Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2012
 
Şehidler Gecesi Coşkuyla Yaşandı...
Tarih: 21/03/2012
   


Birnesil-Der, Birr-Der, Davet-Der, Gençlik-Der, Hay-Der, İnsan-Der ve Kalem-Der´in ortaklaşa organize ettiği Şehadet ve Şahidlik Gecesi Ümraniye Haldun Alagaş spor kompleksinde coşkulu bir kalabalık önünde gerçekleştirildi.

Birnesil-Der, Birr-Der, Davet-Der, Gençlik-Der, Hay-Der, İnsan-Der ve Kalem-Der'in ortaklaşa organize ettiği Şehadet ve Şahidlik Gecesi Ümraniye Haldun Alagaş spor kompleksinde coşkulu bir kalabalık önünde gerçekleştirildi.

Kısaca Programın Akışı;

Program Kuran'ı Kerim ve Türkçe mealinin okunmasıyla başladı.

Kuran'ı Kerim'in ardından Şehidlerin fotoğrafları ve sözlerinden oluşan bir sinevizyon gösterimi yapıldı.

Programda ilk olarak Ahmed Kalkan konuştu. Ahmed Kalkan konuşmasında Şahid olma ve şehidlik kavramları üzerinde durdu.

Ahmed Kalkan’ın konuşmasının özeti;

Şehidlik, Ölüm Biçimi Olmaktan Önce, Bir Hayat Tarzıdır

İnsanımız, hatta dâvâ adamı sayılan nicelerimiz, Kur’an kültürüyle yetişmediğinden, çok kullandıkları bazı kavramları bile Kur’an’ın yüklediği anlamla kullanmıyorlar. Çevremizdeki nice insanın “Cihad” kavramını “savaş” anlamında kullandığını ve cihad denilince hep savaş anlamı çıkardığını buna örnek olarak verebiliriz. Hâlbuki cihad, Allah yolunda Allah’ın verdiği imkânları kullanmak, Allah yolunda her çeşit gayret ve çabayı göstermek demektir. Şehid kavramı da böyle. Kur’ân-ı Kerim’in hemen tüm âyetlerinde “şehid” kavramı, bir ölüm şekli olarak değil, bir hayat tarzı olarak gündeme getirilir. Şehâdet kelimesini iman ve teslimiyetle söyleyip anlamını hayata geçirmeye çalışmayan kimse, nasıl ölürse ölsün “şehâdet”e ulaşamaz, şehid kabul edilemez. Şehâdet ehli olan ve insanlara şehîd/örnek olarak yaşayan mü’min ise, yatağında ölse de Allah’ın izniyle “şehid”dir. Ancak şehid olarak yaşayan kimse, şehid olarak ölür.

 
Şehâdet, asıl olarak, “insanın kendi nefsinde ve hayatta olup bitenlere şâhid olmasıdır.” Bu kavramın diğer yüzünü de “şehid olmak” oluşturur. Şehidlerle birlikte olmak veya şehid olmak, sadece temenniye bağlı olan bir olay değil; o bir yaşam biçimidir. Savaşçı kimliğini kuşanmaktır. Siz şâhid olur da şehid gibi yaşarsanız neticede şehid olursunuz. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle haşredilirsiniz.”
 
Güzel ölmenin yolu, güzel hayattan geçer. Güzel düşünen güzel yaşar, güzel yaşayan güzel ölür, güzel ölen güzel haşredilir, güzel haşredilen de hayatına güzel yerde devam eder. Evet, şehâdeti özlüyor ve gözlüyorsak, kendimizi kontrol etmeliyiz: Nasıl yaşıyoruz? Eğer şehid gibi yaşıyorsak, biz zaten şehidliği fiilî olarak istiyoruz demektir. Şehidlik, istenmekten çok yaşanılır. Daha doğrusu, canlı şehid olarak yaşamakla şehidlik istenir. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölmeye bakın.” (3/Âl-i İmrân, 102)
 
Şehidlik, ölümde zirvedir, en güzel ölümdür. Bir mü’min, “nasıl olsa öleceğim, bundan kurtuluş yok, o halde en güzel şekilde ölmenin çaresine bakayım!” diyerek gözünü zirveye dikmelidir. İslâm kültüründe şehidlik, gerçek mânâda yaşamaya başlamanın adıdır. Şehidlik, aslında gerçek anlamıyla ölmek istemeyen, hep yaşamak isteyen insanların ölüm şeklidir. Diğer insanlar sadece ölürler; fakat şehidler ölmezler, insanlar bunu anlamasa da ( 3/Âl-i İmrân, 154). Zillet içinde yaşamayı yaşamak mı sanıyorlar? Şâhidlik ve şehidlik; şerefsizliğe, zillete karşı koyulan bir tavırdır. Şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen kahramandır. Şehid bu bilinçle yaşayan, Allah’ı hayatın merkezine koyan kimsedir.

Uğrunda ölünen yol Allah yolu, ölen kişi müslüman, ölenin niyeti de tamamen Allah’ın rızâsını kazanmak olmadıkça; yani o canlı şehid olarak yaşamadıkça, nasıl ölürse ölsün o şehid olamaz. O boşuna ölmüştür. Kur’an şöyle emrediyor: “De ki: ‘Namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (6/En’âm, 162)

Şehidler söylediklerini ve yaşadıklarını kanlarıyla yazarlar. Bu yüzden o yazılar silinmez. Tarih onları silemiyor ve unutturamıyor. Zâlimler ve müstekbirler de onları hayattan, tarih yazmaktan ve tarih sahnesinden atamıyor. Şehidlerin kanlarıyla yazdıkları mesaj, gün geçtikçe daha da derinleşip netleşiyor. Meselâ, şehid Seyyid Kutub’un şehâdetiyle birlikte daha fazla tanındığını, mesajının daha fazla yankı uyandırdığını söyleyebiliriz. Seyyid Kutub, sağ iken, bu kadar yaygın bir şekilde tanınmıyordu. O şehid olmasaydı, öğretmenliği bu denli sürekli ve canlı olamazdı. Tarih, aynı dönemlerde yaşayıp ölen nice insanları unutturduğu halde Seyyid Kutub daha fazla tanınır hale geldi. Bugün az çok okuyan, düşünen ve müslüman olduğunun farkında olarak yaşayan her müslüman tarafından tanınmaktadır. Kim demiş ki Seyyid Kutub öldü diye? Hayır, o ölmedi! Tam aksine, Allah yolunda yürüyen tüm mü’minlerin kalbinde yaşıyor. Şehidlere “ölüler” denilmemesini ve onların yaşadığını bu açıdan da böyle anlamak gerekir. Seyyid Kutub örneğini vererek söylediklerimiz, tüm şehidler için geçerlidir.

Şehâdetin mutlaka kan ile sonuçlanmasının gerekmediğini söylüyoruz. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü ve hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid unvânı verilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı ve yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15); “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156)

Nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Ama, şu bir gerçek ki, hayata şâhid olmaya ve hayatı Allah’ın rızâsı doğrultusunda düzenlemeye kalktığımızda da büyük bir ihtimalle şehidlik kapısı açılır. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.

 
Şehâdet Ne Demektir?
 
‘Şehâdet’ sözlükte, bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir. ‘Şehâdet’ kelimesi farklı kullanım yerlerine göre, hazır olma, tanıklık, açık belirti, ona tanıklık etme demektir. Bilinen, görünen âleme şehâdet âlemi dendiği gibi, görünmeyen âleme de gayb âlemi denir.
 
Şehâdet'in ism-i fâili, "şâhid" dir. O da, bir yerde bulunan, bir şeyi gören ve gördükleri ile bildikleri konusunda bilgi veren kimse, tanık, bir akdin yapılması sırasında taraflardan birinin yanında hazır bulunan, doğrulayan, ispat eden, Allah'ın birliğine şehâdet eden demektir.
 
Kişi, gerek nefsiyle, gerekse duyularıyla bir şeyin doğruluğunu anlarsa, o şeyin doğru olduğundan emin olursa, onu itiraf eder, onun öyle olduğuna tanıklık eder. Söz gelimi Tevhid kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelime ile verilen bilginin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şâhid olmaktır. Burada bir şeyin doğruluğu gözlenmiş, emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘şehâdet’le ortaya konmuştur.
 
Allah (c.c.) kendi varlığını ‘ğayb-şehâdet’ süreci olarak ortaya koyuyor ve insanı çeşitli şekillerde buna şâhid olmaya çağırıyor. İşte bu şehâdet, insanın kaçamayacağı bir tanıklıktır. Yerde ve gökte olan her şey bu tanıklığı yapmaktadır. Bazı insanların nefisleri bunu inkâr etse de, gerçek böyledir (57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1; 17/İsrâ, 44). Zâten Kıyâmet günü insanların dilleri susacak, buna karşın elleri konuşup itiraf edecek, ayakları da insanın ne yaptığına ‘şâhitlik’ edeceklerdir (36/Yâsin, 65; 41/Fussilet, 20).
 
İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdet’i yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şehidlerden yaz.” (3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide, 83) diye duâ etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir. Olgun mü’minler, bu anlamdaki şehâdetlerini hakkıyla yerine getiren kimselerdir (70/Meâric, 33). Kur’ân’ı tam anlayabilmek için bu evrensel şehâdeti bütün anlamıyla yerine getirmek gerekir. Çünkü Kur’an, bu şehâdeti insanlara bildirmek için geldi.

Allah (c.c.), her şeyin şâhidi (veya şehidi) olduğu gibi, peygamberler de gerçeğin şâhidi, aynı zamanda örnek ve model şahsiyet olmaları yönüyle ümmetlerine şâhiddirler (16/Nahl, 84). Kur’an, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir ‘şâhid’ olarak gönderildiğini sık sık vurgular (33/Ahzâb, 45; 48/Fetih, 8; 73/Müzemmil, 15).Peygamberimiz aynı zamanda bütün insanların şâhidi olacaktır (33/Ahzâb, 45; 48/Fetih, 8; 73/Müzemmil, 15). Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl şehid/şâhid ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehidler topluluğudur (2/Bakara, 143; 22/Hacc, 78). Şehid, bu kullanımlarda “örnek ve model” anlamlarına gelir. İslâm ümmeti bu mânâda bütün insanlar üzerinde şühâdadırlar/şâhittirler. Müslümanlar, yeryüzünde hakikatin gerçek şâhidleri, diğer insanların örnek almaları gereken modelleridir. Rabbimiz bizden her konuda şehid, yani örnek şahsiyet olmamızı istiyor.

Kur’an, hukukî anlamda yapılacak şehâdetin de hakkıyla yapılmasını emrediyor. Bu şehâdet adâlet sahibi kimseler tarafından yerine getirilir (5/Mâide, 8, 44; 65/Talâk, 2).

 
Kıyâmet günü Allah (c.c.) bütün herkes ve her şey üzerine şâhiddir. O, elbette dünya hayatında her şeye tanıklık ediyor. Hesap günü de O, insanların yaptıklarına şâhitlik edecektir (4/Nisâ, 159; 10/Yûnus, 29; 13/Ra’d, 43).
 

Bütün insanlar da kendi şâhitleriyle (peygamberiyle) diriltilir ve hesapları görülür (16/Nahl, 84). Peygamberimiz (s.a.s.) hem kendi ümmeti üzerine, hem de bütün insanlar üzerine şâhid olarak getirilir (16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 42). Ayrıca her insanın elleri ve ayakları, derisi, kulağı ve gözü kendi aleyhine şâhitlik edecektir (41/Fussilet, 20-22; 36/Yâsin, 65; 24/Nûr, 24).

 

Şehâdet, ilimle ve yaşantı ile Hakk’a şâhitlik etmek olduğu için, bunun göstergesi olarak Allah yolunda can vermeye de ‘şehâdet-şehidlik’ denilir. Bu yolda canlarını fedâ edenlere ‘şehid’ denilir. Bu şehidlik, şehâdetin bir başka şekilde gerçekleşmiş halidir. Ancak asıl ‘şehâdet’ yakîn bilgi (ilim), adâlet, takvâ ve İslâmî yaşayışla Hakk’a şâhit olmaktır. Bu mânâda bütün güzel mü’minler birer şehiddir (4/Nisâ, 69).

 

Şehâdet, Allah’la ve mü’minlerle bir antlaşma imzasıdır; bir sözleşmedir. Mü’minlere ait bütün haklardan yararlanmak için, mü’minlere ait bütün görevleri yerine getirme sözüdür. Cennet karşılığında bir alışveriş akdidir.

Kur'an, Allah'ı insana şah damarından daha yakın olarak tanıtmaktadır: "Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) Biz ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaf, 16) İnsanlar daima Yüce Allah'ın kontrolü altında bulunduklarına, âhirette her yapılanın ortaya çıkarılacağına inanarak hareket ettikleri zaman, daima kötülüklerden uzak olurlar.

Hadis-i Şeriflere göre ‘şehid’, Allah yolunda, O’nun dini uğrunda çalışırken ya da cihad ederken canını veren, bu uğurda ölen kimse demektir. Bu gibi kimselere ‘şehid’ denmesinin sebebi, onların cennetlik olduğuna şâhitlik edilmesi, Allah’ın huzurunda her zaman diri olmaları, ölümleri zamanında meleklerin onlara şâhit olmaları veya doğrudan Cennete giderek Allah’ın onlar için hazırladığı çeşitli nimetlere şâhit olmalarıdır.

Kur’an’daki şehâdet kavramı, adâletin hâkim kılınması için örnek ve önder olma, müşâhede edilen bir duruma vâkıf olan insanın yaptığı doğru tanıklık gibi yakîn bilgiye dayanan anlamlara gelmektedir. İman edenlerin şehidler olduğunu bildiren âyetler ortada dururken; tâğut için savaşanlara, öldürülenlere şehid denemez. Çünkü iman edenler Allah yolunda, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar (4/Nisâ, 76). Tâğut ise, Allah’ın koyduğu ölçülerin dışında ölçü/hüküm koyma iddiâsında olan her kişi ve kurumun adıdır.

Şehâdet, ilimle, yaşayışla, adâletle Hakk’a şâhitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet/şehidlik denmiştir. Fakat, şehid olmak, mutlaka savaşta ölmeyi gerektiren bir durum değildir. Hatta, savaşta Allah yolunda ölmek, şehâdetin yan özelliğidir ve aslından değildir.
 
“Allah yolunda öldürülen kişi”ye “şehid” denilmesinin sebebi şudur: Şehâdet (şehidlik) ilimle, yaşayışla, adâletle Hakka şâhidlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet denmiş ve bu şekilde canlarını fedâ edenlere de şehid adı verilmiştir. Doğru olduğuna inandığı şey için kişinin hayatını fedâ etmesi, imanındaki ihlâsın bir göstergesidir.
 
Şehâdet makamı, “söz”den ziyâde “hareket”in, “eylem”in meyvesidir. Gerçi, sözünü silâh haline getiren müslümanların da İslâm düşmanlarınca öldürüldükleri görülmüştür. Ama, bu noktada artık, söz, söz mertebesinden silâh mertebesine geçmiştir de, onun içindir İslâm düşmanı olanların o gibi söz sahiplerini öldürmekten başka çare olmadığını düşünmeye başlamaları...
 
Şehid Seyyid Kutub şöyle der: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...”
 
Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan canlı şehidlere!
 
“Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!” (3/Âl-i İmrân, 53)
 
Program bir mücadihid annesine yazdığı mektubun okunmasıyla devam etti.
Grup Uyanış sahne aldı ve şehadet kokan ezgiler seslendirdi.


İkinci konuşmacı olarak Ahmed T. Ulucak konuşmasını yaptı. Ahmet T. Ulucak, ahde vefa üzende bir konuşma yaptı.
Ahmet T. Ulubak’ın konuşmasının özeti;


ŞEHİDLERİMİZİN EMANETLERİNE SAHİP ÇIKMAMIZ GEREKİYOR (AHDE VEFA)


Biz ahde vefayı Allah Azze ve Celle ile yaptık. Allah'a vermiş olduğumuz sözle, ahitle yaşamamızı şekillendirmeye çalışıyoruz. Elbette insanlar Allah'a vermiş oldukları sözde ne kadar durabiliyorlarsa hayatın içerisinde insanlara, ümmete ve topluma karşı sözlerinde de o kadar duracaklar. Allah'a verilen söz Allah Azze ve Celle’nin çizmiş olduğu hududullah içerisinde hareket etmektir. Ümmet olarak yitirmiş olduğumuz değerlerimiz var.

“İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara suresi, 213)

Ümmet ana kökünden gelen anlamı ifade eder. Bir anne için çocuklar nasıl fark gözetilmeden korunur ve gözetiliyorsa ümmet de bu annenin çocukları gibidir. Bunlardan birisi de ahde vefadır. Müslümanların yaşamış olduğu coğrafyada oluk oluk kan akmakta ve ümmet yeni şehidler kazanmaktadır. Şehidleri kazanırken şehidlerin geride bırakmış olduğu yetimleri de kazanıyoruz. Yetim olan peygamberin ümmetiyiz.

“O seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duha suresi, 6)

Yetim olarak ömrünü sürdüren Resulullah yaşamı boyunca yetimlere sahip çıkmıştır. Müşriklerin tutumlarında öne çıkan zulümlerinden birisi de yetimlere karşı dışlayıcı ve haklarını gasp edici iteleyip hayattan tecrit etmeye çalışma yönleri olmuştur. Yaşamın içinde en çok sahiplenilmesi gereken insanlar yetimler olmuştur. Yetimler ümmetin emanetleridir. Beşir bin Akabe anlatıyor: “Babam Akabe, Uhud savaşında şehid düşünce ağlayarak Resulullah’ın yanına gittim. Resulullah bana şöyle buyurdu: “Ey sevgili yavrucuğum, ağlama ben baban, Ayşe de anan olsun istemez misin?” (Buhari)

Yetimlere böyle sahip çıkan bir peygamberin ümmeti olarak yetimlere karşı merhametimizden ziyade ümmet olmanın sorumluluğu olarak hayatımızdakileri paylaşmalıyız. Şehid ailelerini, eşlerini, çocuklarını korumak ve sahip çıkmak üzerimize borçtur. Hapishanede olan hasta olan Müslümanların ailelerine, sokaklara terk edilen sahipsiz durumda olan tüm mazlumlara ayrım gözetmeden sahip çıkmalıyız.

Halkı Müslüman olan coğrafyalarda Müslümanların durumu ortadadır. Irak, Afganistan, Filistin, Doğu Türkistan, Çecenya, Kürdistan ve Suriye’de yaşanılanlar, tüm dünyanın gözleri önünde yetimlerin arttığı beldelerden sadece bir kaçıdır. Şu an Suriye’de anneler çocuklarını soğuktan bile koruma gücüne sahip değiller.

Bunlarla âdeta sorumluluklarımız ve yükümlülüklerimiz artıyor. Şehidlerimiz var, şehidlerimiz her zaman hayata kan veriyor. Şehidlik bir ölüm biçimi olmaktan ziyade bir yaşam biçimidir. Şehidlerden bizlere kalan emanetlerine hakkıyla sahip çıkmamız gerekiyor. Kulluğumuzun bir gereği olarak ahde vefa mümin şahsiyetlerin ortak özelliğidir.

Ahmet T. Ulubak’ın konuşmasının ardından Minik kardeşlerimiz tarafından bir tiyatro gösterimi gerçekleştirildi.

Son konuşmacı Mehmet Pamak hitabette bulundu. Mehmet Pamak ise konuşmasında unutulan cihad algısı ve batıl sistemlere entegre olan islamcılar üzere hitabette bulundu.

Mehmet Pamak’ın konuşmasının özeti;

Hayat; İman, İbadet, Cihad ve Şehadettir

İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme projelerinin ardı ardına yürürlüğe konduğu, İslam’ın, siyasi, ekonomik, hukuki toplumsal alanları düzenleme iddialarından vazgeçerek, küresel kapitalist laik demokratik sistemle uyumlu ve bireysel ibadetlerle sınırlı “Ilımlı İslam” algısına indirgenerek dönüştürülmek istendiği ve birçok farklı sebeple de geniş kitlelerin bu değişim rüzgârına kapıldığı bir süreçten geçiyoruz. Hatta tevhidi kesimin önemli bir kısmının bile bu değişimden etkilenip, tevhidi ilkelerini ve vahye şahidlik sorumluluğunu askıya alıp ehven-i şer tercihine fıkhi gerekçeler üretmenin ve batıl kavramları, modelleri ödünç almanın peşine düştüğü, tevhid, cihad ve şehadet kavramlarının dışlandığı ya da tahrif edici anlam saptırmalarına muhatap kılındığı, ılımlı laiklik ve “ılımlı İslam”ın örtüştürüldüğü noktada oluşturulan yeni laik, liberal, demokratik statükonun oluşumuna teolojik alt yapı hazırlamak amacıyla, zorlama İslami yorumların gündem yapıldığı bir süreçten geçmekteyiz.
 

Cahiliye toplumunun şeytani yaşantısından ilahi rızaya uygun tevhidi bir hayata hicret eden mü’min, köşesine çekilip bencilce bireysel bir tezkiye ile yetinemez, toplumsal davet ve şahidlik sorumluluklarını unutup, şirke ve münkere karşı bireysel, edilgen bir tutum geliştiremez. Her mü’minin, gücü, birikimi, potansiyeli yettiği ölçüde ve kardeşleriyle güç birliği yaparak şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı, hâl ve kâl ile büyük bir cihad içine girmesi kaçınamayacağı kulluk vazifesidir.

Seçilmiş ve Kitab’a Mirasçı Kılınmış Olmak, Kur’an’ı Hakkıyla Okuyup Hayata Hâkim Kılarak Şahidliğini Yapmayı Gerektirir

Hac Suresinde “Sizi o seçti …” ifadesine yer verenRabbimiz,Fâtır Suresi 32 inci ayette de,

“Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık…
 
İşte bu seçilmişliğin ve mirasçılığın, Kitab’a varis kılınanlara bir şeref bahşetmenin yanında büyük bir sorumluluk yüklediği de unutulmamalıdır. Ancak Kitab’a iman eden, onu hakkıyla okuyan ve takvayı hakkıyla kuşanarak Kur’an’la amel edenler Kitab’a varis olma şerefine nail olabilmektedirler. Ya da, ancak varis olmanın bu anlamdaki gereğini yerine getirenler emanete riayet etmiş ve Kur’an’la gelen şereflerini korumuş olmaktadırlar.

Okunup anlaşılmak ve gereğince amel edilmek üzere indirilmiş, müjdeleyici, uyarıcı ve yol gösterici (hidayet rehberi) kılınmış, hak ile bâtılı ayırma (Furkan) fonksiyonu görmek için indirilmiş olan Kur’an, eğer hakkıyla okunmazsa bu işlevini görebilir mi? Tabii ki göremez. Bu sebeple Rabbimiz bu anlamda Kur’an okumayanları, ondan yüz çevirmiş olarak (Kur’an’ı mehcur-terk edilmiş bırakmak konumunda) kabul etmektedir. Biz de toplum olarak, Kur’an okumayı, anlamayı ve öğüt almayı terk edeli, bir nevi Kur’an’dan yüz çevirme konumuna sürüklenerek, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış ve bugünkü zillete düşmüş bulunmaktayız.

Yaratılış amacının, halifelik misyonunun ve yüklendiği emanete riayetin tabii bir gereği olarak, vahye uygun bir hayatı inşa etmek durumunda olan insan, bu sorumluluğunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşmıştır. Kur’an’ı terk edilmiş bırakarak emanete ihanet ettikçe, hayatı kuşatan iman, ibadet, cihad ve şehadet bilicinden uzaklaşılmış ve geçmişte İslam ile şereflenmiş olan toplumlar kaçınılmaz olarak çürümeye ve çok yönlü bir yozlaşma ve çöküntüye sürüklenmişlerdir. Kurtuluş yolu; insanı ve toplumu vahyin belirleyiciliğinde yeniden inşa sürecini başlatmaktan, tevhid ve adaleti ikame suretiyle emanete riayet etmekten ve hayatı kuşatan ibadet, cihad ve şehadet bilincini yeniden kuşanmaktan geçmektedir. Kurtuluşa ve izzete ulaşabilmek, ümmeti gerçek nitelikleriyle vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa edebilmek için; bu hedefe adanmamız, Allah’ın azabından korkarak, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve topluca sarılmamız gerekmektedir.

Bu sebeple, seçilmiş ve Kitab’a mirasçı kılınmanın temel gereği, Kur’an’ı hakkıyla okumayı, anlayıp hayata hakim kılmayı, Kur’an’la ahlaklanmayı, vahyi sosyalleştirme çabası göstermeyi ve hakikatin kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarcı mesajını eğmeden, bükmeden, kamufle etmeden, ekleme ve çıkarma yapmadan, batılla örtmeden/karıştırmadan, Allah’tan geldiği gibi insanlara ulaştırmayı, tebliğle, eğitimle, şahidlik/şehidlik/örneklik oluşturarak yaygınlaştırmayı hedeflemektir. Yani seçilmenin ve Kitaba mirasçı olmanın gereği, ibadet, cihad ve şehadet bilinciyle, aklı, imanı, şahsiyeti, ahlakı ve bütüncül olarak hayatı Kur’an’laştırmaktır.

“... Peygamberin size ŞEHİD/ŞAHİD olması, sizin de insanlara ŞEHİD/ŞAHİD olmanız için, O (Allah), gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘Müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın...” (Hac, 78.)

Müslüman adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de, Peygamber’in insanlara örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları olduğu hatırlatılmaktadır. Müslüman fert olarak bu şahidlik, şehidlik sorumluluğumuz olduğu gibi, cemaat planında da aynı sorumluğu omuzlarımızda taşımaktayız.

“Böylece sizi insanlara ŞAHİD olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size ŞAHİD ve örnektir.” (Bakara, 143)

Demek ki, mü’minler/müslimler ve onların teşkil ettiği İslam ümmeti, Allah’a kulluk etmek ve diğer insanların da hidayetine vesile olmak için, Peygamber’in, ilk şahidliğini/örnekliğini/ modelliğini yaparak kendilerine ulaştırdığı vahyin şahidliğini üstlenmek, yani Allah’ın hükümlerini, şeriatını, dinini hayata egemen kılmak, yaşamak, hem fert, hem de cemaat planında hayatlarında örneklemek, modelleştirmek zorundadırlar. Ancak böylece “şahid” vasfını kazanabilir, “şehadet” kavramının içerdiği anlamla nitelenebilirler. Mü’min/müslim olabilmek ve mü’min kalabilmek, ancak Allah’ın hükümlerine, şeriatına tavizsiz iman edip, onları hayatına geçirmekle, yaşamakla, yani onların şahidliğini üstlenmekle, kısaca şehadetle mümkündür.

 
Bu şahidliği gerçekleştirmeyenlerin, yani Allah’ın tüm emir ve yasaklarını, hükümlerini, şeriatını bireysel ve toplumsal hayata hakim kılmayanların ya da hakim kılmaya çalışmayanların, bu uğurda her türlü bedeli ödemeyi göze alıp mücadele vermeyenlerin, pasif kalıp hakka karşı bir mücadele vermemeleri halinde bile “şahid” (örnek, model) ve dolayısıyla “şehid” olmaları mümkün değildir.
 
Halkı Müslüman olan birçok ülkede, küresel emperyalistlerin proje ve istihbarat raporları ekseninde eğitim programlarına müdahale ediliyor, cihad, şehadet, tağut gibi kavramlar çıkartılıyor ya da tahrif edilerek sisteme uyumlu yeni tanımlara kavuşturuluyor. Bu bağlamda, Türkiye’de de 2005 yılında İçişleri Bakanlığının çıkardığı genelgeyle valiliklere talimat verilerek “tevhid, şirk, tağut, mustaz’af – müstekbir, şeriat, şura, cihad, şehadet vb” temel Kur’ani kavramların eğitim kurumları bünyesinde kullanılması yasaklanmış, kullanan öğretmenlerin aylık raporlar halinde bakanlığa bildirilmesi istenmişti.
 

Tevhid, şirk, tağut, cihad ve şehadet kavramları dışlandığında ya da tahrif edildiğinde Allah’ın dininden bahsedilebilir mi? Hayat ve din kamusal ve özel diye bölünür mü? Hayatı kuşatan kitap ve ubudiyet parçalanır mı? Allah, hayatın bir kısmına karışmasın denebilir mi? Kendilerini Müslüman olarak niteleyenlerin, hatta önder, yazar, aydın konumunda olanların bile önemli bir kısmı bugün bunları yapmıyor mu? Mekke müşrikleri ve bütün statüko dinleri, Allah’ın göklerde ve kozmik alanda ilah olduğunu kabul ettikleri halde, yeryüzündeki siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal hayatta, insanlar içinden tağut konumundaki bazılarını ilah edinmiyorlar mıydı?

Kur’anî Temel Kavramlarımız, Terk Ettirilmek, Unutturulmak ya da Tahrif Edilmek İsteniyor

Halkı Müslüman olan birçok ülkede, küresel emperyalistlerin proje ve istihbarat raporları ekseninde eğitim programlarına müdahale ediliyor, cihad, şehadet, tağut gibi kavramlar çıkartılıyor ya da tahrif edilerek sisteme uyumlu yeni tanımlara kavuşturuluyor. Bu bağlamda, Türkiye’de de 2005 yılında İçişleri Bakanlığının çıkardığı genelgeyle valiliklere talimat verilerek “tevhid, şirk, tagut, mustaz’af – müstekbir, şeriat, şura, cihad, şehadet vb” temel Kur’ani kavramların eğitim kurumları bünyesinde kullanılması yasaklanmış, kullanan öğretmenlerin aylık raporlar halinde bakanlığa bildirilmesi istenmişti.

 
Bugün, bir yandan küresel ve yerel statükolar, “Ilımlı İslam” algısı oluşturup kitleleri Allah ile aldatarak sisteme eklemlemeye çalışırken, diğer yandan da, çıkar ve maslahat hesaplarıyla, yozlaştırıcı bir pragmatizmle, statükonun rahatsız olacağı kavramları kendiliğinden kullanmaktan vazgeçen ya da statükoyu sevindirecek tahrifatla yeniden tanımlayan cemaat önderleri, yazarlar, aydınlar çıkmaktadır.
 

Kimileri şirk sistemi içindeki laik demokratik mücadele içindeki partilere destek olmayı, bu bağlamda sandığa gidip oy vermeyi cihad ilan ederken, kimileri de şirk anayasasına aktif destek vermeyi ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet olarak sunabilmektedir. Kendini İslam’a nispet eden medya ve yazarları bile, on yıllardır İslam şeriatıyla, İslami hayat tarzıyla, tesettürle savaşan laik Kemalist ulus devlet emrinde savaşırken ölenlere “şehid” payesini kolayca verebilmektedirler.

 
Küresel ve Yerel Boyutları Olan Bu Büyük Fitneye Karşı, Vahye Dayalı Islah ve İnkılap Ruhunu Kuşanarak Harekete Geçmeliyiz
 

İnsanı, fıtratını bozarak, kendine ve Rabbine yabancılaştırarak, vahiyden uzaklaştırarak, zalimleştiren, egemenlerin heva ve insafına terk edilmiş seküler hukukla, sürekli adaletsizlik, zulüm, sömürü ve ıstırap üreten modern paradigmaya karşı, Kur’an ile büyük cihadın sorumluluğunu, güç birliğiyle kuşanmalıyız. İnsanı ve insani değerleri tüketerek, şirki, zulmü ve fesadı küreselleştirerek, insanlığa sömürü, zulüm ve adaletsizlikten başka bir şey vermemiş, büyük acı ve ıstıraplara yol açmış ve şimdi de insanlığın tek kurtuluş alternatifi olan İslam’ın algısını tahrif edip Protestanlaştırarak, insanlığı bu tek kurtuluş alternatifinden de mahrum etmeye çalışan, bu küresel fitneye karşı, Kur’an ile büyük cihada ve şehadetin en geniş anlamına sarılıp, Kur’ani ıslah ve inkılâbı hedeflemeliyiz.

İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulüm, sömürü ve haksızlıklardan kurtarıp bütüncül ve sahici adalet sistemine kavuşturacak olan Kur’an’ın mesajını, hayatımızda örnekleyip modelleştirerek tüm insanlığa sunmanın, imanî sorumluğumuz ve kulluk görevimiz olduğunu unutmamalıyız.

 
O halde, her mü’mine düşen büyük sorumluluk; tevhid inancının hayatı kuşatan ubudiyet algısını, cihad ve şehadet bilincini kuşanarak, küresel şirk ve ifsada karşı ıslah çabası göstermek, Kur’an’a topluca sarılarak, terk edilmek, unutturulmak ya da tahrif edilmek istenen müslim, tevhid, şirk, tağut, müstekbir, mustaz’af, şeriat, ibadet, cihad, şehadet gibi Kur’ani temel kavramlarımızı eksen alan Kur’ani bir inkılabı hedeflemek ve Allah’ı razı temek için bu yola adanmaktır.
 

Bu sorumluluğumuzu, ancak mirasçısı kılındığımız Kitabı hakkıyla okuyarak, anlayıp yaşayarak ve temel Kur’ani kavramlarımızı hal ve kâlimizde ete kemiğe büründürüp günümüze taşıyıp modelleştirme çabası göstererek yerine getirebiliriz. Bu sebeple, başta tevhid olmak üzere, ibadet, hicret, cihad ve şehadet gibi Kur’anî kavramlarımıza sahip çıkıp, fert, aile ve cemaat planındaki hayatımızı bu kavramların Kur’ani içerikleriyle inşa etmeliyiz. Hayatımızın bütününü ibadet kılmaktan, Allah yolunda can feda etmeye kadar bütün boyutlarıyla cihad ve şehadet bilincine süreklilik kazandırmalıyız.

 
Rabbimiz, tevhidi istikamette ayaklarımızı sabit kılsın. Tevhidi iman, bütüncül ibadet, hak, adalet, cihad ve şehadet bilincini kuşanıp Kur’an’ı sosyalleştirerek hayatımızı ibadet kılmayı, küresel ve yerel şirke, ifsada, zulme ve sömürüye karşı, Kur’ani ıslah çabasıyla, insanlara şehid/örnek olarak rızasını kazanmayı ve mü’min olarak yaşayıp mü’min olarak ölmeyi, şehid olarak yaşayıp, şehid olarak ölmeyi hepimize nasip etsin.
 

Gecede son olara Mikail sahne aldı. Mikail'e Grup Uyanış'ın vokallik yaptı ve birbirinden güzel şehidlikle ilgili ezgiler okudular.

Program Ali Şeriati'nin duasıyla son buldu.

Yaklaşık 2500 seyirci kapasiteli salonun tam anlamıyla dolduğu gecede, aynı davaya gönül vermiş, aynı havayı soluyan ve Mehmet Pamak'ın da konuşmasında değindiği gibi kendilerine müslümandan başka bir isim takmayan insanlar. Şehid olarak Rablerine kavuşan İslam erlerini anarak birkez daha ahidlerini tazelediler.

Bu içerik 2263 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon