Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >     >  2014
 
“Kur´ani İnkılap, toplumun vahiyle inşasından geçer”
Tarih: 03/01/2014
   


Tahkikat.net sitesinin Mehmet Pamak´la gündem üzerine söyleşisinin üçüncü bölümünü istifadenize sunuyoruz. Bu bölümde ağırlıklı olarak Suriye ve Mısır´daki gelişmeler ve toplumsal dönüşüm üzerinde duruldu.

Tahkikat : Toplumsal dönüşümden söz ettik. Suriye 3 senedir bir vakıa yaşanıyor. Suriye halkının durumunu nasıl görüyorsunuz? Muhalefetin, savaşan güçlerin durumunu nasıl görüyorsunuz? Son zamanlarda daha yoğun olarak İslam eksenli birlikteliklerden söz edilmeye başlandı. Geçenlerde 13 askeri birlik Ulusal Konseyi reddederek biz İslam’ı referans alıyoruz ve İslam istiyoruz dediler. Yine İslam ordusu adında 43 birliğin katıldığı bir birliktelik kuruldu. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pamak : Öncelikle oradan gelen bilgiler, gidip gelen kardeşlerimizden dinlediklerimiz ve güvenilir haber kaynaklarında yer alan bilgiler, tam bir kaosun yaşandığını, yüzlerce birbirinden kopuk birliğin Esed rejimine karşı savaştığı ve aralarında hem fikri, hem de koordinasyon sorunlarının yaşandığı ve çok büyük imkansızlıklar içinde bulundukları bildiriliyor. Halk kitleleri ise en zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaktan mahrum duruma düşmüş vaziyette. Katil Esed ordusu, emperyalistlerin doğrudan ve dolaylı destekleriyle, uçaklar, toplar, tanklar, füzeler ve kimyasal silahlarla, büyük tahribata ve can kayıplarına yol açan varil bombalarıyla alçakça katliamlar işlemeye devam ediyor. Tam bir soykırım yaşanıyor. Katil kâfir orduların vahşi ve acımasız, ölçüsüz saldırıları sonucu, bütün ülke her bakımından dibe vurmuş, yakılmış, yıkılmış, neredeyse harbeye dönmüş ve tamamen çökmüş vaziyette. Tabii ki, bu kaos ortamında direnen Müslümanların işi çok zor, Allah yardımcıları olsun ve bizleri de bu kardeşlerimize yardımcılar kılsın. Bazı İslami direniş gruplarının İslami şiar ve ilkelerini belirleyici kılarak birlikte hareket kararına doğru yönelmeleri, aslında baştan beri var olması ve bu sebeple de geç de olsa gerçekleşmesi olumluluk olarak takdir edilmesi gereken bir gelişme.

 

Tahkikat : Peki Müslümanların silahlı mücadeleye başvurmalarının şartları sizce oluşmuş muydu?

 

Pamak : Daha önce ifade etmiştim, şu anda Müslümanlar Mekke dönemindedir hemen hemen her yerde. İslam’ın hâkim olmadığı cahiliye toplumu hüviyeti taşıyan içinde Müslümanların da bulunduğu cahiliye toplumları öz konusudur. Aslında bu bakımdan değerlendirildiğinde her yer cahiliye dönemi Mekke’si konumundadır. Mekke’de ne silahlı mücadele ile yönetimi ele geçirmeye çalışma var, ne de sistem içi araçları kullanarak (bugünkü karşılığı olarak demokratik yöntemle) Dar’un  Nedve’ye girmek gibi bir çaba var. Bu ikisi de İslami değil. Ama bir toprak işgal edilirse, ya da azgın bir despot yönetim Müslümanlara zulmederse ve katliamlar yaparsa ona karşı "nefsi müdafaa" alanında bir silahlı karşılık hak haline gelebilir, böyle bir içtihad yapılabilir. Ama orada da tarih boyu İslam âlimlerinin görüşüne göre, özellikle de "Ehl-i Sünnet" diye tanımlanan (ki ben bu tür tanımları, İslam içinde bu tür kategorize etmeleri doğru bulmam, görüşü sahih âlimler için "İslam, Müslüman, Muvahhid" sıfatı ve "Kur’an-Sünnet çizgisi" tanımlaması bana daha sıcak, daha kuşatıcı, daha anlamlı ve yeterli gelir, bu sebeple tarihsel süreçte üretilmiş bir ekolün taraftarı olmaya pek yatkın değilim, doğru da bulmam. Ayrıca her Müslüman'ın aynı zamanda sünnete de bağlı, yani sünnet ehli olması gerektiğini düşünürüm) âlimlerin çoğu ve İmam Ebu Hanife yüzyıllar öncesinde söylediklerinden bugüne uyarlayarak çıkacağımız sonuç şudur ki; zalim bir sultanı devirebilmek için Müslümanların ciddi örgütlenmesinin, yeterliliğinin olması (birlik ve beraberliğinin olması, bağımsız bir İslami otoritenin istişari yönetiminde sevk ve idare edilebiliyor olması, güç birikimlerinin o zalim sultanı alt edebilecek seviyede olması) ve Müslümanların toptan kırdırılmayacağı ihtimalinin yüksek olması, yani sonucun Müslümanların yok oluşuna varmayacağı zannının galip zan olması gerekir. Ben bu fıkhi çıkarıma katılıyor, doğru buluyorum.

 

Eğer sonuçta Müslümanlar kırılacaksa ve eğer o savaşı başlatmamak Müslümanların elindeyse başlatmamak gerekir. Hani katiller üstünüze gelir ve siz onlara ve o yerde mevzii olarak kendinizi savunmak zorunda kalırsınız bu ayrıdır. Ama buradan kalkarak genel bir savaşı başlatmayabilirsiniz. Resulullah (s)’ın en yakınları şehit ediliyor ama o yine de silahlı bir mücadeleye başvurmuyordu, Allah buna müsaade etmiyordu. Neden? Çünkü henüz davet tüm insanlara yeteri seviyede ulaştırılmış değildi, saflar belirginleşmemişti, Müslümanların gücü yeterli değildi. Müslümanların güç ve otoritelerinin ortaya çıktığı, bağımsızlıklarının oluştuğu Medine’ye ulaşılmamıştı. Mekke’de şehit edilen Müslümanların sayısının o günkü Müslümanların sayısına oranı, Suriye’de Müslümanlar silahlı karşılık verene kadar şehit edilen toplam Müslüman sayısının bu günkü Suriyeli Müslüman sayısına oranından fazladır, oran bakımından mukayese ediyorum. Bunları "Suriye'de Müslümanlar öldürülüyorlardı silahlı mücadeleye mecbur bırakıldılar" izahı getiren kardeşlerimizi düşündürmek bakımından söylüyorum. Mekke'deki Müslüman sayısı içinde şehid edilenlerin oranı, silahlı mücadeleye başlayana kadar öldürülen Suriyeli sayısının Suriyeli Müslümanlar içindeki oranından daha fazladır. Öncelikle bunun altını çizelim.

 

İkincisi Müslümanlar karşı tarafı iyi okumak zorundadırlar. Bu alçak güç, bu kâfir katil yönetimin arkasında kim var, gücü ne, bunu tahlil etmeleri lazım, yani böyle bir okuma yapmadan, karşı tarafın gücünü, arkasındaki güçleri ve kendi gücünü dikkate almadan silahlı mücadeleye girilmez. Baktığınızda görürsünüz ki, Esed katilinin arkasında Çin var, Rusya var, İran var, Hizip var, “Hizbullah” dememek için böyle diyorum. Bunların gücü var arkasında, silah akıyor bunlardan, hatta savaşçı militan akıyor. Senin ise kardeşim, örgütlülüğün yok, on yıllardır bu kâfir despot rejimin baskısı altındasın zaten, yeterli örgütlülüğünün olmamasında da mazursun. Liderlerinin çoğu yıllardır katliamlardan ötürü yurt dışında kalmışlar, içeride ciddi manada bir dağınıklık içerisindesin. Kadron yok, savaşacak yetişmiş elemanın yok ve en önemlisi silahın yok. Nereden alacaksın silahı? Suriye ordusundan kaçacak da birileri silahıyla gelecek veya sen baskın yapacaksın ele geçireceksin. Sürekli silah ve hatta asker akıtan İran ve Rusya’nın desteklediği zalim ve katil orduya karşı silahlı mücadele yapma imkânın ne derecededir?

Tahkikat : Peki, bu kadar zor şartlar ve dağınıklık içinde silahlı mücadele kararı verenler neye güvendiler?

Pamak : Tabii ki, özellikle Müslüman grupların Allah'a güvenine alternatif olmamak üzere, bütün muhalif gruplar maddi yardım bakımından da birilerine güvendiler, teşvik edildiler, cesaretlendirildiler. Türkiye’de o süreçte toplantılar yapıldı biliyorsunuz, Antalya’da İstanbul’da. Erdoğan iyi niyetle onlara destek verdi, biraz da teşvik etti. Erdoğan kime güvendi? ABD’ye, Avrupa’ya ve NATO’ya güvendi. Bunlar o zaman sözüm ona "Suriye'nin dostları" adı altında toplanıyor ve muhalefete destek vaadinde bulunuyorlardı. O zaman Clinton’un bir açıklaması vardı, bir kaç haftada Esed’in işi biter diyordu. Onunla kahkahalar eşliğinde ellerini çarparak "çak" yapan Davudoğlu da, Esed'in sonu için artık aylar ya da yıllardan değil haftalardan söz edebiliriz diyordu. Bu emperyalist devletlere ve kuruluşlara güvenilir mi? Ama maalesef  Türkiye hükümeti bunlara güvendi, muhalifler de en fazla Türkiye'ye ve kısmen de kimi Batılı ülkelerin destek veren açıklamalarına güvendiler (daha sonra ortada bırakıldıklarında ABD ve kimi Avrupa ülkelerine yardım yapmamaları sebebiyle serzenişte bulunan SUK ve ÖSO yetkililerinin açıklamalarından da bu anlaşılıyor) ve silahlı bir mücadeleye giriştiler. Bence hata yapıldı. Ve Müslümanlar bence yanlış bir içtihad yaptılar, ondan sonra da ortada bırakıldılar. 150 bine yakın insan katledildi,  alçak rejimin katil silahlı güçleri asimetrik silah güçleriyle hala da katliamlara devam ediyorlar. Bizim silahlı mücadele kararının yanlış olduğuna dair tespitimiz, direnen Müslüman kardeşlerimizin, Suriye halkının alçak rejim güçleri tarafından kitleler halinde katledilmesinden, neredeyse bir soykırıma doğru gidiliyor olmasından ve her şeye rağmen rejimin sürüyor olmasından kaynaklanan endişeler sebebiyledir. Keşke kardeşlerimizin gücü rejimi yıkmaya, katliamları durdurmaya ve katil Esed'den hesap sormaya yetseydi de, silahlı mücadele iyi oldu diyebilseydik. Nitekim İhvan temsilcisi kardeşlerimiz de "Mücahidler rejimi düşürme gücüne sahip olmadıkları için rejim sürüyor, mücahidler kendilerine yardımcı olacak başkalarına muhtaçtırlar" diye açıklamalar yapıyorlar. Nitekim 2. Cenevre'ye katılmak için de, "Rejimin silahlı güçlerine uçuş yasağı getirilmeli ve halkın öldürülmesi durdurulması, güvenlik ve insani yardım koridorunun açılması" taleplerinde bulunmaktadırlar.

Türkiye’ye dost ve müttefik olan, Suriye halkına da dost oldukları iddiasıyla ortaya çıkıp, “Suriye’nin Dostları” adı altında toplantılarda boy gösterip, Suriyeli muhalifleri Esed rejimine karşı kışkırtan, ama sonra da Esed güçlerinin Rusya ve İran tarafından desteklenen büyük katliamı karşısında onları da, yüz binlerce sığınmacının geldiği Türkiye’yi de yalnız bırakan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb. Batılı ülkelerdir. Bunlar şimdi de, önce Rusya, sonra da İran ve Suriye ile yakınlaşma siyaseti içine girerek, İran ve Suriye’ye övgüler dizmekte, bir ABD yetkilisi, halkına yönelik bunca katliamı gerçekleştirmiş bulunan Suriye Baas rejimi için “terörist” nitelemesini doğru bulmadığını ifade edebilmiştir. Türkiye hükümeti, bu konuda yanlış yapmış, Suriye halkına da dost oldukları yalanını söyleyen batılı emperyalist dostlarına güvenip çok iddialı çıkışlarla Suriye muhalefetine bu konuda cesaretlendirmede bulunmuştu. Ama bir süre sonra önceleri gaz veren batılı dostlarınca ortada bırakılınca, o da sığınanlara barınak olmaktan başka bir şey yapamayarak silahsız bir halkı, güçlü silahlara sahip Baas katil ordusunun ve destekçileri İran, Rusya ve Hizbi Lübnan karşısında yalnız bırakma durumunda kalmıştı. Zaten Türkiye’nin batılılara güvenerek böyle abartılı ve iddialı meydan okumaları da, NATO’yu ikide bir göreve çağırması da, NATO'nun İran'a karşı İsrail'i savunma kalkanı radarını Malatya Küreciğe yerleştirmesi de, bölgenin bir sorununu bölge ülkeleriyle değil de emperyalistlerden medet umarak çözmeye kalkışması da utanılacak bir durumdu. Suriye halkının dostları unvanını hak etmeden kullanan Batılı emperyalistlerin, Türkiye’yi ve Suriye muhalefetini yalnız bırakıp, Rusya, İran ve Suriye ile yakınlaşmaya başlaması, hem Türkiye’yi hem de Suriye muhalefetini şaşırtmış bulunuyor. En azından ÖSO, dostu olduğunu ifade ettiği ABD’nin bu yaptığına bir türlü inanamadığını içeren açıklamalar yapıyor.

 

Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Birleşik Komutanlığı Genelkurmay Başkanı Selim İdris ise, şunları söyleyebiliyor; “Uluslararası toplumun, akan bu kanı durduracağı konusunda hayal kırıklığına uğradık. Suriye halkı ve ardındaki hayal kırıklığına uğramış devrimci güçler adına ne söyleyebilirim ki... Uluslararası toplum artık bu rejimin kurbanlarını görmezden geliyor”. Suriye Muhalif Güçleri olarak kendilerine sağlanan her türlü silah ve mühimmatları doğru ellere teslim edeceklerini söyleyen İdris şunları da ekliyor: “Gelen tüm yardımları askerimiz, memurumuzla demokrasi ve özgürlüklerin inşa edilmesi için kullanılacağımızı garanti ederim. Bize sağlanan desteği aşırı gruplar olarak adlandırılan kişilere paylaşmamız mümkün olamaz, biz bu gurupları desteklemiyoruz, onlarla bilgi alışverişinde bile bulunmuyoruz, onlara mühimmat ve silah vermeyiz.” “Özgür Suriye Ordusu artık hazır ve biz ÖSO olarak ABD'li dostlarımızın yapacağı her türlü desteği memnuniyetle karşılayacağımızı belirtiyorum. Şu an komutamızda çok iyi organize olmuş askeri tugaylarımız ve taburlarımız mevcuttur".

Tahkikat : Kimyasal silah kullanımı sebebiyle bir müdahalenin gündeme gelmesini nasıl değerlendirdiniz?

Pamak : Bugüne kadar ABD ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünya bu alçakça katliamları seyretmeyi ahlaksızca sürdürüyor. Ve Allah korusun eğer bir müdahale yaparlarsa, tevhidi kesimlerin yerlerini şimdiden tespit ediyorlar, IHA’larla ilk vuracakları yerler Allah fırsat vermesin onların yerleri olacaktır. Çünkü bunların amacı Müslümanların tüketilmesi, kırılmasıdır. Esed'in bitiremediklerini de, Allah fırsat vermesin kendileri yok etmek isteyeceklerdir. Irak'ta Saddam’la savaşan Ensar-ül İslam vardı biliyorsunuz. Alçaklar, hani Saddam’ı devirmeye geliyordunuz ve bu insanlar Saddam’ın zulmüne karşı savaşıyordu, Talabani ve Barzani’nin ihbarlarıyla ve tabi kendi ajanları vasıtasıyla koordinatlarını belirlediler. Ve Irak'a füzeler yağdırmaya başladıklarında Türkiye semalarından atılan füzelerle ilk vurdukları yerler Müslüman kardeşlerimiz oldu. Yüzlercesini, o mücahit Müslüman kadroyu, dağlarda şehit ettiler. Aynı şeyi burada Suriye’dekilere de yapacaklardır. Amaç nedir? Suriye’yi Müslümansızlaştırmaktır. Dışarıdan gelen kardeşlerimizin desteği oldu. Ve içeridekilerin de ele geçirdikleri hafif silahlarla ve bir miktar da Türkiye üzerinden elde ettikleri silahlarla kendilerini korumaya çalışıyorlar. Oraya giden arkadaşlar söylüyor: “Üç kişi bekliyor, birisi şehit olursa arkadan onun silahını alayım diye”, yani silah yok herkese. Yani böyle bir pozisyondaki direnişte, Allah onların yardımcısı olsun ve korusun, ama alçak Rusya ve Çin yani doğu emperyalistlerinin ve batı emperyalistlerinin amacı bu bölgede İsrail’i rahatsız etmeyecek bir vasat oluşsun. Batı ve doğu emperyalistlerinin çıkarları burada korunsun. Burada İslami bir yönetim asla olmasın. İstekleri bu. Tabii ki bu da Müslüman kadroları yok etmekle olur. Onun için eğer bir müdahale söz konusu olursa, emperyalist uçaklar sözüm ona Esed güçlerine ve silah depolarına atış yapıyoruz derken, ilk vuracakları yerler Müslüman mücahitlerin kampları olacaktır, Allah fırsat vermesin.

Hani örnek vermiştim, mesela Çanakkale savaşının sonucu zafer diye yutturulur. Hâlbuki Müslümanlar ve İslam zaviyesinde Çanakkale bir hezimettir. Çanakkale’de, farklı rivayetler var ama, 250-300 bin civarında lise ve üniversite öğrencisi ve mezunu Müslüman nesil, o zaman o okullarda hep Müslüman kimlikli insanlar okuyor ve yetişiyordu, bu Müslüman gençler İttihat ve Terakkici, batının devşirdiği, kendi seküler değerlerinin savunucusu kıldığı komutanların komutasında, “Size ölmeyi emrediyorum” diyenler tarafından ölüme yönlendirildiler. Kimin komutasında? Alman General Won Sanders’in komutasında. Ve o Müslüman nesil, ileride ülkeyi yönetecek nitelikteki kadro orada bitirildi. Savaşta imkânları olmayan insanlar daha güçlü silahları olan düşman ordusunun üzerine süngüyle gönderilerek bu kadar adam öldürtülür mü? Geri çekilmek de bir taktiktir savaşta, baktın ki kitlesel kıyım olacak, bunu görürsün ve korursun insanlarını. Böyle gözü dönmüşçesine öldürtülür mü insanlar? Bu basiret ve ferasetten yoksun alt kademelerin yanlış kararı, belki de kâfir generallerin kasıtlı emriyle bu büyük kıyım yaptırılmış olabilir. Sonuçta Müslüman kadrolar bitirildi orada. Ondan sonra İttihat ve Terakki artığı Kemalist batıcı kadrolara ve sabetayistlere kaldı Türkiye’deki yeni devletin ve yeni rejimin kurulması.

Tahkikat : Suriye'de aynen böyle Müslümanlar Esed'e kırdırılmak isteniyor ve sonunda kalanları da kendileri yok etmek isteyecekler ve Müslüman kadroların yok edildiği ya da zayıf düşürüldüğü bir vasat mı hazırlanmak isteniyor diyorsunuz?

Pamak : Suriye'yi de Müslümansızlaştırmaya çalışıyorlar, Allah fırsat vermesin ve kardeşlerimizi korusun. Böylece nitelikli direnen Müslüman kadroların yok edildiği ya da zayıf düşürüldüğü bir ortamda kendi yandaşlarını destekleyerek, tıpkı Türkiye'de 1920'li yıllarda olduğu gibi, Batı seküler değerleri istikametinde, başta İsrail'in güvenliği olmak üzere batı çıkarlarını koruyan bir rejim kurdurmak isteyeceklerdir. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, dışarıdan gelen silahlı grupların baskısıyla orada İslam devleti kurulamaz. Hiçbir yerde kurulamaz. Kendin bile silahla içerden silahla bir yere hâkim olup İslam devleti kuramazsın. Allah’ın yasasına da aykırı, toplumun gerçekliğine de aykırı. Çünkü İslam devletinin, Kur'an hükümlerine dayalı yönetimin alt yapısı olması, toplumsal talep ve tabanının olması, yani toplumun böyle bir yönetimi hak etmesi gerekir. Silahlı mücadeleyle, eğer gücün yetiyorsa, belki zalimi defedersin, despot sistemin silahlı gücünü tasfiye eder ve ortamı temizlersin, ama ondan sonra “Kur'an'la büyük cihad”a yönelecek ve İslami toplumu inşa çabasında yoğunlaşacaksın. Yeni kurulacak siyasi vasatta iktidarı kim alırsa alsın. Çünkü toplum İslami yönetime müsait değil de, liberal demokratik bir yönetime layıksa, eklektik karışık bir anlayışı ikame edip liberaller, solcular vb. ile Tunus’ta olduğu gibi bir yönetim kurup da İslam’ın yozlaşmasına yol açmaktansa, bırak onlar yönetsin. Sen onların yolsuzluklarını, haksızlıklarını ve adaletsizliklerini ifşa ederek vahyin şahidliğini yap, İslam’ı tebliğ et. Toplumu uyandır, toplumsal bir inkılapla gel, zaten İslam da ancak böyle bir toplumsal değişimle gelir.

Suriye’deki gidişatı üzüntüyle, yüreğimiz yanarak izliyoruz. Yanlış bir içtihat da yapmış olsalar, neticede Müslüman kardeşlerimiz, on yıllardır zulmeden, katliamlar yapan despot bir rejime isyan etmek gibi haklı bir sebebe sahiptiler. On yıllardır zalim bir rejimin baskısı altında, on binlercesi kayıp, on binlercesi zindanlarda ve milyonlarcası da muhacirdi. Bu kardeşlerimiz haklı bir sebebe sahiptiler, ama kendilerini korumak ve desteklemek anlamında Türkiye’nin vaadine güvenmeyeceklerdi. Çünkü silahsız, güçsüz, örgütsüz bir konumdayken biraz daha sabredip hazırlık yapacaklardı. Zira silahı üretenler emperyalist devletler, silah yardımı yapacak Müslüman bir devlet, otorite ya da Müslüman halkların silah fabrikası mı var? Nereden alacaksın silahı? Vermiyorlar, sana verenlere de ambargo koyuyorlar. Esed’e her türlüsü veriliyor, sana verilirken sadece hafif silahlar. O da Katar, Türkiye, Suudi Arabistan vs. gibi ülkelerden, orada mücadele devam etsin hiç olmazsa yok edilmesinler diye veriliyor, galibiyete yetecek kadar değil.

Ama ABD ne istiyor şu anda, geçenlerde New York Times’ta çıkan bir Amerikalı stratejistin değerlendirmesi, “İki taraf da kazanırsa biz kaybederiz, o halde iki taraf da kazanmamalı. Bu savaşın devamı bizim menfaatimize” diyor. Tabii ki bir süre sonra Suriye dibe vuracak, zaten yıkıldı, bir şey kalmadı. Şehirler yıkıldı, altyapısı çöktü, ekonomisi felç, insanlar katledildi. Eğer Müslümanların alternatif olmaktan çıktığı ve liberal, laik, demokrat batı yanlısı kadroların rejimi daha belirleyici olarak kurabilecekleri kanaatine varırlarsa bir günde Esed’in ipini çekerler. Daha sonra da kendi yandaşlarına sistemi kurdurmaya çalışırlar.

Tahkikat : Peki bir yanda Suriye'de katliamın devamını sağlayanlar, diğer yandan Mısır'da darbe yaptırıyorlar, Suriye'de muhalefeti destekler görünen "Suriye'nin Dostları" adı altında toplanan batılı ülkeler ve  Suud, BAE, körfez ülkeleri bile Mısır'da darbeci Sisi'nin yanında yer alıyor, büyük destek veriyorlar, neden?

Pamak : Mısır ve Suriye’nin coğrafi önemi ve İslam dünyası açısından konumları bu iki ülkede, yerli halkın despotlara karşı samimi özgün mücadelesine ilaveten küresel tarafları olan bir çatışmanın da bir vekalet savaşı biçiminde yaşanmasına yol açıyor. Emperyalist devletler bu iki ülkeyi ve tüm Ortadoğu’yu neden rahat bırakmıyor, illa kendi istedikleri yöne zorluyor ve bunca kan dökmeyi göze alıyorlar? Bu kadar alçaklığı bu kadar cüretkârca yapmalarının temel sebeplerini kısaca ifade edecek olursak İsrail’i güvence altına almak, enerji (petrol-doğalgaz) kaynaklarına ve nakil yollarına hâkimiyeti sürdürmek ve bölgede İslami uyanışı engellemek ya da istikametini saptırmak, Müslüman halkları yozlaştırmak, tevhidi hatta buluşmasını ve istikamet üzere ilerlemesini durdurmak.

 

Suriye ve Mısır her ikisi de, işgal ve terör devleti İsrail’in topraklarını işgal ettiği ve her an kendine yönelik tehditler beklediği sınır komşusu olduğu ülkeler. Bu sebeple hem İsrail, hem de onun hamileri olan ABD ve AB gibi emperyalist ülkeler açısından asla kendi haline bırakılmak istenmeyecek ülkelerdir. Mısır ve Suriye, bu emperyalistlerin İsrail’i rahatsız edecek, güvenliğinin tehlikeye girdiği algısını oluşturacak hiçbir yönetimin oluşmasından razı olmayacakları iki ülkedir. Bu sebeple bu iki ülkenin birinde işbirlikçi generalleri destekleyerek darbe yaptırıyorlar, onlara Müslüman halkı katliamla bastırıp sindirmelerini, İhvan öncüsü kardeşlerimizi de zindanlara doldurup yasaklarla kuşatarak hizmet üretemez, faaliyet yapamaz hale getirmelerini emrediyorlar. Diğerinde ise, Müslüman halkı Baas çetelerinin katliamlarla yok etmesine, ülkeyi Müslüman kadrolardan yoksun hale getirip İhvan’ın burada hükümet olmasını engelleyerek, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olması halinde ortaya çıkacak İsrail’i rahatsız edebilecek gelişmelere engel olmak, sonuçta da yandaş bir rejim kurdurup İsrail’i rahatlatmak istiyorlar. Yahut da, Esed zaliminin, Suriye Müslüman halkını soy kırıma uğratmasına, ülkeyi bir daha kolay kolay belini doğrultup İsrail için tehdit olamayacak bir yıkıma, tam bir yok oluşa sürüklemesine zemin hazırlıyorlar, susarak ya da dolaylı destek vererek bunu hedefliyorlar.

 

Yani her iki ülkede de bunca kan dökülmesi, bunca katliam, yıkım, baskı ve yasaklarla tam bir kaos oluşturulmasının, en önemli sebebi sırf İsrail’in rahatlatılması ve kendisini daha güvende hissetmesinin sağlanmasıdır. İsrail ABD için o kadar önemli ve gerekli görülmektedir ki, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “J Street” adlı Yahudi kuruluşunun konferansında “Amerika'nın İsrail'in güvenliğine olan sarsılmaz desteği sadece İsrail'e ahlaki bağlılığımız değil, karşılıklı ulusal güvenlik çıkarlarımızı temel alıyor. Eğer bir İsrail olmasaydı, çıkarlarımızın korunabildiğinden emin olmak için bir tane (İsrail) icat ederdik” diyebilmiştir.

 

Özellikle de Mısır ve Suriye’de kendisine sıkıntı çıkarmayan, tam tersine yardımcı olan, işbirlikçilik yapan despot yönetimler yerine, Müslüman halkların iradesiyle İhvan hükümetlerinin ortaya çıkacağı ve iki taraftan kuşatılacağı korkusu ve Filistin Müslüman halkının bu kardeşleri tarafından yardım göreceği endişesine kapılan terörist İsrail yönetimi iyice paniklemişti. İsrailli General Amus Gilad da, Esat’ın devrilmesini İsrail’in sonuna giden yolu açacağını söylemişti. Esat’ın varlığını İsrail’in çıkarlarına saymış aksi takdirde, Suriye’deki rejimin yıkılması ve Suriye, Ürdün ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesiyle birlikte İsrail’in sonunun geleceğini söylemiştir. İşte terör devleti tam böyle bir panik haldeyken imdadına başta Amerika ve AB olmak üzere hamileri olan emperyalist devletler ve bölgedeki işbirlikçileri despot yönetimler (Suudi Amerika, Bileşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleri) yetiştiler.

 

Üstelik bugün, üç mescidimizi işgal altında tutan işgalci terör devletleri İsrail ve “Suudi Amerika” birbirleriyle de yardımlaşıyorlar. Darbeyle Mısırı işgal edip Müslümanları katleden faşist general Amerikan köpeği Sisi’yi, Suudi Amerika ve İsrail her ikisi birlikte destekleyip ortak düşman gördükleri İhvan’a saldırtıyorlar. Körfez ülkeleri yetkililerinin İsrail’e gelip görüşmeler yaptıkları haberleri basında yer alıyor. Alçak Suudi çetesi ve Körfez emirliklerinin zalimleri, Müslüman halktan çaldıkları milyarlarca petro dolarları Mısırlı Müslümanları daha çok katletsin ve İsrail’e destek versin diye Siyonist yandaşı faşist generale aktarıyorlar. Böylece 3 mescidi işgal altında tutanlar, İslam ve Müslüman düşmanlığında birleşip, faşist Mısırlı generallere destek ekseninde dolaylı olarak da olsa yardımlaşıyorlar.

 

Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer körfez ülkelerine gelince, bunlar bir yandan İran tehlikesini önlemek ve Irak, Suriye, Lübnan üzerinden İslam coğrafyasının içine uzanan Şii eksenini kırmak ve sonuçta İran’a bu hezimeti yaşatarak kendi ülkelerindeki Şii halkın da ayaklanma riskini azaltmak, baskı altına almak için Suriye muhalefetini (tabii ki kendi çıkarlarına uyumlu muhalefet tercihiyle) destekler görünürken, aslında buradaki ihvan’ın İslami bir hükümet kurmasından da asla razı değildirler. Aynı şeyin kendi ülkelerinde tekrarlanmasından korkmaktadırlar. Suudi Arabistan’ın, ABD’ye Suriye’yi vurmadığı ve İran ile yakınlaşma siyasetine yöneldiği için tepki göstermesi, tavır alması da, tamamen İran’ın bölgedeki yayılmasını ve nüfuzunu engelleme ve kendisi için tehlike olmaktan çıkarma siyaseti dolayısıyladır. Yoksa Suriye muhalefetinin kendi ülkesinde özgür kalmasını ve halkın iradesine dayalı bir hükümet kurmasını çok istediği için asla değildir. Çünkü kendi despot rejimin devamı bakımından, bölge ülkelerinde halkların iradesiyle yönetimlerin teşkilini asla istemez, hele de ihvan’ın bu yolla hükümet olmasını ise hiç istemez.

 

Tahkikat : Suriye'de bir yandan büyük acılar var, diğer yandan da büyük bir kaos devam ediyor, muhalif gruplar arasında da bir dağınıklık, koordinasyonsuzluk ve kargaşa olduğu anlaşılıyor, nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce nereye gidiyor?

Pamak : Ulaşan haberlere göre 100 bin civarında silahlı muhalif var deniyor Suriye’de. 30 küsur bin kadarı ÖSO içerisinde batı yanlısı. 40 bin civarında İslami Cephe çatısı altında toplananlar. Bir de 10 bin civarında da İŞİD var deniyor. Tabii biz "İslami cephe" adı altında toplanmaya çalışan Müslümanlar daha belirleyici olsun istiyoruz, çünkü İŞİD gibi gruplarda maalesef ölçü kaybolmuş vaziyette. İslam’ın imajına da, Suriye'deki direnişe de zarar veren, şer’i olmayan uygulamaları da yapabilecek anlayış ve tutumları var. Görünen o ki, hatta kimi pratikler de gösteriyor ki, bunlar gerekirse Müslümanlarla da çatışabilirler, öldürebilirler. Allah onların bu yönlerini ıslah etsin ve Müslümanlara şer'i hudutlar içinde birlikte mücadele anlayışı ve kabiliyeti nasip etsin inşallah. Neticede böyle bir kaos var. Böyle bir kaostan İslami bir devlet doğmasını beklemek kadar yanlış bir şey olamaz. Dua ederiz öyle olsun, dua ederiz ki biz bütün bunlarda yanılalım. Ama İslam bu yolla gelmez, gelmediğinde de hayal kırıklığına uğramayalım.

Ama Müslümanca bunları görmemiz gerekiyor. Bir taraftan Müslüman kardeşlerimize yardımcı olalım ve onları şer'i ölçü, ilke ve hudutlara dikkat etmeye çağıralım. Bir taraftan da yardım kampanyalarıyla yanlarında yer alalım, bu bizim sorumluluğumuz. Neticede onlar Müslüman'dır ve katliama muhataptırlar. Yani evsizdirler, açtırlar, ilaçsızdırlar, silahsızdırlar. Onlara bunları ulaştıracak tüm imkânlarımızı seferber edelim, başta dualarımız olmak üzere. Ama bir taraftan da biz müminler olarak gelecek tasavvuru geliştirirken bu ibretlerden de istifade ederek bakış açılarımızı sahih bir zemine oturtmaya çalışalım. Aynı yanlışları başka zaman ve zeminlerde tekrar eder duruma düşmeyelim diye bunları söylüyorum.

Ama ben inşallah Esed rejimi yıkıldıktan sonra bile İslami hükümet kurmaya çalışmak yerine, tabi o toplumu onlar daha iyi bilir, toplum İslami sisteme müsait değilse, silahlı baskıyla zorlamamalıdırlar. Toplum onlara layık olduğu için batı yanlısı gruplar hükümeti kursa bile, Müslümanlar yeni dönemin getirdiği görece özgürlük ve hakları da kullanarak tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını kuşanarak toplumu vahiyle inşaya yoğunlaşmalı, Kur'ani inkılaba zemin hazırlamaya yönelmelidirler. Zira ben Mısır için de öyle diyordum. Nitekim buradaki kardeşlerimiz önce güzel bir açıklama yapmışlardı "biz Cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacağız" demişlerdi, keşke öyle yapsalardı.  Muhtemelen onları da diğer ülkelerdeki ihvan önderleri ve daha çok da Tayyip Erdoğan ikna etmiş, öyle duydum. "Şimdi girmeyecekseniz ne zaman gireceksiniz" demiş, adamların başına açtığı işe bakın.

Tahkikat : Peki ne yapmalıydılar?

Pamak : Neticede seçimle hükümet olma yarışı dışında, sivil toplum içinde kalsalardı ve toplumu vahiyle inşa ve İslami iman, amel, ahlak ve muhalefet bilincini yükseltme, yaygınlaştırma çabası içinde olsalardı diyorum. Biliyorsunuz ki, milyonlarca insan Kahire’de mezarlıklarda, mezar evlerde yaşıyor. Ve çok yüksek bir işsizlik oranı var. Özellikle okumuş tahsilli gençlikte de yüksek bir işsizlik oranı var. Ekonomi generallerin elinde, yoksulluk ve yolsuzluk zirvede. Dolayısıyla onlar yani liberaller, solcular, batı yanlıları hükümet olduklarında da bir sürü sıkıntı devam edecek. Zaten onların biriktirdiği pisliği, onların kurumlarının kuşatması altındaki Müslümanların çözmesi mümkün değil. Bakın 1 yıllık kuşatma altındaki hükümetinde Mursi için “geldi ve başarılı olamadı” diyorlar. Böyle bir bataklıkta ve böyle bir enkaz ve kuşatma altında bırakın bir yılı beş yıl da kalsa başarılı olamazdı. Çünkü ekonominin %60’ı generallerin konrolünde, holding patronları doğrudan doğruya muvazzaf generaller. Türkiye’deki OYAK’ın daha gelişmiş, daha kuşatıcı şeklini düşünün. %20-30’u ise, küresel sermayeyle işbirliği yapan TÜSİAD benzeri iş adamlarının kontrolünde. Medya ellerinde, asker ellerinde, polis ellerinde, bir de istihbarat örgütleri ve baltacılar var.

Şimdi böyle bir ortamda Müslümanların hükümet olmaya çalışmasından ziyade sivil toplum alanında kalıp toplumsal inşayı, Mekke-Medine sürecindeki yoldaki işaretler istikametinde inşayı sürdürmesi gerekirdi. Liberal sol kesimin iktidarında ABD ve Avrupa’nın yapacağı yardımlara rağmen, başarılı olmaları, o toplumu rahatlatmaları, işsizliği önlemeleri, mezar evlerde yaşayanlara bir çözüm üretmeleri mümkün değildi. Çünkü Batılılar bir taraftan kaşıkla yardımı yaparken, diğer yandan kepçeyle geri alırlar, ayrıca bu seküler kafa adaletsizlik, sömürü ve yolsuzluk üretmeye yatkındır, dolayısıyla bu batıcı hükümetin Mısır'ın birikmiş sorunlarını çözmesi, adaleti tesis etmesi, toplumun refahını yükseltmesi mümkün değildi, nitekim bugün Kahire’deki çöpleri bile kaldırmakta zorlanılıyorlarmış. Böylesine bir pozisyonda onlar hükümet olsaydı ve ey Müslüman kardeşim sen de bu mustazaf kesimlere ulaşıp tevhidi bir davet ve inşa sürecini işletseydin, toplumsal dönüşüm ve muhalefet bilincini onlara karşı ayaklandırıp inkılapla gelseydin, o zaman ilk yapacağın iş orduyu dağıtmak, yargıyı dağıtmak ve ekonomiyi yeniden düzenlemek olacaktı. Mesela İran’da, Şii mezhebinden kaynaklı sorunları bir kenara bırakarak değerlendirelim, halkın yaşadığı inkılap sonunda önce rejimin ordusu dağıldı ve yeni rejimin ordusu kuruldu. Yargı sil baştan formatlandı. Bürokrasi, yeniden kuruldu. Ekonomi yeniden ve yeni ölçülerle dizayn edildi. “Mustazaflar Kurumu” kurulup, kamulaştırılan lüks otellerin gelirlerini mustazaf halka dağıttılar. Her şeyi değiştirdiler, inkılapla gelince böyle olur. Karşında bütün dünya birleşiyor, bakın Saddam’ı saldırttılar, sekiz yıl sürdü o savaş ve milyonlarca insan öldü o savaşta. Buna rağmen toplum arkasında durdu rejimin, inkılapla geldiğin zaman durum budur. İnkılabın niteliği tevhidi istikameti tam yakalayamadığı için zamanla bocaladı ve ulus devlete doğru evirildi, yeni zulümlere bulaştı. Ama bu sonuç, onların ele geçen inkılap vasatını hakkıyla değerlendirememekten kaynaklanan sonraki hataları.

Netice itibariyle şunu söylemeye çalışıyorum, toplumsal dönüşümle geldiğin zaman durum değişiyor. Bir de Allah’ın yardımını hak eden bir İslam algısı, tevhidi nitelik ve birikimi, Allah yolunda ve sahih yolda fedakârca mücadele edip bedeller ödediğin ve bunun sonucunda geldiğin zaman, seküler aklın alamayacağı müthiş bir güç, potansiyel, bir enerji birikimi oluşuyor.  Allah'ın sahip çıkıp desteklediği bu değişimin sonucunda gelen İslami sistemi ve iktidarı, hiçbir gücün engellemesi de, bilahare geriye döndürmesi mümkün değildir. Ama Mısır’da mümkün, zira kurumların hepsi onların emrinde, sen sadece hükümete geliyorsun. Onu bile tam anlamıyla yapamıyorsun, ne ekonomiye, ne bürokrasiye, ne orduya yön verebiliyorsun. Mesela İslam şeriatının yasamanın kaynağı olması maddesini, daha önceki Firavun anayasasında da yer aldığı için sen de anayasana koyabiliyorsun ama yasaların bu anayasaya ve şeriata uygunluğunu denetleyecek olan Anayasa Mahkemesi başkanlığına bile bir Hıristiyan yargıcı tayin etmekten başka çare bulamıyorsun. O zaman İslam şeriatını yasamanın kaynağı olarak anayasaya koymanın ne anlamı kaldı? O anayasayı denetleyecek kurumun başı Hıristiyan, o kurumdakilerin hepsi de Firavun’un yetiştirdiği adamlar! Olacak iş değil.

Tahkikat : Anlattıklarınızdan şunu çıkartıyoruz, aslında İslam coğrafyasında tağutlar devrilmedi “Arap Baharı” sürecinde, doğru mu?

Pamak : Tabi, tepedeki temsili şahsiyetler gitti, ama kurumsal tağut durdu, tağuti sistem durdu. Onlar da zaten onun için önünü açtılar. Yani ABD, Firavun’un ipini çekerken, Bin Ali’ye git derken, onlara sifonu çekmek diyorum ben, nasıl olsa kurumlar emrimizde diye baktılar. Onun için rahatlar, çok kolay kazanıldı Tunus’ta, Mısır’da devrimler, sokağa çıktın aldın, öyle kolay mı? Onun için bıraktılar, nasıl olsa istediğimiz gibi yönlendiririz dediler.

Tahkikat : Özellikle Mısır’da halka askeri beklettiler, bir süre halk hükümeti devirmek için gösteriler yaptı. Devirmek istiyor mevcut düzeni, ancak en sonunda orduyu bekler hale geldiler. Sonra ordu kurtarıcı olarak gelince tekrar eski düzene dönülmek üzere herkes evine döndü. Gerçek bir devrim değildi bu, değil mi?

Pamak : Tabi, askeri sempatik hale getirdiler ve Firavun’dan iktidarı ordu devraldı. Firavun’un bütün zulmünü yapan da o orduydu. Yani Firavun tek başına fert olarak ne yapabilirdi ki? Onun zulmünü icra eden mekanizma devraldı Firavun’dan görevi, sen git dediler, onu şurada burada ağırladılar ve sistemi sürdürdüler. Bakın çok önemli buluyorum, neredeyse seçimi bile alacaklardı. Çok az bir farkla ihvan kazandı. Düşünün hem de adayları kim? Firavun’un son başbakanı! Adam bu kadar oy alabildi orada. Yani İslami toplumsal dönüşüme ulaşmak için daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu ortaya koyan bir manzara bu.

Tahkikat : Tunus, Mısır, Libya, Suriye; her tarafta ayaklanmalar sürecinde var olan umutlar birden yok oldu ve acı bedeller ödenen geri dönüşler meydana geldi, neden?

Pamak : Müslümanların bir çok riskleri göze alarak despotlara karşı ayaklanmaları haklı bir mücadele. On yıllardır süren büyük zulümlerin biriktirdiği öfkenin Tunus'taki bir kıvılcımla aniden patlaması, hazırlıksız bir dönemde erken doğuma sebep oldu. İşte bu ayaklanmalar sürecinde meydanları dolduran farklı kesimlerin despotları devirmek dışında, ne hedef birliği, ne aynı hedefe yönelik birlikte mücadelesi, ne de yeterli örgütlülüğü, bütün kesimleri bağlayıcı siyasi önderliği ve istişari karar mekanizması vardı. Hâlbuki küresel emperyalist güçlerin, yüz yıla yakın zamandır bölge üzerinde devam ede gelen hegemonyalarının sonucu olarak, bölgedeki ordular, istihbarat örgütleri, polis güçleri, yargı bürokrasisi, iş dünyası, ekonomik düzeni ve medyası üzerinde oldukça etkili bir hâkimiyeti söz konusuydu. Üstelik söz konusu bölge ülkelerindeki sesi çıkan aydın ve yazarların önemli bir kısmı doğulu ve batılı emperyalistlerce devşirilmiş olup, bunlara ilaveten doğrudan kendi askerlerini barındıran bölgeye yayılmış üsleri, kendi istihbarat kuruluşları ve teknolojik imkânları da dikkate alındığında bölgeyi istedikleri istikamette yönlendirmeleri, olmadığında darbeler, katliamlar yapmaları çok da zor değildir. Yani bu tür bir yönlendirme, kuşatma, darbe ve zulüm için “kâdiri mutlak” olmaları gerekmemekte, var olan ve yukarıda zikrettiğimiz imkânları bu iş için fazlasıyla yeterlidir.

 

Tunus'taki ani patlama karşısında önce bir an şaşıran, sonra ise süratle toparlanıp yönlendirmeye çalışan batılı emperyalist devletler (ABD ve AB), “Nasılsa generaller laik, seküler batı zihniyetini temsil ediyorlar, eğer İslami kadrolar hükümet olurlarsa, işbirlikçi orduları ve kendi ekonomik gücümüzü, uluslararası sermaye kuruluşlarını kullanarak onları terbiye eder yönlendiririz diye düşündüler. İlk ayaklanma sürecinde Tunus ve Mısır’da ordu, polis, yargı ve istihbarat kurumlarına egemen olan, onlarla uzun yıllardır işbirliği halinde olan bu emperyalist güçler, silahlı ve sivil bürokratların kontrolünde ayaklanan halkın önünü açarak artık miadı dolmuş diktatörlerin ipini bizzat kendileri çekmişler, onları feda ederek denetimleri altındaki ordularla batıcı sistemi kurtarmışlardı. Yani despot tağuti liderleri devirmekle devrim yaptığını zanneden halk rahatlatılırken, yönetim bir nevi darbe sonucu asker ve yargı bürokratlarına devredilerek tağuti sistem ayakta tutulmuştu. Aslında tağuti sistem de bu kurumlar demekti. Firavunu ayakta tutan da, yıllarca baskıcı, işkenceci, sömürücü, zalim sistemi koruyup sürdüren de bunlardı. İşte tağuti sistemi ayakta tutan bu kurumlar, kimilerince devrim zannedilen Firavun Hüsnü’nün istifasını müteakip yine ülkeye egemendiler. Halk ayaklanması sonrasında Mısır ve Tunus'ta tağuti sistem içi seçimlerle sonucu görmek istemişlerdir. Bu süreçte de Suud gibi yandaş diktatörlükleri de kullanıp destekleyerek Yemen ve Bahreyn'de ayaklanan halkların inisiyatifleri kolayca işe yaramaz hale getirilmiştir. Suriye’de ise, zalim despot Esed rejimin katliamlarına doğrudan ve dolaylı destekler verilerek orada da Müslümanların hükümet olmaları engellenmek istenmiştir. Yani ardı ardına kendiliğinden doğal bir seyirle ve sadece halkın inisiyatifiyle yıkıldığı zannedilen domino taşları, emperyalistlerin müdahalesiyle, Mısır ve Tunus sonuçlarının nereye evrileceği belli olana ve Batı çıkarları çizgisinde kalması kesinleşene kadar durduruluvermişti.

 

Ancak Mısır’da İHVAN’ın, Tunus’da NAHDA’nın seçimleri kazanması hayal kırıklığı yaratmış, belli bir süre yönlendirmeye çalışsalar da, sonucu olumlu görmeyince emirlerindeki ordu, polis, istihbarat ve yargı bürokrasisini, orduyla da iç içe olan işbirlikçi sermaye ve medya imkânlarını kullanarak karşı devrimleri kolayca organize edip gündeme sokmuşlar ve domino taşları süratle tersine devrilme eğilimine girivermiştir. Sonuçta Müslüman halklar, tam kurtulduk derken, kendilerini yeni bir zulmün kuşatması altında buluvermişlerdir.

 

Tahkikat : Ayaklanan Müslüman halkların nitelik ve kapasite yeterliliği, örgütlülüğü, gücü ve istikameti konularında zaaflı olmalarının bunda etkisi var mı?

Pamak : Hani SUK’un yönetimindeki İhvan temsilcisi bir kardeşimiz gelmişti vakıfta, bir konuşma yapmıştık. Ben böyle konuşunca çok etkilenmişti, samimi bir genç kardeşimiz. Daha önce bir bildiri yayınlamışlardı “demokratik bir devlet kuracağız” diye. “Ne oluyor, ne yapıyorsunuz siz, nasıl imza atıyorsunuz bunların altına?” demiştim. “Yanlış yapıyoruz dimi abi, içime sinmedi ama ne yapalım?” dedi. Böyle bir ortamda nasıl İslami devlet umutları beslenir? Sonra niye böyle bir silahlı mücadeleye girişildi? Bakın Mısır'daki İhvan silaha başvursun diye ne kadar zorladılar, hala zorluyorlar. İşlerine gelecek çünkü. O zaman istedikleri gibi İhvan’ın öncülerini bitirecekler, katledecekler, tam bir kıyım yapacaklar. Belki elli yıl kazandıracaklar İsrail’e. Kardeşlerimiz şiddete başvurmadan direndiler, darbecilerin işleri daha zorlaştı. Allah Rasulü’nün (S) en yakınları şehit ediliyordu, “dayanın, size cennet vaad edildi” demekten başka bir şey yapmıyordu. Suriye’de bu yapılsaydı, inanın bu kadar Müslüman katledilmeyebilirdi, üstelik bu kadar Müslüman'ı öldürecek kadar cüretkâr davranamazlardı. Şimdi iç savaş var diyor, bombalıyor her tarafı, yakıyor, yıkıyor, katlediyor. Onun için aynı şeyi İhvan’dan istediler, hele bir silaha başvursun diye beklediler. 28 Şubat sürecinde ve öncesinde Türkiye'de dahi bazı kardeşlerimizi dahi gözaltına aldıklarında şunu derlerdi: “Adam mısınız siz? Erkek isteriz karşımızda. Bakın PKK’lılar nasıl dağda karşımıza çıkıyorlar? Hadi bakalım yiğitseniz siz de silahla çıkın karşımıza”. Sen de silaha sarıl da seni de kolayca öldüreyim, temizleyeyim diyor yani. Böyle bir mantık, eli daha da rahatlayacak. Hatta kardeşlerimiz başörtüsü eylemi yapıyorlar 28 Şubat sürecinde Beyazıt’ta, bir gün bir kardeşimiz dedi ki “Abi polis geldi bir cop vurdu, ben de gözüne bir geçirdim yumruğu, yıktım yere” dedi. “Halt etmişsin” dedim. “O anda o hırsla sen onu yaptın ama aslında sen onu rahatlattın” dedim. O sana vurdukça copu “Allahu Ekber” diyecektin. Adam bir parça fıtratı temizse gece kıvranacaktı, gece uyuyamayacaktı. “Ya ben ne yaptım? Adam sadece 'Allahu Ekber' diyordu, niye vurdum?” diyecekti. Çok rahat uyudu bu akşam, “iyi yaptım, kafalarına copu indirdim” diyordur. Şiddete başvurmayan ve sadece hakkı haykırmakla yetinen pasif direniş, hem zalimlerin içindeki fıtratı bir miktar da olsa temiz kalmış olanları uyandırır, vicdanını harekete geçirir, hem de bu zulüm, adaletsizliği gören, izleyen kitlelerde, kamuoyunda tepkileri harekete geçirir ve zalimlerin daha fazla sonuç almalarını engeller.

O yüzden Müslümanların Mekke döneminde tercih ettikleri yöntem, işkence ve şehadetlere rağmen sivil itaatsizlikle mazlumiyeti topluma göstermek, zalimleri ifşa etmek ve hakkı haykırmakta ısrar etmektir. İşte esas olan budur ve her şeye rağmen Hakkı haykıran bir tutum sergilemektir. İşte bu dönemin cihadına Allah “Kur’an’la büyük cihad” diyor. “Kâfirlerle Kur’anla büyük cihad ver” diyor. Mekke dönemi Kur’an’la büyük cihad dönemidir. İnşallah Rabbim ona göre davranmayı nasip eder.

Tahkikat : Peki neden Müslümanlar, yaklaşık son 30-40 yıldır, silahlı darbe ya da demokratik seçimle tam ülkelerinde hükümet olur gibi bir umuda kapılmışken, hatta darbe ya da seçimle hükümet olunan yerlerde ülkedeki halkların çoğunluğunun da desteğini almışlarken bir  türlü sonuca, zafere ve İslami hükümete ulaşamıyorlar?

 

Pamak : "Müslümanlar, on yıllardır hak-batıl karışımına yol açan demokratikleşme eğilimleriyle, defalarca aynı delikten ısırılmaya devam etmektedirler. Yaşanan acı tecrübeleri iyi değerlendirip dersler çıkartmalı ve bu basiretsizlikten artık kurtulmalıdırlar. İslami bir toplumsal değişim yaşanmadan, toplum İslami adalet sistemiyle yönetilmeye müstahak hale gelmeden, yeterli hazırlık ve birikim yapılmadan, farklı düşünce ve inançlardaki halk kesimlerinin despotizme karşı ayaklanmasıyla ya da silahlı darbeyle ele geçirilen fırsatlarla İslami hükümet çıkarmak için acele etmemeliyiz. Bilmeliyiz ki İslami adalet sistemine silahlı darbeyle de, sistem içi demokratik yöntemle de ulaşılamaz. Sudan ve Pakistan'da darbeyle, Cezayir, Filistin, Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ise demokratik seçimle iktidar olma çabaları, hem de hepsinde hükümet kurma imkânı ele geçirildiği halde bu iki yöntemin hüsranla sonuçlanan ibret verici örnekleri olarak önümüzde durmaktadır. Ne silahlı, zora ve silaha dayalı yöntemle, ne de sistem içi demokratik yöntemle bir topluma İslami adalet sisteminin gelmesi mümkün olabilir. Bütün bu faşist ve liberal yollar denendi. Sonucun alınamadığı vakıa olarak da anlaşıldı. Artık bu yollarda oyalanmanın ve bunca bedeli boş yere ödemenin hiçbir anlamının olmadığı anlaşılmalıdır. Artık Müslümanlar Allah'ın yardımını da hak edecek olan Rabbani, Nebevi metod üzerine yoğunlaşıp, Mekke-Medine sürecinde ilk neslin ortaya koyduğu güzel örnekliği ve bıraktıkları yoldaki işaretleri takip etmelidirler.

 

Bir de şunun unutulmaması gerekiyor, Mısır ve Tunus'ta biraz önce bahsettiğim tağuti kurumların kuşatması altında sistem içi hükümet arayışı, yani vahiyle yönlendirilen Peygamberi yöntemle bağdaşmayan ve batıl kavramları da farklı tanımlayıp kullanarak yapılan sistem içi siyaset Allah’ın yardımını hak etmiyor. Allah’ın yardımı gelmeyince de galibiyet olmuyor, tağuti kuşatma ve zillet devam ediyor. Müslümanların Allah’ın yardımını hak edecek bir pozisyonda yer alabilmesi için Allah’ın razı olacağı bir yöntemle hareket etmeleri gerekir. Çünkü Rabbimiz, Muhammed suresi 7. ayette "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz, sabit kılar" buyurmaktadır. Müslümanlar öncelikle Allah'ın dininin, Kur'an'ın hizmetkârları, yardımcıları olmalıdırlar ki Allah yardımını hak etsinler.

Aynı şekilde Maide suresi 55. ayette de "Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri veli (dost) edinirse (bilsin ki) üstün (galip) gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır (Hizbullah olanlardır)" buyurmaktadır. O halde galibiyete taşıyacak olan Allah'ın yardımına müstahak olmak için yalnız Allah'ı, Resulünü ve mü'minleri veli (dost) edinmek, Allah ve Resulünden vahiy ve sünnet olarak bize gelen kaynağa sadakat göstermek, Peygamber önderliğinde ve örnekliğinde ortaya konan ilk neslin mücadele sünnetine uyan bir mücadele içinde olmak ve böylece Hizbullah (Allah taraftarı) vasfı kazanmak gerekmektedir. Böyle bir nitelik kazanıldığında ise, Rabbimiz Al-i İmran suresi 160. ayette "Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur" buyurmaktadır. Şuara 227. ayette de, "Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme karşı yardımlaşıp mücadele edenler/kendilerini savunanlar (veya öçlerini/haklarını alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir" buyurmaktadır. Demek ki, iman edip, salih amel işleyen ve Kur'an'ı çokça zikretme, hayatın bütün alanlarına Allah'ın zikrini/hükmünü hâkim kılma çabası ve zalimlere karşı yardımlaşarak haklarını savunma mücadelesi içinde olanlara ve böylece de Allah'ın yardımını hak edenlere ilahi yardım yetiştiğinde "o zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir". O halde bugün Müslüman halkların, cemaatlerin ve hatta İslami hareketlerin, vahiyle toplumu inşa sürecine yoğunlaşıp Kur'ani bir inkılaba vesile olmak hedefli uzun soluklu Nebevi yöntemler yerine, daha kısa yoldan iktidara ulaşmak amacıyla sistem içi hükümet arayışlarına yoğunlaşmaları ve bu yolda bir çok tavizler vermeleri sebebiyle Allah'ın yardımı celp edilemiyor ve hiçbir yerde zafer, galibiyet ve İslami hükümet ortaya çıkmıyor.

Tahkikat : Suriye özellikle, Arap coğrafyasında gelişen olaylar neticesinde, simültane olarak, anlık olarak gelişen olaylarla bu hale geldi. İslami bir devrim olarak başlamadı, tasarlanmadı. İlk altı ayda sadece gösteriler şeklinde gelişti. Hatta “Günlük 20’den fazla adam öldürmeyin” talimatı verildiğini hatırlıyoruz. “Gösterilere katılanlardan 20’den fazla öldürülmesin”. Muhakkak İslami bir devrim tek başına gösteriyle olmaz.

Pamak : Hayır, İslami devrim gene olmaz. Amaç İslami devrim değil gene burada. İslami devrim böyle olmaz. Bu tür halk ayaklanmalarında amaç zalimi ortadan kaldırıp, görece özgürlük ortamı yakalayıp İslami devrimin zeminini hazırlamak, İslami devrim ancak ondan sonraki sürecin getireceği görece özgürlük ortamını da değerlendirerek yapılacak Kur'ani inşa ve inkılap sonucu toplumsal dönüşümle gelir. Mısır’daki İhvan için onu dedik, yaşanan yalancı, aldatıcı devrimdi, "fecr-i kâzib'ti. Fecr-i sadık bundan sonraki tevhidi dönüşüm hedefli İslami mücadelenizle inşallah oluşacak dedik. Öteki türlü olmaz ki zaten. Yani şöyle olur: toplum inşa olur, belirli bir din algısıyla inşa olur toplum. Mesela Şiilerde Müçtehid imamlara bağlı olmak farz biliyorsunuz, yaşayan bir müçtehide bağlı olacaklar. Öyle bir şekilde örgütlendiler. Ve humus dedikleri bir şey var, kazançlarından beşte bir vermek zorundalar. Hem maddi anlamda, hem de insan bazında bir yere bağlılık anlamında, böyle bir örgütlülüğü düşünün, böyle bir güç oluştu. Şii anlayışı içinde de olsa Kur'an ile toplumsal bir değişim ve dönüşüm yaşandı. Ve o insanlar kendi mezhebi algılarıyla sınırlı çerçevelerinde de olsa gerçekten de samimi olarak hak bildiklerine teslim oldular, değiştiler. Seyyid Kutup’ların ve İhvan’ın oraya da düşünsel planda katkıları oldu. Afgani’lerden gelen bir damar da vardı, Mutahhari’lerde, Şeriati’de, hepsinde vardı. Temel İslami kavramların da çok ciddi gündemleştiği bir süreçti o. Görece olarak iyiydi, İslami olarak, onlardan iyisi yoktu ümmet içinde. O yüzden Allah nasip etti.

Bakın, Şah sokağa çıkma yasağı koyuyor, Humeyni diyor ki “her akşam çıkın balkonlara ve Allahu Ekber diye bağırın”. Tahran inliyor Allahu Ekber sesleriyle, müthiş bir şey. Adamlar deliye dönüyorlar. Ondan sonra meydanlara çıkıyorlar, ordu kesiyor önlerini. Her birinin ellerinde gül demetleri olan on binlerce kişi. Ordu birlikleri önlerini kesip ağır silahlarla tarıyorlar, birinci sıra düşüyor yere. Gül atmaya devam ediyorlar arkadaki sırada yer alanlar. İkinci sırayı tarıyorlar, yine geridekiler gül atmaya devam ediyorlar. Ordu şok oluyor ve dağılıyor. Paramparça oluyor ve kaçıyor. Bu duruşun karşısında kim durabilir? Dünya kamuoyunda da büyük tepkiler meydana geliyor, silahsız insanların sivil direnişine yönelik katliam sebebiyle. Ama eğer onlar da silahla karşılık vermiş olsalardı, inanın Şah'ın ABD destekli ordusu çok daha büyük ve kitlesel katliamlar gerçekleştirirdi ve bütün dünya seyrederdi. Ondan sonra Şah ülkeden kaçıyor ve Humeyni gelip ülke yönetimine el koyuyor. Demek istediğim şudur, toplumsal inşayı yaparsın. Bundan sonra sistemin el değiştirmesi, yani sistemin yıkılıp yerine yenisinin kurulacağı o aşamanın nasıl sağlanacağını bugünden bilemeyiz. Bazen böyle bırakır kaçarlar elinize düşer, bazen de artık sizin de gücünüz vardır, topluma hâkimsinizdir, biraz üzerlerine gitmeniz gerekebilir, o zaman da gücünüzü kullanırsınız. Ama normalde İslami mücadele yönteminde silah yoktur, esas olan toplumsal değişimdir. O olursa, yani değişim, ondan sonra belki ihtiyaç hâsıl olursa, saldırıya uğrarsanız son zamanda ve gücünüz de varsa, cevap verirsiniz. Ama ona bile gerek kalmaz, işte böyle kucağınıza düşer. Çünkü olgunlaşmıştır, Allah’ın yardımı da gelir ve mesele biter.

Tahkikat : Hala daha Amerikan helikopterinin ters dönmesini izah edemiyorlar mesela.

Pamak : Bir çok şeyler olur, muhteşem gelişmeler olur, bilemezsiniz. Onu algılayamaz insan. Bedir’de bir avuç insan, karşı tarafa göre. Ama Allah “Meleklerimi gönderdim” diyor. Dolayısıyla vaat edilen ilahi yardıma layık olalım yeter ki. Anlaşılan o ki, hem Suriye’deki, hem Filistin’deki, hem Mısır’daki Müslümanlar bu konuda henüz yeterli bir ilahi yardımı alamıyorlar. Yani İslami bir sistemin ortaya çıkmasını sağlayacak kadar gerekli dönüşümü yaşamış ve düşmanı yok edecek ilahi yardımı çekebilecek konuma gelebilmiş değiller ki sıkıntılar devam ediyor. Bu durum bütün İslam coğrafyası için ve tabii ki bizler için de geçerli, hiçbirimiz vahye, Resulün örnekliğine uygun bir muhteva, nitelik ve istikamet yakalayabilmiş değiliz. Vaat edilen ilahi yardımı hak edecek bir teslimiyet ve adanmışlıkla Allah yolunda hak ile batılı karıştırmadan tavizsiz, uzlaşmasız ve ilkeli bir mücadeleyi istikrarlı ve sürekli kılabilmiş değiliz.  Bu nitelikleri taşıyan bir mücadeleyi sürdürürken Allah yolunda ödenen bedellerin ağırlığıyla "meta nasrullah" (Allah'ın yardımı ne zaman) diyecek kadar bunalmış bir noktaya gelebilmiş değiliz. Gazze’dekiler kendi çaplarında bu noktayı yakaladıklarından dolayı, kendileri direnecek kadar, karşı tarafı durduracak kadar Allah’ın yardımını hak ediyorlar. Onun için de dünyanın en güçlü silahlarına sahip katil bir orduyu ABD, Batı desteği de olduğu halde, bir avuç mücahidin güçsüz silahlarıyla püskürtebildiler. Ama onlar da Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı kurtaracak kadar değil. Çünkü Mescid-i Aksa ümmetin onuruyla özdeş. Ümmet bu kadar zillet içerisindeyken Mescid-i Aksa kurtulmaz. Mescid-i Haram da kurtulmaz. Bunun için ümmetin topyekûn ilahi yarımı hak edecek bir nitelik kazanması gerekir. Ama ümmet yeniden oluşur, vahiyle inşa olursa, yeniden Allah’ın yardımını celbederse, o izzetli günlerine kavuşursa, o zaman mescitler de işgalden kurtulur, ümmet de bu zilletten kurtulur. Onun için hepimizin tek tek ve gruplar olarak, Allah için, bu eksende yoğunlaşmamız lazım. Kendimizi bu hedefe kilitlememiz lazım adeta. Bu hedefe hizmet için gece gündüz çalışmamız lazım. Biz başaramayabiliriz, bizden sonraki nesillere birkaç basamak daha ilerletip bırakmak da önemlidir.

Bunun için hepimiz sorumluluğumuzun gereğini hakkıyla yerine getirmeliyiz ve ümmeti vahiyle yeniden inşa ederek ilahi yardımı hak edecek tevhidi uyanışı ve Allah yolunda adanmış ilkeli İslami mücadeleyi ikame etmeliyiz. Biz bize düşeni yapalım ve Rabbimize sunacağımız mazeretlerimizi çoğaltarak, salih amellerimizi çoğaltarak gidelim. Rabbimiz Haşr 18. ayette “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve her nefis yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır” demiyor mu? O halde yarına ne biriktiriyorsunuz Allah biliyor. Ona iyi bakın, ne biriktirdiniz ona bakın, dünyadayken sorgulayın biriktirdiklerinizi, halinizi gözden geçirin ve tedbirinizi alın, denmiş oluyor. İşte bu biriktirmeyi, hani Rabbimiz Tekasür suresinde “kabre girene kadar biriktirme tutkusu sizi kuşattı” diyor ya. İnsanoğlu, Müslümanların bile çoğu bu şekilde, kapitalist üretim ve tüketim kültürü azgınlığı içinde daha çok kazanayım, daha çok tüketeyim hırsı içinde, dünyevileşmiş, yarına/ahirete ne biriktirdiğine değil de, dünya için ne biriktirdiğine endekslemiş kendisini. Bu şekilde dünya için biriktirme tutkusu tarafından kuşatılmış olmak, Allah’ın kınadığı bir hal. Ama Rabbimiz yarın için salih ameller biriktirmeyi ise teşvik ediyor. İnşallah bizi böyle bir tutku kuşatsın, yarın için, ahiret için salih ameller biriktirme tutkusu kuşatsın. O zaman böyle bir kulluk eksenli hayat tasavvuru içerisinde, fertten, Müslüman şahsiyetin inşasından başlayıp, İslami cemaatin inşasına geçip İslami toplumu ve ümmeti inşaya giden bu süreci biz Allah’ın emrettiği gibi, Rasulullah’ın (S) örneklediği gibi ısrarla sürdürür ve sorumluluklarımızı yerine getirirsek inşallah o zaman Allah’ın yardımıyla da sonuç Müslümanların lehine olacak veya yeterli olmadığımız ve toplum davetimize icabet etmediği takdirde de Nuh (as) gibi biz bu yolda öleceğiz. Bu tür bir mücadeleye adanmış olarak sorumluluklarımızı yerine getirerek ve Rabbin rızasını kazanarak öldüğümüz zaman yine zafer. “Allah’ım sen biliyorsun, biz böyle bir yolda mücadele ederken sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışırken geldik, sen de şu yaptıklarımızı mazeret olarak kabul et” demeye yüzümüz olur. İnşallah onu nasip eder Rabbimiz hepimize.

 

Dördüncü ve son bölüm, Davetin zorluğu ve Gezi olayları hakkında olacak inşallah.

 

Söyleşi'nin 1. bölümü

Söyleşi'nin 2. bölümü

 

TAHKİKAT.NET özel haberidir. Ancak tahkikat.net sitesi kaynak gösterilerek yayınlanabilir.

Bu içerik 4339 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon