vermiştir. Nedense, bunca yüz kızartıcı suçta bile uzlaşma müessesesi çalıştırılırken sıra en çok korunması ve uzlaşmayla çözülmeye çalışılması en fazla gerekli olan ailede çıkan ihtilaflar konusunda uzlaşma yasaklanarak, adeta (kasten) aileye darbe vurulmak istenmiştir. Hâlbuki hemen kolluk güçlerinin devreye girmesi yerine esas yapılması gereken; ailede, eşler arasında öncelikle uzlaşmanın sağlanmasıdır. Uzlaşma veya arabuluculuk yerine kişilerin özel alanına, ailenin içine kamu gücünün ve yargının bu denli girmesi, aileye daha çok zarar veren çok yanlış bir uygulama olmuştur.

Sakin bir kafayla ve akl-ı selim ile düşünelim; delilsiz ve belgesiz bir biçimde; çoğu kez bir kızgınlıkla ve abartılı olarak gündeme gelebilecek bir tutumun eseri olabilen kadının tek yanlı beyanı ile evinden, çocuklarından 6 ay uzaklaştırılan; tedbir nafakasına ve tazyik hapsine mahkûm edilen bir kocanın veya babanın ıslah olması, pişmanlık duyması beklenebilir mi?

Tam tersine bu duruma yol açan eşine karşı öfkesi ve düşmanlığı daha fazla tahrik edilmiş olmaz mı? Bir de bu kocaların büyük ekseriyetinin seküleştirilmiş kişilikler olduğunu düşünün, sonucun olumlu olması asla mümkün değildir. İslâm’ın huzur ve güveni sağlayan, düşünmeye ve sakinleşmeye sevk eden değerlerinden, hesap bilinci, merhamet ve adalet ölçülerinden de uzak olunca, bütün bu yapılanlar aileyi kaçınılmaz biçimde daha fazla şiddete doğru sürüklemektedir. Şikâyette, kadının beyanının esas alınmasına rağmen aynı kadına şikâyetten vazgeçme hakkı tanımamak da daha büyük bir çarpıklık oluşturmakta, bu vicdansız ve adaletsiz uygulama da zulmü arttırıcı bir başka unsur olarak dikkat çekmektedir. Kadının ikinci bir mağduriyet ve acı çekmesine de yol açmaktadır.

Yaşanmış bir olayı davanın yargıcından dinleyelim: “Erkek eşine karşı basit yaralama suçunu işlemişti. Adamı yasaların gerektirdiği şekilde tutukladık. Kadın günlerce adliye koridorlarında çaresizlik içinde dolaştı. Sonunda odama geldi ve ‘Hâkim bey, ben kocamla barışmak istiyorum. Şikâyetimden vazgeçtim. Çocuklarımız evde bakımsız, aç ve muhtaçlar. Eşim işini, gelirini kaybetti. Bize kim bakacak, yardım edecek’ deyince dondum kalakaldım. Nasıl anlatabilirdim ki? ‘Aynı suç (tabii yapan eşiniz olmasaydı) uzlaşma kapsamında olurdu ve şikâyetten vazgeçebilirdiniz. Ancak siz evli olduğunuz için maalesef bu haktan mahrumsunuz’ da diyemedim.”[7]

Görüldüğü üzere, yasalar ve kurallar, âdeta kadın ve erkeği çatıştırmak, uzlaşmalarını engellemek, sonunda da ya boşanmaları arttırmak ya da kadınların cahil erkeklerin öfkesine muhatap kılınarak öldürülmelerine zemin hazırlamak üzere kurgulanmış gibidir. Kadına karşı aynı suçu yabancı birisi işlediğinde mağdur kadın onu affedebiliyor ya da uzlaşma kuralları işletilebiliyor. Ama kocası olduğunda, kadın şikâyetinden vazgeçip affedemediği gibi, uzlaşma yolu da işletilemiyor. Hakim bile bu konuda bir inisiyatif kullanmakta aciz kalıyor ve şikâyet ediyor. Bu nasıl bir sistemdir, bunlar ne kadar zalimane bir yasa ve sözleşmedir ve bu sözleşmeyi itiraz etmeden onaylayan ve bu yasayı kolayca çıkarıp ısrarla sürdüren zihniyet ne kadar vicdansız bir zihniyettir? Bu yasalar ve sözleşmeler, hangi vicdanın, hangi aklın ve hangi anlayışın ürünüdürler?

Bütün bu çark, seküler bir din/ideoloji olan feminizmin zulüm ve kandan beslenmesi, ailelerin ifsad edilmesi ile kadınların ve yeni nesillerin giderek daha fazla seküler tuzaklara çekilip kapitalizmin köleleri hâline dönüştürülmesi için işlemektedir.  Üstelik bu zulmün zalimleri, ahlaksız ve yüzsüz bir biçimde, Kur’an’ı terk ederek sekülerleşmenin, hevayı ilah edinmenin, Batılılaşmanın,  modernitenin yol açtığı bu kötü sonucun faturasını da utanmadan toplumun dini inançlarına ve bilmeyenler gözünde ise İslâm’a kesmeye çalışmaktadırlar. Kadının tek taraflı beyanını, delil ve belge gerekmeksizin esas alanlar, çoğu kez, efendisinin karısının tek taraflı beyanıyla Hz. Yûsuf’u  (a.s.) haksız yere zindana attırma zulmüne benzer zulümleri tekrar ederek büyük acılara yol açmaktadırlar.

Kadının duygusal bir tepkiyle fevri olarak yaptığı tek taraflı ve delilsiz beyanla âilesinden uzun süre uzak kalmış, onuru kırılmış, sevgisi ve sabrı tükenmiş olan baba/eş elinde olmadan öfkeli olarak eve dönecektir. Üstelik bu konuda Yargı Bakanının 06 Eylül 2019’da yaptığı açıklamaya göre; bu konuda sadece 2019’da verilen toplam tedbir kararı 375 bin 425’dir. Yılsonuna kadar bu rakamın çok daha yükseğe çıkacağı açıktır. Düşünebiliyor musunuz, bu zalim sözleşme ve yasa toplumu, âileyi, karı-koca ilişkilerin ne hâle getirmiş bulunuyor. Yılda yaklaşık 500 bin kadının tek taraflı beyanıyla adaletsiz ve delilsiz biçimde bu kadar erkeği sokağa atarak ailesinden uzaklaştırıp ondan sonra da pişman olan kadınların kocasını affetmesine ve uzlaşmasına da engel olursanız, kaçınılmaz olarak sonuç felaket olacaktır. Düşünün, bunlar içinden yüzde bir oranındaki cahil erkek bile öfkesine kapılıp karısına şiddet kullansa, bu yasayla, bu sözleşme ve bunları savunup uygulayanlar yılda en az 5000 kadının canını bizzat kendileri tehlikeye atmış olmuyorlar mı?

İslâm, kadın ve erkek arasında arabuluculuğu, hakemi önerdiği halde, seküler dinin İstanbul Sözleşmesi ve laik yasaları, aile içi ihtilafları çözmede arabuluculuk müessesinin işletilmesini de yasaklamış bulunmaktadır. Yani bu tutumla, âdeta ihtilaf sürsün, büyüsün ve “ya boşanmayla aile dağılsın ya da kadın öldürülsün” diye beklenmektedir. İstanbul Sözleşmesinin 48. Maddesine göre karı-koca arasındaki problemlerde, “arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere” alternatif  “çatışma çözüm süreçleri”ni yasaklamanın anlamı, bundan başka ne olabilir? Hâlbuki “Adâlet Bakanlığı”na bağlı Arabuluculuk Daire Başkanlığı bulunmakta ve çek-senet meselelerinden, başka pek çok konuya ilişkin “arabuluculuk” imkânı tanınmaktayken, karı-koca arasındaki “şiddet iddiası” içeren sorunların çözümünde arabuluculuğa izin verilmemesinin kendisi bizatihi cinayettir. Kadın cinayetlerinin tamamına yakınının, bu tür ihtilafların çözülmemesi sonucu gerçekleşen uzaklaştırma uygulamalarının yapıldığı alanda gerçekleşmesi bile bu sözleşmeyi bağnazca savunanları düşündürmeye yetmemektedir. Son dönemde öldürülen kadınların çoğunluğu eşleri ya da eski eşleri hakkında uzaklaştırma kararı aldırdıktan sonra öldürüldüler.

PKK, laik seküler ideolojisi Müslüman Kürt halkı arasında yayılsın, PKK baronlarının rant ve iktidar hedefleri gerçekleşsin ve arkalarındaki emperyalist güçler memnun olsun diye, yıllardır on binlerce Kürt gencinin ölmesini sağlıyor. PKK için, ne kadar Kürt genci ölürse o kadar güç ve rant demek, o kadar seküler hedeflerine yaklaşmak demek. Bu sebeple, sadece “hendek” savaşında on bine yakın Kürt gencin cesedini saçma bir amaç uğruna hendeklere gömmekten çekinmediler ve utanmadılar. Aynı şekilde PKK ile aynı kültürü paylaşan, hevayı ilah edinen aynı seküler sapkın kültürün ürünü ve savunucusu olan “Feminizm” için de, ne kadar kadın cinayete kurban giderse, o kadar güç ve rant demek ve seküler sapkın hedeflerine o kadar ulaşmak demektir. Bu sebeple, cinayete kurban giden her mazlum kadının başına gelenin, kendi seküler sapkın kültürleri ve bu kültürün ürettiği politikalar, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa uygulamalarından kaynaklandığı apaçık olarak ortada olduğu halde bunları sorgulayıp kadınları korumak için çaba göstermiyorlar. Üstelik bu doğru davranışta bulunmak yerine, daha fazla kadının ölümünü tahrik eden bu uygulamalarda ısrar ederek adeta bu mazlum kadınların kanlarından besleniyorlar.

İstatistiklerin verdiği bilgilere göre, İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ten sonra kadına karşı şiddet ve cinayetler ülkemizde hiç olmadığı kadar artmıştır: Sözleşme öncesi senede 100 civarında olan kadın cinayetlerinin sayısı, son yıllarda 500’e çıkmış bulunuyor. Öldürülen kadınların büyük çoğunluğu uzaklaştırma kararı sırasında öldürülmüşler. Eğer uzaklaştırma kararı işe yarasaydı, kadınlar ölmüş olmazlardı. Üstelik, uzaklaştırma kararı denilen şey sadece kanuni bir bildirimdir. Pratikte koruyucu bir tarafı yoktur. Uzaklaştırma kararı var diye, kadının başında ya da evinin önünde polis beklemiyor. Adamın gözü dönmüşse uzaklaştırma kararı ya da cezanın ağır olması hiç umurunda olmuyor. Çok  özel durumlarda sadece polis koruması olabiliyor fakat herkes için değil ve bu mümkün de değil. Üstelik uzaklaştırma kararı verilen erkeklerin büyük çoğunluğu eşlerine dayak attıkları için değil, psikolojik şiddet bahanesi ile uzaklaştırma alıyorlar. Her yıl şikâyet edilen yüz binin üzerinde erkeklerin çoğu karısına el kaldırmıyor.

Bu konulardaki araştırma ve çabalarıyla tanınan Sema Maraşlı’nın tespitlerine göre, İstanbul Sözleşmesine ve 6284’e göre şiddetin kapsamı çok geniş. Şiddet; psikolojik, ekonomik, cinsel, fiziksel olarak ele alınıyor ve problem de zaten burada başlıyor. Bir erkeğin karısına bağırması, maddi isteklerini kadının istediği kadar karşılamaması, “akşama ne yiyeceğiz” demesi, cinsel birliktelik için ikna etmeye çalışması, kısacası kocanın kadının hoşuna gitmeyen her davranışı şiddet olarak değerlendiriliyor. Erkek için şiddet sayılan davranışları kadınlar da, kocalarına çok rahat yapıyorlar. O zaman kadınlar da kocalarına bağırdıklarında, kocasının gittiği geldiği yerlere karıştığında, erkeğin ailesi ile görüşmesinde problem çıkardığında kadınlara da evden uzaklaştırılma cezası verilsin. Kaç kadın kocasına bağırdığı ya da sert davrandığı zaman kocasının bir telefonla onu evinden attırıp çocuklarından uzaklaştırmasını kendisi için ve kadınlar adına kabul eder.

Kadınlar duygusal olduğu için çok çabuk kışkırtmaya gelebiliyorlar. Annesi ya da yakın arkadaşlarının sözleri ile evliliği bozulan, kocasına tavır alan çok kadın vardır. Günümüzde buna bir de medya, feminist dernekler, kanunlar eklenince kadınlar, kendi terbiyesi altına almak istediği kocaya kanunlar vasıtası ile ayar vermeye çalışıyorlar. Fakat pek çok kadın bu şikâyetlerin sonuçlarını hesap edemiyor ve gözdağı vermeye çalıştığı kocası uzaklaştırma kararından sonra eve bir daha dönmeyip boşanmayı tercih ediyor. Bir öfke ile kocasını şikâyet edip sonra çok pişman olan şikâyetten vazgeçen kadınlar var, fakat kadın şikâyetini çekse de dava kamu davası olarak devam ediyor. Bu da çoğu ailede evliliklerin sonunu getiriyor. Çoğu zaman çocuk anne tarafından babaya düşman edildiği için babayı görmek istemiyor. Bütün bunların yanında ona düşmanlık eden kadına bir de nafaka ödemek zorunda kalınca psikolojisi bozulan, ödeyemediği nafaka için hapse atılan, cinnet geçiren erkekler ya da alkol, uyuşturucu alanlar, cinayet işleyebiliyorlar.

Uzaklaştırma kararının uygulanması şöyle: Şikâyet edilen erkek, eğer kadının kocası ise polis eve gelerek kocayı çocuklarının gözü önünde evden atıyor, erkek eğer iş yerindeyse evine pijamalarını bile almaya gidemiyor. Kişisel eşyalarını alamıyor. Sonra erkeğe uzaklaştırma cezasının şartları açıklanıyor. Her nerede olursa olsun belli bir mesafeye kadar kadına yaklaşmaması, oturduğu eve hatta mahalleye girmemesi, çocuklarını da göremeyeceği, okullarına yaklaşamayacağı ve çocukları ile konuşmak ya da onları sormak için  telefon dahi açamayacağı bildiriliyor. Bunlardan birini yaparsa hemen hapse gireceği bildiriliyor.

Bu arada erkek atıldığı evin varsa kirasını, evin masraflarını ve faturalarını ödemek zorunda. Bir de uzaklaştırmalarda erkeğe para cezası kesiliyor. Geçmiş yıllarda üç bin liraydı, bu da devletin kasasına giriyor. Bir de kadın dava açmışsa mahkeme masrafları… Asgari ücretle çalışan bir adam bütün bunları karşıladıktan sonra bir de kendine kalacak yer ayarlayacak ve kendi masraflarını karşılayacak. Dükkânda yatanlar, kışın arabada donup ölenler, yıllarca karısı istemediği için yüzünü az gördüğü kendi ailesinin yanına utançla dönmek zorunda kalanlar… Binlerce böyle hikâye var.

Uzaklaştırma kararı fazlasıyla uygulanıyor fakat uygulama içerik olarak kötü olduğu için, insan psikolojisi dikkate alınmadan hazırlandığı için sonuçlar kötü. Evinden atılan, kalacak yer bulamayan, çocuklarını göremeyen, aşağılanan erkeğin eğer psikolojik sorunları varsa bir de alkol ya da uyuşturucu kullanıyorsa yaptığı ilk iş kadını öldürmek oluyor. Aman karım beni evden attı, bundan sonra karım ne isterse yapayım demek olmuyor. Uzaklaştırma kararı kadını korumadığı gibi tam aksi erkeği onu evinden atan karsına karşı ya da çocuğunu göstermeyen eski karısına karşı intikam duyguları ile dolduruyor.

Feministler cinayetlerin bunca artışını gördükleri halde yine de “#İstanbulSözleşmesiYaşatır” diye twitter çalışması yapıyorlar utanmadan. İstanbul Sözleşmesi kadınları yaşatmıyor, Avrupa fonundan aldıkları paralar feministlere keyifli hayat yaşatıyor, ölen kadınların kanıyla. Bu yüzden, Feministlerin bu sözleşmeyi savunmalarını anlamak kolay. Nitekim, bir feminist dernek, sebebini, “Bu sözleşme ve 6284 sayılı kanun karşılığında Avrupa fonundan hayalini kuramayacağımız paralar aldık” diye açıklamıştı. Öldürülen her kadın onlar için daha fazla para demek. Bu sözleşme karşılığı alınan paralardan öldürülen kadınların kanı damlıyor. Yetim kalan çocukların gözyaşları akıyor. Fakat onlar bu kanlı paralara bir türlü doymuyorlar. İstanbul Sözleşmesinin, avukatlar tarafından savunulmasını anlamak da kolay. Ceplerine çok iyi paralar giriyor. Şiddeti gerçekten bitirmek isteyenler, asla kadın ve erkeği birbirine düşman etmez. Şiddeti genel bir sorun olarak görür, öncelikle önlemek için çalışma yapar. Mahkemelere bile düşmeden merhametle uzlaştırmaya çalışır. Ama şiddet azalır ve eşler uzlaştırılırsa dava sayısı azalır, sonuçta da avukatların eline geçecek acılı paralar azalır. Hâlbuki fiziksel şiddet uygulayanlar, işinin ehli uzmanlar ve psikiyatrinin gözetiminde tedavi edilmelidir. Evinden atılıp, sokaklarda ölüm makinesine çevrilmemelidir. Şiddet uygulamayan erkekler de psikolojik şiddet bahanesi ile “kadın şiddeti” karşısında çaresiz bırakılmamalıdır.[8]

Cinsiyetçilik üzerinden kadın ve erkeği düşmanlaştırıp Aileyi hedef alan ve sapkınlıklara zemin hazırlayan İstanbul Sözleşmesini, ilgili 6284 sayılı yasayı vb. laik uygulamaları sahiplenip ısrarla savunanların öncelikli ve önemli bir kısmı feminist seküler kesimlerdir. İkinci olarak da onlara sonradan eklemlenmiş olan, AKP döneminde demokratikleşip önce siyasi alanda sonra da ister istemez kimi bireysel alanlarda da hevayı ilah edinmeyi içselleştirerek sekülerleşmiş bulunan, bazı eski muhafazakâr ve “Müslüman” kesimlerdir. Emperyalist işbirlikçisi yerel büyük sermaye ve AB, ABD gibi ülkeler ve bu ülkelerdeki pek çok kuruluş da bu sapkınlığı teşvik edip toplumu ifsad etmek için, amaçlarına uygun çaba gösteren bu tür dernekleri, vakıfları fonlamakta, büyük maddi yardımlarda bulunmaktadırlar.

Sonuç Olarak

İstanbul Sözleşmesinde ve bunu referans alarak çıkarılan tüm yasa ve uygulama yönetmeliklerinde kullanılan dil ve kavramlara yüklenen anlamlar, yapılan vurgular, çizilen çerçeveler, feminizm ideolojisine dayalı bir psikolojik savaş mantığının ürünüdür. Özellikle şiddet kavramının tanımı ve kapsam alanında; “Fiziksel Şiddet, Ekonomik Şiddet, Psikolojik Şiddet, Sözlü Şiddet ve Cinsel Şiddet” olarak ifade edilen şiddet türlerinin tanımlamalarında ciddi belirsizlikler vardır. Şiddet kavramında eşik seviye çok aşağıya çekildiği için günlük hayatta doğal olarak karşılanan birçok davranış ve söz şiddet kavramının kapsamına kolaylıkla sokulabilmektedir.

Bilindiği üzere toplumun, dini ve kültürel ahlâk sisteminin kullandığı müeyyideler sözlü ve psikolojik boyutludur. Mesela bir babanın kızına ya da eşine tesettürüyle ilgili ma’rûf olanı tavsiye etmesi ya da erkeklerle ilişkide uyması gereken İslami ölçüleri hatırlatıp yanlışını düzeltmeye dair bir uyarıda bulunması bile bu kapsama sokulabilecektir, sokulabilmektedir. Bu ifsad sözleşme ve yasası gereğince, İslam’ın bir emri olan “ma’rufu emretmek ve münkerden nehyetmek” sorumluluğunu yerine getirmek engellenebilecek, bu sorumluluğu yerine getiren müslüman koca ve babalar bile mahkemelere sürüklenebilecek ya da evden atılabilecektir. Sonuç olarak da İstanbul Sözleşmesi’nde geçen sözlü ve psikolojik şiddet kavramları, toplumun İslamî ve kültürel ahlâk sisteminin günlük hayatta uygulanmasına mâni olmaktadır/olacaktır.

İstanbul Sözleşmesi’nde şiddetle ilgili kullanılan kavramlar, cümleler ve bunların aşırı tekrarlanmasından dolayı sözleşmeyi okuyan biri, ailenin bir savaş ortamı olduğu hissiyatına kapılmaktadır. İslam’da aile, daha önce izah ettiğimiz, Kur’an ve sünnete dayalı muhteşem ölçülerini hatırlattığımız üzere, her iki eşin de yaratıcısı, hak ve sorumluluklarının belirleyicisi olan Allah’ın hükümlerine uyulduğunda, bir sükûnet ve huzur adasıdır. Ancak İslam’dan uzaklaşıp Batılılaşarak yaşanan yaygın sekülerleşme ve yozlaşma sonucunda, artık aile nefislerin ilahlığını ilan edip birbiriyle çatıştığı bir savaş alanına dönüşmüş bulunmaktadır. Bu savaş ortamında, feminist cinsiyetçilik rakibini alt etmek için her yolu mubah sayarak, bu savaşta kadının tek yanlı beyanlarını kutsal doğrular olarak ilan edip “delil veya belge aranmaz” mantığına sürüklenmiş bulunmaktadır. Nitekim  İstanbul Sözleşmesini referans alarak hazırlanan 6284 sayılı yasanın Madde 8/3’de ve 6284 Sayılı Yasanın uygulama Yönetmeliğinin: Madde 6/1, 12/1, 30/3’de bu “yargısız infaz mantığı” açıkça görülebilmektedir.

Sonuçta açıkça görülen odur ki, İstanbul Sözleşmesi ve bunu referans alarak hazırlanan yasa ve yönetmeliklerde, aile ve toplumsal yapımıza, dinimiz İslâm’a ve ahlâki değerlerimize karşı adeta bir savaş yürütülmektedir.

Biz Müslümanlar, bir yandan bu saldırıya karşı değerlerimizi savunmak üzere mücadele etmeli, zulmü geriletme çabası göstermeliyiz. Diğer yandan da İslâmi aile yapımızı ve ahlaki değerlerimizi ihya edip hayat içinde modelleştirmek suretiyle, örnek Müslüman ailelerin sayısını çoğaltmaya çalışarak bu kötü gidişe karşı direnmeliyiz. Bu sebeple, toplumun yarısını teşkil eden kadın kesiminin, geleneksel ve modern cahiliyeden kaynaklanarak muhatap olageldiği ihmal ve haksızlığa artık son verilmelisini sağlayacak âdil şahidlikler ortaya koymalı ve haktan yana çabalar göstermeliyiz.

Topluma, aile yapısı ve işleyişi bakımından da örnek olması gereken mü’min kadın ve erkeğin, ifade etiğimiz cahilî kirlenmelerin sonucu olarak birbiriyle rekabet ederek ya da birbirine tahakküm ederek adaletsiz bir ortamda yaşamalarını ve çocuklarını da bunalıma sürükleyen tahribatlara yol açmalarını engelleyecek adalet, merhamet, şefkat ve sevgiye dayalı örnek Müslüman ailelerin sayılarını arttırmaya çalışmalıyız.

Böylece, tevhid ve adalet ekseninde dönüştürme iddiasını taşıdığımız cahiliyye toplumuna, fert ve aile bazında da güzel örneklikler sunulmalıdır. İslam’ın güzellikleri, birbirlerinin velileri oldukları bilincini taşıyan, mâ’rufu ikame etmeyi amaç edinen mü’min kadın ve erkeklerin oluşturacakları Müslüman ailenin şahidliğinde/örnekliğinde ortaya konulmalıdır.

Müslüman kadını ve aileyi, modern tüketim kültürünün yozlaştırmasına fırsat verilmemeli, İslami kılıf altında gerçekleştirilmek istenen, kadının dişiliğini öne çıkartarak, kişiliğini yok etmeyi hedefleyen sinsi, ancak daha tahripkâr yaklaşımlara da engel olunmalıdır. Cazibeyi örtmek üzere emredilmiş “tesettür” kavramını bile yozlaştırarak, cazibeyi arttırıcı bir işlev görmek üzere piyasaya süren “tesettür defileleri” başta olmak üzere, kapitalist emperyalizmin tüketim kültürünün İslami form içinde sunulması fitnesine karşı direnmek de önemli bir sorumluluk olarak görülmelidir. İzzet, vakar, iffet, ahlak, İslami şahsiyet, tutarlılık, ilkelilik ve tevazu gibi kavramlar, mü’min kadın ve erkeğin yaşantısında belirleyici öncelikle öne çıkarılmalıdır.

Kadın ve erkek, Kur’an’a sarılarak izzete kavuşmalı, ikisi da birbiriyle değil fesadla savaşmalıdır. Hem birbirlerine eş, hem çocuklarına ana, baba, hem de fesada karşı ıslahı, şirke karşı tevhidi, zulme karşı adaleti ikame etmeyi esas alan İslami mücadelede “dava arkadaşı” olmayı başarmalıdırlar. Eşler bu fonksiyonlar arasında bir denge kurmalı, Kur’an neslini yetiştirecek, adalet, merhamet ve sevgi zeminini yeşertmelidirler. Rabbimiz, bu sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirerek fesada karşı ıslah mücadelesi vermeyi, bireyden aileye tüm toplumun Kur’an-sünnet eksenli sahih İslam’a göre ıslah ve inşasına vesile olmayı ve iman-amel bütünlüğünde hayatımızı ibadet kılmak suretiyle mübarek rızasını kazanarak yüz akıyla huzuruna varmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.

 

Yazının birinci bölümü

Yazının ikinci bölümü

 

Dipnotlar:

[1] Tin, 95/5.

[2] Furkan, 25/43-44.

[3] Bakara, 2/27; R’ad, 13/25.

[4] Enfâl, 8/24.

[5] Hucurât, 49/13.

[6] İsmail Demirbaş, Şefkat dilinden şiddet diline, rahmet toplumundan cinnet toplumuna savruluşumuz!, Dünya Bizim.

[7] Sefa Saygılı, “Feminist İdeoloji Şiddeti Önlüyor mu, Körüklüyor mu?”, Yeni Akit Gazetesi, 07 Eylül 2019.

[8]Sema Maraşlı, Uzaklaştırma Kararında Doğru Bilenen Yanlışlar, http://www.cocukaile.net/uzaklastirma-kararinda-dogru-bilenen-yanlislar/

Bu içerik 1936 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon