Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar
 
Fikri Tartışmada, Eleştiri Kadar Mutabakatlara Vurgu Da Önemli Ve Gereklidir / Tarih: 03/08/2008
   
Fikri Tartışmada, Eleştiri Kadar Mutabakatlara Vurgu da Önemli ve Gereklidir
“Ehven-i Şer” Konusundaki Tartışmaya Katılarak, Eleştiri ve Katkılarda Bulunan Kardeşlerimize Teşekkürler
“Ehven-i şer meselesine nasıl bakmalıyız –2” başlıklı yazımızın altındaki yorumları yazan kardeşlerimize teşekkürlerimi sunuyorum. Allah hepsinden razı olsun. Tabii ki, konunun önemi ve gündemden hiç çıkmayan sıcak bir konu olması sebebiyle daha fazla katılımın olmasını beklerdim. Ama ne yapalım ki, önemli ve sıcaklığı sürekli bir konu olması aynı zamanda herkesi çok yakından ilgilendiren netameli bir konu olmasını da sağlıyor ve üzerinde fazla konuşulmadan hayatın akışı içine bırakılması sonucunu doğuruyor. Neredeyse, herkesin bir biçimde etkilendiği, bulaştığı, ülkede sürekli üretilen baskılar, yasaklar, korkular adına umut bağladığı, yahut çıkarlar, menfaatler, beklentiler adına yakından ilgilendiği ve bu sebeple de üzerinde fazla konuşulmadan, beklentilere, umutlara alan açtığı ölçüde çoğunluğun hep gündeminde olan, olmaya da devam eden bir konu bu.
İşte bu önemli konuda, katkıda bulananlardan Muhammed Fatih Ergün, Hamza Türkmen, Kürşad Atalar ve Ali Değirmenci kardeşlerime ve uzun iki yazıyla iştirak eden Ahmet Kalkan kardeşime, katkıları, mutabakat beyanları, takdirleri ve eleştirilerinden dolayı teşekkür ediyorum. Allah kendilerinden razı olsun. Bu tür tartışmalarda, konunun aydınlığa kavuşması, netleşip olgunlaşması bakımından katılınmayan hususların belirlenip delilleriyle eleştirilmesi kadar, mutabık olunup tasvip edilen konuların vurgulanması da büyük önem arz eder. Özellikle de, yanlış eğilimler, yaklaşımlar içinde olanların ikna edilmesi bakımından, farklı şahsiyetlerin aynı sonuçlara ulaşmış olmasının ortaya çıkması da önemsenmesi gereken bir durumdur. Çünkü biz burada, entelektüel gevezelik yaparak, nefislerimizi yarıştırarak, illa farklılıklar üretip cedel yaparak tatmin olmaya, birbirimize nefsani bir boyutta galip gelmeye çalışmıyoruz. Neticede hayatımızı, Allah’ın rızasını kazandıracak şekilde düzenleyip, arınmaya ve ahirette mutluluğu sağlayacak iman ve amellere ulaşmaya ve bu hususta hataya düşmemek için de sahih bir din anlayışında buluşmaya çalışıyoruz. Bunun için, zan ve yorum alanında birbirimizle zoraki farklılıklar oluşturup, teferruattaki bu ayrılıklarımızı vurgulamak ve öne çıkarmaktan çok, farklı yaklaşım ve üsluplarla da olsa ana meselelerdeki mutabakatlarımızın altını bir daha çizmemiz, hem kendi kalplerimizin daha mutmain olması, hem de yanlışta olanların ikna edilmesi bakımından çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Hele bu konjonktürde, farklı öbeklerde toplanan muvahhidlerin birliği/vahdeti açısından, zan ve yorum alanındaki farklılıkları öne çıkarıp ayrılık vurgusu yapmak yerine, akide ve sabiteler planındaki mutabakatların ortaya konması ve yapılacak katkılarla geliştirilip olgunlaştırılması çok daha öncelikli bir önemi haizdir.
Tabii ki, temel meselelerdeki, akidevi alandaki, sabiteler planındaki mutabakatlarda bir sorun varsa öncelikle onun ve mutlaka sahih bir delille, nasla ortaya konması ve düzeltilmesi icap eder. Bir kardeşimizin, Kur’an ve siyer okumalarından, Resulullah’ın mücadele sünnetinden çıkardığı (iman, amel ve mücadele yöntemiyle ilgili) sonuçları eğer biz de tasvip ediyorsak, biz de aynı sonuçlara ulaşmışsak, bunu, özellikle, açıkça ve herkesin duyacağı şekilde vurgulamayı önemli bir sorumluluk olarak görmeliyiz. “Böyle yaparsak, bizim de mutabık olduğumuz bu tespitleri yapan kardeşimizle aynı düşündüğümüzü, bizim de aynı okumalardan aynı sonuçları çıkardığımızı vurgularsak bu kardeşimizi övmüş oluruz, o halde ne yapıp etmeli bir farklılık noktası yakalayıp, kardeşimizin tespitlerine katılmadığımızı vurgulamalıyız” gibi vesveselere prim vermemeliyiz. Allah huzurunda vereceğimiz hesabın nasıl sonuçlanacağının ve gerçek / kalıcı yurdumuz olan ahiretimizin nerede ve nasıl geçeceğinin verilerinin oluştuğu bu kısacık dünya hayatımızı düzenleyen ilahi nizamın ölçülerini doğru anlamak ve yaşamak, yani din konusunda isabet kaydetmek üzere çaba gösteriyoruz. Bir yandan Rabbimizin bu isabeti bize nasip etmesi için dua ederken, bir yandan da elimizden gelen gayreti göstererek ilmimizi arttırmaya, sahih bilgiye ulaşmaya ve bu ilmi hayata taşıyıp onunla ahlaklanmaya çalışmamız gerekiyor. İşte bu tür tartışmalar da, bu minval üzere yapılması gereken fikir alışverişinin, ilmi gayretin ve “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” sorumluluğunun yerine getirilmesi suretiyle Allah’ın rızasını kazandıracak ilim, iman ve amele ulaşma çabalarıdır. Bu sebeple, hiçbir komplekse düşmeden, sadece Allah rızası için birikimlerimizi paylaşmalı, teferruattaki yoruma dayalı ayrılıklar üzerine kimlik inşa etmekten kaçınmalı, özellikle temel meselelerdeki mutabakatlarımızı belirginleştirip olgunlaştırmak için bu alandaki örtüşen fikirlerimizi, ilkelerimizi daha öncelikle ortaya koymalıyız. Tabii ki, ulaştığımız ortak doğrularda mutmainliği arttırmak için gerektiğinde birbirimizi takdir ve teşvik edici davranmaktan da rahatsız olmadan, mutabık olunan konulardaki kimi eksiklikleri tamamlayacak katkılarda da bulunarak, akidevi ortak paydanın oluşmasını sağlayarak, kalpleri bu ortak paydada bütünleştirip kardeşleşerek, vahdete giden yolda hızla mesafe almaya çalışmalıyız.
Ahmet Kalkan, Hamza Türkmen ve Ali Değirmenci kardeşlerimizin tespitleri üzerine:
Müstakil iki yazıyla katılan Ahmet Kalkan kardeşimiz, bizim yaptığımız tespitlere ve ortaya koyduğumuz ilkelere aynen katıldığını beyan ederek, önemli tespit v uyarıları gündeme taşımıştır. Ahmet kardeşimiz, Kur’an’dan ve Resulullah’ın (s) mücadele sünnetinden delillerle, sistemin laik partilerinden “ehven-i şer” olanının bile muvahhidlerce neden benimsenip desteklenmeyeceğinin temel dayanak noktalarını, kapsamlı bir biçimde ortaya koyarak, yapılan tartışmaya ciddi katkılarda bulunmuştur. Ahmet kardeşimizin kimi örneklemeleri, kimi yorumsal çıkarımları, tabii ki tartışmaya açıktır. Bu kadar kapsamlı bir konuda kaleme alınan uzun yazılarda, tabii ki düzeltilmesi, açılması ve tamamlanması gereken hususlar olabilir. Ancak bu durum ilkesel tespitlerindeki isabeti ortadan kaldıracak boyutta değildir. Vahyin ölçüleriyle ortaya koyduğu ilkesel tespitler üzerinde özenle durulmalı, bugünkü şartlar, ihtiyaçlar ve zaruretler açısından geliştirici ve güncelleştirici katkılarda bulunulmalıdır. Ahmet kardeşimizin bu yazıları üzerine Murat Kayacan kardeşimizin kaleme aldığı“Mevcut durumda ne yapmalı?” başlıklı yazıda ise, pratik hayatın gerçeklerine dair tespitler yapılarak, bu durumda ne yapılmalı sorusu sorulmuştur? Yapılan kimi tespitler ve sorular, özellikle bireysel hayatın zaruret ve dayatmaları karşısında ortaya çıkan sıkıntılara, gerçekten de üzerinde düşünülüp yeniden fıkhedilmesi gereken konulara dikkat çekmektedir. Ancak ortaya konan itirazların önemli bir kısmı, bizim tartıştığımız konuyla alakasız bir alanda yoğunlaşmaktadır. Murat kardeşimizin tespitleriyle ilgili müstakil bir yazı yazmayı düşündüğüm için burada fazla girmek istemiyorum.
Hamza Türkmen kardeşimiz, ilkesel vurgu ve tespitlerimize katıldığını ifade ederek, Mekke cahiliyesinin kuşatması altındaki mü’minlerin, ilk Kur'an nesli nüvesinin, Rumlar ve Sasaniler arasında geçen savaş esnasında, Rumlar yenildiğinde üzüldüklerini, ancak daha sonra yendikleri zaman ise sevindiklerini hatırlatmıştır. Bu tespitten hareketle, mü’minlerin varlığı ve mücadelesi açısından daha yakın bir tehlikeye karşı, daha uzak olanın galibiyetinin sevinilecek bir durum olarak değerlendirilebileceğini ifade etmiştir.
Evet çok doğru bir tespit, ikisi de cahiliyeye ait ve şirk içindeki güçlerden, Rumlar ve Sasaniler’de olduğu gibi,birisi daha zalim, şedit ve yakın tehlike ise ve ikisi çatışıyorsa, uzak tehlikenin yakın ve şedit olana galip gelmesi arzu edilebilir ve bu sonuç gerçekleştiğinde Müslümanların maslahatı bakımından sevinilebilir. Ancak burada önemli olan, galip gelmesinden hoşnut olunan şirk ordusuna asker olunmaması, onun saflarında fiilen yer alınıp savaşa iştirak edilmemesidir. Müslümanlar, bu savaşı sadece uzaktan izleyip kendi maslahatları için sonuçlar çıkarıyorlar, muhtemel gelecek tasavvurları bakımından tahliller yapıyorlar, ama bu değerlendirme, hiçbir Müslüman’ı asli görevinden, ıslah ve inşa sorumluğundan, Kur’ani davet, eğitim ve tevhid gemisini inşa projesinden alı koymuyor. Hiçbir Müslüman, Rumlar galip gelsin diye gidip Rum ordusuna asker veya üye olmuyor, fiilen destek vermiyor, Rumlara ve inançlarına meşruiyet kazandıracak tek bir söz sarf etmiyor yada eylemde bulunmuyor, bunun için örgütlenip çaba sarf etmiyor. Kardeşimizin bu bağlamdaki tespit ve değerlendirmelerine katlıyorum. Nitekim Müslümanlar, bir zamanlar maslahat gereği galip gelmelerine sevindikleri Rumlara daveti götürmekte ikirciklenme yaşamamış; hatta süreç içerisinde Sasanilerle olduğu gibi onlarla da savaşmış ve ülkelerini fethetmişlerdir.
Bizim tartıştığımız örnekte de, mü’minlerin, sistemin şerden bir şube olan, ancak daha şedit şer olana nazaran görece daha özgürlük yanlısı bir şer olan laik bir partisine üye olup, onu benimseyerek, o alanda örgütlenip iktidar olması için çaba sarf ederek hayatını geçirmesinin meşru olmadığı, ancak tevhidi bilinçten yoksun halkın desteği ile görece daha adil ve görece daha özgürlükçü olanın, bu ülke insanları ve mü’minler için daha zalim ve daha despot olana galebe çalmasının da, sistem içinde ve halk açısından görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceği konusu ele alınmaktadır. Mü’minler de, toplum tahlili yaparken, cahiliye toplumunda meydana gelen, zulumatın koyu tonlarından gri tonlarına doğru gerçekleşen bu değişimi, kendi çerçevesinde o toplum için görece olumlu bir gelişme olarak değerlendirebilirler. Ebu Talip’in müşriklerin tahriki ve tehdidiyle vaki olan şirke dair hiçbir talebi kabul edilmeden ve ona meşruiyet kazandırmadan himayesinden istifade etmek, ama bunun karşılığında İslami kimlik ve ilklerden, İslami davet ve mücadeleden en küçük bir taviz vermemek, herhangi bir taahhütte bulunmamak, Ebu Talib’in peşine takılıp sürüklenmemek örneğinde olduğu gibi, mü’minler de sistem içindeki kimi müesseseleri ancak bu şartlarla kullanabilirler.
Ali Değirmenci kardeşimiz de, Allah kendisinden razı olsun, tespitlerimiz hakkında mutabakatlarını, takdir ve teşvik edici yaklaşımını da ifade ederek mutmainliğimizi arttırıcı değerlendirmeler yapmıştır. Kürşad kardeşimizin eleştirisinden, ilke yerine faydayı önceleyen bir yaklaşım içinde olduğumuzun iddia edildiğini çıkarmış olmalı ki, ciddi bir biçimde okuyup düşünen bir kimsenin bu yazıdan “‘fayda’yı öne çıkaracak, ilkeye zarar verecek bir tutumu” çıkarmasının mümkün olmadığını vurgulamıştır. Evet, ben de yazdığım yazıdan bunun çıkarılamayacağını biliyorum, ancak benim dışımda başka kardeşlerimizin de aynı sonuca ulaşması şüphesiz ki, başka okuyucular için de ufuk açıcı bir rol oynayacaktır. Kardeşimizin altını çizdiği şu tespitleri de, önemine binaen bir daha buraya alıntılamak istiyorum: “Müslümanlar sıkça sözünü etmelerine rağmen ‘ilke’, ‘hedef’ ve ‘yöntem’ konularında Kur'an merkezliliği ve özgüven aşılayıcı bir kimlik ve kişiliği, kolektif etkinlikler eşliğinde yeterince görünür kılamadıkları için bu konularda bocalayabilmektedirler. Bu yüzden, tartışmalarda hemencecik "marjinallik" odaklı "psikolojik" sıkıntılar, özlemler ve düş kırıklıkları öne çıkmaktadır. Bu insani bir zaaftır elbette. Dine ‘doğru kapı’dan girmeyi ve ‘dosdoğru yol’da sebat etmeyi önemseyen Müslümanlar, küresel iğva ve zehirlenmelerden arınabilmek için, ‘inşirah’a ulaşabilmek için, ‘furkan’a sahip olabilmek için; bireyselleşmeyi aşarak cemaat olabilmeye, ekicilerin hoşuna gidecek bir örnekliği ve tanıklığı inşa etmeye çabalamalıdırlar. Ehven-i şer konusundaki sıkıntı ve savrulmalar, kolektif bir inanç, akletme, tavsiyeleşme ve dayanışma çabasıyla daha kolay anlamlandırılabilecek ve aşılabilecektir.”
Kürşad Atalar Kardeşlimizin tespit ve eleştirileri üzerine: Davete icabet gerçekleşti mi?
Ankara’da, değişik vakıf, dernek, dergi çevrelerinde toplanmış farklı İslami öbeklerin temsilcileriyle, iki yıldan beri her ay toplanmak suretiyle sürdürdüğümüz bir platform var. Burada farklı konular üzerinde fikri ve ilmi tartışmalar yaparak birbirimizden istifade etmeye, aramızdaki mutabakat ya da farklılıkları görerek birbirimizi daha iyi tanımaya çalışıyoruz. Son iki toplantının konusu ise, “sistem içi mücadelede ve sistem içi araçları kullanmada ölçü” başlığını taşıyordu. Bu konudaki ilk tebliği iki ay önce İLKAV’da biz sunmuştuk, ikincisini ise, Hüsnü Aktaş kardeşimiz bu ay Vahdet Vakfında sundu. Üçüncüsünü de, gelecek toplantıda sunmayı Kürşad Atalar kardeşimiz üstlendi. Son oturumda, arkadaşlara ve Kürşad Atalar kardeşimize, bu konuyu Haksöz sitesinde de tartışmaya açtığımızı, tartışmadan habersiz olan kardeşlerimizi konudan haberdar etmek kabilinden beyan etmiş, oraya yorum yazarak da katılımda bulunabileceklerini, konu hakkındaki görüşlerini yazarak bu tartışmaya katılmalarının konunun iyice aydınlanması için faydalı olacağını ifade etmiştim. Bazı kardeşlerimizin yanlış anlamalarını düzeltmek amacıyla ifade ediyorum ki, lütfen Haksöz sitesine siz de yorum bırakın diye, hiç kimse için özel bir rica ve davet söz konusu olmamış, gerektiğinde böyle yapılmasında da herhangi bir mahzur olmamakla beraber, konuyla ilgili ikinci yazımda da görüldüğü üzere, bu katılım daveti genel bir çağrı olarak, bu konuda katkıda bulunabilecek bütün kardeşlerimize yöneltilmiştir. Nitekim Kürşad kardeşimiz de yorumunun başlangıcında, yazımızdaki bu davete icabet ettiğini ifade ederek, bence konuya açıklık getirmiştir. Ancak, kendisini bu tartışmadan haberdar ettiğim platform toplantısına ve bu toplantının Haksöz sitesindeki tartışmayla örtüşen konusuna dikkat çekmeyince, en azından bazı okuyucular açısından sanki kendisini özel olarak arayıp bu tartışmaya katılması için rica da bulunduğum gibi bir anlam çıkmıştır.
Kürşad kardeşimiz yazdığı yorumda, nedense genelde her zaman yaptığı gibi, esas konuya fazla girmeden, tartışma konusuyla ilgili olarak serdedilen farklı görüşler hakkında hiçbir söz söylemeye gerek görmeden, bu farklı yaklaşımlardan katıldığı yada katılmadıklarını zikredip nedenlerini açıklamak suretiyle, gündemdeki konunun daha da açıklık kazanıp, netleşip olgunlaşmasına hiçbir katkı gereği duymadan, esas tartışma konusu içinde tali bir unsur olarak kalabilecek bir konuda ve kanaatimce onu da yanlış algılamak ve zorlamak suretiyle, görüş beyan etmiş ve katılımını bu konuda farklı düşündüğünü ifade etmekle sınırlı tutmuştur. Halbuki, Ehven-i şer hakkındaki ikinci yazımızda yer verdiğimiz ilmi tartışmaya katılım çağrımızda, katılımcı kardeşlerimizin “bu önemli konuda fikirlerimizin olgunlaşıp isabet kaydetmesine katkıda bulunmalarını” talep etmiş, “bu meseleyi, ciddi ve ilmi bir tartışmayla tam anlamıyla açıklığa kavuşturmak zorunluluğumuz” olduğunu, “Çünkü sürekli kan kaybetmemize yol açan, birçok savrulmanın sebebi olan, insanlarımızı zamanla dönüştürüp, İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaştırıp liberalleştiren, sekülerleştiren bu alanda, temel ilkelerin ve aşılmaması gereken hudutların daha da belirgin hale getirilmesi gerektiğini, bu katılım davetinin gerekçesi olarak zikretmiştik.
Kürşad kardeşimiz ise, hem de “davete icabet” başlığı altında yazdığı yorumda, tartışılan esas konuda hiçbir şey söylemeden, başka bir zamanda kendisinin başlatabileceği tali bir tartışma konusu açarak bu konuda farklı düşündüğünü vurgulamakla yetinerek, yani dikkatleri esas konudan uzaklaştıracak yeni bir tartışmayı başlatmayı tercih ederek, aslında “davete icabet” etmemiştir. Tabii ki, yasakların kaldırılmasının “görece bir özgürleşme” değil de yeni kısıtlamalar getirdiği görüşü de, biraz zorlama bir yaklaşım olsa da tartışılabilir. Ama madem var olan bir tartışmanın altına yorum yazıyorsunuz, o halde öncelikli sorumluluğun, burada tartışmaya açılan konu hakkında fikir beyan etmek olması gerekmiyor mu? Kardeşimiz ise, söz konusu içtihadi alana takılıp, sıra esas mesele olan sistem içi araçları kullanmada ölçü konusuna geldiğinde, tartışmayı vakıf, dernek gibi kuruluşların 'ehven' veya 'şer' kavramı çerçevesinde ele alınması noktasına getirebilirsek, diyaloga devam edebilirim. Yoksa başta da söyledim. Ehven-i şer konusu benim açımdan açık bir konu. Fazla tartışmaya gerek görmüyorum” deyip kapatmıştır. Halbuki biz kardeşlerimizi, kendileri açısından bu konunun açık olup olmadığını belirtmeye değil, kendiniz için tartışmalı olmaktan çıkarıp mutmain olduğunuz sonuçları delillerinizle birlikte bu siteyi takip eden herkese sunarak, konunun daha geniş bir kesim için tartışmalı olmaktan çıkmasına, netleşmesine katkıda bulunun çağrısı yapmıştık.
Özgürlük ve adalet karşıtı despotlara karşı çıkıp, özgürlükleri genişletecek sistem içi araçlara yönelmek, tevhidi bilinçten yoksun kitleler için olumluluktur
Yine de zahmet edip bu ayrışık konudaki görüşlerini bizimle paylaştığı için Kürşad kardeşimize teşekkür ediyorum. Ancak, bu konudaki görüşlerini ifade ederken, bir farklılık vurgulaması için bu kadar zorlama çabasını pek anlamlandıramadığımı da itiraf etmeliyim. Çünkü, Müslümanlarca, sistemin laik demokrat partilerinden birisinin ehven-i şer olarak nitelendirilerek benimsenmesinin ve desteklenmesinin meşru olup olmadığı ve bu bağlamda sistem içi araçların hangi şartlarda ve hangi ölçülerle kullanılabileceği konusunun tartışıldığı bir vasatta, bu konularda hiçbir katılımda bulunmayan, eleştiri ya da katkı sunmayan kardeşimiz, Mehmet abinin "özgürlükleri genişletecek" sistem içi araçları 'olumlama' yaklaşımı üzerinde durulmalıdır...”dedikten sonra, AKP'nin başörtüsü konusunda bir girişim başlatıp yasağı kaldırmasının görece bir özgürleşme sayılamayacağını, tam tersine yeni bir özgürlük kısıtlaması anlamı taşıyacağını ifade etmiştir. Bu konuda bizden farklı düşündüğünü vurgulayarak, “siz başörtüsünü serbest bıraktığınızda, aslında başörtülüleri daha koyu bir zindan içerisine hapsetmiş de olabilirsiniz””… sizin amacınız sadece başörtüsü takarak üniversiteye girmekse, başörtüsünün serbest bırakılmasıyla bu alanda daha 'özgür' olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Fakat sizin amacınız başörtüsünü Allah'ın bir emri olarak takmak ise, o zaman Allah'ın diğer emirlerini de 'özgürce' yerine getirebilme amacına ulaşmadığınız sürece 'özgürleştiğiniz' söylenemez”ifadeleriyle bu farklı yaklaşımını izah etmeye çalışmıştır. İşte ben de tam burada, anlamsız bir zorlamayla farklılık üretilmeye çalışıldığını düşünüyorum.
Her şeyden önce, Kürşad kardeşimizin, “özgürlükleri genişletecek sistem içi araçları olumladığımı” iddia etmesi, ya Murat kardeşimizin aynı iddiası üzerine yazdığım iki yazıyı ciddi bir şekilde okumadığını ya yanlış anladığını yada benim anlatmayı bir türlü beceremediğimi göstermektedir ki, bundan sonra benim payıma, daha ne yapayım, nasıl yazayım, nasıl izah edeyim diye dövünmekten başka bir şey kalmıyor. Ama yine de bir daha izah etmeye çalışayım.
Konuyla ilgili olarak yazdığım Ehven-i şer hakkındaki ikinci yazımın şu başlığı bile aslında Kürşad kardeşimize cevap vermektedir: “Ehven-i Şer” tercihi, muvahhidler için değil, tevhitten habersiz kitlelerin “şer”den kaçışı anlamında “görece bir olumluluk”tur”. Birinci yazıda ise, “Tevhidi bilinçten yoksun halk kitlelerinin fıtri bir eğilimle adaleti talep etmeleri ve bu amaçla da despot sisteme karşı olduğuna inandıkları partilere oy vermeleri bir olumlulukken, Tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir” ifadesine yer vererek, görece özgürleşmeye yol açsa bile laik partilerden birini desteklemenin muvahhidler açısından açık bir olumsuzluk olduğunu zikretmiştim. Ayrıca söz konusu birinci yazıda, Murat kardeşimin “Tevhidi bilinçten yoksun kitlelerin özgürlük ve adalet arayışı bağlamında yaşanan gelişmelerin ve halkın despotizme karşı özgürlük arayışının, halk zaviyesinden görece bir olumluluk olarak değerlendirilmesi gerektiğine dair yaklaşımımı” yanlış anlamış olabileceğini ifadeyle konuyu bir daha açmama rağmen, nasıl ve hangi sebeple, hâlâ “özgürlükleri genişletecek sistem içi araçlara olumlu yaklaştığım” iddia edilebilmektedir?
Bu, görece özgürlük arayışı sonucunda sağlanan iktidar değişiklikleriyle, başörtüsü yasağı benzeri yasakların kaldırılmasını bile, aslında yeni kısıtlamalar olarak görmek, illa farklı bir şeyler söyleme amacı gütmüyorsa, gerçekten anlaşılması zor büyük bir zorlamanın ürünüdür. O zaman, davetimizin muhatabı olan toplumun tahlilini yaparken, daveti ulaştırıp tevhidi istikamette dönüştürmek durumunda olduğumuz halk kitlelerinin nereden nereye doğru gittiğini analiz ederken, şöyle bir değerlendirme daha doğru kabul edilebilir hale gelir; “bu halk kitlelerinin, adalet ve özgürlük arayışıyla AKP’ye destek vermelerindense, darbecilere ve CHP’ye destek vermeleri gerçek özgürleşmenin yolunu daha çok açacaktır.”
Başörtüsü yasağının kaldırılması tüm başörtülüler ve inananlar için görece özgürleşme demektir
Böyle, “başörtüsünü serbest bıraktığınızda, aslında başörtülüleri daha koyu bir zindan içerisine hapsetmiş de olabilirsiniz” anlayışına ulaşmak için, “amacınız başörtüsünü Allah'ın bir emri olarak takmak ise, o zaman Allah'ın diğer emirlerini de 'özgürce' yerine getirebilme amacına ulaşmadığınız sürece 'özgürleştiğiniz' söylenemez” yaklaşımını öne sürmek de yine bir zorlama ürünüdür. Başörtüsünü Allah’ın emri olarak bağlayanların, İslami kimlik ve değerlerini yaşamlaştırmalarının önündeki engellerden bir kısmının kaldırılması halinde, bu gelişme için bizim kullandığımız ifade zaten “görece özgürleşme”dir. İade edilen özgürlüklerle yetinmeyip, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütününe Kur’an’ın hükümlerini hakim kılma vasatını elde edene kadar çaba göstermek ise, her mü’min için akidevi bir sorumluluktur. Bu amaca ulaşana kadar, halktaki görece iyileşmelere paralel olarak, zulumatın koyu baskıcı kulvarlarından “gri” tonlarına doğru bir geçişle görece bir özgürleşme gerçekleştiğinde, bunlardan rahatsız olmamak gerektiği gibi, bu tür gelişmeleri, tevhidi bilinçten yoksun halkta yaşanan değişimdeki “görece olumluluk” olarak nitelendirmek de bizi rahatsız etmemeli, tam tersine halktaki bu görece olumlu yönelişten hareketle, tam, kapsayıcı ve mutlak bir olumluluğa doğru halkı yönlendirme sorumluluğumuzu kuşanmalıyız.
“Madem ki, İslami, kimlik ve ilkelerimizin tamamını yaşamamıza fırsat verilmiyor, biz gasp edilmiş haklarımızın bir kısmının iade edilmesini de kabul etmemeliyiz, hatta tevhidi bilinçten yoksun halk kitlelerinin de, bu tür yasakların bir kısmını kaldıracak olanlara değil de, yasakları olduğu gibi ve hatta şiddetlendirerek sürdürecek olanlara destek vermesi bizim için daha iyi olabilir” gibi anlamlara gelebilecek tavırlar sergilemek ne kadar doğru ve ne kadar İslamidir? Resulullah (s) de, İslami hayatın bütününe hakim kılamadığı, cahiliye hükümlerinin hayatın bütün alanlarını kuşattığı dönemde, cahili sistemin ulularından, sisteme ait “eman” ve “himaye” müessesini kullanarak, kendisine can güvenliği verilmesini talep etmiş ve bu müessesenin koruması altında elde ettiği “görece özgürlük” ortamında Mekke’de ve şirk sisteminin önemli kurumları olan panayırların açtığı alanlarda İslami daveti yaymayı sürdürmüştür. Bu sebeple diyoruz ki, İslami kimlik ve ilkelere ters düşmeden, İslam şeriatının hudutlarını aşmadan, bugün de sistem içi araçları kullanma imkanı varsa, sadece bu ilkeli kullanıma müsait olan araçları ve tabii ki sistemi yaşatmak ve ona hizmet amacıyla değil, sadece İslami davet, eğitim ve toplumu tevhidi istikamette dönüştürmek, vahiyle aydınlatıp ıslah ve inşa etmek için kullanabiliriz. Egemen cahiliye sisteminin zulmünü ifşa edip, ona itiraz ederek, gasp edilen özgürlüklerimizi kazanma mücadelesi verebiliriz. Bu haklarımızdan bir kısmı, halkın desteklediği iktidarlarca verildiğinde, siz bununla bizi daha koyu zindanlara kapatmayı amaçlıyor olabilirsiniz, bu sebeple gasp ettiğiniz haklarımızı geri iade etmenizi istemiyoruz, hatta mümkünse zulüm daha da işimize gelir anlamına gelebilecek özgürleşme karşıtı tutumlar sergileyemeyiz.
Diğer taraftan, başörtüsü yasağının kaldırılması, herkes için görece bir özgürleşmedir. Başörtüsünün Allah’ın emri olduğuna inanan için de başka herhangi bir sebeple başını örten için de, sadece o alanla sınırlı bir özgürleşmedir. Bu bakımdan, “…sizin amacınız sadece başörtüsü takarak üniversiteye girmekse, başörtüsünün serbest bırakılmasıyla bu alanda daha 'özgür' olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Fakat sizin amacınız başörtüsünü Allah'ın bir emri olarak takmak ise, o zaman Allah'ın diğer emirlerini de 'özgürce' yerine getirebilme amacına ulaşmadığınız sürece 'özgürleştiğiniz' söylenemez” ifadesi, birçok yanlışı ve zorlamayı içinde barındırıyor. Bir kere yasağın kalkmasının, amacı sadece başörtüsü takarak üniversiteye gitmeyi amaçlayan kişi için de, amacı sadece Allah’ın emrini yerine getirmek olan kişi için de özgürleşme olduğu açıktır, kesindir. Eğer başka yasaklara karşı ve diğer alanlarda da özgür olmak için mücadele bilinci yoksa birincisi için sadece özgürleşme, ikincisi için ise hiç değilse bu alanda “görece bir özgürleşme”dir. Bunun böyle olmadığını iddia etmek, ikincisinin başörtüsü serbestliğine kavuşturularak, aslında daha koyu zindanlara hapsedildiğini, özgürlük kaybına uğradığını söylemek kanaatimce abartı ve zorlamadır. Çünkü, bu görece özgürleşmeyi yeterli sayıp sisteme eklemlenenler ve böylece hayatın bütününü vahiyle inşa etmek iddiasını terk edenler için, kendilerini yeni zindanlara hapsederek özgürlüklerini yitirdikleri tespiti haklı görülse de, tüm başörtülülere teşmil edilmeyecek bu tür bir muhtemel savrulma gerekçesi ileri sürülerek, başörtüsü yasağının kaldırılması “başörtülüleri daha koyu bir zindan içerisine hapsetmiş olabilir” denilemez. Tabii ki, böyle bir riskin olduğu ve bu konuda uyanık olunması, oyuna gelinmemesi gerektiği de sürekli işlenmelidir. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, başörtüsü yasağının kaldırılması, kanaatimce, Allah’ın emri olduğuna inanan için daha da önemli olan ve daha büyük ihtiyaç hissedilen bir özgürleşmedir. Çünkü yasakla, baskıyla açılmak zorunda bırakılmanın, diğer sebeplerle örtünenlere nazaran, Allah’ın emri olduğuna inanarak örtünenlerin ruhlarında, vicdanlarında ve kişiliklerinde yol açacağı yara çok daha derin ve şiddetlidir. Bu sebeple, sağlanacak görece özgürleşme en çok da ikinciler için bir ihtiyaç ve olumluluktur. Üstelik bu tür kazanımların, direniş ve mücadele yanlısı İslami kesimlerin moralini yükseltecek, mücadeleye yeni soluk aldıracak, motivasyonu arttıracak, geniş halk kitlelerinde uyanışı teşvik edip, davete icabetlerini kolaylaştıracak olumlu zeminler oluşturma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Ayrıca, başlarını Allah’ın emri olduğu için örtenler, bu eşiği aştıktan sonra, sisteme eklemlenip tevhidi mücadeleden vazgeçmek yerine, diğer alanlara da vahyin hakimiyeti için mücadeleye devam edeceklerini sürekli dillendirmektedirler. Verilenle yetinmeyip, gasp edilen bütün haklarını elde edene ve İslami kimlik ve ilkeler önündeki tüm engeller kaldırılana kadar tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini sürdüreceklerini sürekli vurgulamaktadırlar.
Yasakların kaldırılması, davetçi ve davete icabet eden açısından da görece özgürleşmedir. Bu değerlendirme ilke yerine faydacılıkla suçlanamaz.
Bunun yanında, sağlanan görece özgürlük ortamı, tevhidi bilinçten yoksun halka davetin götürülmesi ve bu insanların korkmadan davete icabet etmeleri bakımından da olumlu bir zemine yol açabilir. Önemli olan, bütün bu görece özgürleşme istikametindeki gelişmeleri, tevhidi davetin yaygınlaşması ve İslam’ın yayılması için kullanabilecek İslami dirayet ve feraseti gösterebilmektir. O da bizim sorumluluğumuzdur. Bu gelişmeleri nihai hedef olarak görüp, bu görece iyileşmelerden dolayı sisteme müteşekkir hale gelerek, sisteme eklemlenmekte ve uzlaşmakta beis görmeyenler, bir hakkı almanın karşılığında gasp edilmiş diğer haklarından vazgeçenler ve İslami hayata hakim kılma mücadelesini terk edenler bizim aramızdan çıkacaksa, bu şüphesiz ki bir sapmadır. Ancak bu tür ilkesiz ve istikametsiz zayıf unsurların, zulmün koyuluğunda ve sürekliliğinde daha çabuk ve daha çok sayıda savruldukları gerçeği de görülmelidir. Ayrıca, kendimizce ürettiğimiz bir takım maslahatlar yada zulmün kalkması halinde vuku bulabilecek muhtemel savrulmalar adına zulmün devamını savunmanın, zulmü talep etmenin İslami olduğu da iddia edilemez. Zulme talip olunmaz, ancak bize rağmen oluşan zulümler gerekçe gösterilerek davadan taviz de verilemez. Onun için, görece özgürleşmeyle, zulmü kaldıranlar üzerinden sisteme eklemlenme gibi riskler oluşacağı gerekçesiyle, toplumda görece özgürleşme istikametinde değişim yaşanması, baskıların yasakların kısmen de olsa kaldırılması olumsuzluk olarak nitelendirilemez. Tevhidi bilinçten yoksun halk kitlelerinin, fıtri eğilimlerle zulme, despotizme, koyu karanlıklara, şer’e karşı çıkıp, sistem içi partilerden kendisine daha yakın bulduğu “görece özgürlük” ve bu bağlamda değişim vaat eden “ehven-i şer”e, zulumatın “gri” tonlarına destek vererek sağlayacağı “görece özgürleşme” reddedilemez ve bu gelişmeyi halk zaviyesinden “görece olumluluk” olarak nitelendirmek ilke yerine faydacılığı esas almakla suçlanamaz.
Haksöz Dergisi’nin 198. sayısında yayınlanan “Müslümanın gündemini de yöntemini de vahiy belirlemelidir” başlıklı yazımızda şunları ifade etmişiz: “Görece özgürleşme imkânı ile dönüştürüp sisteme eklemleme riski aynı partide toplanmış bulunmaktadır. Ancak, bu risk vardır diye hiç özgürleşme olmasın, zulüm daha şedit bir biçimde sürsün denemez. Bilinmelidir ki, aşırı baskı ve zulmün de; İslam’ın, marufun/iyi olanın davet, tebliğ ve eğitimini engelleyerek, eğitim sistemini, medyayı ve kültür kurumlarını kullanarak, fıtratları baskı altına alıp bozarak, insani erdemleri bile köreltip yok ettiği, kötülüğü yaydığı, fesadı yaygınlaştırdığı, insanları ve toplumları çürütüp yozlaştırdığı ve münkere/kötüye doğru zorla dönüştürdüğü de bir vakıadır. Bu sebeple, bir yandan görece özgürleşmeyi bir olumluluk olarak değerlendirip teşvik etmek ve bu ortamı İslam’ın/iyinin davet, tebliğ ve eğitimi, fıtratın korunup geliştirilmesi için kullanmak, diğer yandan da bu imkânı sağlayan partiler üzerinden sisteme eklemlenme ve sekülerleşme riskine dikkat çekip uyarılar yaparak bu riski azaltmaya çalışmak durumundayız. İnsanların, sistem içi değişimle zulumatın koyu karanlığını temsil eden Kemalizmden, aynı karanlığın açık tonlu “gri” kulvarlarına geçişi, aydınlığa çıkış olarak algılama yanılgısına düşmemelerine vesile olacak uyarılarımızı ısrarla sürdürmeliyiz.”
Önemli olan, bizim, sistemden alınan kimi tavizler sebebiyle yaşanacak bu tür savrulma ve görece özgürlük sağlayan partiler üzerinden sisteme eklemlenme, uzlaşma risklerini önceden görmemiz ve aynı zamanda Müslümanları ve halkı bu konuda uyarma sorumluluğumuzu yerine getirmemizdir. Diğer yandan da, zaten daha önce gasp edilmiş olup da bugün iade edilen haklarımızı alıp kullanmamız, ama diğer bütün haklarımızı alıncaya, İslami hayatımızın bütün alanlarına hâkim kılıncaya kadar da, hak ve özgürlük mücadelemizi sürdürmek istikametinde iradelerimizi seferber etmemiz ve bu tevhidi mücadeleden asla vazgeçmememiz, egemen sistemle uzlaşmaya yanaşmamamızdır.
Kürşad kardeşimiz, “… bir 'özgürlük alanı' tarifi yaparken dahi, kendi asli değerlerinizden hareket etmeniz gerekir. Herkesin bildiği gibi, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasıyla ilgili yasal süreç, tamamen 'demokratik hak' talebi çerçevesinde gelişmiştir ve bu çerçevede getirilecek bir serbestlik, asla Mehmet abi'nin söylediği 'özgürlük alanı genişlemesi' şeklinde yorumlanamaz. Bence, doğru olan, bu gelişmeyi, (eğer varsa) bu alanın 'daraldığı' şeklinde yorumlamaktır. Bu nedenle, Mehmet abi'nin tezinin bence asıl tartışılması gereken yönü budur ve bu noktada ben kendisine katılamadığımı ifade etmek istiyorum” demiştir. Bu yaklaşımdan hareket edildiğinde, zulme karşı çıkarak, zulmü geriletmeye, bu bağlamda yasakları, baskıları ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermek, tamamen anlamını yitirecektir. Çünkü İslami hakim kılmadan, haklar ve özgürlükler alanında hiçbir olumlu gelişme olamayacak, olursa da bu anlayıştaki mü’minlerce kabul edilmeyecek demektir. Çünkü, siz İslami bir vecibe olarak yerine getirmek zorunda olduğunuz kimi ibadetleriniz engellendiğinde, bunun yapılmamasını isteyemeyecek, bu konuda olumlu bir gelişme olduğunda da onu kullanmayacaksınız demektir. Mesela başörtüsü Allah’ın emridir, o halde bunu engelleyen yasak kalkmalıdır, aksi taktirde bu Müslüman’a büyük zulümdür diye bir mücadele verseniz de, sonuçta o yasağı kaldırmak zorunluluğunu, şu veya bu sebeple hisseden İslam dışı otorite, “bu hakkı Allah böyle emrettiği için veriyorum” demeyeceğine göre, kendi kavramlarıyla ifade edip, “demokrasi gereği bu hakka yönelik yasağı kaldırıyorum, bunu demokratik bir hak olarak tanıyorum” diyecektir. Kürşad kardeşimiz sırf böyle ifade edildiği için, bu tür bir gelişmenin “özgürlük alanı genişlemesi olarak değil, tam tersine bir özgürlük daralması şeklinde yorumlanması” gerektiği kanaatinde olduğunu ifade etmektedir. Doğrusu, kardeşimiz hep tevhidi bilinçten yoksun halk ile mü’minlerin bakış açılarını birbirine karıştırmakta, üstelik mü’minlerin bakış açısını sistemin laik parti ve yönetimlerinden bile bekleyebilmektedir.
Tevhidi bilinçten yoksun halkın özgürlük arayışı ve onun belirlediği iktidarın görece özgürleştirme adımları sistem içinde görece bir olumluluk teşkil etse de, bunlar İslami ölçüler içinde değil demokratik çizgide gerçekleşebilecek gelişmeler olacaktır. Tevhidi bilinçte olmayan halktan ve seçtiği laik demokratik iktidardan İslami çözümler, İslama dayalı söylemler, açılımlar beklemek mümkün ve makul müdür? Madem böyle olmuyor, madem İslami kavramlar ve ölçüler esas alınarak düzenleme yapılmıyor, o zaman yasaklar kalkmasın, zulüm devam etsin mi denmelidir? İslami ölçülere, vahye uygun bir anayasa yapılana kadar, bütün baskılar, yasaklar, zulümler devam etsin, hiçbir olumlu gelişme olmasın denebilir mi? Bir mü’min zulmün devamından yana olabilir mi? Önemli olan muvahhidlerin, kendi kavram ve ölçülerinden taviz vermemeleri ve kendi hak ve özgürlüklerini dillendirirken ısrarla bu özgün tanımları gündemleştirmeleridir. Yoksa biz onlara, yani gayri İslami bir ideolojinin müntesiplerine, “İslam’a göre şöyle yapmalısınız” yerine, “biz İslami kimlik ve ilkelerimize uygun bir hayatı yaşamak hakkımızın mücadelesini veriyoruz, hayatımızı inancımıza uygun bir şekilde düzenlemek en temel hakkımızdır, İslam toplumunda ve İslami yönetimde biz gayrimüslimlere hangi hakları tanımışsak aynısını siz de bize tanımalısınız, hiç değilse altına imza attığınız kendi ürettiğiniz anayasa ve uluslar arası sözleşmelere sadakat göstererek, sizin kültürünüze ait insan haklarını Müslümanlara da tanımalısınız” diyerek, onların zulümlerini, çelişkilerini ifşa edip, hiç değilse kendi vaat ettikleri hak ve özgürlükleri Müslüman halka tanımalarını isteyebiliriz. Egemen seküler sistemin, İslami kimliği ve Kürt kimliği sebebiyle halka yapageldiği zulümleri azaltıcı, özgürlükleri genişletici adımları, hiç değilse altına imza attıkları BM İnsan Hakları Sözleşmesine sadakat göstererek atması neden “görece özgürleşme” olarak görülüp, sistem içi görece bir olumluluk olarak teşvik edilmesin?
Önemli olan, hak ve özgürlüklerimizi kısmen veya tamamen elde etme karşılığında, İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermemek, şirk sistemine bağlılık taahhüdünde bulunmamaktır. Habeşistan’ın hicret edilecek bir bölge olarak seçilmesinin nedeni de, orada adil bir kralın olması ve Mekke baskıcı yapısına göre daha adil ve görece daha özgür bir ortama sahip bulunmasıdır. Ancak, bu sebeple Habeşistan’a hicret edenler de, en tehlikeli anlarda bile İslami kimlik ve ilkelerinden taviz vermeye yanaşmamışlardır. Müslümanları teslim almak amacıyla gelen müşrik heyetinin Necaşi’yi kışkırtmak amacıyla, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olmadığına dair vahyi bilgiyi aktarmaları üzerine, Hz. Cafer, Necaşi’yi memnun etmek ve ölüm tehlikesinden yada iade edilmekten kurtulmak için onların hoşuna gidecek şeyler söylemek yada hakikati gizlemek gibi yollara tevessül etmemiş, vahyi hakikati açıkça ifade etmiştir. İşte bugün de Müslümanlar gerek bu örnekte olduğu gibi, gerekse, Resulullah (s)’in Taif’ten dönüşte Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden can güvenliği talep etmesi ve bu amaçla şirk sisteminin eman/himaye müessesesini kullanması, ama bunun karşılığında hiçbir taviz vermemesi ve herhangi bir taahhütte bulunmaması örneğinde olduğu gibi ilkeli bir duruş sergilemelidirler. Tabii ki, cahili sistemlerde bu tür hak ve özgürlük talepleri, zalimden hak dilenen bir zilletin ifadesi olarak değil, zalimin zulmünü haykırarak, hiç değilse kendi hukuklarına sadakat gösterme tutarlığını hatırlatan, İslami kimlik ve ilkelere bağlılıktan asla vazgeçmeyeceğini ve bir gün mutlaka bu hak ve özgürlüklerini alacağını vurgulayan bir direnişin ifadesi olarak gündeme getirilmelidir.
Tevhidi mücadelenin bir parçası olarak gerçekleştirilen özgürlük, adalet mücadelesi ve hayır işleri önemli ve gereklidir.
Kürşad kardeşimiz, sistem içinde halkın özgürlük arayışı ile meydana gelecek görece özgürleşme gelişmelerinin teşvik edilmesinin ve zulmü geriletmek için verilecek adalet ve özgürlük mücadelesini, ilke yerine faydayı öne çıkaran bir hayır faaliyeti olarak değerlendirmektedir. Bu konuda şunları ifade etmiştir: “Hatta bu söylemin merhum Kutub'un 'yöntem' önerisiyle de çeliştiğini düşünüyorum. Çünkü Kutub, her ne kadar açıkça tarif etmese de, "sistem içi kanallara" karşı soğuk bakar ve bunlardan herhangi bir türde 'fayda' gelebileceğine inanmaz. Bu konudaki genel duruşu benim kanaatimce de doğrudur. Hatırlayacak olursanız, yöntem bölümünde İslami hareketin "sosyal adaletçi, hayırsever kuruluş" olarak faaliyet gösteremeyeceğini açıkça yazmıştır. Burada Kutub'un bu kuruluşların faaliyetlerini 'fayda' açısından değil, 'ilke' açısından değerlendirdiği çok açıktır. Kutub burada, "ilke"yi öne çıkarmak adına, hayır kurumlarının getireceği faydayı ihmal etmiştir. Bu bence önemli bir tercihtir ve doğru olanı da budur. Çünkü cahiliye ortamında 'ilke'nin öne çıkarılması, 'iktidar talebi'nin her daim önde tutulması anlamına gelir. Bu konudaki hassasiyeti yüzünden, merhum Kutub, İslami hareketin 'hayır kuruluşu' kimliğini öne çıkarmasının doğru olmadığını söylemiştir.”
Kardeşimizin bu değerlendirmesi, yine eksiktir. İktidar eksenli bir hayat tasavvuru, iktidar olunmadıkça hiçbir olumlu sonuç alınamayacağı gibi bir zanna kapılabiliyor. Halbuki, kulluk ve ahiret eksenli bir tasavvurda, Allah’ın koyduğu sınır ve ölçüler içinde kalarak üzerine düşen mücadele ve gayreti ortaya koymak ve sonuçta iktidar olunamasa da, mevzii kazanımlar elde ederek, şirke dayalı egemen zorba yönetimleri ve zulümlerini biraz daha gerileterek, tevhidi daveti, vahye şahidlik görevini gücü yettiğince gerçekleştirmek, yaygınlaştırmak ve yaşamlaştırmak mücadelesi vererek Allah’a vereceği hesaba hazırlanmak ve böylece gelecek nesillere doğru bir din anlayışını, doğru bir mücadele yöntemini ve belli bir aşamaya kadar getirilmiş bir mücadele birikimini miras olarak bırakmaya çalışmak da önemli bir sorumluluktur. Gerektiğinde ilkeli bir biçimde sistem içi araçlardan uygun olanları da kullanılarak atılacak bu istikametteki bütün adımlar, elde edilen bütün mevziler olumlu kazanımlarımız olarak değerlendirilmelidir.
S. Kutub’un, sistem içi araçların kullanımına soğuk olmasının sebebi ise, İslami kimlik ve ilkelerden taviz verilip uzlaşmaya yol açma riskinin bulunmasıdır. İlk Kur’an neslinin, herhangi bir taahhütte bulunmadan ve İslam şeriatından hiçbir taviz vermeden, sistem içi kimi araçları nasıl kullandıklarını, o dönemi en sağlıklı biçimde değerlendirmiş bir şahsiyet olarak tespit etmiş ve eserlerinde nakletmiştir. Onun da öne çıkardığı, dinde tavizsiz olmak ve hak ile batılı karıştırmayı, dinler arası uzlaşmayı, müdahaneyi reddetmektir. S. Kutub da dahil hiç kimse, Müslümanları, İslami kimlik ve ilkelere zarar vermeden, tevhidi akide ve ilkelere bağlılığı ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürerek, İslami kimlik ve ilkeleri yozlaştırmadan, sistem içi kimi faydaları İslam ve İslami cemaat lehine temin etmekten ve tevhidi mücadelenin bir parçası kılınarak davetin muhataplarıyla yakınlığa da vesile olan hayır işlerini gerçekleştirmekten menetmez, menedemez, çünkü böyle bir konuda hiç kimse herhangi sahih bir delil ibraz edemez.
Kardeşimiz “hayır işleri “ derken, “hayr” kavramının “şerr”in zıttı olan gerçek anlamından çıkararak, insanlara yönelik yardım faaliyetlerini, zulmün geriletilmesiyle sağlanacak görece özgürleşme imkanlarını kapsayan dar bir anlama indirgemiştir. Halbuki, Allah bizi hayra koşmaya ve hayırlarda yarışmaya çağırmaktadır.Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”1 İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur.Allah için ve Allah’ın koyduğu ölçülere riayet ederek yapılan her meşrû amel hayır; bu amaç ve hudutları aşan ameller ise şerdir.2 “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…”3 “...Onlar (peygamberler) hayır işlerinde koştururlar; umarak ve korkarak Bize yalvarırlardı; onlar Bize huşû (derin saygı) duyarlardı.”4
Rabbimiz, “Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, (vefalul hayra) hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz”5 buyurmaktadır. Hayatı vahiyle inkılâba uğratmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek öncü Kur’an neslini yeniden ilk nesil örnekliğinde oluşturabilmek için, Allah’a boyun eğip, rükû halinde olmayı ve sadece Allah’a secde edip, itaat etmeyi, hayatın bütün alanlarında gerçekleştirmek ve iman-amel bütünlüğü içinde Allah’a ibadet etmeyi hayatı kuşatacak bir bütünlük ve süreklilik içinde gerçekleştirmek zarureti vardır. İnanılan değerler uğrunda fedakâr olunması ve o değerlerin hayata hâkim kılınması, kurtarıcı ve aydınlığa çıkarıcı Kur’an mesajının hâl (yaşayarak) ve kâl (söz) ile bütün insanlara ulaştırılması için çabalar gösterilmesi, kaçınılmaz sorumluluktur. İnsanlara vahyin şahidliğini yapmak anlamına gelen bu sorumluğumuzu, ancak bu çabalara süreklilik kazandırarak, Allah’a itaati hayatın bütün alanlarına yayarak, sadece namazda değil, hayatın bütün alanlarında aynı kıbleye yönelerek, bireysel ve toplumsal, ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki bütün hayat alanlarında sadece Allah’a secde ederek ve bu istikametteki yürüyüşümüzü istikrarlı kılarak, tevhid yolunda ayaklarımızı sabit tutarak yerine getirebiliriz. Bu sebeple Allah, ancak iman edip, rüku ve sücud halinde bulunanların, ibadet edenlerin ve hayırlı işler yapanların yani hayatı ibadet kılanların kurtuluşa erebileceğini bildirmektedir.
O halde yanlış olan, İslami mücadele veren yapıların herhangi bir hayır işi ile ilgilenmeleri değil, mücadeleyi Kürşad kardeşimizin kastettiği dar anlamda “hayır” faaliyetlerine indirgeyerek, sadece onu eksene alıp tevhid-şirk eksenli ıslah ve inşa projesini ihmal etmeleridir. Yoksa, halkın zulümden kurtulup özgürleşmesi, sıkıntı ve sorunlarının hafifletilmesi anlamında hayır mücadelesi yapmak da, tevhidi bütüncül mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak önemli ve gereklidir. Yani mü’minler, ilk nesilde olduğu gibi, esas mücadele eksenine, öncelikle iç arınma ve iman-amel bütünlüğünde bireysel hayatı ibadet kılma, daha sonra tevhidi davet6, eğitim7 ve böylece toplumu vahiyle yeniden inşa etme çabasını oturtacaklardır. Kur’an’ın aydınlatıcı mesajının bütün insanlara ulaşması ve sonuçta hayata hakim kılınması için Kur’an’la büyük cihadı8, Allah yolunda hakkıyla cihadı ve vahye şahidliği9 ıslah ve inşa projesinin esası haline getireceklerdir. Ama aynı zamanda toplumsal sorunlarla da ilgilenip vahyi sosyalleştirmeye, çeşitli toplumsal alanlarda vahyin şahitliğini yapmaya ve egemen şirk sistemlerine, zorba yönetimlere karşı tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi de vererek zulmü geriletmeye, zorba yönetimlerce mustaz’af halkın iradelerine konan ipotekleri kaldırıp, herkesin tevhidi davetin karşısında özgür iradesiyle karar verebilmesinin adalet zeminini de hazırlamaya çalışacaklardır.
Bilinmelidir ki, bu tartışmaya katılanların övülmeye ihtiyacı da, hiç kimseden böyle bir beklentisi de yoktur.
Bu tür fikri tartışmalarda sadece fikir sahiplerinin düşünceleriyle ilgilenmenin ve sadece bu konuda fikir açıklamanın doğru ve ahlaki olduğuna inananlardanım. Fikir sahiplerinin şahsiyetlerini hedef alan açıklamaların da bu tartışmaların arasına serpiştirilmesi hem bir aczin ifadesi gibi algılanabilmekte, hem de belden aşağı vurmak görüntüsü verip fikri tartışmayı örterek ikinci plana itmektedir. Aynı zamanda şık ve ahlaki de olmayan bu tutum Müslüman bir şahsiyete yakışmamaktadır. Bu yüzden fikir ve faaliyetlerine ilkesel eleştiriler getirdiğim kimi cemaat önderlerinin spekülasyona ve zanna dayalı iddialarla şahsiyetlerinin hedef almasına hep karşı çıkmışımdır. Evet burada üzerinde durmak istemezdim ama, Kürşad kardeşimiz internet ortamında yazarak kamuya açtığı için, bilmeyen kimselerin suizanna düşmesine engel olmak amacıyla bu konudaki görüşlerimi de açıklamak zorunda kaldım. Değerli okuyucularımızdan özür dileyerek mecbur bırakıldığım açıklamayı yapıyorum. Kürşad kardeşimiz, hangi kaygıyla gerek gördü bilmiyorum, belki de Hamza ve Ali kardeşlerimizin mutabakatlara da vurgu yaparak, doğru tespitleri güçlendirici ifadeler kullanmalarından ve sadece eleştirmek için eleştirmek gibi bir eğilime kendilerini kaptırmamalarından olsa gerek, ikinci defa girdiği yorumda şu cümleleri kurmak zorunluluğunu duymuştur: “Yazı hayatım boyunca, özellikle mümin kardeşlerimin yazı, söz ve beyanlarına yönelik olarak, hep "bize yanlışımızı söyleyenden Allah razı olsun" ilkesi doğrultusunda hareket etmeye, yazılarımı övenlere ise fazla prim vermemeye çalıştım. Bu ilkeye ne denli uyabildim, bu okuyucunun takdiridir tabii ki. Fakat belirli bir düzeyi geçmiş insanların artık "marifet iltifata tabidir" sözüyle değil, yukarıda aktardığım Hz. Ömer'e ait sözle amel edebilmeleri beklenmeli. Mehmet abi düzeyindeki kardeşlerimizin iltifattan ziyade, 'eleştiri'ye önem vermeleri daha önemlidir. Sizin iltifata ihtiyacınız yok. Sizin ve bizim, yani hepimizin eleştiriye ihtiyacımız var. Eleştiri rahmettir! Yazınız hakkında da şunu söyleyebilirim: katıldığım ifadeler olduğu gibi katılmadıklarım da var. Malumunuz olduğu üzere, özgürlük, insan hakları gibi kavramların kullanımına terminolojik bağlamda itirazım var.”
Öncelikle ifade etmeliyim ki, yanlışımızın delili gösterilerek eleştirilmesi, bütün mü’minler gibi bizim de en büyük ihtiyacımız ve üstelik bizim anlayışımızda diğer mü’minler üzerindeki hakkımızdır. Şahsen bu konuyu yazı hayatımın başladığı ilk günlerden beri zaman zaman müstakil yazı konusu da yaparak gündem yapıyorum ve Müslüman kardeşlerimiz üzerindeki “emr-i bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğuyla beni eleştirmelerine dair hakkımı açıkça talep ediyorum. Ancak bunun böyle olması, eleştirinin önemi, ilmi, fikri tartışmalarda, mutabakatların, destek olunan, paylaşılan görüşlerin de vurgulanmasına engel midir? Üstelik bu tür bir yaklaşımın, mutabakatlar ortak paydasında buluşup kaynaşmaya katkıda bulunması, aynı konuya farklı kişilerin değişik üslup ve örneklerle vurgu yapması, konunun daha iyi anlaşılmasına, netleşmesine, olgunlaşmasına ve kalplerin mutmain olmasına yol açması gibi çok önemli sonuçları da söz konusudur. Hele eleştirileri, mutabakatlara hiç vurgu yapmadan, zan ve yorum alanında kalabilecek, zorlama yorumlarla üretilen ve farklı algılamaya açık konulara hasretmenin ise, tüm bu olumlukları yok edecek, temel konulardaki ortak paydanın oluşmasını ve sonuçta kardeşleşmeyi, ümmetleşmeyi de engelleyecek bir iticilik şeklinde fonksiyon göreceği de akıldan çıkarılmamalıdır.
Böyle bir dikkati göstermek, kardeşinin yazdıklarında isabet kaydettiğini düşündüğün konularda mutabık olduğunu ifade etmek, hatta gerekirse yakalanan istikamette onu takdir ve teşvik etmek, neden illa övgü olarak nitelendirilip dışlanır? Yada neden böyle yapan kardeşler birilerini övmekle, buna muhatap olanlar da iltifata, övgüye önem vermekle suçlanır? Kürşad kardeşimiz, hangi delile binaen bizim iltifatlara ve övgüye önem verdiğimiz kanaatine ulaşmıştır? “Neden zorlama yorumlarla illa farklılık vurgusu yapmakla yetiniyorsunuz, tartışılan esas konuda hiç mi mutabakatımız yok, söylenen onca şey hakkında hiç mi katkıda bulunacağınız, geliştireceğiniz ya da tamamlayacağınız bir yan yok?” sorusunu sorduğumuz için mi bu tür mesnetsiz iddialarla son yorumlar yazılmıştır? Kaldı ki Kürşad kardeşimizle hiçbir mutabakatımız olmasa dahi, mutabakat sağladığımız diğer kişilerin yazdıklarından şahsımın övüldüğü anlamını çıkartması diğer yazar kardeşlerimizi töhmet altında bırakmak anlamına gelmektedir.Sadece Kürşad kardeşimiz, övgü ve iltifattan hoşlanmayıp, bunlara prim vermeyen bir şahsiyet, başkaları ise, bu konuda zaaflı öyle mi? Bunun delili, bazı kardeşlerimizin, katıldıkları tespitleri de zikretmeleri, hatta bu mutabık oldukları tespitler hakkında takdirlerini ifade etmeleri ve zorlama farklılıklar üretip illa da eleştirmek için eleştirmek yoluna tevessül etmemeleri midir? Müslümanlar hakkında suizanda bulunmak da, okuyucular nezdinde suizanna yol açıcı niyet okumalarında bulunmak da doğru ve şık değildir. Bilinmelidir ki, kimsenin kimseyi övmek, kimsenin kimseden övgü almak gibi bir amacı ve beklentisi yoktur.
Biz Kürşad kardeşimiz de dahil katılımcılardan, övgü ve iltifat değil, esas tartışma konusu hakkında, varsa görüşlerini ifade etmelerini, mutabık olduklarını da, eksik buldukları hususları da ifade ederek, konuyu olgunlaştırıcı, tamamlayıcı ve geliştirici katkılarda bulunmalarını beklemiştik. İnşallah bir gün bu vasatı da yakalayabilir ve aramızdaki mutabakatları tespit edip olgunlaştırarak, birlikte olma ve ümmeti vahiyle inşa projesini birlikte sürdürme imkanını da birlikte üretebiliriz. Bunun için, hangi hususların bizi kardeşleştirecek akide ve sabiteler alanında olup mutabakat sağlamamız gereken konular olduğuna, hangi hususların da zan ve yorum alanındaki içtihatlardan olup hoşgörüyle karşılanması, zenginlik sayılması gerektiğine karar vermemiz acil ve kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu sonuca ulaşmak için de, öncelikle mutabakatlar alanında ciddi bir çaba sarf etmemiz ve bu alandaki tespitlerimiz üzerinde kapsamlı görüşmeler yapıp olgunlaştırmamız gerektiğini unutmamalıyız. Sürekli içtihat alanındaki suni farklılıkları öne çıkarıp, mutabakatların tespiti ve geliştirilmesine hiç katkıda bulunmadan da, akide kardeşliğine, vahdete ve Allah’ı razı edecek Kur’an neslini, ümmet nüvesini oluşturmaya doğru ilerlemek mümkün değildir. Ümmeti vahiyle yeniden inşa etme iddiası olanların, tevhidi ilkelerdeki mutabakat iddialarına rağmen birlikteliği sağlamaları mümkün olmuyorsa, bu iddia sahiplerinin iddiası, sadece bir iddia olmaktan öte, inandırıcı ve Allah’ı razı edici bir anlam taşımayacaktır. Allah yardımcımız olsun, kalplerimizi ve amellerimizi rızasını kazanacağımız yöne yönlendirsin, kardeşleşmemizi, temel ilkelerde vahdeti sağlamamızı ve tevhidi mücadeleyi, istikamet üzere birlikte yürütmemizi nasip etsin. Amin.
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi öncelikle Allah için bu tartışmaya katkıda bulunanların
ve sonra da tüm dünya Müslümanlarının üzerine olsun.
 
Dipnotlar:
1- Bakara Suresi 2/ 269
2-Ahmet Kalkan, “Ehven-i Şer ve Şer Tartışmalarına Bir Katkı da Benden! -1”
3-Bakara Suresi 2/ 148
4-Enbiyâ Suresi 21/ 90
5-Hac Suresi 22/77
6-Nahl Suresi / 125
7-Müzemmil Suresi / 2-4, 20
8-Furkan Suresi / 52
9-Hacc suresi 22/78 
Bu içerik 1754 defa görüntülendi.
 
 
MAKALENİN YAZARI

Mehmet PAMAK
  Yazarın Diğer Makaleleri

 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon