Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >     >  2013
 
“Bugünün yoldaki işaretçileri olmaya talip olmalıyız”
Tarih: 18/12/2013
   


Tahkikat.net sitesinin Mehmet Pamak´la gündem üzerine söyleşinin ikinci bölümünü istifadenize sunuyoruz. İlk bölümde ağırlıklı olarak Cami-Cem evi tartışmalarından yola çıkarak Gülen hareketi ve AKP ile olan koalisyonundan söz edilmişti. Bu bağlamda söyleşinin 30 Eylül tarihinde, Hükümet ve Gülen grubu arasında "dershane kavgası" başlamadan önce yapıldığını tekrar hatırlatmak isteriz.

Tahkikat : Son zamanlarda “Ilımlı İslam Projesi” biraz rafa kalkmış durumda. Daha önce ABD, AKP gibi iktidarları destekleyerek bunlar üzerinden toplumlara "siyasal İslam" yerine "ılımlı İslam", yani siyasi iddiasından vazgeçmiş bir din öneriyordu. Bu önerilen hayat tarzının siyasal kısmını AKP, sosyal kısmını ise Cemaat temsil ediyordu Türkiye’de. Son gelişmelerle birlikte bu proje rafa kalkmış gibi görünüyor, Libya’da, Tunus’da ve özellikle Mısır’da. Ilımlı İslam projesinden ABD vazgeçmiş diyebilir miyiz? Yoksa bir dönem için mi ertelenmiştir?

Pamak : Ondan asla vazgeçmezler çünkü çıkarlarını korumak için tek kurtuluş yolu odur. Yani İslam’ı tamamen yok edemezsiniz, bu bir vakıadır. O halde onu razı olacağınız boyuta indirgemeniz lazım. Mesela Mustafa Kemal de önce İslam şeriatına savaş açmıştır. Sonra onu yok edemeyeceğini görünce Diyanet üzerinden sistemin razı olacağı bir İslam algısı üretmeyi, İslam'ı ve Müslümanları bu algı üzerinden denetleyip yönlendirmeyi tercih etmiştir. Yani "dine karşı din" politikasını esas almıştır. Aynı şey küresel sistem için de geçerlidir. Önce yeni NATO konsepti içinde düşman ilan ederek bütün olarak İslam'a savaş açmışlardır. Huntington'un medeniyetler arası çatışma tezi öne çıkarılmış, soğuk savaş döneminin düşmanı olan komünizmin yerine İslam konmuştur. Medeniyetler arası çatışma olacak, İslam’la Batı medeniyeti (içinde Rusya ve Çin de olmak üzere, Batı İslam karşıtı seküler kapitalist zihniyet olarak düşünülmeli) çatışacak denmiştir. Sonra böyle topyekûn İslam'ı ve bütün Müslümanları karşıya almanın akıllıca bir strateji olmadığını ve bu şekilde galebe çalınamayacağını görmüşlerdir. Ondan sonra Kissinger’ın ürettiği tez şudur: “İslam kendi içinde çatışacak”.

Ondan sonra "Dine karşı din" projesi ABD ve batı hegemonyasının hiç vazgeçemeyeceği bir proje olarak gündemdeki yerini almıştır. Takip ettikleri politikanın özü şudur; "Ilımlıları destekle ve uzlaş, radikalleri düşmanlaştır, terörize et ve yok et". "İslam algısının ve Müslümanların bölünüp kendi içinde çatıştırılması" suretiyle küresel sömürü düzeninin devamı sağlanmak isteniyor. Yani "İslam ile Batı medeniyeti çatışacak" tezini terk ederek, "ılımlılarla" "radikaller" çatışacak demişler ve ılımlı saydıklarının arkasında yer almışlardır. Rand Corporation’ın önemli ve kapsamlı raporları var bu konuda. Sürekli şunu vurgulamışlardır: “ılımlıyı destekle, radikali vur”. Türkiye ve ABD dışişleri bakanlarının eş başkanı olduğu “Küresel Terörizmle Mücadele Forumu“ var, 2012’de kuruldu. Çok yakın bir süre önce 200 milyon dolar bütçe tahsis edilerek harekete geçirilen bir organizasyon bu. Kendilerine göre "radikal" ve "cihatçı" dedikleri İslam anlayışına sahip Müslümanları takip edip onlara bir takım iş vb. imkânlar sağlayarak kazanmaya yönelik, öyle olmayanları da ya İHA’larla vurarak ya da başka bir yöntemle tasfiye etmeye yönelik bir çaba başlattılar. Otuz ülke üye oldu bu foruma ve eşbaşkanları Türkiye ve ABD dışişleri bakanları. Bu çaba, Şeriati’nin güzel tespiti ile “Dine Karşı Din” projesidir. Zaten tarih boyu bu böyle olmuştur. Din ve dinsizliğin kavgası yoktur, dine karşı din vardır. Tevhid diniyle şirk dininin mücadelesi söz konusudur. Evet ifade ettiğim gibi, İslam coğrafyasında "doğrudan doğruya İslam’ın bütününü karşılarına almaları çok büyük bir kesimin de radikalleşmesine yol açabilir ve tam tersine kendilerine düşman olan kitleyi büyütür" endişesine kapıldıkları için "Uzlaşmacı İslam" algısı ve yandaş "Ilımlı Müslüman" taraftarlar oluşturulup, İslam'ın karşısına kendi içinden bir cephe açılmak istenmektedir. Evet, bir kısmını yandaş haline dönüştürürlerse, ılımlılık adı altında, sizler iyisiniz diyerek yanlarına çekerlerse, diğerlerini alt etmekte onları kullanırlar ve Kissinger’ın tezi işler. Şu anda yapılmak istenen de yapılan da budur.

Tahkikat : Mısır'daki darbe ve baskıyla, yasaklarla İhvan'ı sindirmeye,  dönüştürmeye ve daha fazla teslim almaya mı çalışıyorlar?

Pamak : Evet kanaatimce Mısır’daki durum da, daha çok terbiye etmek, baskı, sindirme ve korkutmayla dönüştürme projesidir, yani tıpkı Refah Partisi’ni AKP’leştirme projesinin Mısır'a adaptasyonu gibidir. Bakın Refah Partisi de İslami olmayan, sistem içinde laik-demokratik bir parti, ama İslami motiflerin dozu daha fazla, daha yerli politikalar üretmek istiyor, D-8'leri kuruyor, küresel finans diktatörlüğünün hoşlanmayacağı ekonomi politikalarına yöneliyor ve o kadarına bile razı olmuyorlar. Yani ılımlı İslam dediysek o kadar da ileri gitme, sen kalkıp Müslüman ülkelerle D8 gibi toplantılar yapıyorsun, bu kadar da ileri gitme diyorlar, haddini bil G20 içinde kal, küresel sisteme entegrasyona aykırı işler yapma diyorlar. Dolayısıyla Erbakan’ı bastırdılar, tasfiye ettiler. 28 Şubat darbesini yaptırarak, baskı ve şiddet politikaları uygulayarak, korkutarak Erbakan’ın tabanını ve öncü kadrolarını daha da ılımlılaştırdılar. Böylece bu baskılar, yasaklar, korkutmalar sonuç verdi ve aynı zeminden Erbakan’a göre daha ılımlı, Batıyla ve küresel kapitalist sistemle daha uyumlu ve uzlaşmacı AKP çıktı ortaya. Görülüyor ki, sonuçta laik demokratik Erbakan modelini bile istemediler, İhvan’ı nasıl istesinler?

Önemli olan bu AKP'lileştirme sürecini İhvan'ın boşa çıkarma uyanıklığını göstermesidir. Çünkü RP'ne baskıyla daha uzlaşmacı AKP'nin ortaya çıkmasını sağladıkları gibi, Mısır'da da İhvan'a baskı ve şiddet uygulayarak, onları korkutup, yıpratarak, yıldırarak, oradan da AKP gibi daha uzlaşmacı bir yapı ortaya çıkarmak isteyecekler ve ondan sonra da ilkelerini terk ederek kendisi olmaktan çıkmış İhvan'ın önünü de AKP'de olduğu gibi kontrollü biçimde açarak, terbiye ederek küresel kapitalist sisteme entegre etmeye çalışacaklardır. İnşallah İhvan bu oyunu İslam'ın ilkelerine sarılarak, feraset ve basiretle bozar.

İşte İhvan’ı istememe nedenleri de, Tunus'ta NAHDA tarafından verilen büyük tavizlere ve İslam'a uygun olmayan tüm hak-batıl uzlaştırma çabalarına rağmen razı olmamalarının sebebi de bu. Şu an bastırıyorlar, inşallah sonuç emperyalistlerin bekledikleri ve istedikleri gibi olmaz. Bir risk var ama inşallah kardeşlerimiz sistem içinde siyaset ve hükümet arayışından vazgeçip, bu süreci bir hayra vesile olacak musibet olarak görürler ve fecr-i sadıklara yönelirler. Yaşanan fecr-i kazip idi, aldatıcı bir devrim idi, gerçek değildi, yalancıydı. Çünkü kuşatma ve tağuti sistem devam ediyordu. Ordu, yargı, polis, iş dünyası ve medya gibi tağuti sistemin kurumlarının kuşatması altında sadece hükümete gelmen asla bir şey ifade etmez ve ettirmezler de, bu zalimler güçsüz ve kuşatma altındaki Müslümanlara kendilerince "haddini" de bildirirler. İhvan haklı olarak ve kardeşlik hukuku gereği İsrail’e karşı Hamas’la ilişkiler kurdu, gidişler, gelişler, kapıların açılması. Bunlar İsrail’i çok rahatsız etti. Zaten bu taraftan Tayyip Erdoğan’dan bir tazyik görüyor, bir de ikisi birleşirler diye korktu. Bir de Suriye geliyor arkadan, "eyvah ben tamamen kuşatılıyorum ve bitiyorum" dedi İsrail. Suriye’deki çatışmaların devam etmesinin sebebi de İsrail’in güvenliğidir, Mısır’daki darbe de ağırlıkla İsrail içindir. Dolayısıyla bakın İsrail son dönemde Mescid-i Aksa’ya karşı çok cüretkârca ve çok arsızca saldırılar başlattı, çünkü çok rahatladı. Her taraf süt liman oldu. Türkiye’dekini gezi ile terbiye edip yönlendirmeye çalışıyorlar, bakın şu anda “İsrail’le ilişkileri düzeltiyoruz” diyor Abdullah Gül. İran’la Amerika’nın yakınlaşması, şimdi Suriye’de yeni bir arayışa doğru gidiyorlar. Müslümanlar her an satılabilirler, bunu bilmeliler.

Tahkikat: Kürt sorunu çözüm sürecinde de PKK’nın süreci durdurmaya dönük tehditleri de daha ziyade iktidarı zor duruma sokmaya yönelik İsrail ve ABD odaklı söylemlerdi.

Pamak : Bölgedeki gerek Alevi meselesi, gerekse Kürt meselesi de küresel güçlerin oyun kurup oynadıkları alanlar, bu sorunları kaşıyarak, çözümleri de engelleyerek, çatışmaların tırmanmasını teşvik ve provoke ederek oluşan bu dengeler üzerine emperyalizm projelerini üretiyor ve hegemonyasını sürdürüyor. Zaten daha başta malum suni ulusal sınırları çizerken bilinçli olarak Kürtleri dört ülkeye bölünmüş bir pozisyona düşürdüler ki, bu sınırlar akrabaları ortasından böldü, yarısı bir yanda diğer yarısı sınırın ötesinde bırakıldı. Daha o zaman uzun yıllar kullanabilecekleri, kaşıyabilecekleri çatışma alanları oluşturdular. Emperyalist devletler Kürt halkına zulmeden seküler Batıcı despot zalim yönetimleri oluşturup desteklediler. Bunların oluşturduğu zulüm bataklığında üreyen PKK türü yine seküler ve Batıcı örgütlerin ortaya çıkmasını da, yine yerli işbirlikçi darbeci yandaşlarıyla birlikte teşvik edip desteklediler. Yeter ki bölge hep kaos içinde bulunsun, kendi ayaklarının üzerinde duramasın, bağımsız politikalar üretemesin ve hep Batıya muhtaç olsun.

Tıpkı terör devleti İsrail'i, bölgede sürekli kullanabilecekleri karakol olarak, BM kararıyla Filistin halkının topraklarını gasp ederek zorla, terörle dayatmaları gibi. Buna ilaveten Suriye ve Irak'ta Baasçı Arap ulusalcılarına, Türkiye'de de Kemalist Türk ulusalcılarına sürekli zulümler yaptırarak bütün bölgede sürekli kanayan yaralar haline getirdiler Kürt bölgelerini ve böyle doğdu ve giderek büyüdü Kürt sorunu.  Türkiye'de Kürt sorunu zalim Kemalist sistemin İslami kimliğe ve ümmet bilincine yönelik savaşının ve Türk ulusalcılığını bütün halklara bir din gibi terör estirerek dayatmasının sonucudur. O zaman yine emperyalist Batının yönlendirmesi ve desteğiyle seküler ulusalcılık ve Batı kültürü bu şekilde Müslüman halklara dayatıldı, halkların İslami kimlik ve Kürt kavmi kimliği, ana dili inkâr, asimilasyon, zulme dayalı sekülerleştirme politikaları ile yok edilmeye çalışıldı. Ülke halkları arasında İslam kardeşlik hukukuna dayalı birlik yok edilmeye ve sürekli kanayan yaralar açılmaya çalışıldı, batıcı Kemalist elitlerce. Faili meçhuller, yargısız infazlar, işkenceler, katliamlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, dağa çıkmaya zorlanan gençler, pislik yedirilen köylüler, varoşlarda açlık ve sefalet içinde yaşamaya mecbur bırakılan muhacirler. Böylece ülke halkları arasında sürekli hale gelen gerginlikler, çatışma potansiyeli ve emperyalistlerce her zaman kolayca kullanılmaya, manipüle edilmeye müsait zeminler oluşturuldu. İşte emperyalistler bu gerginlikler sürekli devam etsin, kullanacakları zemin hep var olsun isterler, bu sebeple de sorunların çözülmesini istemezler. Çözüldüğü takdirde, kullanabilecekleri, kaşıyabilecekleri, yeri geldiğinde buradaki yönetimleri terbiye edebilecekleri zemin ve imkândan mahrum kalırlar. O zaman bunlar çözülmesin ister veyahut da geçici bir rahatlama olsa da köklü bir çözüm olmasın isterler.

İşte bu anlamda emperyalistler bazı kesimleri maalesef kullanıyorlar. Bölgenin insanları da çoğunlukla cahilleştirildiği ve yıllar içinde devşirilmeye müsait bir hale sokulduğundan en azından içlerinden bir kısmı bu tip güçler tarafından kullanılmaya müsaittirler. Yerli liberal, sol, sağ, ulusalcı laik kesimler emperyalistlerin İslam'a ve Müslümanlara karşı kullandığı, işbirliği yaptığı kesimlerdir. Bu bakımdan, gerek Türkiye'deki kimi gerginliklerin sürdürülmesinin sağlanması gibi, Mısır ve Suriye’deki Müslüman halkların bu kadar büyük acılar çekiyor olması da bu işbirlikçi kesimlerle emperyalistlerin ittifakıyla gerçekleşmektedir. Bütün bunlar ise, sadece İsrail’in daha güvende olmasını sağlamak, bölgedeki Batı çıkarlarını korumak ve İslami dirilişi önlemek içindir. Bölgemizdeki Müslüman halkların uyanıp iradelerine sahip çıkarak, Kur'an'a topluca sarılarak İslami adalet modelini ortaya çıkarması küresel kapitalist sistem için en büyük tehlike olarak görülmektedir. Bu sebeplerle, bir yandan Suriye'de çağın Yezidi despot katil Esed'e doğrudan ve dolaylı destekler verilerek, her ay binlerce masum insanı katletmeye devam etmesini seyrediyorlar. Mısır'da ise halkın seçtiği İhvan yönetimini darbeyle devirip, önünü zorbalıkla kesiyorlar ve darbecilerin katliamlarını ahlaksızca seyrediyorlar.

İsrail terör devletine böyle kaotik bir ortamda alan açıyorlar, işgalcinin hedeflerini daha rahat yerine getirmesine zemin hazırlıyorlar. Siyonist katiller, şu an Mescid-i Aksa üzerine daha bir saldırganlar çünkü bölgede kendilerine karşı doğru düzgün bir güç bırakılmadı. Bu boşlukta çok cüretkârca yeni projeler uygulamaya konuyor, zaman ve mekân yönünden bölmeye ve Yahudilere de alan açmaya çalışıyorlar. Müslümanlara ait yüzlerce ev son süreçte yıkıldı Kudüs'te, yeni yerleşim merkezleri açılarak işgal hızla ilerletiliyor. İhvan'ın iktidara gelmesinden ürkerek ve despotların yıkılmasına yola açan ayaklanmaların kendi başına da geleceği korkusuyla körfez ülkeleri ve Suudi Amerika, İran tehdidini(!) bahane ederek İsrail ile stratejik ortaklığa kayıyorlar. Mısır'daki darbeyi ve Müslüman katliamını İsrail ile birlikte destekliyorlar. Mescidi Aksa'ya yönelik saldırıları dolaylı olarak desteklemiş oluyorlar. İsrail'e hiçbir tepki vermedikleri gibi İran'a karşı ortak cephe oluşturma adı altında, Kudüs ve Mescide yönelik tüm yeni saldırı ve işgalleri suskunlukla seyrediyorlar. Erdoğan da, özellikle Gezi olayları ve sonrası süreçte terbiye edildi biraz, onun da sesi çıkmıyor. Mescid-i Aksa’ya neler yapıyorlar ve onun da hiçbir açıklaması olmadı daha.  Suriye ve Mısır’da kendi dertlerine düştü Müslümanlar, her gün ölüyor ve öldürülüyorlar. Allah yardımcıları olsun. Rabbimiz bizleri de onlara yardımcılar kılsın inşallah.

Tahkikat : Ortadoğu’daki gidişatı nasıl görüyorsunuz?

Pamak : Batıyı merkez alan bakış açısıyla Ortadoğu denilen Müslüman coğrafyasında, Tunus'ta bir işsizin kendisini yakmasıyla ortaya çıkan kıvılcımla on yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan halkların birikmiş haklı öfkesinin patlaması sonucu ayaklanmalar yaşandı. Her biri asgari 50 yıldır Müslüman halkları ezen, sömüren, zulmeden, katliamlar yapan, İslam ile savaşan diktatörlerin devrilmesi tabii ki görece bir olumluluk oluşturmuştur. Halkların, eski sistemin kurumlarının kuşatması altında da olsa görece olarak iradelerini kullanabilme imkânına kavuşmaları eskiye nazaran sistem içi önemli bir gelişmedir. Ama hem küresel kuşatma hem de sistem içi yerel kurumların kuşatması altında Tunus ve Libya, barışa ve istikrara ve halkın iradesinin istediğini yapabildiği bir vasata bir türlü ulaşamıyor. Küresel emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri yeni dönemi de çıkarları istikametinde yönlendirmeyi şimdilik de olsa başarmış görünüyorlar, inşallah bu durum kalıcı olmaz. Mısır'da darbe yapıp İhvanı tasfiye etmeye, Suriye'de kâfir Esed rejiminin katliamlarını dolaylı-dolaysız destekleyip Müslümanları yok etmeye ya da etkisizleştirmeye çalışıyorlar, Allah fırsat vermesin. Yani kendilerinin "Arap Baharı" dedikleri süreci tersine çevirmeye, kışa döndürmeye çalışıyorlar. Bu sebeplerle şu an gidişat Müslümanların aleyhine görünüyor. On yılların diktatörü Mübarek serbest bırakılırken, halkın çoğunluğunun seçtiği Mursi ve binlerce İhvan öncüsü tutuklanıyor. Kanaatimce Tunus ve Mısır'da ayaklanmalar başarıya ulaşıp diktatörler devrildikten sonra, Müslümanlar, eski sistemin dış destekli tağuti kurumları olan ordu, yargı, polis, ekonomiye egemen işbirlikçi sermaye çevreleri ve medyanın kuşatması altında sistem içinde hükümet olma arayışı ve “demokratik oyalanma” yerine "Nebevi" yönteme ve Kur'ani inkılaba yönelik tevhidi istikamete yönelmeliydiler. Allah'ın yardımını celp edecek İslami mücadeleye, vahiyle toplumu inşa edip, cahiliye toplumunu İslami topluma inkılap ettirmeye, sonuçta da Kur'ani bir inkılabı gerçekleştirerek sistemin değişimine vesile olacak sosyal değişime vesile olmaya çalışmalıydılar. Başlangıçta yanlış yapılsa da inşallah düzeltmek hala mümkündür. Mısır'daki meydanlarda gerçekleştirilen silahsız direniş haklı ve doğru bir tercih olmuştur. İnşallah maslahaten ve seçime indirgenerek de olsa "demokrasi" söylemi de tamamen terk edilmeli ve sistem içi hükümet arayışı yerine toplumu ve sistemi vahiyle değiştirmeyi hedefleyen bir sürece yoğunlaşılmalıdır.

Tahkikat:  Konferanslarınızda, "yeni demokratik rejimin içine eklemlenmeden, onun getireceği görece özgürlük imkânları da kullanılarak, sistemden bağımsız İslami mücadele ikame edilirse, tevhidi davet, eğitim ve şahitlik sorumluluğu yerine getirilirse ve bu uğurda yeteri kadar fedakâr olunursa Allah'ın vadettiği yardımı gelecek ve inşallah zafer Müslümanların olacak" diyorsunuz. Bu konuyu da biraz açar mısınız?

Pamak: Tabii ki, Müslümanlar Allah'ın yardımını hak edecek, üzerlerine celp edecek vahye uygun bir nitelik kazanıp ve hak ile batılı karıştırmayan ve Mekke-Medine sürecinde ortaya konan (bazı Müslümanlara ağır gelse de söyleyeyim) "Nebevi yöntemi" takip ettiklerinde, ödenen bedellerle, yaşanan şehadetlerle bereketlenecek olan direniş, ilahi yardımı hak ettiğinde inşallah Allah'ın vadettiği yardım gelecek ve inşallah o zaman, durum tersine dönecek, zafer Müslümanların olacaktır.  Pekiyi, şimdi neden gidişat Müslümanların aleyhine? Mescid-i Aksa neden işgal altında? Mescid-i Haram neden işgal altında? Hepsi işgal altında, bütün mübarek mescitlerimiz. Üstelik iki mübarek mescidimizi işgal altında tutan güçler işbirliği halinde Mısırlı Müslümanlara karşı. Enteresan değil mi? İsrail ve Suudi Arabistan Sisi’yi destekliyor. Bunların Müslümanları uyandırması lazım. Müslüman halklar tercih ettikleri yol, yöntem ve sürdükleri mücadelenin içerik, hedef ve istikameti bakımından vahye ve Resulün (s) önderliğindeki ilk Kur'an neslinin mücadele sünnetine uygun davranmış ve Allah'ın vadettiği yardıma müstahak olsalar bütün bunların on yıllardır sürmesi mümkün müdür? Neden bu halde olmanın sorumluğunu öncelikle kendimizde, yanlış yol ve yöntem tercihimizde ve bir türlü istikamet krizinden çıkamamamızda aramıyoruz?

O halde Müslümanlar artık anlamalıdırlar ki, ne şiddet ve silah kullanarak İslam’ı hâkim kılabilirler, ne de demokratik yöntemleri kullanıp sistem içinde hükümet olarak bunu yapabilirler. İslami inkılabı hedefleyecekler, vahiy ekseninde toplumsal dönüşümü esas alacaklar. Tevhidi davet, eğitim ve vahye şahitlik yapılacak. Ahlaklı İslami şahsiyetler oluşturulacak, toplum içinde yaygınlaşacak bu ahlaklı örnekler aynı imani ve ahlaki ölçüler istikametindeki tevhidi dönüşümün rehberi olacaklar. Ayrıca bu örnek Müslüman şahsiyetlerin "biz" bilinciyle bir araya gelerek oluşturdukları İslami cemaat de (Kur'an toplumu nüvesi, vasat ümmet) cemaat planındaki ahlaklı modeli ve güzel örneklikleri üreterek cahiliye toplumunun dönüşümüne vesile olacak cemaat planındaki şahidliği gerçekleştirecek. Öncelenmesi gereken, ısrar edilmesi gereken, hatta Nuh(AS) gibi 950 yıl sürse de, insanlar davete icabet etmese de, aynı yolda ve istikamette ısrar etmeye devam etmek gereken bir yöntem bu, Allah’ın razı olacağı bu. Ötekiler yani sistem içi hükümet arayışları ya da şiddet kullanarak darbeyle devlet olma çabaları, ya sistem içinde kirlenme, erime, yozlaşma ve İslami hedeflerden sapıp istikamet krizine girmeye yol açıyor ya da Müslümanların enerji ve potansiyellerinin yanlış yollarda heba edilmesine ve sonuçta da geri dönüşlere, yılgınlıklara, hüsranlara, savrulmalara yol açıyor.

Tahkikat: İstikamet krizinden neyi kastediyorsunuz?

Pamak : İlkelerine sadakatte sorun yaşayan, konjonktürel çıkarlar uğruna pragmatik davranan, kısa vadeli "kazanımlar" uğruna stratejik tevhidi mücadeleye zarar veren, toplumu ve sistemi değiştirme hedefini bırakarak sistem içi hükümet arayışlarına yönelen, ya da kimi beklentiler adına onlara eklemlenen Müslümanlar çoğalıyor. Sistem içine ilkesizce dalanlar, daha önce söyleyip yaptıklarının tersini söyleyip yapmaya ve hem yakın çevrelerinin hem de davetin muhataplarının kafalarını karıştıran savrulmalar yaşıyorlar. İnkılaba yönelik yolu ve hedefi yitirince, sistem içi arayışlar istikametin sapmasına yol açıyor. Bu yüzden şu anda Müslümanlar çoğunlukla istikamet krizi yaşıyorlar. İstikamet ise İslam davasında en temel bir mesele.

Mekke’de Hud suresi inzal olduğunda, hem de “Festakim kema  umirte” emri geldiğinde düşünün o direnen Müslümanları. Mekke’de en zorlu şartlarda müthiş bir istikamet bilinciyle dimdik ayakta duran Müslümanlar, çok ciddi uzlaşma teklifleriyle karşılaşıyorlar, devletin başına geçmek, zengin olmak, vs. gibi. Taviz vermeden, imanına şirk bulaştırmadan büyük fedakârlıklar yaparak işkencelere, ekonomik sosyal boykotlara direnen bu onurlu ve ilkeli Müslümanlar nihayet insandırlar ve uzlaşma tekliflerinden etkilenebilirler, istikameti kaybedebilirler ihtimaline binaen Rabbimiz onları bile uyarıyor. İşte böyle bir süreçte Allah o onurlu ve ilkeli Müslümanlara “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, sen ve beraberindeki tevbe etmiş olanlar aşırı gitmeyin, tuğyan etmeyin, azgınlaşmayın, haddi aşmayın” ayetini inzal ediyor. Rasulullah (s) diyor ki "Hud suresi beni kocattı". Dolayısıyla Müslümanların bugün temel meselesi, Rasulullah (s)'i de ümmeti için büyük endişeye sevk eden temel sorun, istikametin korunması meselesidir. Allah'ı razı edip İlahi yardımı hak edebilmek için istikamet korunmalı, onda ısrar edilmelidir. Hani zayıf su damlalarının istikrarlı biçimde aynı noktaya vurmasıyla ortaya çıkan güç ve etki gibi tevhidi davet ve şahidlikte ısrar edilmesi de, Allah'ın tesirini halk etmesi, bereketlendirmesi sebebiyle toplumun etkilenip dönüşmesindeki tesir gücünü arttırır. Aslında gücü nedir tek bir su damlasının? Hiçbir şey değildir. Ama o güçsüz su damlaları istikrarlı ve ısrarlı bir şekilde aynı yere vurduğunda kayaları oymuyor mu? İşte Müslümanların da toplumda tesir bırakmaları, etkili olmaları için de, böyle bir azim ve dirençle tevhidi istikameti sürdürmeleri ve orada ölüm gelene kadar, şartlar ne olursa olsun, taviz vermeden ve uzlaşmadan ısrar etmeleri gerekir.

Davetimizin muhatabı olan toplum, bıkmadan ısrarla aynı tevhidi değerlere, her türlü bedeli ödemeyi göze alarak tavizsiz bir içerikle davet edilmelidir. Bunu yaparsak o zaman Allah’ın vaadi var:  "Ey iman edenler, siz Allah’a yardım ederseniz, Allah’ın dininin yardımcıları olursanız, (tabiri caize, açıyorum, Allah’ın kitabı Kur’an’ın hizmetkârları olmayı başarabilirseniz, onu hakkıyla okuyup yaşayarak insanlara tavizsiz biçimde taşımakta ısrarlı ve istikrarlı olursanız), o zaman ben de size yardım ederim" diyor. Ve "ayaklarınızı sabit kılarım" diyor (Muhammed 7). Ayakların sabit kılınması Nuh(AS) gibi bir gemi dolduramayacak noktada bile bulunsanız, istikameti koruyor olmanız zaferdir, başarıdır zaten.

Sonra diyor ki Rabbimiz “ben size yardım edersem size galip gelecek yoktur, ya ben size yardım etmezsem, o zaman size kim yardım edebilir” (Al-i İmran 160). Allah bize yardım etmiyor, bize yardımı terk etmiştir. Ama Allah vaadinden dönmez, o zaman sorun bizde yani. Müslüman ümmeti olma vasfını kaybetmişiz. Kur'an’ı terk edilmiş, mehcur bırakmışız, Kitap’tan hicret etmişiz. Ve peygamberin yolunu, ilk Kur’an neslinin oluşturduğu örnekliği bırakmışız, uzaklaşmışız. Allah Hablullah’a topluca sarılın diye çağırırken, tek bir ipe, Allah’ın indirilmiş ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya çağırırken, tarihsel süreçte yüzyıllar boyunca herkes bir ip üretmiş. Akidevî farklılığı olan mezhepler, ekoller çıkmış ortaya ve hepsinin hurafeler, bidatler, İsrailiyatlarla oluşmuş ayrı bir ipi var. Herkes kendi ipine tutunmaya çağırmış. O zaman parçalanmışız, Kitap parçalanmış, din parçalanmış, ümmet parçalanmış, zindeliğini, tevhidi birlikteliğini, vahdetini kaybetmiş. Zillete düşmüş, sömürge olmaya müsait hale gelmişiz. Ondan sonra da sömürgeciler gelip bizi böyle kuşatmışlar.

O halde kurtuluş yolu çok açık değil mi? Terk ettiklerimize sönmemiz gerekiyor. Kur’an’a yeniden dönüp Hablullah’a topluca sarılmamız, Kur'an'ı siyerle iç içe geçirerek nüzul sırasıyla hakkıyla okuyarak ilk neslin Mekke Medine sürecinde bıraktıkları yoldaki işaretleri öğrenip o yolu takip ederek ümmeti vahiyle yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Ondan sonra da Allah’ın vaadi var :“Bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe, Allah o toplumun durumunu değiştirmeyecek”, değiştirirse de değiştirecek. Yani biz toplum olarak veya fert olarak cahiliyeye ait içimizde var olanı söküp atarak tevhidi olanı ikame ettiğimizde, toplum ve ümmet olarak tevhidi bir dönüşüm yaşadığımızda Allah vadediyor yine, sizin durumunuzu değiştireceğim. Siyasal durum değişimi Allah’ın takdir alanına kalmıştır, Allah onu bize bırakmıyor, sosyal değişimi bize bırakmış. Allah’ın yasası gereği biz kendimizde, özümüzde olanı değiştireceğiz, Allah da diyor ki ben de sizdeki bu değişime paralel biçimde sizin durumunuzu değiştireceğim. Dolayısıyla biz kendi enfüsümüzdekini değiştirirsek toplum olarak, Allah da bizim durumumuzu değiştireceğini vaat ediyor.

Tahkikat : Rabbimiz bizi öncelikle özümüzdekini vahiyle değiştirmeye çağırıyor ve bize bu sosyal değişimi sağlama sorumluluğunu yüklüyor, biz ise kendimizi değiştirme sorumluluğumuzu bırakıp iktidar arayışının peşine düşüyoruz diyorsunuz.

Pamak : Evet biz Müslümanlar kalkmışız iktidar ve devlet eksenli bir hayat tasavvuruyla, biraz cahili kültürden de gelen bir anlayışla faşistlere, sosyalistlere, liberallere ait yöntemlere savrularak, darbeyle de olsa, silahla da olsa, demokratik seçimle de olsa iktidarı ve devleti ele geçirmeyi hedef almışız. Bu anlayıştakilerin hedefleri illa ve mutlaka bir an önce iktidara ulaşmaktır. Toplumun yoksa, senin sistemine layık olan ve onu ayakta tutacak olan toplumsal zeminin ve desteğin yoksa iktidarı ve devleti ele geçirsen ne olur? İşte Sudan darbe yaptı ama İslam devletini üretemedi. Ziya-ül Hak darbe yaptı, yapamadı. İhvan demokrasiyle geldi, İslami devleti inşayı başaramadı, bırakmadılar, bırakmazlar.Hamas Filistin’de, FİS Cezayir’de büyük kitle desteğiyle seçim kazandı ama yine olmadı, olmuyor, bırakmazlar.

Darbeyle, demokrasiyle veya toplumsal değişim dışında başka bir yöntemle gelsen de toplum kendisine benzetir bir süre sonra, işte Sudan’da benzettiği gibi. O zaman Turabi’yi uyarmıştım yanlış yaptınız diye, tabii o zaman en tepedeydi. Nasr suresini okudu bana, fevç fevç kitleler bize geliyor, başardık Mehmet bey dedi. Keşke dedim bu kadar emin olmasaydınız, o insanlar İslam’a gelmiyorlar, iktidarınızın nimetlerine geliyorlar. Siz iktidar olmasaydınız insanlar öyle fevç fevç gelecek miydi? "Biz darbe yapmasaydık komünistler yapacaktı" dedi, yani onun talebeleri de ordu içinde örgütlü olduğundan bir nevi ön almışlar. Eğer böyle bir zaruretle darbe yapmak zorunda kalınmışsa, o zaman keşke talebeleriniz bu siyaseti yapsaydı, hükümet olsaydı da, siz âlim olarak toplumun içinde, sivil alanda kalıp tebliğ, davet, vahye şahitlik projesini sürdürüp Kur’an neslini oluşturup toplumu inşa etmeye ağırlık verseydiniz. Talebeleriniz yanlış yaptığında da, onları emri bil maruf ile düzelterek, toplumun içinden itiraz edip toplumun içinden onları sigaya çekseydiniz de onların yaptığı yanlışlar, adaletsizlikler İslam’a fatura edilmeseydi. Sonradan çok büyük belalar, musibetler yaşadı, hapislere attı talebeleri onu. Çok sıkıntılar çekti, en sonunda özeleştiri kitabı yazdı ve yanlış yaptık diyordu kitabında. "Keşke o gün görebilseydim, acele ettik ve tabanı yani toplumu hazırlamadan, temeli inşa etmeden çatıyı çaktık, çatı üstümüze çöktü" diyor.

O yüzden Müslümanlar, İslam'ın "Rabbani, Nebevi yöntemini" artık idrak etmelidirler. On yıllardır diğer beşeri yöntemler denendi ve hep hüsranla karşılaşıldı ve acı bedeller ödendi. Aynı delikten tekrar tekrar ısırılma ahmaklığı Müslümanlara yakışmıyor doğrusu. Ne olur bir de "Rabbani, Nebevi yöntem" üzerinde durulup onda ısrar edilse. Allah’ın dininin iktidara geliş yolu apaçık. Sistemler inkılapla değişir, hükümetler seçimle değişir. Ey Müslüman, neden sistem içinde oyalanıyorsun, sen sistemi değiştirmeye talip olacaksın, Müslüman'ın hedefi budur, hükümet değiştirmek değil. Sistem duruyorsa, hükümeti istediğin kadar değiştir. İslam geldiğinde de gene hükümetler seçimle değişecek, ama İslam devam edecek. Benim bu konuda bir değerlendirmem vardı yıllar önce. Vural Savaş “Militan Demokrasi” kitabına alıntı yapmıştı. Mehmet Pamak diye biri var, İslam gelince bir daha gitmeyecek diyor demiş. Ben şöyle demiştim, "Ey laikler niye bu kadar endişelisiniz? Halk size layık olduğu sürece sizin sisteminiz devam eder. Ama İslam’a layık olduğunda İslam bir gelir, bir daha da gitmez, ta ki menfi anlamda toplum özündekini değiştirip bozana kadar" demiştim. Onu almış ve “bak bunlar gelince dört senede seçimle falan gitmeyecekler” diyor, mantık ancak böyle çalışıyor. (gülüşmeler).

Tahkikat: Hâlbuki açık kapı da var yani geriye dönüş için.

Pamak : Var tabi, toplumu dönüştürmeye çalış senin de olur. Sen de çalış senin de olsun. Sen toplumu dönüştürürsen menfi manada, ben çalışacağım tevhidi istikamette, sen çalışacaksın şirk istikametinde. Toplumu şirke götürürsen ona şirk sistemi gelir. 

Anlaşılması için konuyu şöyle açabiliriz: Kur'an'ı hakkıyla okuyan ve siyere hakkıyla vakıf olan Müslümanlar bilirler ki, Hakk'ın bir ülkeye, bölgeye hakimiyeti ancak o bölgenin halkının özündeki cahiliyeye ait olanı söküp atıp vahiy istikametinde değiştirdiğinde, vahyi ölçülerle teçhiz olmuş İslami toplumu ortaya çıkaracak Kur'anî bir inkılap yaşadığında (ki bu süreçler on yıllar, hatta bazen yüz yıllar sürebilmektedir), Allah(c) da vaadi gereğince o toplumun siyasi durumunu değiştirip İslami adalet sistemini takdir edecektir. Yani özetle sistemler inkılapla değişir, hükümetler ise seçimle. Yüzyıllara sâri toplumsal inkılap sonucu İslami sistem geldi mi 4 yılda bir yapılan seçimlerle gelmediği gibi bu tür seçimlerle de gitmez, İslami sistem devam eder, ancak bu sistem içinde ülkeyi yönetecek kadrolar seçimle belirlenebilir. Toplum özündekini yine yüzyıllara sâri bir süreçte bu sefer de menfi manada değiştirip bozarsa, o zamanda Allah toplumun bu yeni durumuna uygun yeni bir şirk sistemini takdir edecektir. O zamanda yaklaşık yüz yıldır Türkiye'de olduğu ve halen devam ettiği gibi, laik şirk sistemi devam etmekte, ancak bu sistemin içinde halkın işlerini görecek yönetim yani hükümetler seçimle değişmektedir.

Tahkikat: Hocam konuyu biraz değiştirelim. Daha önce ifade etmiştiniz muhtelif zaman ve mekânda. Hidayetimin vesilesi Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabı demiştiniz. Eski bir siyasetçi olarak sizin o kitapta özel olarak gördüğünüz nedir? Kısaca özetleyebilir misiniz? Siyasetçi bakış açısıyla sizi çarpan boyutu neydi? Zira her okuyanı öyle çarpmayabiliyor.

Pamak : Merhum şehidimiz Seyyid Kutup, Allah ondan razı olsun ve ona ahiretteki ikramlarını arttırsın, benim hidayetimin vesilesidir. Beni Kur'an'la buluşturan onun "YOLDAKİ İŞARETLER" kitabıdır. Şüphesiz o benden daha yetenekli ve nitelikli bir Müslüman âlim, ama yine de inşallah dua edin Rabbim bana hayra hizmet eden ömür verirse inşallah şehidimiz Seyyid Kutub’un yarım bıraktığını kendi çapımda devam ettirmek istiyorum. Öyle bir kitap çalışmam var, başlığını da şöyle düşünüyorum, "Mekke Medine Sürecinde YOLDAKİ İŞARETLER". Onun Yoldaki İşaretler’ine atıfla bu sorumluluğu yerine getirmeyi inşallah Rabbimiz nasip eder. Çünkü o, Yoldaki İşaretler kitabında Kur’an nesli inşa projesini öne çıkardı, bunu gündemleştirdi. Ama alçak katil Firavun Nasır, onu bu kitaptaki projesinden, Müslümanları uyandırıp Hak yola yöneltecek düşüncelerinden dolayı şehid etti. Bu sebeple bu değerli âlimimiz bu projesinin içini daha da açarak doldurmaya fırsat bulamadı ama önemli ölçü ve ilkelerin altını çizerek, ne yapılması gerektiğine dikkat çekti. Mekke-Medine sürecini, çağımızın toplumlarına takip edecekleri yolu gösterecek boyutta somutlaştırmak, siyer ve Kur’an’ı nüzul sırasıyla okuyarak çağımızda ve şartlarımızda ete kemiğe büründürerek ve bugünkü toplumsal yapıyla da bağlar kurup modelleştirerek altını doldurmak gerekiyor. Mekke’den Medine’ye giden süreçte yaşananlar doğru okunup, bir de günümüz toplumsal yapısını, sosyal ve siyasal boyutunu, yani vakıayı da doğru anlayan bakış açısına da sahip olunursa, yoldaki işaretler daha doğru ve bugüne yön veren bir somutlukta ortaya çıkartılabilir. Günümüz şartlarında nelere dikkat edilmesi gerektiği de somutlaştırılabilir, pratize edilebilir diye düşünüyorum. O manada benim naçizane bir birikimim oluştu, epey bir yazı yazdım, konferanslar verdim bu konuda. Ama tamamlamak için vakte ihtiyacım var, inşallah Rabbim o ömrü verir.

Bunu söyledikten sonra sorunuza gelirsek, onun temel dikkat çektiği nokta içinde yaşanılan toplumların cahiliye toplumları oluşu. Yani sorun buradadır, birçok insan için. Toplum Müslüman toplumu diyor, hükümetini değiştirsek mesele hallolur diyor. Genelde İslam’a kendisini nispet edenlerin çoğunun bakış açısı bu. Yani Müslüman toplumu var, ama yönetim ele geçirilmiş, gasp edilmiş. Biz yönetimi ele geçirirsek iş hallolacak zannediyor.

Tahkikat : Hatta geçirdik de hocam, yönetimi ele geçirdik, onlar da bizim gibi namaz kılıyor, sorun kalmıyor.

Pamak : Erdoğan orta ve liselere seçmeli Kur’an dersleri koyduğunda, habervaktim sitesinde ismini unuttum bir yazar, “Asr-ı Saadete Geldik” diyebildi. İşte seviye bu. Bugün de başörtüsü yasağı kalktı diye “Özgürüm diye bağırmak istiyorum” diyor bir başka bayan yazar. Yani haklı olarak insanlar coşuyor, duygulanıyor, başörtüsü yasağı kalktı diye seviniyor bu doğal. Ama abartıyorlar, duracakları yerde durmuyorlar, ölçüsü ne kadarsa o kadarda bırakmıyorlar. Kimi gasp edilmiş hakları iade eden sistem içi değişimci siyasilere abartılı misyonlar yükleyerek, onların üzerinden sistem içi demokratikleşme mücadelesine kolayca eklemleniveriyorlar. Makas değiştirip istikamet krizine giriyorlar.

Tahkikat : Peki sistem içi taleplerin kısmen karşılanması bile neden Müslümanları bu kadar kolay sistem içine savuruyor? Üstelik sisteme eklemlenmeye yol açacak kadar abarttıkları başörtüsü yasağı da yine tam kalkmadı mesela, Hâkim, Polis ve Asker olamıyorsun.

Pamak : Evet, İngiltere’den geride. İngiltere’de polis olabiliyor çünkü. Avrupa’da da var, polisler var. Yani henüz sistemin gasp ettiği haklardan çok cüz'i bir kısmı verildiği halde havalara zıplanıp, memnuniyet mesajları yayınlanmaktadır. Hâlbuki gasp edilen hakların tamamı bile iade edilse, Müslüman kadrolarca Allah'ın hükümleriyle hükmedilene kadar memnun ve razı olunamaz. Sistem içi değişimle kimi gasp edilmiş hakların kısmen iadesi, daha çok talep çıtasını, sistemin temel ilkeler alanında değişmeden verebileceği seviyede tutan kesimlerde razı olup eklemlenme sonucunu doğuruyor bence.

Anlaşılıyor ki, sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, zamanla bu talepleri karşılayacak görece bir iyileşme yapılırsa bununla yetinebilmektedir. Ve bu durum söz konusu görece kazanımlar üzerinden sisteme eklemlenme, sistem içi değişime aktif destek verip o kulvarda rol üstlenme zaafına sürüklemektedir. Hâlbuki sistemi aşan, sistemi kökten değiştirmeyi ya da sistemin vermesi asla mümkün olmayan köklü talepleriyle kendi gündemini oluşturup diğerlerini bu tartışmalara çekenler bu duruma düşmekten korunabilirler. Bu temel tevhidi strateji istikametinde ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken, sistem içi değişimle bir takım haklar verildiğinde de bundan fazla etkilenmeden, köklü tevhidi değişim talepleri istikametinde devam ederler. Bu tür devrimci kesimleri, sistem verdiği tavizlerle kendi alanına çekme imkânını yakalayamaz. Çünkü talepler, köklü ve tamamının verilmesi sistemin kökten değişimini gerektirecek taleplerdir.

O halde bilinmeli ki, bu tür savrulma ve eklemlenmelerden korunmak ve istikameti her şartta korumak için, sistem dışı bir söylem ve tevhidi bir strateji çerçevesinde talepler çıtasını hep en temel ve köklü Kur’ani değişim çizgisinde ve sistemin vermesinin kolay kolay düşünülemeyeceği noktada tutan bir mücadele tutarlılığı gözetilmelidir.

Nitekim Resulullah (s) ve ilk Kur’an nesli; çıtayı hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması, uzlaşmasız, sentezsiz bir biçimde hakkın hâkim kılınması seviyesinde tutarak mücadele etmişlerdir. Asla “ehven-i şer’i gündemlerine almadan, hep Hakkı hâkim kılma iddiasını gündemde tutarak, sistem içi taleplerle oyalanmadan cahiliye sistemiyle tam bir uzlaşmazlık içinde mücadele ettiler. Ebu Talip’in emanından istifade etse de, onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif destekçi olmadan, Batıl modeli ve inanç bağlantılı kavramlarını ödünç almadan, asla daha az kötü diye ayrım yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan Mekke-Medine sürecinde tevhidi ilkeleri hayata geçirerek yürüdüler.

Tağuti sistemin nadiyesine (meclisine) alternatif nadiye (meclis) oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ertelemeden, Mekki ayetlerde vurgulandığı gibi “yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu”(Araf 54), “Allah’ın emrinden oluşan şeriatıyla hükmedilmesi gerektiği” (Casiye 18), “İnsanlara hepsinin Rabbi olan Allah’tan başkasının hükmüyle hükmedilmesi halinde, O’nun dinde izin vermediği şeyleri yasa haline getirenlerin ilahlaştırılıp Allah’a şirk koşulmuş olacağı” (Şura 21) hakikatini haykırmayı tavizsiz sürdürerek, böyle bir sistemi hedeflediklerini vurgulayarak ve açıkça ortaya koyarak hareket ettiler. Çünkü “hükümranlık tamamen Allah’a aittir” (Teğabun/1), sadece kozmik hâkimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hâkimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani “göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur” (Zuhruf 84). “O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahirette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz” (Kasas 70) dediler. Sonuçta da, kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik oluşturdular.

İşte bu bilinçle çıtayı, sistem içi görece olumluluklara razı olmayacak, sistem içi taleplere indirgenemeyecek en yüksek noktaya koydular. Bu sebeple de sistem içinde çoğulcu bir modelle “devlet başkanı” teklifi bile bu hedef ve talep çıtasının altında kaldı ve reddedildi. Evet, bütün kuşatılmışlığa, çaresizliklere, imkânsızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere, zayıflığa ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle uzlaşmadılar, bütünleşmediler. Allah'ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek ve mü’minlerin gördükleri zulümleri bu yolla azaltmak için sistem içinde oyalanmak yerine, Allah'ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiye/meclis oluşturup mü'minlerin şurasını kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler. Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh (as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı inşaya yoğunlaştılar. Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, Hududullah’ı aşmadan kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye çaba gösterdiler.

Tahkikat : Bu bilinci yakalamak ve sürekli diri tutup sürdürmek için neye dikkat etmek gerekir?

Pamak : Öncelikle Kur'an ve siyer iç içe geçirilerek hakkıyla okunacak ve yoldaki işaretler içselleştirilecek, bu kaynakla kurulan bağ hayat boyu kesilmeden kurulacak ve sürekli önümüzü aydınlatması sağlanacak. Hayatın dayatmalarına göre Kur'an ve siyer bilgileri yorumlanıp, cahiliye dayatmalarına uydurulmaya, uzlaştırılmaya çalışılmayacak. Kur'an'dan ve siyerden kalkarak hayatı inşa etmenin, cahiliyeden bütün boyutlarda ayrışıp toplumu ve hayatı dönüştürmenin çabası içinde olunacak. Cahiliye sistemi ve toplumu içinde “görece daha iyi şartları nasıl elde eder ve böyle bir toplumda daha rahat nasıl yaşarız”a indirgenmiş sistem içi mücadeleyle oyalanılamayacaktır. Tam tersine her şartta vahyi ölçülerle toplumu yeniden inşa etmenin ve sonuçta yaşanacak inkılapla cahiliye sistemini değiştirmenin hedeflendiği Hakka adanmışlık bilinciyle hareket edilecektir.

Tabii ki, öncelikle kalkış noktası çok önemli. Gelecek tasavvurunuzun hedefinizin sağlıklı ve Kur’ani bir baza oturabilmesi için önce toplumu doğru tanıyacaksınız. Toplum İslam toplumu değil, içinde bulunduğumuz toplumlar, hiç birisi ama. Hepsi cahiliye toplumu, eğer cahiliye toplumu değilse neden cahiliye hükmüyle yönetiliyor? Allah bir topluma hak etmediği bir yönetimi takdir etmem diyor. Rad 11. ayetin açılımını Rasulullah(ASM) şu ifadeyle ortaya koyuyor; “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz”. Mademki cahiliye hükümleriyle yönetiliyor bu kadar kapsamlı ve kuşatıcı bir şekilde, o halde bu toplumlar cahiliye toplumudur. Çok doğru bir tespit, üstelik zaten bütün kurumları ve kuruluşları cahiliye hükümleriyle işliyor. Allah “Yakin bir imana sahip bir topluluk için Allah’ın hükmünden daha güzel hüküm koyacak olan kimdir?” diye soruyor “Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü arıyorlar?” diye sorduktan sonra. Cahiliye hükmüyle İslam’ın hükümleri, Allah’ın hükümleri birbirinin zıttı olan alternatiflerdir. Nihayetinde ya cahiliye hükmü egemen olacaktır ya da Allah’ın hükmü, ortası yoktur. O bakımdan Müslümanların cahiliye toplumu olduğu doğru tespitinden sonra rahmetli şehidimiz, “O halde bu cahiliye toplumunu dönüştürecek bir Kur’an Nesli ortaya çıkarmamız lazım” diyor. Mekke’de bu olmuştur çünkü. Yani davete icabet edenler biz bilinciyle bir araya gelmişler, Dar’ül Erkam’da Rasulullah(ASM)’den kitabın ve hikmetin eğitimini almışlar ve cahiliyeden bütünüyle bir ayrışma için çaba göstermişler. Hangi ayrışma? Önce imani ayrışma, zihni planda bir ayrışma, ondan sonra ameli ayrışma, cahili amelleri terk edip İslami amellere yöneliyorsun. Ondan sonra da cemaat planında, yapısal planda bir ayrışma, onun Dar’un Nedve’sine karşı sen Dar’ül Erkam’ı oluşturuyorsun. Böyle kuşatıcı bir ayrışma ve uzlaşmazlık içine giriyorsun. Kitabın bu vurgusu önemli. Ve bu Kur’an neslinin oluşturacağı örnek/vasat ümmet cazibe merkezi oluyor. O cazibe merkezinin etrafında da davet yaygınlaştırılarak toplumun İslam’a dönüşümüne vesile olunuyor. Ve İslami sistemin de ancak bu şekilde bir çabanın sonucunda, cahiliye toplumlarının İslami toplumlara dönüşümü sonucunda geleceğini vurguluyor.

Tahkikat : Yoldaki İşaretler kitabında sizi en çok etkileyen bir unsurun da, daha sonraki süreçlerde neden böyle bir Kur’an neslinin bir daha yetişmediğine dair tespiti olduğunu söylüyorsunuz. Açar mısınız? 

Pamak : Merhum Şehidimiz Kutub söz konusu kitabında ilk Kur’an neslinin inşasında üç faktörün önemli olduğunu ve daha sonraki süreçlerde bu üç konuda da zaaflar yaşandığını vurguluyor;

Bir diyor,   “Kur’an bu ilk neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi.” Evet onlar doğrudan Kur’an’dan beslendiler, başka kitaplar araya girmedi, yani onları doğrudan vahiy inşa etti. Ondan sonra Müslüman'ım diyenlerin bir sürü kitapları, hani o üretilmiş ipler dediğim ipleri, üstadların, hocaların, abilerin kitapları oldu ve asla Kur’an’a bakmıyorlar. Hâlbuki önce Kur’an’la teçhiz olacaksın ki Furkan’ı kazanıp hak ile batılı ayrıştırmaya dair temyiz gücüyle mümeyyiz hale gelip sonra da onların da kitabını okuyacaksın ki, doğrusunu alıp yanlışını ayıklama imkânın olsun. Ama sen Kur’an’ı bir tarafa bıraktığında, mehcur bıraktığında, terk ettiğinde, o zaman sen ne yapıyorsun, abinin, üstadın, hocanın kitabında ne yazıyorsa hak batıl ayırmadan, o Allah’ın diniymiş gibi algılıyorsun. O halde ilk yapılacak şey Kur'an'ın üzerine hiçbir kitabı çıkarmamak, vahyi kesin bilginin önüne hiçbir bilgi kaynağını geçirmemek en temel mesele olarak algılanmalı.

İki diyor, “İlk dönemin örnek nesli Kur’an’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiçbirisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de duyar duymaz hemen tatbik etmek üzere alırlardı.” Şu tesbitler önemli: “Bu şuur, uygulamak üzere öğrenmek şuurudur. ... Böylece Kur’an, kişilikleri tarafından sindirilerek pratik bir metodla vicdanları ve hayatlarıyla kaynaşıyordu” ve “Hiç şüphesiz, Kur’an ona ancak bu şuurla yönelenlere, yani uygulamaya dönük bir bilgi edinme şuuru ile yönelenlere hazinelerini açar” diyor.

Evet onlar, o ilk Kur'an nesli, Kur’an’ı haz duymak için, bilgili adam olmak için, fıkıh dağarcığını şişirmek için okumadılar. İlim adamı olmak, kariyer yapmak, yazar olmak, bilgili adam olup nutuk atmak için okumadılar. Onlar Kur’an’ı, Kur’an’ın da Bakara 121’de ifade ettiği gibi, hakkıyla okudular. Yani öğüt almak, anlamak ve yaşamak amaçlı olarak okudular. Ölüm gelmeden imtihan kitabını, imtihan dünyasındaki hayatını bir an önce Allah'ın emirlerine uydurmak, hayatına dair fıkhını öğrenip ona göre yaşamak için okudular. Bakın, öncelikle sadece Kur’an’dan besleniyorsun, bir başka kitap yok. Hatta Rasulullah (ASM), Hz.Ömer (RA)’in elinde Tevrat yaprakları görüyor ve onu uyarıyor, yani diğerlerini ancak Kur’an’la teçhiz olduktan sonra okuyabilirsin. Ama Kur’an’la meseleyi halletmemiş adamın kafası karışır, yanlışlara dalar zira Furkan’ı yok, henüz temyiz kabiliyetini kazanmamış. Demek ki öncelikle doğrudan Kur’an’dan beslenmek, sonra ise Kur’an’a olan yaklaşımı. Aman ne güzel de yanık yanık okunuyor diye insanlar bugün stadyumları dolduruyor, “Kur’an ziyafetleri”nde 80-100 bin kişiyi toplayabiliyorlar. Tabi Fethullah Gülen’in kız erkek dans topluluklarından oluşan gösteri olimpiyatlarında 300 bin kişi toplanıyor. Tabii ki, buna nazaran, anlamadan da olsa Kur'an dinlemek üzere toplananların duyarlılığı şüphesiz ki daha olumlu bir durum. Ama yeterli değil, Allah'ın isteği bu değil.

Tahkikat : Üstelik de iftira atarak adeta Peygamberimizden de bu yaptıklarına onay almış gibi bir imaj oluşturuyorlar. Haşa Peygamberimiz (s) bu haldeler iken onları ziyaret ediyor ve denetliyor(!)

Pamak : Evet maalesef... Önceleri akıl baliğ olmamış çocuklarla başlayıp alıştıra alıştıra getirdikleri nokta ibret verici, şimdi artık genç kız ve erkekleri (cem evlerinde olduğu gibi-belki de bu evlere yakınlıkları buradan da geliyor olabilir) birlikte dans ettirip yüz binlerce "Müslüman"a, tesettürlü hanımlara alkışlattırıyorlar. İfsadın ve fahşanın temsilcisi kimi kadın sanatçıları da rol model olarak oraya getirip, hatta sahneye çıkarıp gençlerle birlikte olmalarını sağlıyor, birlikte şarkılar söyletiyor, adeta sizler de böyle olun dercesine ortamlar oluşturuyorlar. On binlerce tesettürlü insan hocamız tasvip ettiğine göre "bir hikmeti vardır" diye yaklaşıp, giderek kanıksıyor ve bu yüzden de yozlaşma "dindar" kesimde yaygınlaşıyor. Üstelik bütün bunları İslami hizmet diye yutturup, bir de dediğiniz gibi haşa Peygamberi (s) bile ifsad olmuş hayalleri ve rüyalarıyla oraya getiriyorlar ve bu yapılan ifsada meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Allah ıslah etsin, hidayet versin.

Velhasıl kardeşim, bunlardan görece daha olumlu görünen Kur'an ziyafetlerinde toplanan on binlerce insan da Kur'an yanık yanık teganniyle okununca, haz duyuyor ve ağlıyorlar. Şeyho hocamızı da davet edip götürmüşler o "Kur’an ziyafetleri"nden birisine, stadyumda olmuş herhalde. Şöyle anlatıyor, "gittim, orada okunan ayetleri ben anlıyorum tabi, yanımdakiler hüngür hüngür ağlıyor. Sordum yanımda ağlayan birisine ne dediğini anladığın için mi ağlıyorsun, hayır" cevabını alıyor. Şeyho hocamızın aktardığına göre okunan ayetler beşeri hayatı düzenleyen hukuki hükümleri ortaya koyan ayetlermiş. Ben o zaman yazmıştım, tamam insanların böyle bir duygusal bağlılığı var, çağırıyorsun onları yüzeysel de olsa Kur'an ile buluşturuyorsun güzel. Bari orada okunan ayetlerin meallerini verseler ve sonra da deseler ki “Ey insanlar, bilin ki bu kitap, müzik ihtiyacınızı karşılamak ve teganniyle okunup haz duymanızı sağlamak için değil, anlayıp, öğüt almanız ve yaşanmanız için indirilmiş bir kitaptır. Derhal evinize dönün ve ilk işiniz Kur’an’ı anlamak üzere okumak olsun”. İşte böyle bir yönlendirme yapsalar, ne kadar hayra vesile olurlar değil mi? Ama maalesef bu sorumluluk yerine getirilmiyor. Mesela hatim toplantıları için de onu önermiştim, hanım da apartmanda çağırıldığında gidiyor bazen. Git diyorum ve Arapça okunduktan sonra o gün orada okunan ayetlerin meallerini de gündemleştir ve okumanın amacının bu olduğunu söyle, bir hayra vesile olsun.

Seyyid Kutub’a dönersek, üç diyor, “O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu. Müslümanın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslam’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopukluk vardı.” Yani zihni planda yaşanan bu hicret ve kopuş, hayata taşınıyor, İslam’a girenlerin hayatında da, ahlaki ve davranışlar planında büyük bir inkılap yaşanıyordu. Cahiliyenin gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma hali kişileri kuşatıyordu. Tam bir yol ayrımı gerçekleşiyordu.

Evet, onlar cahili değerlerle kuşatılmış insanlardı. Zihinleri, amelleri ve hayatları böyleydi. İslam’ın kapısından içeri girerken öyle bir iman ve teslimiyetle, öyle bir arınma ile girdiler ki İslam'a, cahiliyeye ait üzerlerinde ne varsa kapının dışında bıraktılar. Daha sonraki nesiller ise, cahiliyeye ait birçok inanç, amel, motif, kültür ve formları İslam’ın içine taşıdılar. Müthiş bir tespit tabi bu. Türkler, Müslümanlaşırken Şamanizm’e birçok inanç, amel ve kültürü boca ettiler İslam anlayışlarının içine. Farslar, Mecusi kültüründen birçok unsuru boca ettiler, diğerleri de öyle. İlk nesil gibi bir Kur’an neslini inşa edip cahiliyeden tam bir ayrışma ile yeni bir İslam toplumunu inşa edebilmek için bundan kurtulmak gerekiyor diyor. İnşallah Rabbim bizlere de nasip eder.

Bu sonuca ulaşabilmemiz için merhum şehidimizin çok değerli tespit ve uyarılarına kulak verelim. Bakın bugünün tevhidi uyanış süreci öbeklerinin içine sürüklendikleri uzlaşmacı, sistem içi demokratikleşmeye destekçi ve eklemlenmiş, cahiliye sisteminin şirke dayalı anayasa değişikliğine oy talep eden bildiriler yayınlayıp, aktif destek veren halleri sebebiyle mahcup olup ibret almaları gereken ne kadar önemli şeyler söylüyor:

“Biz de bugün, İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta belki de daha koyusu içindeyiz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını taşıyor. İnsanların bakış açıları ile inançları, alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, yasa ve hukukları ........ hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam görüşü olarak saydığımız değerlerin çoğu bile cahiliye ürünüdür! Bu yüzden İslami değerler vicdanımızda tutunamıyor, kafalarımızda bir İslami bakış açısı belirmiyor, İslam’ın ilk döneminde yetişen o neslin bir benzeri gibi yeteri sayıda bir grup aramızda meydana çıkamıyor.” , “Bu yolda atacağımız ilk adım, kendimizi bu cahiliye cemiyetinin, onun değer ve görüş açılarının üzerine çıkarmak, dışında tutmaktır. Yolumuz boyunca onunla buluşmak (uzlaşmak) gayesi ile değer hükümlerimizden ve bakış açılarımızdan, az ya da çok (taviz vermemek) sapmamaktır. Biz ve onlar ayrı yolların yolcularıyız. Onlara bir adım bile uyduğumuz zaman metodumuzun tümünü ve yolumuzu kaybederiz.”, “Bu uğurda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu (net, ilkeli, onurlu) tutum bize ağır fedakârlıklar yükleyecek. Fakat ....... Allah’ın desteğine mazhar olan o ilk neslin yolundan gitmek istiyorsak, başka bir alternatifimiz, tercih edeceğimiz başka bir yol yoktur.”

Müthiş tespitler, insanın fıtratıyla örtüşen, imanı olan herkesi etkileyip kuşatacak derecede etkileyici ve haklı olduğunu haykıran tespitler bunlar. Allah ondan razı olsun ve rahmetiyle, sonsuz ikram ve mükâfatlarıyla kuşatsın onu inşallah. Bizlere de böyle onurlu ve ilkeli bir yolun yolcusu müminler olmayı nasip etsin inşallah.

Tahkikat : Seyyid Kutub için kişisel, toplumsal ve siyasal dönüşümün Müslümanlar tarafından gerçekleştirilebilmesinin bir nevi formülasyonunu, vahiy ve siyer eksenli bir açılımını yapmıştır diyebilir miyiz?

Pamak : Tabi, hakkıyla gerçekleşecek Kur'an ve siyer okumalarında apaçık ortaya çıkıyor ki, "Nebevi yöntem" Mekke-Medine sürecinde ete kemiğe büründürülmüş bir model olarak önümüze konmuştur. İşte Seyyid Kutub bu hakikati bu temel kaynağa dayanarak ortaya çıkarıyor. Hatta bir makalemde demiştim ki, Seyyid Kutub ve onun çağımızdaki şahidliğinden/ şehidliğinden/ örnekliğinden etkilenen Mehmet Pamak gibi Müslümanlar kafalarından mı uyduruyorlar yoldaki işaretleri? Hangi mümin samimiyetle, Mekke Medine sürecini vahiyle siyeri iç içe geçirerek okursa, kesinlikle görür yoldaki işaretleri. Şehidimizin ve bugün bizim kendimizden çıkardığımız şeyler değil bu işaretler, Kur'an ve süreç hakkıyla okunduğunda bunları görmemek mümkün değil. O kadar çarpıcı ki yoldaki işaretler, yüzyıllara sari yozlaşma, bozulma sürecinde üzerleri tozlanmış sadece. Vahiyle ve siyerle teçhiz olup, hak bir nefesle üflemek suretiyle ortaya çıkarmak gerekiyor. Aslında bu konuda bir çağrım da var : “Bugünün yoldaki işaretçileri olmaya talip olmalıyız” diye. Hani trafik için söylenen "yoldaki işaret ve işaretçilere uyun" ifadesi var ya, aynen öyle. Zaten var olan yoldaki işaretlerin, Kur'an'ı çağımıza taşımak, vahiyle bakmak suretiyle üzerindeki tozları silme görevini ifa ederek, biz de bugünün yoldaki işaretçileri olmalı, Kur'an ve sünnette var olan yoldaki işaretlerin üzerindeki tarihsel birikim tozunu alarak insanların onları görmesini sağlayacak bir rol oynamalıyız.

 

Devam edecek...

Üçüncü bölüm, Suriye ve Mısır'daki gelişmeler üzerine olacak inşallah.

Bu içerik 4773 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon