Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   ALTERNATİF EĞİTİM KONFERANSLARI  >  2012
 
İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri konulu Konferans Dr.Mehmet Sılay tarafından verildi.
Tarih: 13/02/2012
   


İLKAV da Kemalist-Laik Rejimin Müslümanlara yapmış olduğu zulümlerden biri olan İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri konulu Konferans Dr.Mehmet Sılay tarafından verildi.

İLKAV da Kemalist-Laik Rejimin Müslümanlara yapmış olduğu zulümlerden biri olan İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri konulu Konferans Dr.Mehmet Sılay tarafından verildi.

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Alternatif Eğitim Konferansları devam ediyor.Bu haftanın konuğu İskilipli Atıf Hoca isimli bir kitabı da bulunan Araştırmacı -Yazar Dr.Mehmet Sılay hoca idi. Kadın erkek büyük bir katılımla gerçekleştirilen konferansın konusu “ İstiklal Mahkemeleri ve İskilipli Atıf Hoca “ idi. İLKAV Konferans Salonunda gerçekleştirilen konferans, Emrullah Ayan’ın Kuranı Kerim den seçmiş olduğu ilgili ayetleri okuması ile başladı. Daha sonra sözü alan Dr.Mehmet Sılay, yakın cumhuriyet tarihinin unutturulmaya çalışılan bu zulümlerinin tek tek ortaya çıkarılarak hesaplaşılması gerektiğini ifade etti. İstiklal Mahkemelerinin kanına girdiği binlerce mazlumdan biri olan İskilipli Atıf Hocanın yeni nesillerce fazla bilinmediğine dikkat çeken Sılay, mezarının dahi Mamak’ta kimsesizler mezarlığında ortaya çıktığnı , ardında kalan ailesinin durumunu ve bunlara ilişkin alimin hatıratını araştırma serüvenini de akıcı ve canlı bir uslupla konuşmacılara aktardı.

Dr.Mehmet Sılay’ın konuşmasından notlar;

“Bizler ilk olarak Necip Fazıl'ın Son Devrin Din Mazlumları adlı eserinden Atıf Hoca'yı öğrenmiştik. Mesut Uçakan'ın Kelebekler Sonsuza Uçar filmi de bu âlime olan ilgimizi arttırmış ancak kabrinin yerinin bilinmediğini öğrendiğimizde bu konu üzerine eğilmeye karar verdik. Çünkü Atıf Hoca unutturulmuştu. Otuz seneden beri Atıf Hoca bilinmiyordu. Bu sistem kanunlarla insanları unutturmaya çalışan bir sistem. Ancak kanunlarla insanları unutturamazsını ve kanunlarla insanları sevdiremezsiniz. Kanunlarla birilerini korumak insanlara hakarettir. Sen zayıfı koru güçlü kendini korur zaten.

Osmanlıda yetişen büyük İslam alimlerindendir (d. 1875 - ö. 1926) Şapka Kanununa muhalefetten İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak 4 Şubat 1926 tarihinde idam edildi. Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli bir eseri vardır. İslam Fıkhı diye 4 ciltlik bir kitabı da mevcuttur.Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarının sembol yazarlarından Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam kitabında kendisinden bahseder ve haksız yere öldürüldüğünü savunur.

Atıf efendi, 1876 senesinde Çorum’un İskilip kazasının Toyhane köyünde dünyaya gelmiştir..Dar-ül Fünûnu (İstanbul Üniversitesi) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça öğretmenliğine atandı.

Mehmed Atıf Efendi, Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet öncesi ve sonrasında da çeşitli Haset ve düşmanlık yanlış yorum ve bakışları yüzünden taşlanıp durdu. Meşihat–ı İslamiye dairesinde (İslâmî işlerin ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan ders-i âmların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülislam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.

1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hattâ yurt dışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi.

Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı.

1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüce Hilafet Merkezi) medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal Mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatih'in en tanınmış bir hocasıdır.”

Cemiyet hizmetleri

Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf (yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu - Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.

19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said Efendi, Ermenekli Saffet Efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet, müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet, aldığı bir karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülislam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.

İşgal günleri:

İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam Cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretti.

1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkânının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer”, ders veren hocalara soru tevcih eden (yönelten), ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.

Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise, hocanın idam edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükûmeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam Cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam Cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o zamanın Vakit Gazetesinde, Atıf Hoca tekzibname (yalanlama) yayınladıysa da, Ankara İstiklal Mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili (sebebi) olarak zihinlerde kaldı.

Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark ( ve Garb’da yazılan eserlere vukufu rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:

“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler), ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.

1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.

Frenk mukallitliği ve şapka

Atıf Hoca 1924 yılında "Frenk mukallitliği ve Şapka" kitabını neşretti. Yani şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekâletine (Milli Eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.

Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf Efendi, 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:

“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”

Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Said Nursi’den bir misal: “Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."

Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (Avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takva (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”

Atıf Efendi, kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”

Şapka İnkılabı ve tepkiler

1 Kasım 1925’te kabul edilen şapka kanunu, Anadolu’da yer yer protestolara sebep olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın şapkaya direnmesi, buralarda gezici İstiklal Mahkemeleri'nin dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi. İstiklal mahkemeleri şapka kanununa muhalefetten bir kadını bile idam etmiştir.

Bu arada şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk taklitçiliği ve şapka kitabı toplatıldı ve yazarı hakkında inceleme başlatıldı. Halbuki, müellif bu eseri Şapka Kanunundan evvel yayınlamıştı. Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu bir güzel çiğnenecekti. Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet dakikaları artık gün sayıyordu...

Tevkifi

Ve nihayet beklenen oldu. 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz olduğu anlaşılıp beraatine karar verilmesine rağmen, İstanbul’a getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf Hoca'nın suçlu olup olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icad edilecekti.

İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi.

Maznunlar tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya götürüldüler. Ankara’da hapishaneye sevk edilirken yanında bulunan Tahir-ül Mevlevi ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Atıf efendi ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. “Geçmiş olsun” dedim. “Evet, kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem (Giresun’da şapka olaylarının elebaşısı olduğu iddiası ile asılan şahıs) ile tanışmıyordum” cevabını verdi.

İstiklal Mahkemeleri

İstiklal Mahkemeleri yargılamaları Ankara İstiklal Mahkemesi azalarından sadece Rize mebusu Ali bey ile, savcı Necip Ali bey hukuk öğrenimi görmüştü. Reis Kel Ali (Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip beyler asker kökenli idiler.

Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Milli Mücadele Anıları” adlı eserindeki İstiklal Mahkemeleri hakkındaki şu ifadesi çok şeyi açıklıyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.”

İstiklal Mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme heyetinin maznunlara hitap tarzına birkaç numune verelim:

“...İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız) , istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”

“Hocam ruhun karanlık.”

“Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lazım. Senin gibi zararlı adamlara bir iki sual sorduktan sonra hemen hükmü vermeli.”

Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı Ömer Rıza Doğrul’a: “Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz.”

“Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcü'yüm, Çerkez'im bilmem neyim dersiniz?”

İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi...

Mahkeme safahatı

Atıf efendi, mahkemenin beraat vereceğinden ümitlidir. Zira bir suç bulunamamaktadır. Mahkemeye getirildikleri bir gün kendisiyle görüşebilen dostu Tahir-ül Mevlevi, bu durumu şöyle anlatmaktadır. “Burada Atıf efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i İslam Cemiyeti'nin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit gazetesi ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği makbuzunu mahkemeye gösterdiğini, beyanname suçundan cemiyetin uzak olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel yayınlattırmış olduğunu, ikinci defa basılmak şöyle dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber verdi.

Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor:

“Zannedersem 1926 veya 1927 seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal Mahkemeleri'ni takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. Bununla imkân buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi, reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.

Hoca, sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla:

“Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir risale yazmıştım.” dedi.

Kel Ali:

“Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu.

Hoca:

“Kanunlara itaat ediyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir?” deyince hoca sükûnetle: “Evet biliyorum, ancak hakim heyetinin arkasındaki bayrak da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun?” diye bağırdı. Hoca: “Şapka bir alamettir; âdet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”

Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede savcı Necip Ali bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi, 10 senelik sürgün cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde, mahkemelerdeki bir anane olarak, hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler; ya aynını ya da daha azını verirlerdi. Burada da durum öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm, ertesi gün, ne hikmetse, Atıf efendi hakkında değiştirilecekti.

Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu .

Mahkemenin son günü

Tahir-ül Mevlevi, Atıf Hocanın mahkemede son gününü şöyle anlatıyordu: “Atıf efendi metin görünüyordu. Suud beyin söylediğine göre gece sabaha kadar oturmuş, 8-10 tane eser-i cedid (Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı) kağıdını doldurmak suretiyle bir müdafaanâme (savunma) yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini (anlamını) öğrenemediğim o müdafaanâmenin kıraati (okunması) epeyce uzun sürmüştü ki, o mahkemede okunurken, biz merdiven altında bekliyor, hapsedilen yer kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi işitemiyorduk. Ali Rıza efendi müdafaa nâme yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Atıf efendi müdafaa nâmesini bizzat okumuş ve hitamında Reis beye vermişti.”

Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle anlatıyor:

“Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.”

İdamı

4 Şubat 1926 Perşembe ... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı... Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve bütün sırların açığa çıkacağı gün olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin)...

İdam sonrası ailesi

Acaba Hocaefendinin şehadetinden sonra ailesi ne oldu? Atıf Efendi'nin yeğenlerinden Bahaddin İmal bey bu konuda şunları anlatıyor: “Tarihini pek hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Zahide hanımla, (eşi) Melahat hala (kızı), dayımın idamından sonra İstanbul’dan buraya (İskilip) geldiler. Köyde az bir müddet kaldılar. Burada kaldıkları müddet zarfında Zahide hanım köydeki hanımlara Kur’an okuttu. Yanlarında Zahide hanımın kız kardeşinin oğlu da vardı, Semih adında. Köydeki şartlara intibak edemediklerinden tekrar İstanbul’a döndüler. İstanbul’da ne kadar kaldıklarını tam bilemiyorum.

Milli Eğitim sisteminde bizlere kahraman olarak sundukları şahıslar ile hain diye öğrettikleri öncülerimiz yer değiştirmişti maalesef.

Atıf Hoca'nın mezarı da Said Nursi'nin mezarı gibi saklanmıştır. Uzun araştırmalar sonucunda mezarının Şafaktepe Parkı'nda olduğunu tespit ettik. Birbirini tanıyan insanların oluşturduğu gönül vermiş ekibimizle uygun bir günde kazım sonucu tespit edebildiğimiz yerden kemikleri çıkarttık. Yine uzun bir bekleyişten sonra adli tıpta akrabalarından aldığımız saç, tırnak ve kan örnekleri doğrultusunda DNA testi yapıldı. Sonuçlar olumlu idi. Derhal İskilip'te bir gece vakti sadece beş kişi ile Atıf Hoca'yı trafo arkasına defnedip ilk defa âlimimizin cenaze namazını kıldık"

Sılay sunumunun sonunda Ulucanlar Cezaevi'nin arşivlerine ulaşmak istediklerini ancak geçmişte iki büyük yangın geçiren cezaevinde arşivlerin tamamen yok olduğunu öğrendiklerini belirtti. Ancak şimdi Çorum ve İskilip in hocalarına sahip çıktığını ve İskilip te bir anıt mezarın yapılacığını ifade ederek konuşmasını bitirdi.

Konferans geleneksel hale gelen çay ve simit ikramı ile son buldu.







Bu içerik 2838 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon