Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2008
 
Çorum İlkeder Konferansları Devam Ediyor.
Tarih: 29/11/2008
   


İlkav Başkanı Yazar Mehmet PAMAK İnsani Haklar, Hürriyetler ve İlmi, Kültürel Ekonomik-Sosyal Dayanışma Derneği İLKE-DER’in organize ettiği konferansta bir sunum yapmak üzere Çorum’a geldi

İlkav Başkanı Yazar Mehmet PAMAK İnsani Haklar, Hürriyetler ve İlmi, Kültürel Ekonomik-Sosyal Dayanışma Derneği İLKE-DER’in organize ettiği konferansta bir sunum yapmak üzere Çorum’a geldi.Cuma günü saat 20’de Belediye Turgut Özal İş Merkezi konferans salonunda düzenlenen programa katılım yoğun oldu.
Program, Erdal Ardıç’ın okuduğu Kuran’ı kerim tilavetiyle başladı, İlke-Der başkanı Selim ÖZKABAKÇI tarafından açılış konuşması yapıldı. Daha sonra Mehmet PAMAK sunumunu yaptı.
Mehmet PAMAK Kuran Neslini İnşa Sorumluluğu konusunda katılımcıları aydınlattı. Yaklaşık iki saat süren konferans ilgi ile izlendi.,

Konferansın başında İlke-der adına bir konuşma yapan Selim Özkabakçı şunları söyledi:İlke-der olarak 2004 yılından beri ilmi ve kültürel çalışmalarımızla sizlerle birlikte olduk, Allah nasip ederse bundan sonrada olmaya devam edeceğiz. Bildiğiniz gibi dernek merkezimizde her hafta Cuma akşamı halka açık olarak ilmi seminerlerimiz devam etmektedir.
Bu akşamda uzun yıllardır Kur’an çalışmalarından tanıdığımız, net ve dik duruşu ile her zaman tevhidi bilincin örnekliğini gözler önüne seren MEHMET PAMAK hocamız bizleri “Kur’an Neslini İnşa Sorumluluğu” konusunda aydınlatacak.Yaşadığımız çağda, ümmet asli kimliğini yitirmiş, cahili sistemler tarafından kuşatılmış ve Kur’an merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştırılmıştır. Vahyin mesajı yaşamlaştırılarak bir Kur’an nesli inşa etme sorumluluğu önümüzde durmaktadır.İlk dönem Müslümanları vahyi diri tutma yolunda canlı ve dinamiktiler. Bugün ise dünyevileşme yani sekülerleşme hastalığı Müslüman coğrafyayı bir kurt gibi kemirerek bitirmekte. Bu hastalığı yenmenin tek yolu ise vahye muhatap Kur’an neslini inşa ederek hayatın içerisinde bir pratik oluşturmaktır.Bu çalışmaları da insan olarak yaratılmanın vermiş olduğu bir sorumluluk olarak görüyoruz. Şu anda bunun için bir araya geldik ve inşallah kafamızdaki birçok sorunun cevabını bulacağız

Mehmet Pamak’ın konuşmasının tam Metni

İnsanlık serüveni bir Peygamber’in önderliğinde ve tek bir ümmet olarak başlamıştır. İlk insan toplumu bir Peygamberin öncülüğünde oluşturulan tevhid toplumu olarak teşekkül etmiştir. Daha sonra insanlar vahyin gösterdiği istikameti ve Peygamber’in oluşturduğu sahih geleneği terk etmiş, aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden ayrılığa düşmüşlerdir. “İnsanlar tek ümmetti, sonra ayrıldılar…”[1]
 
Bütün Peygamberlerin davet ettiği tevhid akıdesi ortak paydasında başlangıçta tek bir ümmet olan insanlık, bilahare dinlerini parçalayarak ve fırkalara ayrılarak bu tevhidi geleneğe ihanet edip tekrar cahiliyeye sapmışlardır. İşte bu ayrılık ve sapmalar sonucunda insanlık mâruf olanı terk edip, fıtratını bozarak münkere yönelmiş, münker yayılıp kalıcılaştıkça toplumu kuşatmış ve böylece tarihsel süreç içinde cahiliye toplumları ortaya çıkmıştır. İnsanlar, Peygamberlerin davetini müteakip yaşanan bu sapma süreçlerinde, imanlarına zulüm, şirk bulaştırıp, aklı kirleterek, heva, zan ve tahmine dayalı uydurma bilgilere yönelmişler, ilmi (vahyi) ve akletme yetisini terk etmişlerdir. Sonuçta fıtratlarını kirletip, fıtratın doğru yolunu terk ederek ve nefislerdeki fücur eğilimini belirleyici kılarak arzda fesad çıkarıp, ekini ve nesli bozmuşlardır.
 
İşte insanlık serüveni boyunca işleyen sünnetullah bu minval üzere süregelmiştir. İnsanlık, tek bir tevhid ümmeti olma vasfını yitirmesine sebep olan vahiyden uzaklaşma, Peygamberlerin yolunu terk etme sapmasını yaşadıkça, cahiliye inancını yeniden üretip, heva ve zanna dayalı olarak ürettiği bid’at ve hurafelerin peşinde yozlaştıkça, Allah her defasında tarihe ve topluma yeniden müdahale edip Peygamber ve kitaplar göndermiş ve istikameti doğrultucu, Hakta bütünleştirici ıslah projesini yeniden yürürlüğe koymuştur. En son olarak miladi 7. yüzyılda yaptığı müdahaleyle de Rabbimiz son Peygamberini göndermiş ve korunmuş son kitabıyla da kıyamete kadar geçerli olmak üzere evrensel vahyi ölçüleri indirmiş bulunmaktadır. Bugün de, Peygamberin (s) örnekliğinde / önderliğinde ve ilk Kur’an neslinin izinden giderek çağın Kur’an neslini oluşturmak suretiyle ve ilk ümmet nüvelerini teşkil edip bütünleştirerek vahyin ölçüleriyle ümmeti yeniden yapılandırmak, akidevî bir sorumluluk ve zorunluluktur.
 
Mekke’deki ilk Kur’an neslinin oluşumunda, vahyin ölçülerinin, birbiriyle iç içe geçen ve hayatı kuşatan hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının nasıl sosyalleştirildiğini ve hayatı nasıl inkılâba uğrattığını dikkatle okumalı ve örnek almalıyız. Kur’an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitap olarak, statükoya, tarihe ve topluma müdahale ederek vahyin evrensel ölçüleriyle yeniden inşa etmek tezini içermektedir. Önce akıl, zihin ve kalplerde, özlerde, nefislerde tevhidi bir inkılap yaratmayı, bilahare de zihinlere, kalplere ekilen vahye dayalı kavram, ölçü ve değerlerin istikametinde tezahür edecek davranışları, ahlakı yönlendirerek toplumsal alanda bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemektedir. Cahili ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatı, ilişkileri ıslah etmek, vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmek, bireysel ve toplumsal tüm hayatımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizin bütününü vahiyle yeniden dizayn etmek Kur’an’ın temel hedefidir.
 
Ömür boyu sürekli gündemde tutulması gereken hicret şuurunun, ilk Kur’an neslinin hayatında örneklenen süreci bugün bizim de izlememiz gereken dört boyuta sahiptir. Hicrette ilk boyutu, zihni planda yaşanan hicret, kalbi arınma ve iman teşkil etmektedir. Bu hicret, yüreklerde yaşanan inkılâp sonucunda, cahiliye inanç ve ilahlarından vahyin belirlediği inanca ve Allah’a, yani şirkten tevhide doğru gerçekleşen hicrettir. Bu anlamdaki hicret, tevhidi imana ulaşmak demektir. Davete muhatap olup icabet eden her insan mü’min olabilmek için bu hicreti öncelikle yaşamak durumundadır. Hicrette ikinci boyut, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicret etmektir. Bu anlamda hicret, iman amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami/tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmak, Kur’an ile ahlâklanmak, hayatı ibadet kılmak demektir.[2] Sadece bilgi edinmekle yetinmeyip, iman ettiği değerlere ait bilgileri hayatın bütün alanlarına hâkim kılmak, vahyi yaşamlaştırmak anlamına gelmektedir.[3] Hicrette ilk iki boyutu teşkil eden imani ve ameli hicretin hedefi, ikisi de Allah’tan gelen vahiy ile fıtratı imtihan dünyasında bütünleştirip İslami şahsiyetin inşasını sağlamaktır.
 
 
 
ilk neslin hayatı ve Kur’an hakkıyla okunduğunda merhum Seyyid Kutub’un da ulaştığı sonuçları biz de çıkarabiliriz. “Kur’an ve emrettiği ubudiyetin onlarda meydana getirdiği büyük değişim ve inkılabın en temel sebebi, onların Kur’an ve ibadet algılarındaki isabettir” tespiti üzerinde derinliğine düşünmeliyiz. İlk olarak onlar, araya başka hiçbir kaynak girmeden Resulullah’ın (s) eğitmenliğinde doğrudan İslam’ın arı duru kaynağından, Kur’an’dan beslenmişler, Kur’an’la eğitilmişlerdi. İkinci olarak, Kur’an’ı, hakkıyla, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumuşlardı. Kur’an’ı, sırf haz duymak için, salt bilgi edinmek, manasını anlamadan okuyup hatim indirerek sevap kazanmak ya da ölülere okumak için değil, hayat kitabını hayata okumak, hayatı onunla inşa etmek ve onun hükümleriyle amel edip Allah’ın rengiyle boyanarak, Allah’ın rızasını kazanmak için okumuşlardı. Üçüncü olarak da, imana yönelenler, İslam kapısından içeri girerken zihin, kalp ve amellerinde cahiliyeye dair ne varsa, onların tamamını kapı dışında bırakarak, tüm cahili pisliklerden arınarak, temizlenerek içeriye giriyor, cahiliyeden, imani, ameli ve cemaat planında tam bir ayrışma yaşıyorlardı. İşte ilk Kur’an nesli bu süreçte, imani, ameli ve yapısal üç temel hicreti yaşıyor ve bu tercihlerine kalıcılık, süreklilik kazandırıyorlardı.
 
Dünyada izzet ve şerefe, ahirette kurtuluşa, ancak bu çok boyutlu hicret bilincini esas almak, iman–salih amel bütünlüğü içinde vahye şahidlik yapmak ve hayatı ibadet kılmakla ulaşılabilir. İbadetler, ancak Kur’an’ın ifade ettiği ve ilk neslin yaşadığı gibi, parçalanmadan ve bütünlük içinde uygulandıklarında ve bütün hayat alanlarını kuşattıklarında inşa edici, arındırıcı ve inkılâba uğratıcı olabilirler. Hayatı vahiyle inkılâba uğratmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek öncü Kur’an neslini yeniden ilk nesil örnekliğinde oluşturabilmek için, Allah’a boyun eğip, rükû halinde olmayı ve sadece Allah’a secde edip, itaat etmeyi, hayatın bütün alanlarında gerçekleştirmek ve iman-amel bütünlüğü içinde Allah’a ibadet etmeyi hayatı kuşatacak bir bütünlük ve süreklilik içinde gerçekleştirmek zarureti vardır. İnanılan değerler uğrunda fedakâr olunması ve o değerlerin hayata hâkim kılınması, kurtarıcı ve aydınlığa çıkarıcı Kur’an mesajının hâl (yaşayarak) ve kâl (söz) ile bütün insanlara ulaştırılması için çabalar gösterilmesi, kaçınılmaz sorumluluktur. İnsanlara vahyin şahidliğini yapmak anlamına gelen bu sorumluğumuzu, ancak bu çabalara süreklilik kazandırarak, Allah’a itaati hayatın bütün alanlarına yayarak, sadece namazda değil hayatın bütün alanlarında aynı kıbleye yönelerek, bireysel ve toplumsal, ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki bütün hayat alanlarında sadece Allah’a secde ederek ve bu istikametteki yürüyüşümüzü istikrarlı kılarak, tevhid yolunda ayaklarımızı sabit tutarak yerine getirebiliriz. Bu sebeple Allah, ancak iman edip, rüku ve sücud halinde bulunanların, ibadet edenlerin ve hayırlı ameller işleyenlerin yani hayatı ibadet kılanların kurtuluşa erebileceğini bildirmektedir.[7] Rabbimiz mü’minleri tanımlarken,Onları rükua varırken, secde ederken, Allah'tan lutuf ve hoşnudluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar[8]ifadesini kullanmaktadır. Mü’minler o kimselerdir ki, hayatın bütün alanlarında ve ömür boyu Allah’a (rukû halinde) baş eğmiş olarak ve sadece O’na (secde) itaat halinde bulunurlar. Onlar, bütün hayat alanlarındaki eylem ve söylemlerinde, bütün yapıp ettiklerinde sadece Allah’ın hükümlerini esas alırlar, sadece O’na itaat ve ibadet ederler ve bu şekilde vahiyle inşa olan hayatları Allah’ın boyasını yansıtır. Onların hayatlarına bakıldığında bu ilahi renk görülür.“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin)[9]Tıpkı vahye uygun hayatlarının Allah’ın rengini yansıtması gibi, bütün hayat alanlarında Allah’a itaati esas aldıkları için, onların hayatlarının bütün alanlarında Allah’a itaatın (secdenin) izleri görülür. Çünkü hayatları Kur’an olur, ibadet olur. Bu sebeple de Kur’an onların hayatını inşa eder, inkılaba uğratır, onlara izzet ve şeref kazandırır. Işte, ancak bu şekilde Allah’ın rengiyle boyanmış ve Allah’a itaatın (secdenin) izlerini taşıyan hayatı yaşayanlar, diğer insanlara vahyin şahidliğini yapabilirler, örneklik teşkil edebilirler.
 
Allah’ın rızasını da ancak böyle sürekli ve istikrarlı bir mücadele ve kuşatıcı bir ibadet ve şehadet bilinciyle kazanabiliriz. Vahyi hayata hakim kılma mücadelesinin bütün boyutlarını yerine getirerek Allah yolunda hakkıyla cihad etmemiz ve Resulün (s) sünnetiyle bize şahidlik yaptığı gibi bizim de diğer insanlara vahyin şahidliğini yapmamız, örnek oluşturmamız, Rabbimizin bize verdiği Müslüman isminin kaçınılmaz bir gereğidir. Allah yolunda hakkıyla cihadın, küfre, şirke, zulme ve ifsada karşı Kur’an’la büyük cihad ve ıslah mücadelesinin sürekli ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi imani sorumluluğumuzdur.[10] Cahili sisteme ve ideolojik kuşatmasına karşı itiraz edip, adalet ve özgürlük mücadelesi vermek de, zulme ve despotizme karşı direniş de vahyin sosyalleştirilmesinin ve Kur’an’la cihadın bir parçasıdır.
 
İslam ümmeti, uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş) bırakarak[11], vahiyden cahiliyeye doğru tersine bir hicreti yaşadı. Resulullah’ın (s) güzel örnekliğini, vahye dayanan güzel ahlakını, Muhammed-ül Emin olarak tanınmasına yol açan insani erdemlerini ve mücadele sünnetini terk ederek, dünyevileşmenin anaforunda, nefsin arzu ve isteklerinin belirleyici olduğu, heva ve zanna tabi yollarda vahye dayalı niteliklerini tüketerek, ümmet olma vasfını ve Allah taraftarı (Hizbullah) olmaktan kaynaklanan izzetini kaybederek zillete sürüklendi.
 
Saltanat sapması, kavmiyetçiliği de tahrik eden zulme dayalı yönetimler, yeni fetihlerle yeni toplumlara ulaşılması ve bunların Kur’an eğitiminden geçirilmesine imkân bulunamaması ve bu halkların kendi cahili değerlerini İslami anlayış ve yaşamlarında sürdürmeleri, saray çevresinde gösterilen güdümlü entelektüel çabalar ve tercümelerle İslam içine taşınan yabancı felsefe ve düşünceler, siyasi ve hizbi ihtilaflar ve her hizbin kendi tezini güçlendirmek üzere tefsirlerde yaptığı tahrifatlar ve batıni yorumlarla ortaya koyduğu aşırılıklar, uydurduğu haberler, sonuçta dinin tahrifine yol açtı. Bu yozlaşma/Yahudileşme sürecinde akıl ve ilim dışlanarak, vahyi anlama, öğüt alma ve yaşama sorumluluğu terk edilerek “keşf ve ilham” adı altında birçok bid’at ve hurafeler uyduruldu. Böylece Kur’an’da yer alan açık uyarılara ve Resulullah’ın onların izinden gitmeyin ikazlarına rağmen maalesef ümmet-i Muhammed de, Yahudileşmenin bütün unsurlarını hem de elindeki korunmuş kitaba rağmen yaşadı. Kitabı, dini parçalara ayırıp hizipleşti, çeşitli siyasal ve sosyal sebeplerle tefrikaya yöneldi[12], dinde ayrılığa düştü. Kitabı tahrif etme imkânı olmayınca anlamı tahrif edildi. Batıni yorumlarla, uydurma rivayetlerle akide oluşturuldu, vahdeti sağlayan tevhitten uzaklaşılınca ihtilaf ve parçalanma yaşandı. Müslüman halklar kitabi ve tevhidi özelliğini kaybedince ümmet olma niteliğini, birliğini ve zindeliğini yitirdi.[13]
 
Allah’ın topluca sarılmamızı istediği “Hablullah”[14] (Allah’ın ipi) bırakılınca, yani Kitaptaindirilmiş olan ölçü ve değerler terk edilince, daha sonra gelenler tarihsel süreçte üretilen farklı iplere tutundular, heva ve zanna dayalı değerlere din diye sarıldılar. İnsanları “Allah’ın ipi”ne tutunmaya daveti bırakarak, Allah’ın ipi adı altında kendi ürettikleri iplere tutunmaya çağırdılar. Artık insanlar doğrudan Kur’an’dan değil, tarihsel süreçte üretilmiş farklı kitaplardan, kaynaklardan beslenmeye başladılar. Vahiyle denetimi yapılmamış “atalar dini”ne[15] kör bir taklitle tabi oldukları halde, bunun Allah’ın dini olduğunu zannettiler. İlk neslin, Peygamber’in (s) örnek ve önderliğinde, onun kitabı ve hikmeti öğrettiği evlerde tertil üzere Kur’an okuyarak, doğrudan Kur’an’dan beslenmesi vakıasından ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz sonraki nesiller, üstadların, şeyhlerin, önderlerin ürettikleri ve Kur’an’la tam mutabakatı olmayan kitaplarından beslendiler ve buralardan aldıkları bilgilerin vahye uygunluğunu araştırmak gereği de duymadılar. İlk nesli Kur’an nesli yapan, onların büyük inkılâp yaşamalarına yol açan ikinci unsur ise, Kur’an’ı, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumak iken, daha sonraki nesiller, anlamadan hatim indirmek ve ölülere okumak, fal bakmak, sırf haz duymak, salt bilgi edinmek ve kendi hizipsel tercihlerini, önyargılarını onaylatmak amacıyla Kur’an’a yaklaştılar. İlk nesli Kur’an nesli yapan üçüncü unsur ise, vahyin belirleyiciliğinde sahih bir iman ve amele yönelmeleri, cahiliyeye ait inanç ve amelleri toptan terk etmeleri, cahili yapıyı terk ederek, ona alternatif, akıde ortak paydalı İslami yapıyı oluşturma bilincini kuşanıp gereğini yerine getirmeleriydi. Sonraki nesillerde ise, yeni Müslüman olan kitleler, cahili inançlarını da yeni dinlerinin içine taşıyıp sentezlere gittiler. Tarihsel süreçte üretilen bid’at ve hurafeleri de katarak cahiliye inancını ve cahiliye toplumunu, hem de “İslam” adı altında yeniden ürettiler.
 
Nihayet bu bozulma süreci sonunda sömürgeleşmeye müsait hale gelen İslam coğrafyasında, ya emperyalist ülkelerin işgali, ya da işbirlikçi despot yönetimlerin İslam dışı sistem dayatmaları, heva ve zanna dayalı Batı değerlerinin yerli halklara bu işbirlikçi kadrolarca zorla kabul ettirilmesi, modern cahiliyenin kuşatması altında geleneksel cahiliye ile sentezlere gidilmesi söz konusu olmuştur.
 
Cahiliye toplumuna alternatif İslam cemaatini oluşturmak zorunluluğu, cahiliye toplumundan akıdevi ve ameli bir ayrışmayla oluşan bu cemaatin müntesiplerinin, cahiliye toplumuyla bütün insani ilişkilerini de kesmeleri, o toplumun hiçbir şeyi ile ilgilenmemeleri, ondan fiziken de kopmaları anlamına gelmemektedir. Aksi takdirde o topluma daveti taşımaları ve şahidlik yapmaları da imkansız hale gelecektir ki, Kur’an da bunu istememekte, ilk örnek nesil de bunu yapmamış bulunmaktadır. Tam tersine, toplumdan soyutlanmadan, aile, akrabalık, komşuluk ilişkileri, ekonomik ve sosyal alanlardaki ilişki ve etkinlikler içinde, vb bütün toplumsal alanlarda yer alıp, vahyin şahidliği bağlamında doğru ve nitelikli bir temsil ortaya koyarak toplumsal istikametin düzelmesine, tevhidi dönüşümün yaşanmasına ve kültürel seviyenin yükselmesine katkıda bulunmak sorumluluğumuz vardır. Toplumdan gizlenerek, soyutlanarak ve ilişkiyi keserek topluma bir katkıda bulunmak ve ıslahına vesile olmak mümkün değildir. Bu sebeple, toplumla ilişkide iki yanlış uçtan kaçınılmalıdır. Birisi toplumdan tamamen kopmak, uzaklaşmak, ilişkiyi kesmek, diğeri ise toplumu meşruiyetin kaynağı gibi algılayarak ona ve onun cahili değerlerine doğru savrulmaktır.
 
Davetçi mü’minlerin, bu büyük sorumluluğu yerine getirirken, önlerine çıkarılacak dış ve iç engelleri aşabilmek için de güç birliğine ve dayanışmaya ihtiyaçları vardır. İnsanların Kur’an’ın aydınlığında uyanıp, yerel ve küresel sömürü düzeninin sonunu getirecekleri korkusuyla, yerel ve küresel müstekbirler ve atalar dininin savunucusu geleneksel cahiliyenin temsilcileri tevhidi davete engel olmak isteyeceklerdir. Bütün bu engellere rağmen, Kur’an ve sünnet merkezli sahih din anlayışını topluma ulaştırma mücadelesi veren mü’minler olarak, Peygamberlerin örnekliğinde, geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp, ayrışarak tevhid ve adalet toplumunu oluşturacak, ümmeti yeniden inşa edecek Kur’an nesli nüvesini oluşturmak için ıslah ve inşa çabalarımızı sürekli kılmalıyız. Cahiliye sisteminin ve kurumlarının tasallutundan, şirke dair seküler kültürün ve geleneksel bid’at ve hurafelerin kuşatmasından arınmak için öncelikle aile ve evlerimiz, daha sonra da dernek, vakıf benzeri alanlarımız, tıpkı “Erkam’ın evi” misali, İslami kimliğimizin oluşumu, gelişimi ve korunması açısından sığınaklarımız ve arınma, korunma merkezlerimiz, kitap ve hikmet eğitiminin yapıldığı mekteplerimiz haline getirilmelidir. Mü’minlerin oluşturduğu vakıf, dernek ve okul benzeri kolektif alanlar, bir yandan bu amaçla alternatif eğitim ve arınma merkezleri haline getirilirken, diğer yandan da zorba sistemin dayatmalarına karşı direnme bilincinin oluşum ve organizasyonunun yapıldığı, zulme rıza göstermeyerek adalet ve özgürlük mücadelesini sürdürecek ve yaşanan zulmü geriletmeye çalışacak kadroların yetiştiği ve organize edildiği toplumsal muhalefet alanları haline dönüştürülmelidir.
 
Kur’an neslinden kastedilen, aynı zaman diliminde yaşayanlardan, aklını, imanını, şahsiyetini ve hayatını Kur’an’la inşa eden her yaştan mü’minin oluşturduğu topluluktur. Yani Kur’an neslini oluşturmak denince, mevcut toplumdan ve bugünden umudunu kesip, bir eğitim projesiyle genç nesilleri yetiştirmek suretiyle geleceği kurtarmak çabası akla gelmemelidir. İlk Kur’an nesli içinde, yaşı ileri olan Hz. Ebubekir de, çocuk yaştaki Hz. Ali de vardır. İlk Kur’an nesli, Resulullah’ın (s) davetine icabet eden her yaştan mü’minin birlikte oluşturdukları bir Kur’an toplumuydu. O halde çağın Kur’an nesli dendiği zaman da, Mekke Kur’an neslinde olduğu gibi, içinde toplumsal yaş kuşakları anlamında birkaç insan neslini, dede, baba, oğul ve hatta torunun da yer aldığı dört kuşağı birden barındıran, bilgisini, aklını, imanını, şahsiyetini ve hayatını Kur’an’la inşa eden mü’minlerin topluluğu akla gelmelidir. Bu topluluğa S. Kutup’un isimlendirmesiyle “Kur’an Nesli” denilebileceği gibi, Kur’an toplumu, Kur’an cemaati de denilebilir.
 
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ilk Kur’an toplumunu oluşturan mü’minlerin hepsi Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuyorlar, bu amaçla tertil üzere Kur’an eğitimi alıyorlardı. Bütün mü’minler okuyup eğitimini aldıkları Kur’an’dan anladıklarını, fıkhettiklerini hayatlarına taşımaya çalışıyorlar, birbirleriyle de fikir teatisinde bulunuyorlardı. İşte bu sebeple örneğimiz ilk Kur’an toplumu “müçtehid toplum” hüviyetini kazanıyordu. Kur’an okumaları ve eğitimi sonucunda fıkhettiklerini hayatlarında uygulamaya koyuyorlar, cemaat planındaki pratiğe ise şuranın içtihatları yön veriyordu. Kur’an’ı anlama ve uygulamalarında ihtilaf ettikleri konuları Resulullah’a (s) soruyorlar, açık bir hüküm yoksa yeni vahyin gelmesini bekliyorlar ve hayatı işte böyle dönüştürüp vahiyle inşa ediyorlardı. Bugün ise, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu Kur’an okumamakta, okuyanların büyük çoğunluğu da hakkıyla okumamaktadırlar. Halbuki bugün de Kur’an toplumunun oluşabilmesi için her Müslüman’ın Kur’an’ı hakkıyla okuma çabası içine girmesi gerekmektedir.
 
Vahyin ölçüleri ve ilk neslin örnekliğinden hareketle, İslami mücadelenin biri içe dönük, üçü dışa dönük olmak üzere dört boyutu söz konusudur. Bunların hepsi, süreklilik arz edecek şekilde ve birlikte gündemde tutulmaktadır. Birincisi ve öncelikli olanı iç inşayı, nefislerde yaşanması gereken inkılâbı sağlayan iç arınmayı, “rucz”den uzaklaşmayı, şirk başta olmak üzere her türlü kir ve pisliklerden temizlenmeyi esas alan kalbi arınmadır. Bu sonuç, ancak, imani ve ameli hicrete süreklilik kazandırılarak sağlanabilir. Bu çabanın hedefi, nefislerdeki arınmayı, vahiyle teçhiz olmayı ve iman-amel bütünlüğünü sağlamak suretiyle İslami şahsiyetlerin inşasıdır. Bu İslami şahsiyetlerin bireysel iradelerinin birleşmesiyle kolektif aklın ve iradenin ortaya çıkarılmasını müteakip yapılacak dışa dönük mücadelenin hatları ise; birincisi, tevhidi davet, tebliğ ve eğitimle Kur’an neslini inşa etme, davete icabet edenleri örgütleyip mücadeleye sevk etme çabasıdır. İkincisi, egemen şirk sistemine ve tevhidi davetin önünü kesmeye çalışan, insanların vahiyle buluşmasını engellemek için iradelerine ipotek koyan zorba yönetimlere ve yaygınlaştırmaya çalıştığı, şirke, küfre, ifsada ve zulme karşı tevhid, adalet ve özgürlük eksenli ıslah mücadelesidir. Üçüncüsüise, toplumda yaygın olan, hem de İslam adı altında meşrulaştırılan yanlış din anlayışlarının vahyin ölçüleriyle düzeltilmesi, ıslah edilmesi çabasıdır. Bu dört boyutlu mücadelenin tamamı “Allah yolunda cihat” hükmü içine girer. Bu, küfre ve ifsada karşı Kur’an’la verilecek büyük cihattır.[16] Bugün bizi de bağlayan Mekke pratiği işte bu dört boyutlu mücadeleden ibarettir. İslami davet ve eğitimin önü kesilip, İslam’ın yaşanması tamamen imkânsız hale geldiğinde ve mü’minlerin hayatları da tehlikeye girdiğinde ise mekânsal hicretin şartları oluşmaya başlayacaktır.
 
İlk nesil de, bir yandan tevhidi daveti, Kur’ani eğitimi gerçekleştirirken, diğer yandan daha Mekki surelerden itibaren ekonomik, sosyal, siyasal konulardaki yönlendirmelerle, egemen cahili sisteme, zorba yönetimlere yönelik açık tavırlar koyuyor, insanları şirk sistem ve otoritelerine itaatsizliğe çağırıyor, statükoyu sarsan tevhidi mesajı yaygınlaştırıyorlardı. Şirki ve küfrü izale edip karanlıkları aydınlatmaya, zulmü ve ifsadı önlemeye ya da geriletmeye yönelik ıslah edici inkılâpçı bir mücadele yürütüyorlardı. Bir yandan da iç arınmayı, kalbi derinleşmeyi ve güzelleşmeyi, her türlü cahili kir ve pislikten uzaklaşmayı sürekli bir ahlâk haline getiriyorlardı. Ayrıca toplumda hem de Allah’ın dini adına yaygınlaşmış yanlış din anlayışlarını düzeltmeye, ıslah etmeye çaba gösteriyorlardı.
 
Ulusal sınırlarla çevrilmiş her ümmet coğrafyasında, tek bir Kur’an nesli öbeği, tek bir ümmet nüvesi oluşmalı ve farklı ülkelerdeki bu nüveler, öbekler dünya çapında bütünleşip vahdeti sağlayarak küresel boyuttaki tek İslam ümmetini oluşturmalıdır. Allah’ın ipi (Hablullah) olan Kur’an’a topluca sarılmak ve parçalanmamak, dağılıp ayrılmamak emri[17] ve insanlığa şahidlik yapacak vasat ümmetin oluşturulması[18], tevhid ümmetinin tek olmasına[19] dair vahyi ölçüler, uyarılar bu birliği zorunlu kılmaktadır. Kur’an nesli yerine, Kur’an ya da İslam cemaati, ilk Kur’an toplumu gibi kavramlar da kullanılabilir. Önemli olan bu tanımlamadan amacın ne olduğudur ve bunun vahyin ölçüleri ve ilk neslin oluşturduğu örneklikle ilkesel olarak örtüşmesidir. Önemli olan, davete icabetle iman edenlerin, tek cemaat ve tek ümmet olma sorumluluğu olduğunun anlaşılmasıdır. Merhum şehidimiz Seyyid Kutup, işte bu ilk yapılanmaya “ilk Kur’an nesli” adını vermiştir. “Bazı mü’minlerin Kur’an nesli oluşturmak ve ümmeti vahiyle inşa etmek diye bir derdi olur, bazılarının ise, böyle bir meselesi olmaz, onlar da bireyselliği tercih edip onunla yetinebilirler” diye bir tercih hakkı yoktur.[20] Kur’an’da Allah’ın emrettiği ve Resulullah’ın (s) önderliğindeki ilk Kur’an nesli örnekliğinde ortaya konduğu gibi, her mü’min, önce İslam cemaatinin ve sonra da İslam ümmetinin sorumlu bir müntesibi olmak durumundadır. Bireysellik, İslami kimlik ve ilkelerle bağdaşmayan modern ve liberal bir sapmadır.
 
hem vahyin yukarıda ifade edilen öçüleri, hem de bize örnek olması gereken ilk neslin pratiği gereğince, hiç değilse, öncelikle dayatılan ulusal sınırlar içinde tek bir Kur’an nesli ya da ümmet nüvesi oluşturmayı, bu anlamda ilk önce kendi coğrafyamızda birliği ve dayanışmayı tesis etmeyi, sonra da tüm İslam coğrafyasındaki ümmet nüveleriyle bütünleşerek, küresel tevhid ümmetini oluşturmayı başarmak zorundayız. Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin dayattıkları ulusal sınırlarla çevrili kendi yaşadıkları bölgelerde bile birliği tesis edip tek bir Kur’an nesli cemaati ya da ümmet nüvesi oluşturma basiretini, çabasını, duyarlığını ve ciddiyetini gösterememiş olanların, küresel ümmetin vahiyle yeniden inşasına ciddi bir katkı sunmaları nasıl mümkün olabilir? Evet, kendi “ülke”lerinde bile güçbirliği yapıp Kur’an’ın mesajını topluma götürmek üzere ülke çapında kuşatıcı, tesirli, örnek tek bir yapı oluşturmada, nefsani sebebler, vahye dayanmayan anlayışlar ve hizbi taassuplarla acze düşenlerin, küresel çapta ümmetin oluşumuna olumlu bir katkıda bulunmaları mümkün değildir. Ne pahasına olursa olsun, hangi şartlarda bulunursak bulunalım akıdevi bir sorumluluk ve zorunluluk olan bu mükellefiyeti yerine getirmek üzere üzerimize düşeni yapmak mecburiyetindeyiz. Mü’minlerin hak etmeleri derecesinde sonucu takdir etmek ise Allah’a aittir. Sonuçta O’na dönüp hesaba çekileceğiz. İşte bu hesap bilinciyle üzerimize düşenleri yapmalı ve hiç değilse bu sorumluluğumuzu yerine getirme özlem ve çabası içindeyken hayatımızı tamamlamaya çalışmalıyız. Böylece, Rabbimizin huzuruna çıkabilmeye yüzümüz ve hiç değilse bu samimi çabamızı mazeret olarak sunabilmeye imkânımız olsun. [21] Onlar da bu emrin gereğince tek bir ümmet nüvesi içinde bütünleşerek şura ile karar alıp uygulamışlar, cahiliyenin karşısına, gerek davet ve ıslah çabaları bakımından, gerek davete icabet edenlerin eğitimi bakımından, gerekse zulme karşı adaleti ikame etme mücadelesi açısından olsun, bir vücudun uzuvları gibi dayanışma içinde, bir duvarın tuğlaları gibi kaynaşmış tek bir yapı halinde çıkmışlardır. Ümmet olmanın temel gereği de budur. “Rab’lerinin çağrısına koşarlar, namazlarını kılarlar ve onların işleri aralarındaki şûrâ iledir…”Bugün ise, aynı ülkede çeşitli il ve ilçelerde yayılmış farklı grup ve öbeklenmelerin, Kur’an neslini yetiştirme, tevhidi daveti yaygınlaştırıp, davete icabet edenleri de eğitme işlevi gördükleri ya da bu iddialarla faaliyet gösterdikleri vakıası dikkate alındığında, bunların birliği sorunu, karşımıza önemli bir sorun olarak çıkmaktadır. Bu öbeklerin, Kur’an neslini yetiştirip, bu kadro öncülüğünde ümmeti yeniden inşa etme çabalarının koordinasyonu, dayanışması, kardeşleşmesi ve birlikteliği sorunu, gerçekten de çok temel bir sorundur. Guruplar arasında, “emri bil maruf, nehyi anil münker” sorumluluğu yerine getirilerek diyaloglar kurulmalı ve vahdete kadar ısrarla sürdürülmelidir. Ancak bu “emri bil maruf” görevi, akıde ve sabiteler alanıyla sınırlanmalı, İslami şahsiyet ve ahlakla bağdaşmayan konuları da kapsamalıdır. Her gurup, kendi müntesiplerine, diğer tevhit eksenli yapılarda bulunan Müslümanlarla tevhidi İslami kimlik ortak paydasında ve aynı İslam ümmetinin ferdi olmak bakımından kardeş oldukları ve bir gün mutlaka bütünleşip biz bilinciyle birlikte olacakları duyarlılığını kazandırmalıdır. Vahdet hemen sağlanamasa da, bu süreçte kardeşlik diyalogu sürdürülmeli, ümmet kimliği ile gurup kimliği çatıştığında gurup kimliğinin kolayca terk edilebilecek geçici bir kimlik olduğu anlatılmalıdır. Aynı ilkelere sahip guruplar tanıştıkça bütünleşme eğilimi teşvik edilmeli, kaynaşma, birleşme ve ümmetleşme sorumluluğu öne çıkarılmalıdır. İşte bu kuşatıcı üst yapıya ulaşma yolunda ilerlerken, alt seviyede zaruri olarak oluşan yapılar mutlaklaştırılmamalıdır. Tevhid ortak paydasındaki bütün gurupları, hizipleri, ekolleri kuşatacak üst yapı özlenmeli, istenmeli, önü kesilmemeli, vahdet için gösterilecek çabalar süreklilik arz etmelidir. Bu sebeple her gurup ya da alt yapılanma, müntesiplerine nihai yapı olmadığı duyarlığını ve ümmet bilincini kazandırmalıdır.

 

 

 
Kur’an ve mütevatir sünnet merkezli sahih din anlayışına davet eden tevhidi öbekler ve İslami şahsiyetler arasındaki iletişimsizlik, örgütsüzlük, netice olarak dağınıklığa, güçsüzlüğe, zayıflığa ve bunların sebep olduğu yılgınlıklara, bunalımlara ve zamanla içe kapanarak kemikleşmeye / donuklaşmaya yüz tutan hizipleşmelere yol açmıştır. Bu coğrafyada oluşturulacak kuşatıcı Kur'an Nesli Platformu, Şurası ya da Kur’an Toplumu, işte tüm bu sıkıntıları, çözümsüzlükleri, zayıflıkları ve bunların sonucunda tahakkuk eden savrulmaları önlemeye yönelik önemli bir imkân da sağlayabilecektir. Eğer iyi değerlendirilebilir, ilk neslin örnekliğinde iyi pratize edilebilirse, böyle kuşatıcı bir yapılanma, yaşanan dağınıklık ve savrukluğu asgariye indirebilecek, birliktelik ahlakını derinleştirebilecek, pratik/dinamik bir fıkhın oluşmasına zemin hazırlayarak, faaliyetlerimizi denetleyip disiplinize edebilecek, vahiy istikametinde yönlendirebilecek bir potansiyeli barındırmaktadır. Tabii ki, böyle kuşatıcı bir yapılanma, ancak usûlü'd din konusunda, Kur'an'ın muhkem ölçüleriyle anlayış ve itikadını oluşturmayı kabul eden ve örnek alınacak ahlaki özelliklere sahip mü’min şahsiyetler, sosyal öbekler arasında kurulacak irtibatlar, diyaloglar ve temel konulardaki mutabakatların belirlenmesi sonunda gerçekleştirilebilecek bir pratiktir.
Ümmetin yeniden inşasında, bölgesel Kur’an Nesli nüvelerinin oluşumu büyük önem taşımaktadır ve önceliklidir. Her bölge, şehir ve ülkede yaşayan mü’minler, bu hedefin, bu küresel ümmet zincirinin birbirine geçecek halkalarını oluşturmak sorumluluğunu taşımaktadır. Küresel kapitalizme de, en net ve sahih cevab, ancak her bölgede oluşturulacak Kur’an nesli halkalarının birleşmesiyle gerçekleştirilecek Kur’an nesli zincirinin oluşturacağı tevhid ümmeti ile verilebilecektir. Küresel tağuti güçlerin münkeri küreselleştirmesine karşı, maruf olanın küreselleşmesi ve zulme karşı küresel bir adalet arayışıyla küresel bir itirazın gerçekleştirilmesi ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajın “vasat ümmet” aracılığıyla tüm dünya insanlığına etkili bir biçimde sunulması, ancak her ülkede oluşacak bu Kur’an nesli öbeklerinin, ümmet nüvelerinin küresel vahdetiyle mümkün olabilecektir. O halde işe kendi ülkemizdeki, yani dayatılmış ulusal sınırlar içindeki Kur’an halkalarını tek bir çatı altında toplamakla başlamalıyız. Kur'an eğitiminden geçen halkaların bütünleşmesini sağlamak suretiyle, kendi ülkemizde tek bir Kur’an neslini ya da tek bir ümmet nüvesini oluşturmak temel bir gereklilik ve ertelenemez bir sorumluluk olarak algılanmalıdır.

 


[1] Yunus 1019
[2] Bakara Suresi 2/44, Saf Suresi 61/2-3
[3] Cuma Suresi 62/5
[4] Meryem Suresi 19/173
[5] Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9
[6] Meryem 19/173.
[7] Hac Suresi 22/77
[8] Fetih Suresi 48/29
[9] Bakara Suresi 2/138
[10] Hac suresi 22/78, Furkan Suresi 25/52
[11] Furkan Suresi 25/30
[12] Hicr Suresi / 90-92
[13] Enfal Suresi / 46
[14] Al-i İmran Suresi 3/103
[15] Bakara Suresi / 170, Maide Suresi / 104
[16] Furkan Suresi 25/52
[17] Al-i İmran Suresi 3/103, 105, 110, Enfal Suresi 8/46
[18] Bakara Suresi 2/143
[19] Bakara Suresi 2/213, Enbiya Suresi 21/92
[20] Ahzab Suresi /36
[21] Şura 42 /38.

 

Bu içerik 2091 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon