Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   PANELLER  >  2006
 
Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Paneli Yapıldı
Tarih: 03/12/2006
   


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) tarafından düzenlenen “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi” konulu panel 3 Aralık 2006 Pazar günü Ankara Kocatepe kültür merkezinde gerçekleştirildi. Abdullah Başaran’ın sunumunda sinevizyon gösterisiyle başlayan programda Kuran’ı Kerim ve mealinin okunmasının ardından yaklaşık 7 saat süren II oturumlu panelin I. Oturumuna geçildi.

RESMİ İDEOLOJİ KISKACINDA EĞİTİM PANELİ YAPILDI

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) tarafından düzenlenen “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi” konulu panel 3 Aralık 2006 Pazar günü Ankara Kocatepe kültür merkezinde gerçekleştirildi. Abdullah Başaran’ın sunumunda sinevizyon gösterisiyle başlayan programda Kuran’ı Kerim ve mealinin okunmasının ardından yaklaşık 7 saat süren II oturumlu panelin I. Oturumuna geçildi.

I. Oturumu yöneten İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’ın ilk konuşmacı olarak yaptığı “İlk Öğretimden Üniversiteye, Askeri Okullardan Milli Güvenlik Akademisine, Devlet Okullarından Özel Okullara Kadar Eğitim Sitemini Kuşatan İdeolojik Taassup” konulu konuşmadan bazı pasajlar:

Bilmeliyiz ki, yaşanan büyük zulmü kanıksayarak, kendilerine ve çocuklarına yönelik bunca kuşatmayı, dayatmayı, baskı ve yasakları sorgulamayı, bunlara itiraz etmeyi ve temel hak ve özgürlüklerini talep etmeyi başaramayan, zulme dayalı bu statükoyu değiştirme iradesini göstermek yerine, pasif, silik ve edilgen bir tutumla egemenlerin “lütfettikleri”yle yetinen toplumların özgürleşmesi mümkün değildir. Zulmedenlerin, yaptıkları zulümden nadim olup, kendiliğinden gasp ettikleri hak ve özgürlükleri, zulme rıza gösteren kitlelere iade ettikleri hiç görülmemiştir. Bu bakımdan, despot oligarşinin arzu ve isteklerine göre dizayn edilmiş, sömürüye dayalı düzene uyumlu ve itaatkâr vatandaşlar yetiştirmeyi hedefleyen “zorunlu ideolojik eğitim” kuşatmasını fark edip öncelikle bu temel sorunu çözmeye yönelik bir özgürlük mücadelesi vermek gerekmektedir.

Eğitim-öğretim faaliyetinin genel ve zorunlu bir devlet fonksiyonu olarak ortaya çıkması, kendi mahiyetinin zorunlu kıldığı bir “gelişme değildir. Kamu okulları sistemi esas itibariyle modern ulus devletin ideolojik bir aygıtıdır. Modern ulus devletin eğitimi kendi tekeline alıp merkezîleştirmesinin amacı tamamen ideolojiktir; büyük ölçüde, ulusal devletlerin, politik yollardan homojen bir “ulus” yaratma veya etnik, kültürel yahut dini bakımdan heterojen olan bir halkı homojen bir kütle haline dönüştürme “ihtiyacı”nın eseridir.

Devlet toplum ve halk için değil, toplum ve halk devlet içindir. Kutsallaştırılıp ilahlaştırılan devlet, toplumun bir hizmet kurumu ve aracı olmaktan çıkarılıp, adeta toplumu var eden, onu yaşatan, onun sahibi ve maliki konumuna oturtulmuştur. Halk işlerini ve hizmetini görsün diye bir devlet kurmamış, kendinden menkul varlık iddiasıyla devlet kendisine vergi versin, askerlik yapsın ve diğer hizmetlerde bulunsun diye bir halk, bir ulus oluşturmuştur. Devlet ve devlete hakim oligarşi ve özellikle de ordu efendi, halk ise onlara hizmet etmek için var olan kölelerdir. Böyle bir anlayışa sahip olanlarca kutsal devlet aynı zamanda bir doğruluk referansıdır. Halkı için, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ancak devlet ve dolayısıyla devlete egemen olan oligarşi (asker-sivil bürokratlar ve TÜSİAD’cı sermayedarlar) bilmektedirler.

Egemenler, kurdukları sömürü ve zulüm düzenini ayakta tutmak için, bu sistemin mağdurlarını kendi çıkarlarını koruyacak biçimde yetiştirecek ideolojik zorunlu eğitimi bir araç olarak kullanıyorlar. Sonuçta mazlumlar zalimlerini ayakta tutan payandalar haline dönüştürülüyorlar. Bu tuzaktan kurtulup, özgürleşmenin yolu, bütün insanların yaratıcısı olarak, bütün insanların hukukunu en adil bir biçimde gözeten Allah’ın hükümlerini ve fıtri insani erdemleri belirleyici kılan bir sistemi kurmaktan geçer.

Cahilleştirici “harf inkılabı” da, ülke halklarının hafızasını silerek yeni devlete payanda olacak, oligarşiye iktidar ve rant sağlayan statükoyu ayakta tutacak köksüz bir ulus oluşturma amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu sûretle tekrar köke, kaynağa ve özgün paradigmaya dönüşü imkânsızlaştırmak ya da en azından zorlaştırmak istenilmiştir. Böylece, köksüz, tarihsiz, kimliğini, özgün inanç ve değerlerini kaybetmiş, kaynaklarına, kütüphanelerine karşı, kör, sağır ve dilsiz konuma getirilmiş, okuma yazma oranı düşük, nevzuhur, cahil bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olunmuştur.

Ayrıca, dinde tevhide karşı olan Kemalizm’in, “tevhid-i tedrisat” kararıyla, farklılıkları yok eden, tek tipçi materyalist eğitim politikalarını esas alarak gerçekleştirdiği pozitivist eğitimle, fıtratlar bozulmuş, insanları ikiyüzlülüğe sevk eden, şahsiyetleri yıpratan ideolojik dayatma ve beyin yıkamalar sonucunda, çıkarcı, egoist, materyalist, niteliksiz yığınların ortaya çıkması sağlanmıştır.

Bu yaygın ideolojik kuşatma ve toplumu çok yönlü “öğütme” politikası, ilk-orta öğretimden yüksek öğretime, askeri okullardan özel okullara, medya ve kültür kurumlarından halk evlerine kadar çok geniş bir alanı kapsayacak derecede halkın değerlerine ve kimliğine saldırıyı içine almaktadır.

İslam’a ve Müslümanlara yönelik “irtica, dogma ve boş inanç” suçlaması yapanlar, gerçek anlamda dogmatizmi ve boş inancı, eğitim kurumlarında dayatılan resmi ideoloji temsil ettiğini göremeyecek derecede kördürler.. Tevhid-i Tedrisat’la İslami eğitimin ve İslami değerlerin yasaklandığı, Kemalist dogmacılığa teslim edilen eğitim sisteminde ve Sezer’in hamiliğini yaptığı üniversitelerde ilim ve düşünce yok edilmiş, militarizmin ve resmi ideolojinin dogmatik kalıpları içinde niteliksiz bir gençlik yetiştirilmiştir.

Halkın vergileriyle alınan silahlara dayalı güçle, silahsız halkın kimliğine ve dinine “irtica” adı altında bu kadar cüretkarca saldırılması ahlaki midir? Maaşları halkın vergileriyle ödenen devlet ve YÖK yetkililerinin, halkın inancını aşağılamaları, kendilerini halkın efendisi ve devletin sahibi konumuna oturtarak halka tepeden bakmaları insani erdemlerle bağdaştırılabilir mi?

Herkes silahını bıraksın ve güç gösterisine girmeden özgür bir ortamda tartışma yürekliliğini göstersin. Generaller silahlarını, diğerleri resmi kisvelerin kendilerine tanıdığı ayrıcalıkları bırakarak gelsin, kendileri yeterli değilseler aynı resmi ideolojinin akademisyenleri, teorisyenleri gelsin. Şiddetten ve baskıdan uzak öazgür bir ortamda sadece akıl, kalem, Kitap ve düşünce konuşsun. Kendi fikir ve düşüncesini daha doğru kabul edenler belge ve delilleriyle bu özgür ortamlarda karşımıza çıkma yürekliliğini göstermelidirler. Gelin özgür ortamlarda fikirlerimizi ortaya koyarak özgürleşmenin önünü açalım. Halkımız daha özgür, daha adil ve daha barışçı ortamlara hep birlikte taşıyalım.

Halbuki baskı ve terör estirilerek bunun tam tersi yapılmakta ve insanların, imtihan sebebiyle bulundukları bu dünyada, özgür iradeleriyle kendilerini gerçekleştirmelerine, fıtratlarını koruyarak tekamül ettirmelerine fırsat verilmemekte, iradelere konulan ipotekler ve körpe zihinlerde gerçekleştirilen jakoben işgallerle, fıtratlar bozulmakta, insani erdemler ve idrakler köreltilmekte, akıl ve düşünce dumura uğratılmaktadır.

Özgür bir eğitim sisteminde şahsiyetleri ve fıtratları korunmuş özgür nesiller yetiştirebilmek için, eğitimin öncelikle temel insan hakları zeminine oturtulması, askeri vesayet ve militarizmden soyutlanıp sivilleştirilmesi gerekmektedir. Sivillerin askeri bir kültürle ve askerler tarafından eğitildiği bir toplum militarize olmaktan, bağnaz, taassup ehli, dar ufuklu ve sığ düşünceli olmaktan kurtulamaz.

Bu sebeple, fıtrata yönelik baskıların kalktığı, şahsiyetleri askeri ve ideolojik kalıplarla öğütmeye yönelik faşist dayatmaların son bulduğu özgür ortamlarda, insanın kendine ve Rabbine yabancılaşmaktan kurtarılarak, imtihan dünyasında kendini özgürce gerçekleştirebilmesinin önü açılmalıdır. Eğitim askeri ölçülerle kuşatılmış dar ufuklu bireyler ve ideolojik bağnazlıkla malül niteliksiz, şahsiyetleri öğütülmüş nesiller yetiştirmeyi değil, fıtratı (yaradılıştaki temizliği) koruyup geliştirerek “iyi insan” yetiştirmeyi hedeflemelidir.

Bu ülkenin insanları olarak onurumuza ve değerlerimize sahip çıkmalıyız. Bu gidişe artık dur diyen onurlu bir itirazı yükseltip yaygınlaştırmalıyız. Hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmalı, hiç kimsenin insafına terk etmemeliyiz. Bu ülke hepimizin ülkesidir ve hangi düşünce ve dinin müntesipleri olursak olalım kendi ülkemizde özgürce ve insanca yaşamak her birimizin en temel hakkımızdır. Hiç kimse ve hiçbir kurum üzerimizde efendi değildir. Birilerinin ülkemizin asıl sahipleri ve bizlerin efendileri gibi davranmasına asla müsaade etmemeliyiz.

Eğitim üzerindeki asker baskısına ve müfredattaki militarizme son verilmeli, bu bağlamda dayatılan andımız ve Milli Güvenlik Dersleri kaldırılmalıdır. Toplumdaki farklılıkları doğal karşılayan, resmi ideoloji dayatmayan özgür eğitim şartları hazırlanmalıdır. Ana diller Allah’ın saygıdeğer ve korunması gereken ayetleridir. İnsanlar kendilerini ancak dille ifade edebilir, ancak dille, kelime ve kavramlarla düşünce üretebilir ve bu düşüncelerini de ancak bu vasıta ile açıklayabilirler. Diller ise ancak eğitimde ve yazıda kullanılarak gelişebilir, kendisini yeniden üretebilir ve geliştirebilirler. Bu sebeple 80 yıldır ana dilde eğitimin yasaklanması sebebiyle, Allah’ın ayetlerinden olan resmi dil dışındaki diller gelişme ve yaşama imkanından mahrum bırakılarak, düşünceyi ve tefekkürü dumura uğratan büyük bir zulmün altına imza atılmıştır. Artık bu ilkel yasağa da son verilmelidir.


I. Oturumun ikinci konuşmasını “Resmi İdeolojinin Müfredata Yansımaları”
konusunda Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi yaptı.

Yusuf TANRIVERDİ yaptığı konuşmada; ulus devletlerin eğitimi zorunlu hale getirmelerindeki temel amacın halkı eğitmek ve onlara yardımcı olmak değil, kendine uysal yurttaşlar yetiştirmek olduğunu söyledi. TANRIVERDİ şöyle devam etti: “Ulus devletin en temel kaygısı tebaasını yönetmektir. Bu temel kaygı tebaanın her yönüyle kolay yönetilebilir ve denetlenebilir olma sorununu ulus devletlerin birincil sorunu haline getirir. Çünkü insanlar durup dururken bir otoriteye itaat etmek istemezler. Onun için devlet, adına ulus dediği nesneyi yalnızca kendine itaate ve sorgusuz bir boyun eğişe alıştırması gerekir. Ulus devletler bunu yaparken kendilerine bir “kutsallık” ve “tanrısallık” atfederler. Ulusun varlığının, mutlak sebebi olarak kendilerini görürler. Ulus denen kullara düşen görev ise var oluşlarının “mutlak değer”ine sorgusuz sualsiz bir bağlıkla bağlanıp onu korumak ve yaşatmak için her türlü fedakârlığı yapmak ve gerekirse her türlü haklarından yaşama, düşünme, inanma gibi vazgeçerek bağlılıklarını göstermektir”

“Okullarda tek tip kıyafet uygulamasını eleştirerek: “resmi ideoloji çocuklarımızdan korkuyor. Onların bedenlerinde şimdiden tahakkümünü kurmazsa yarın düşüncelerine “karanlık prangalarımı” nasıl vururum endişesi taşıyor. Çünkü ona düşünen, sorgulayan, kendi bedenine ve beynine sahip çıkan özgür bireyler lazım değil, bilakis düşünmeyen, eleştirmeyen, “tanrı devletin” bütün absürt, saçma, geri ve zorba emirlerine körü körüne itaat edecek “köle yurttaş” makamına yükselmiş (!) devlet eliyle aydınlatılmış, modernleştirilmiş ideolojik mutantlar lazım. Bir düdükle sokağa dökülüp “kahrolsun şeriat” diye ağızlarını köpürte köpürte slogan atacak ideolojik mutantlar lazım. Bugün bedenleri özgürleşirse yarın düşüncelerinin özgürleşmeyeceği ne malum! O zaman nerden bulacaklar “emret komutanım” diyen rektörleri!

Hukuku tepetaklak edip kendi yazdıkları hukuka riayet edemeyecek, hukukun hukukunu koruyamayacak kadar zavallılaşan hukukçuları nerden bulacaklar! İnsani duyguları alınmış, bir makine gibi, düşünceleriyle değil şartlı refleksleriyle hareket eden resmi ideoloji tarafından formatlanmış bürokratları nerden bulacaklar! Militarizm ancak, baskı ve şiddeti kanıksamış ve bilinci uysallaşmış bir topluma egemen olabilir”

“Milli güvenlik dersi 1926 yılından beri okutulmaktadır. Bu dersin içeriği 1998 yılında içerik açısından önemli bir değişikliğe uğradı. 1998’e kadar dersin içeriği askerlik mesleğini tanıtan bilgilerle oluşmuşken bu tarihten sonra yakın tarihin ve güncel konuların işlendiği, değerlendirildiği tek ders olmuştur. Kıbrıs sorunu, Avrupa Birliği, Kürt sorunu, İrtica, laiklik konularında çocuklara nasıl düşünecekleri muvazzaf ya da emekli subaylara tarafından öğretilmektedir. Ders kitabının içeriği tamamen askerler tarafından belirlenmekte olup MEB’nin görevi ise sadece onaylamaktır. İşin açığı subaylar resmi elbiseleriyle okullarda propaganda yapıyor, güncel siyasal ve sosyal meseleleri militer bir bakış açısıyla öğrencilere vermeye çalışıyorlar. Eğitim pedagojisi almamış subayların sınıfta olması ayrı bir handikaptır.

Okullarda resmi elbiseleriyle dolaşan subaylar yalnız öğrenciler için değil idareci ve öğretmenler açısından da sakıncalar oluşturmaktadır. Subayların olduğu ortamda idareciler ve öğretmenler kendilerini temkinli olmak zorunda hissetmekte, doğal ve rahat davranışlar gösterememekte düşüncelerini açığa vurmada çekingen davranmaktadırlar. 28 şubat sürecinde ve öncesinde de öğretmenlerin İslamcı, solcu, alevi, Kürtçü, komünist diye fişlenmelerinde Milli Güvenlik dersi vermek için okullara gelen subayların görev almadıkları sanırım savunulabilinecek bir görüş değildir.”

“Darwin teorisinin bilimsellik adı altında ders kitaplarında yer alması tamamen ideolojiktir. Resmi ideoloji bu vatanın Müslüman evlatlarını İzzetli İslamın şerefli yolundan uzaklaştırmak maksadıyla darwin teorisini okutarak ideolojik ve dünya görüşsel bir tercihte ve dayatmada bulunuyor… Üzerinde kimi siyasi çevrelerin fırtınalar kopardığı anayasanın 24 maddesine atfedilen din dersi ve ahlak bilgisi diye adlandırılan ders bir dini eğitim ve öğretim dersi değildir. Anavatan Partisi Hatay Milletvekili Zübeyir Amber'in, ''okullardaki zorunlu din dersi eğitimine'' ilişkin önergesini cevaplandırırken MEB Çelik, din öğretiminde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin, Anayasa'nın 24'üncü maddesinin amir hükmü kapsamında okutulduğunu söyleyerek, Anayasal temeli bulunan bir uygulamanın laikliğe aykırı olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını ifade ediyor ve ''Kaldı ki laiklik, bu dersin belli başlı konularından biri olup, her sınıfta 'Din ve Laiklik' öğrenme alanı altında birer ünite yer almaktadır. Böylece, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi yoluyla laikliğin öğrencilere benimsetilmesine çalışılmaktadır''
“İşte Milli Eğitim Bakanının ağzından din dersinin ne amaçla okutulduğunun ifadesi! Din dersi bile “laikliğin öğrencilere benimsetilmesinin” aracı olarak görülüyor. Bu kadar ikiyüzlü ve sahtekârca bir uygulama sanırım bu ülkeye has bir özelliktir. Bir yandan da Müslüman halk okullarda çocuklarınıza din dersi veriyoruz denilerek aldatılmaktadır.”
I. Oturumun üçüncü konuşmasını ise “Avrupa’da ve Türkiye’de devletin eğitimdeki rolü ve ‘zorunlu eğitim’ tartışmaları” konusunda Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu yaptı

Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu konuşmasında önce Avrupa’daki eğitim faaliyetlerinin tarihi gelişimine değindi. “Zorunlu eğitimin ilk olarak İngiltere’de başladığını” hatırlatan Kırbaşoğlu, “batıda ailenin çocuğun eğitiminde tamamen söz sahibi olduğu ve istediği şekilde eğitim verme hakkına sahip olduğu” üzerinde durdu. Ardından “tek elden basmakalıp bir eğitim sisteminin dünyada eşine az rastlanır bir uygulama olduğu”na dikkat çekerek dünyadaki ve diğer İslam ülkelerindeki çeşitli ülkelerin eğitim sistemlerinden örnekler getirdi.

Konuşmada ayrıca ideolojik eğitimden ziyade kaliteli eğitime ağırlık verilmesi gereği üzerine vurgu yaparak “Eğitim tüm ideolojik düşüncelerden arınmalıdır ve iyi insan yetiştirmeye endekslenmelidir” dedi. Hayri Kırbaşoğlu, “ahlaklı nesiller yetiştiremeyen resmi ideolojinin tekelindeki eğitim sistemine karşı sivil mücadelenin demokratik ve liberal guruplar tarafından zaman zaman gündeme getirildiğini” hatırlattıktan sonra bu konuda İslami vakıf ve kuruluşların da bu halkaya katılmasının sevindirici olduğunu söyledi. “Türkiye’de Laikliğin adı dinin devletin kontrolü altına alınmasıdır” diyen Kırbaşoğlu; “İslami kesimin toplumun tüm kesimleri için toplumsal bir çözüm sunmasının ve aynı sistemin mağduru diğer kesimlerle ittifaklar geliştirmenin önemi” üzerinde durdu

I: Oturumun Dördüncü konuşmasını “Türk Ulus Devlet Politikalarının Üniversitelere etkisi” konusunda Eğitimci Mesut Hayati AVAN yaptı. İşte bu konuşmadan bazı pasajlar:

Osmanlının 19. yüz yılda batılılaşma sürecine girmesi yani içinde bulunduğu durumdan kurtula bilmek için Aydınlarını Avrupa’ya göndermesi Osmanlı aydınlarının batılılaşma sürecine girmesine neden oldu. Bu batılılaşma algısı sadece Osmanlının öngördüğü bir batılılaşma süreci olmadı hem askeri ve teknolojik düzeyde aynı zamanda kültürel düzeyde de bu süreç yaşanmaya başladı.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu batılılaşma süreci devletin resmi ideolojisine dönüştü. Batılı akıl devletin tüm kurumlarını rasyonelleştirmeyi amaçlıyordu. Artık devletin politikası ulus devlet geleneğini yaygınlaştırmaktı. Bunun içinde Avrupa’da eğitim görmüş aydınlar kullanılacaktı. Aslında aydın tipinden beklenenle ilgisi olmayacak bir şekilde aydın karakteri devlete bağlılığını ilan etmiş tıpkı devletin bir zabıtası gibi çalışma prensibi benimsemişti. Olması gereken ise aydının eleştiren, sorgulayan bir bakış açısına sahip olması idi.

Ulus devlet ideolojisinin ve batılı aklın yaygınlaşmasını sağlayacak en temel unsur eğitim politikaları idi. Devlette aydınlarını bu eğitim politikalarına yöneltti. Yönünü batı olarak belirlemiş Aydının eğitim adına söyleyeceği şey almış olduğu kültürden başka bir şey olmayacaktı.Ulus devlet her alana hakim olmak istiyor bunun başlangıcı olarak da eğitim kurumlarını seçmişti.

Devlete göre “bir anne babanın kendi çocuğu üzerindeki hakkı onun sadece barınma ve psikolojik eksikliğinin giderilme sorumluluğundan başka bir şey değildir.Çünkü devlet çocuğun resmi velayetini eline almış, anne babayı dadı konumuna itilmişti. Devlet için çocuğun nasıl eğitim alacağı dini nasıl öğreneceği devlet için büyük önem taşıyordu. Çünkü farklı bir eğitim “devletin bölünmez bütünlüğü”nü tehlikeye ata bilirdi. Böylece devlet çocuk üzerindeki inisiyatifini kurumsallaştırmış, hayatın her alanına nüfuz etmenin startını vermişti. Ulus devlet doğası gereği her an yıkılacakmış tehlikesi yaşayan bir karaktere sahiptir onun içim farklılıkları ortadan kaldıracak okullar , kışlalar, hastaneler, yurtlar ,inşa etmiş tektipleştirme politikasını hayata geçirmiştir.

Bu tektipleştirme politikasının ilk ayağı olan ilk öğretim ve orta öğretim sürecinden sonra kan gren noktasına gelen Üniversitelere sıra gelmiş bunun en belirleyici ve denetleyici unsuru ise YÖK oluyor.

6 kasım 1981 de Yani 12 Eylül 1980 darbesiye birlikte YÖK kuruluyor o ana kadar Üniversiteler ve MEB arasında alınan kararlar YÖK’le birlikte öğretim görevlerinin işlerine son verilmesi ve siyasi düşüncelerinden dolayı öğrencilerin ilişkilerinin kesilmesi YÖK ün tektipleştirici politikalarının ilk göstergeleri olacaktır.

YÖK ün belirleyiciliği o kadar etkindir ki tartışılamaz hatta tartışılması bile teklif edilemez noktaya dönüşmüştü. Üniversitede bulunan rektörler tekrar seçilebilmek için üniversiteye olan bağlılığını bir an olsun bozmamış statükoya olan bağlılığından bir an olsun ödün vermişti.

Üniversitelerde bulunması gereken akademik düşünce, özgürlükcü tavır YÖK sayesinde tamamen ortadan kalmıştır.Yapay kurum olarak tanımlanan YÖK üniversitelerin Milli Güvenlik Kurulu olmuş, bu tavrıyla üniversiteler üzerinde, üniversiteleri sınırlandıran bir kurum olarak varlığını belirlemiştir.

Bu gölge içerisindeki üniversiteler akademisyenlerin yetersizliği ve narsist tavırlar sergileyen öğretim görevlerinin yuvası olmaktan ileriye gidememiştir. Üniversiteler “bilimsel bilgi” üreten kurum olma özelliğini kaybetmiş; denetlenemez kurumların kaynağı olmaktan ileri gidememiştir.Rant en uzak olması gereken kuruma en yakın konuma gelmiştir.Bu konumdaki üniversitelerin temel işlevi devletin meşrulaştırma aracı olmuştur.

Üniversitelerin eğitim ve araştırma tekniklerinin hemen hemen hepsinin devletin ve kapitalist pazarın merkezinde yer alması içeriksiz bilginin doğmasına üniversitelerin garnizona ve çok ortaklı şirketlere benzemesine neden olmuştur.

Saat 13.00 – 14.30 arası sunulan yiyecek kermesi süresince MEB’na hitaben yazılan ve bazı somut özgürlük taleplerini ihtiva eden dilekçe için açılan imza kampanyasına yoğun katılım yaşandı. Daha sonra saat 14.30’da II. Oturuma geçildi.

II. Oturumu Eğitimci – Yazar Ali Değirmenci’nin yönetiminde başladı, bu oturumun ilk konuşmacısı olan Özgür-Der Başkanı Hülya Şekerci: “ Kız çocuklarının eğitimine resmi ideolojinin yaklaşımı ” konulu konuşmasında, şu hususlara temas etti:

“Resmi ideolojinin kıskacında eğitim sorunlarının muhalif kimlikleri kuşatmaya devam ederken Müslüman kadınlar söz konusu olduğunda başörtüsü yasağıyla zulmün katmerleştiğine” dikkat çekerek şunları ifade etti.

“Ortadoğu ve 3. Dünya ülkelerinde batılılaşma projelerinin önemli bir ayağının kadının dönüşümü üzerinden yürütülmüştür/yürütülmektedir. Osmanlı batılılaşmasında da en hararetli tartışma başlıklarından birisi kadının kamusal alanda yer alıp almamasıyla ilgili olmuştur”.

“Tanzimat döneminden başlayarak, Cumhuriyete gidilen süreçte açılan okulların kadınlar üzerindeki değiştirici etkisinden” de söz eden Şekerci, “idari askeri ve hukuki alanlarda gerçekleştiren reformların yalnızca devlet katında gerçekleştirilirken, modernleşmenin kadın üzerinden halka yaygınlaştırılmak istendiğini” belirtti.

“Bununda tek yolunun kadın kıyafetlerini batılı tarzda değiştirmek ve kadını açılmaya yöneltmek olduğunu, ancak halktan korktuğu için bunu kanunla yapamayan devletin bu işi yine genelge ve yönetmeliklerle sağlamaya çalıştığını” belirten Şekerci, buna örnek olarak da “cumhuriyetin ilk yıllarında 15 ilde il genel meclisi kararı ile çıkarılan çarşaf yasağı” genelgesini gösterdi. Kadın kıyafeti üzerinden modernleşmeye batılı destek, ödüllendirme ve teşvik olarak da bir diğer tarihi ibretin ise Türkiye’nin dünya güzellik yarışmasına daha ikinci katılışında Keriman Halis in hemen birinci seçilmesini vurguladı.

“Bugün de ‘baba beni okula gönder’ yada ‘haydi kızlar okula” gibi kampanyalarla, bir türlü modernleştiremedikleri(!) halkı yeniden tasarımlamak için yoğun çaba harcandığını, ancak okulsuzlaşmada sorunun kaynağının zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılarak yirmi bin köy okulunun atıl duruma düşürülmesi olduğunu” belirten konuşmacı, başörtüsü yasağının eğitimin önüne koyduğu engelin göz ardı edildiğini söyledi.

Modernleştirme projelerinin bir aracı olarak kadının öne çıkarılması sebebiyle, kız çocuklarına yönelik daha yaygın ve daha acımasız zulümlerin ve ideolojik kuşatmaların yaşandığına dikkat çeken Şekerci, bu zulümlerle ilgili somut örnekler verdi.

Mücadelelerinin sadece yasaklara karşı değil, içi boşaltılarak İslami kimliği taşıyamayan ve yozlaşmaya yol açan kötü başörtüsü örnekliklerine karşı da olduğunu belirten Özgürder Genel Başkanı Şekerci, başörtüsü yasağının da ancak İslami direniş bilinciyle çözülebileceğini ifade etti. Şekerci Filistin’deki direniş erlerinden öğrenecek çok şey olduğu vurgusuyla konuşmasına son verdi.

Ne yapılması gerektiğine dair sorular üzerine ise, bu baskı ve kuşatmalara karşı çocuklarımızı korumak üzere, arındırıcı ve sahih bilgiyle inşa edici alternatif eğitim projelerinin uygulamaya konması gerektiğini, ÖZGÜRDER pratiğinden örneklerle açıkladı.

II. Oturumun ikinci konuşmasını ise, “İdeolojik kuşatma ve baskının özgürlükleri yok ettiği bir eğitim sisteminde yetişen nesillerin panoraması” konusunda Ali Değirmenci yaptı ve şu hususlara dikkat çekti:

“Resmi ideoloji öteden beri, okulları, eğitim-öğretim kurumlarını çocukların ve gençlerin, taze dimağların sakat bir toplum mühendisliği ekseninde biçimlendirildiği yerler olarak görmektedir. Onları, seküler ve materyalist bir zihniyet eşliğinde adeta tezgâhtan geçirmeyi, sisteme sadık köleler olarak yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bozulan insani iklim, öğretmenlerin de öğrencilerin de ifsadını yahut bir sorunlar yumağı içinde boğulmalarını getirmektedir.

Gelinen noktada, eğitim-öğretim yoluyla bir toplum nasıl imha ve ifna edilir, sorusunun cevabı prova edilmektedir adeta. Kirli anlayışlar eşliğinde şekillenen bakış açıları ham bahçeyi hem bahçıvanı hem de yetişmesi beklenen çiçekleri zehirlemekte; ortaya insana dehşet veren sonuçlar, görüntüler, çirkinlikler çıkmaktadır.

Okul bir öğrenme, aydınlanma, ıslah yeri olması gerekirken; kolektif bir kirlenmeye, yozlaşmaya, yabancılaşmaya yol açmaktadır. Duyarlı aileler, sayılamayacak kadar çok nedenden ötürü, çocuklarını okula göndermekten korkar hale gelmişlerdir artık.

Eğitim-öğretime en az kaynak ayıran ülkelerden biri olan Türkiye’de yetersiz eğitim koşullarının da etkisiyle temel bilgilerin edinilmesi noktasında bile büyük açmazlar yaşanmaktadır. Bu cümleden olarak, liselere giriş sınavlarında son üç yılda yaklaşık 200 bin öğrenci, üniversitelere giriş sınavlarında ise her yıl ortalama 40 bin öğrenci sıfır çekmektedir.

Eğitim sisteminin ve medyanın meydana getirdiği kirlenme, artık ilköğretim çağından itibaren sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığına yol açmakta; zihinlerin yanı sıra gencecik bedenler de uyuşturulmaktadır.

Birçok uygulama ile ahlaksızlık yaygınlaştırılmakta, çocukların ve gençlerin düşünmekten, sorgulamaktan uzaklaşarak sisteme kravatlı ya da kurdeleli köleler olmaları beklenmektedir. Fuhuş, teşhircilik, çocuk pornosu, öğrenci-öğretmenlik ilişkilerindeki çarpıklık, satanizm gibi konularla ilgili çirkin haber ve görüntüler artık her gün karşımıza çıkmaktadır. Televizyonun, dizilerin, tele vole toplumu oluşturma çabalarının da etkisiyle çocuklar olumsuz tiplere özendirilmekte; şiddet ve çeteleşme olgusu okulların sıradan gündemi haline gelmeye başlamaktadır. Türkiye gibi geleneksel değerlerine bağlı hatta muhafazakâr olarak nitelendirilen bir ülkede bu olumsuzluklarla ilgili yüzlerce, binlerce olay yaşanmakta; bütün bunlar kitlesel imha silahları gibi gençleri her yönden uyuşturup tüketmektedir.

Özgürlüğe ve özgünlüğe değer atfedilmeyen böyle bir ortamda, şahsiyet ve fıtrat bozulması genel geçer bir hüviyet kazanmakta, diğer taraftan milyonlarca insan “Aşağıdakilerden hangisidir?” sorusunun peşinde bir sürü psikolojisiyle yönlendirilmektedir. “Eğitim Şart!” sloganı; maç, maaş ve magazinden başka bir şey konuşmayan; yemekhane, yatakhane, abdesthane arasında bir hortum gibi dolaşan bir insan tipini öne çıkarmaktadır.”

 

II. Oturumun üçüncü konuşmacısı Doç. Dr. Abdullah Ünalan “Resmi ideoloji
kıskacında Din Eğitimi’nin Durumu” konusunu anlatırken şunlara değindi:

Engizisyon mahkeme ve işkencelerini aratmayan komünist ve ateist rejimlerin on yıllarca süren bütün çaba ve baskılarına rağmen din olgusu insanların beyin ve ruhlarından sökülemedi. Bu rejim ve baskıları aratmayan şeflik dönemlerindeki yasaklamalar, baskılar, işkenceler, sürgünler, İstiklal Mahkemeleri ve idamlar da Türkiye’deki inanç ve İslamî bağlılığı yürek, beyin ve kalplerden sökemedi.

Sekularizmin en katı şekli üzerine kurulan bu rejimin seksen küsur yıllık dayatmasına rağmen İslam, bu halkın gönlünde günden güne filizlendi, güçlendi ve çiçek açtı. “Onlar Allah’ın nurunu boş laflarıyla (çabalarıyla) söndürmek isterler; ama Allah, hakikati inkâr edenler (kâfirler) ne kadar öfkelenseler de, nurunu bütün parlaklığıyla mutlaka yaymaya devam edecektir.” (8/61)

Resmî ideolojinin temsilcileri artık şu hakikati kavramalıdırlar: İslam Allah’ın gönderdiği yegâne hak dindir ve O’nun Sahibi ve koruyucusu Allah’tır: “Kimsenin şüphesi olmasın ki, bu hatırlatıcı/uyarıcı mesajı (Kur’ân’ı) ayet ayet biz indirdik ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, (bütün saldırılardan) onu yine biz koruyacağız.” (15/9) Asırlarca en amansız düşmanlarının saldırısına uğramasına rağmen bir harfinin bile değişmemesi, bir hükmünün değiştirilememesi bunun canlı ispatıdır.

Bu memleketi ve bu halkı seven herkes, rejimin yumuşatılması ve halka saygılı bir sisteme dönüştürülmesi için gayret göstermelidir. Bir ucube haline dönüşen laiklik ve Atatürk ilke ve inkılâpları, despotizmin birer kılıcı olmaktan çıkarılması ve halkın inanç ve hayat biçimini yaşamasına katkıda bulunacak şekilde yorumlanmalıdır. Bu milletin Müslüman olduğu ve Müslüman kalacağı kabullenmelidir. Baskının ters teptiği görülmelidir. Keskin sirkenin küpüne zarar verdiği anlaşılmalıdır. Bütün dünyada İslam’ın birincil gündem maddesi olmaya devam edeceği sindirilmelidir.

Milletin varlık çekirdeğini oluşturan aile kültürü ve yapısına saygı duyulmalı ve çocuklarını kendi inanç ve kültürleri doğrultusunda yetiştirmenin önü açılmalıdır.”
II. Oturmun son konuşmacısı Mehmet Pamak’ın “Müslüman Halkın İslami Eğitim hakkının Tevhid-i Tedrisatla engellenmesi, İslami eğitim hakkının elde edilmesi için yapılması gereken mücadele” konulu konuşmasından bazı pasajlar:

“Tevhidi Tedrisat Kanunuyla, Milli Eğitim dışında İslami eğitim veren, orta dereceli yada yüksek öğretim düzeyinde özel okul açmak yasaklanmıştır.

Laik devlet, bir yandan dinin kendi kurumlarını oluşturup, kendi ayakları üzerinde durmasını engellemiş, diğer yandan din üzerinde velayet ve vesayet oluşturmuştur. Camileri tekeline almakla kalmamış, dini eğitim veren özel okullar açılmasını da yasaklamıştır.

Bir yandan laik eğitim sistemi dışında İslami kurallar çerçevesinde eğitim yapan İslami eğitim kurumları açmak yasaklanmış, diğer yandan İslami kimliğin en temel unsuru olan başörtüsü ile laik eğitim kurumlarına devam etmeye de fırsat verilmemiştir. Müslümanlardan toplanan vergilerle açılan bu okullara, Müslümanların çocuklarının İslami kimliklerini yansıtan kıyafetlerle devam etmeleri engellenmiştir.

Cami ve mescid açmak ise, laik devletin iznine tabidir. Üstelik, buralarda ifade edilebilen din, Allah’ın dini olmaktan çıkarılmış, tahrif edilmiştir. “Resmi din” anlayışı adı verilen bu dinin muhtevası, laik devletin resmi ideolojisi ile uyumlu olmak zorunda bırakılmıştır.

Laik devletin ideolojik kuşatması, camilerde gerçekleşmesi gereken bu yaygın eğitimi de tahrip etmiş, hutbe ve vaazlar bile Laik devletin arzularına ve politikalarına tabi kılınmıştır. Diyanet aracılığıyla, laikliğe de aykırı olarak “bizantinist” bir yaklaşımla laik devletin denetimine verilen camilerde ve Kur’an kurslarındaki eğitim de ulus-devletin talimatlarına göre yönlendirilmektedir.

Eğitim sistemindeki bu büyük zulüm, resmi ideolojiyi benimsemeyen bütün toplumsal kesimlere yöneliktir. Ve biz burada özgürlükleri savunurken, din ve ideoloji ayrımı gözetmeksizin bütün mazlum kesimlerin hak ve özgürlüklerini esas alıyoruz. Herkesin özgür olmasını ve istediği dini yada ideolojiyi özgürce tercih edip özgürce yaşamasını istiyoruz. Dileyen Atatürkçü, laik, kapitalist, sosyalist yada Hıristiyan ve Yahudi olabilmeli ve hiçbir baskı ve yasağa muhatap kılınmamalı, ama isteyen de Kur’an’ın ifade ettiği anlamda Müslüman olabilmeli ve İslamı tüm boyutlarıyla özgürce yaşayabilmeli, eğitim ve tebliğini gerçekleştirebilmelidir. Ve hiç kimse diğerine kendi tercihini dayatmamalıdır.

Onurlu tüm insanlar ve Müslümanlar olarak, resmi ideoloji baskısı altındaki “öğütüm” sisteminde çocuklarımızın zihinlerinde ve ruhlarında yaşatılan bu vahşete dur demek, itiraz etmek, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmak sorumluluğumuzu, vakit geçirmeden ve daha büyük kayıplar yaşanmadan yerine getirmek zorunluluğumuz vardır. Çocuklarımıza sahip çıkmalıyız ve onları ateşten koruyacak tedbirleri bir an önce almalıyız.

Çocuklarımız istikbalimizdir, ne bugünümüzü, ne geleceğimizi, devletin sahibi olduğunu iddia eden cahil, bağnaz, niteliksiz, hevayı ilah edinmiş, taklide dayalı basit düşünceleri dogmalaştırmış geri kadroların insafına terk etmemeliyiz. Fıtri erdemlere, insanlık onuruna ve İslami kimlik ve değerlerimize sahip çıkmalıyız. Ne pahasına olursa olsun resmi ideoloji surlarını yıkarak, çocuklarımızı özgürleştirmeliyiz. Bedeli neyse ödemeyi göze alarak, özgür eğitim ve İslami eğitim hakkımızı almaya yönelik hak ve adalet mücadelemizi, sivil zeminlerde sonuna kadar sürdürmeliyiz.

“İnsan hak ve özgürlüklerini korumayı, adaleti ikame etmeyi ve insanın onurunu ve fıtratını koruyup istikamet üzere tekamül ettirmeyi” eksenine alan; resmi ideolojinin, pozitivizmin, materyalizmin, ateizmin tasallutundan arınmış özgür bir eğitim sisteminde ve fıtratın getirdiği erdemleri, insani şahsiyetleri koruyan özgür ortamlarda eğitilmeyen nesillerin, cahili kültür ve medeniyetlerin taklitçisi ve takipçisi olma zilletinden kurtulmaları mümkün değildir.

Mevcut zulüm, şirk ve fesadın oluşturduğu, sömürü, keyfilik, haksızlık, onursuzluk bataklığının kurutulabilmesi, kokuşmuş sömürü düzeninin değişebilmesi ve bunun yerine adil, özgürlükçü ve insan haklarına riayetkâr erdemli bir toplumun ortaya çıkabilmesi ve sonuçta adalet sisteminin kurulabilmesi için; Kemalist, pozitivist eğitimin, baskıcı, şahsiyetleri ve fıtratları bozucu, insanları “insandışılaşlaşma”ya sürükleyici, bağnazlığı, fanatizmi ve ideolojik taassubu besleyici etkisinden kurtulmuş, fıtri değer ve insani erdemleri koruyup geliştirmeye elverişli, insan hak ve onurunu yüceltici özgür eğitim ortamlarına ihtiyaç vardır.

Çocuklar, resmi ideolojinin kulu olarak yetiştirilmek üzere okula teslim edilmiş, beyinleri yıkanması gereken nesneler, ezberci bir eğitim sistemiyle doldurulması gereken boş kaplar ve iradesiz robotlar olarak görmeyen özgürlükçü bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Özgür ve nitelikli bir eğitim sistemi, öğrencileri de bir şahsiyet ve bir değer olarak kabul eden anlayışla, öğretmen-öğrenci dayanışması ile sahih bilgiye ulaşma yöntemlerini birlikte keşfetmeyi esas aldığında, gerçek anlamda ilmi bir çaba gündeme gelebilecek, fıtratları koruyup geliştiren bir eğitim vasatı sağlanmış olacaktır.

Eğitim, fıtratı koruma, arındırma, İslami ve insani şahsiyeti, fıtrat ve vahyi bütünleştirerek geliştirip olgunlaştırma, tekamül ettirme zeminini oluşturmalıdır. Eğitim, insanı yüklendiği emanet, hilafet ve ahdine sadakat sorumluluğu çerçevesinde onurlu kılma, insanlara hayırlı, adil, erdemli ve ahlaklı kılma çabası olduğunda anlam ve değer kazanacaktır. İnsan ancak böyle bir eğitim zemininde kendine ve Rabbine yabancılaşmaktan korunabilir. İnsanlık onuru ancak böyle özgür ve adil ortamlarda yüceltilebilir. Bu vasat insana, Allah tarafından lütfedilmiş yetenek ve potansiyelini kullanıp, geliştirmesi imkanını ve imtihan dünyasında kendini özgürce gerçekleştirebileceği adalet zeminini sağlar.

O halde eğitim; insanı egemen sisteme uyumlulaştırmayı, bir anlamda evcilleştirmeyi, sonuçta edilgenleştirmeyi değil, imtihan için bulunduğu bu dünyada Rabb’i tarafından tanınan tüm haklarını özgürce kullanarak, akıl ve irade sahibi etken bir varlık olarak kendini özgürce gerçekleştirebilmesine imkân hazırlamayı amaç edinmelidir.

Bir yandan, gerek kanuni zorunluluk sebebiyle, gerekse alternatifimiz bulunmadığı için çocuklarımızı sistemin okullarına göndermek mecburiyetinde kalsak bile, bu okullarda yapılmakta olan tahribatı karşılayıp etkisizleştirecek ya da hiç olmazsa tesirini azaltıp zamanla nötralize edecek tarzda bir yönlendirmede bulunmayı, bu anlamda çocuklarımızı ve aldıkları eğitimi yakından takip edip, onlara yaşatılanları paylaşıp, körpe, temiz ve masum zihinlerine yönelik bu vahşi işgali defetmelerini kolaylaştıracak destekler vermeyi, vahy kaynaklı sahih bilgi ve bilinci kazandırmayı, kendi öz kimlik değerleriyle çocuğumuzu teçhiz etmeyi asla ihmal etmemeliyiz. Bilmeliyiz ki, aile her zaman eğitimin bir numaralı ocağı olmak zorundadır. En sağlıklı eğitim de budur. Evlerimiz, İslami ve insani eğitimin en temel merkezleri haline dönüştürülmelidir.

Ayrıca bu amaçla, gerek okuldan, sokaktan, gerekse çevreden ve medyadan kaynaklanan kirlenmeyi izale edecek, arındırıcı, takviye edici, geliştirici alternatif eğitim, alternatif spor ve eğlence ortamları hazırlamalıyız. ÖZGÜRDER pratiğindeki güzel örneği geliştirerek, çocuklarımızın kendileri gibi vahy merkezli bir inanç ve kimlik tercihi olan kesimlerin çocuklarından oluşan ortamlarda alternatif arkadaşlıklar, dostluklar kurmalarına ve özgün paradigmaları çerçevesindeki bu bilgi ve bilinç kazanma çabalarını birlikte yürütebilmelerine imkânlar hazırlamalıyız.
En temel hak ve özgürlüklerimizi gasp ederek bizi ve çocuklarımızı her yönden kuşatan despot güce karşı, dünyanın neresinde olursak olalım, itirazımızı yükseltmeliyiz. Sivil itaatsizlik yöntemi de dahil, çok yönlü bir direnişle, hak ve özgürlüklerimizi talep etmekte ve elde etmekte, uğrunda bir bedel ödemek gerekiyorsa onu da ödemeye hazır olduğumuzu göstererek ısrarcı olmalıyız.

Bu anlamda, mesela çocuklarımıza resmi ideoloji dayatılan okulların önlerinde, öncelikle bu dayatmaya ve resmi ideoloji andı söyletmeye, askerlerce verilen derslere, eğitim üzerindeki asker baskı ve yönlendirmesine karşı itirazımızı yükselten eylemler yaparak, bugün burada başlattığımız gibi imza kampanyalarıyla toplumu bilinçlendirerek ve sorumluluklarını hatırlatarak, kamu oyu oluşturarak, eğitimde özgürleşmeyi getirecek hak ve özgürlük mücadelesini süreklilik arz eden bir biçimde sürdürmeliyiz.

Bu tür itiraz ve direniş eylemleri dışında, ülkenin eğitim sistemini tüm çarpıklıkları ve çürümüşlükleriyle tahlil edecek ilmi toplantılar, sempozyumlar, paneller yaparak, bu alandaki zulümleri ve insan hakları ihlallerini ve özgürlük taleplerimizi gündemleştirerek halkı aydınlatıcı, kamu oyu oluşturucu çalışmalar yapmalıyız.

Allah’ın bize emrettiği, çocuklarımızı İslam’a göre eğitme hakkımızı ve büyük sorumluluğumuzu ısrarla gündemde tutmalı, bir gün mutlaka alacağımızın bilinciyle süreklilik arz eden bir mücadeleyi ısrarla sürdürmeliyiz. Çocuklarımızın devletin değil bizim çocuklarımız olduğunu ve onların nasıl bir eğitim almaları gerektiğini de ancak bizim belirleyebileceğimizi, haklı olmanın sağladığı büyük güç ve cesaretle haykırmalıyız.

Sonuç olarak, bir yandan çocuklarımızı bilinçlendirerek ve sürekli arındırarak, okullardaki kişiliksizleştirmeyi, kirlenmeyi, kuşatmayı aşmaya çalışmalı, diğer yandan da bu zulüm sistemini geriletmeye ve yeni özgürlük alanları kazanmaya ve gasp edilmiş haklarımızı geri almaya yönelik sivil itaatsizlikler ve direnişler ortaya koymalıyız. Biz bize düşen mücadeleyi, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, kulluk bilinciyle, samimiyetle ve fedakârca yaparsak, şüphesiz ki Allah vaat ettiği yardımını gönderecektir. İnanıp salih amel işleyenler ve Allah yolunda bedel ödemekten çekinmeyen fedakâr mü’minler için Allah’ın yardımının çok yakın olduğunu unutmamalıyız.”

Uzun süren II oturumun yoruculuğuna rağmen dinleyenlerin sabırla sonuna kadar salondan ayrılmadan takip etmeleri ve alkışlarla verdikleri olumlu tepkilerle de aktif şekilde katılmaları Panel’in mesajının ulaştığını gösteriyordu. Bazı dinleyicilerin, Cumhuriyet tarihinde mevcut eğitim sitemine bu boyutta İslami ve insani değerler zaviyesinden eleştirel bir yaklaşımın ilk defa gerçekleştirdiğini ifade etmeleri de dikkat çekti.

Bu içerik 2382 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon