Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2007
 
Şahid Olun Bizler Müslümanlarız
Tarih: 19/05/2007
   


Senaryosu İslam Düşmanlarına Ait “Demokrasi Oyunu”na Figüran Olmamalıyız İLKAV Cuma Konferansları devam ediyor. Bu haftaki konferansta konuşan M. Pamak: “Topyekûn ülke halklarının “hayat tarzına” şiddeti de kullanarak müdahale edip, zorla modernlleştirme, sekülerleştirme projesi uygulayan sistem adına bugün “hayat tarzımıza müdahale edilecek” korkusu üretiliyor” dedi.

Senaryosu İslam Düşmanlarına Ait
“Demokrasi Oyunu”na Figüran Olmamalıyız
İLKAV Cuma Konferansları devam ediyor. Bu haftaki konferansta konuşan M. Pamak: “Topyekûn ülke halklarının “hayat tarzına” şiddeti de kullanarak müdahale edip, zorla modernlleştirme, sekülerleştirme projesi uygulayan sistem adına bugün “hayat tarzımıza müdahale edilecek” korkusu üretiliyor” dedi.

Bildiğiniz gibi Türkiye bulunduğu coğrafya itibariyle önemli bir konumda görülmekte ve sürekli bölgeye yönelik küresel emperyalist projelelerin merkezinde yer almaktadır. Hem İslam’a hem de bölge ülkelerine karşı kullanılmaya müsait bir konumda görülmekte, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da İslam’a, Müslümanlara ve bölge ülkelerine karşı kullanılmak istenilmektedir. Bu sebeple, model ülke olarak öne çıkarılmak istenilmektedir. Kuruluşundan bu yana da, silahlı bürokratların öncülüğündeki batıcı kadrolar eliyle, batılılaştırma projelerine muhatap kılınmaktadır. Darbeler, askeri vesayet güdümlü siyasi iktidarlar vasıtasıyla batı çizgisinde tutulmak istenmiştir. Bundan sonrada bu çizgiden ayrılmaması ve batıya entegre olması için her şey yapılmak istenmektedir. “Çok partili” denilen ama aslında “çok CHP”li olmaktan çıkamayan döneme geçildikten sonra, zaman zaman o CHP’lerden biri iktidara geldiğinde, kendisine dayatılan resmi ideoloji ilkelerinden biraz ayrılacak gibi olsa (ayrılmak haddine değil de), öyle bir intiba uyandırsa, halkın değerlerine saygı gösterecek bir eğilim gösterse, dış politikasıyla bölge ülkelerine doğru yönelse, İslam ülkelerine doğru yönelse, öyle bir intiba uyandırsa hemen müdahale edilmekte ve yeniden hizaya sokulmaktadır.

 


Bakmayın siz “Cumhuriyet Mitingleri” yapılmasına. Aslında bu ülkeye Cumhuriyet hiç gelmedi. Bu ülkede hiçbir zaman yönetim halka geçmedi, hiçbir zaman Cumhurun dediği olmadı. Tam terssine cumhur hep tehdit ve tehlike olarak algılanıp, sesi çıkmasın, özgürleşmesin diye baskı altında tutuldu. Ve bu büyük zulüm hep Batıdan da destek gördü, Batı ve batıcılar hep putlarını yeme pahasına da olsa darbelerin arkasında durdular. Ne olur ne olmazdı, bu cumhura güvenilemezdi. “Ya elinden zorla aldığımız, dönüştürme projeleriyle ve silah zoruyla yok ettiğimiz İslami kimlik ve köklerine dönmeyi arzu ederse, böyle bir uyanışla bizim zulüm ve sömürü sistemimizi sorgulamaya başlarsa, o zaman ne yaparız. İktidar ve rantı kaybederiz, hegemonyamız sarsılır” diye korkuyorlar. Bu sebeple “Cumhuriyet Mitingleri” adı altında yapılan, aslında oligarşinin bu saltanatını ve Batının seküler değerlerinin dayatıldığı despotizmi savunmak ve halka darbe sopasını sallamak, ürkütmek ve sindirmektir. Asker ve Yargı bürokrasisi ile medyaya da hâkim büyük sermayenin oluşturduğu oligarşinin saltanatı uğruna, halkı teşkil eden kesimlerin cepheleştirilip çatıştırılması bile göze alınıyor. Böylece “böl-yönet” fitnesiyle muhalif olması gereken kesimler bilinçsizce darbecilerin yanında saf tutmaya sevk edilerek, halkın güç birliği ile adalet ve özgürlük vasatını ulaşması ve gerçek Cumhuriyeti kurması engellenmek isteniyor. Ve ne pahasına olursa olsun Türkiye Batı çizgisinde ve Batı kontrolünde tutulmak isteniyor ve bunun için oligarşinin saltanatı ve darbeler destekleniyor. Çizgiden çıkma eğilimi içine girenler hemen hizaya sokuluyor, değilse devriliyor.

Darbeler, Batının Seküler Değerleri ve Oligarşinin Çıkarları adına
Yeniden Hizaya Sokma, Terbiye Etme Süreçleridir

Değerli kardeşlerim!
En son, bildiğiniz gibi, Erbakan hükümeti zamanında, dış politikada kısmen de olsa ABD ve Batı güdümünden çıkılarak bölge ülkelerine yönelik bir eğilim içerisine girildi. D-8’ler oluşturulmaya kalkıldı. Tam anlamıyla batının güdümü ve G-8 lerin tahakkümü değil de, kısmi bir bölgeye yönelme eğilimi bile malum sürecin, 28 Şubat darbesinin gerçekleştirilmesi sonucunu doğurdu. Ortadoğu’daki emperyal projelere hazırlama amacıyla Türkiye’ye yönelik yeni projeler üretilmişti, hazır bekliyordu. Bütün İslam coğrafyasını halklarını değiştirme, dönüştürme amaçlı projeler hazırdı. Clinton’a kabul ettirilemeyen bu işgal ve dönüştürme projeleri, arkasından yerine getirilenlere teklif edildi. O proje uygulamaya konuldu. 11 Eylül sonrası uygulanacak bütün projeler hazırdı. Ve 11 Eylül saldırıları gerçekleşince hemen uygulamaya konuldu. İşte Türkiye’deki 28 Şubat darbesi ve Pervez Müşerrefin Pakistan’daki darbesi birlikte, küresel bir 28 Şubatın, yani küresel boyutta İslamı ve Müslümanları dönüştürme ve işgal projelerinin uygulanmaya konmasından önce gerçekleştirildi. Pakistan’da Amerikancı Pervez Müşerref yönetimi hâkim kılındı, Afganistana karşı kullanılmak üzere.

Türkiye’de de 28 Şubat süreci gerçekleştirildi ki, Irak’ın Irak işgali ve ve ortadoğudaki dönüştürme ve işgal projelerine katkı sağlamasını teminat altına almak, Türkiye’yi bu emperyal amaçlar için hazırlamak ve kullanılmak üzere. Böylelikle büyük Ortadoğu projesine de Türkiye ikna edildi. Ve bu süreçte model “laik Müslüman ülke” olarak ABD İsrail eksenine oturtuldu. Bu önce koalisyon hükümetleri zamanında yapıldı. 28 Şubat sürecinde darbeci generallerin önderliğinde yapıldı. Ama sonraki süreçte, daha önce darbeyle uzaklaştırlanların içerisinden bir grup, bir ekip dönüştürülerek, değiştirilerek - daha sonra sonra AKP yi kuran kadro bunlar - ikna edildiler, yapacakları uygulamalara destek vermek üzere Amerika’da, Yahudi lobisiyle yapılan görüşmeler, Amerikan yönetimiyle yapılan görüşmelerde hep bu konular masaya yatırıldı ve ikna edildiler. Bölgede yapacakları operasyonlar bakımından özelliklede tercih edildiler, terbiye edilmiş, değişmiş bir AKP, bir Ecevit iktidarına göre daha çok işlerine gelirdi. Çünkü Ecevit İslam’a karşı olarak bilinen bir konumdaydı. Üstelik Saddam Hüseyin’le duygusal ilişkileri vardı. AKP önderleri ise İslami bir kimlikle bölge kamuoyu tarafından tanındıkları için, Türkiye’nin Orta Doğuya model ülke olarak sunulması daha çok mümkün olacaktı. Hem laik hem de hanımı örtülü Başbakanın veya bakanlar kurulunun yarısının hanımının başı örtülü bir hükümetin öncülüğünde bu işgalin desteklenmesi daha kolaydı, daha sonuç alıcıydı. İslama ve Müslüman halklara yöneltilmiş bir haçlı seferi, işgal ve dönüştürme projesi, böyle bir “ılımlı İslam”cı yönetimin işbirliği ve desteğiyle kamufle edilecekti. Böylece, “bizim savaşımız eğer İslam’a ve Müslümanlara karşı olsaydı, böyle bir ‘Müslümanlardan oluşan hükümet’ bize destek verir miydi?” deme kolaylığını elde ettiler.

ABD-İsrail eksenine adapte edilen Türkiye’de bir yandan da, aslında bütün İslam âlemini kapsayan sekülerleştirme, protestanlaştırma projesi ılımlı İslam adı altında uygulamaya konuldu. Böylece, hem Türkiye hem de bütün İslam ülkeleri, kapitalist dünya düzenine uyum sağlayacak ve emperyalizme hizmet edecek işbirlikçi bir “ılımlı İslam” anlayışına yönlendirilmek isteniyordu. Bölgeye, işgale, emperyalizme itiraz etmeyen, uyumlu, direniş yerine teslimiyeti ve işbirlikçiliğini tercih eden, ekonomik sosyal, siyasal ve hukuki hükümlerinden uzaklaştırılmış ve toplumsal hayata müdahale iddialarından vaz geçirilmiş, vicdanlara ve bireysel hayata hapsedilmiş bir İslam anlayışı hâkim kılınmak isteniyordu. Tabii ki, bu Allah’ın dini İslam değildi. Zalimler, buna “ılımlı İslam” diyorlardı. Allah’ın dini İslam’la alakası olmayan, tam tersine onu arkasından hançerlemek isteyen bir “İslam” anlayışı üretildi ve piyasaya sürüldü.

Son gelinen noktada AKP, verdiği bütün desteğe rağmen emperyalistleri memnun edebilmiş değil, bu sebeple, darbecilerin baskısı ve ABD’nin desteği arasında yeniden bir terbiye sürecinden geçiriliyor. Neden? Çünkü AKP, hala tam güvenilemeyen bir kadro. O halde baskılarla, kuşatmalarla, darbelerle ya da darbe tehditleriyle biraz daha terbiye edilmeli. Darbecilerin de AKP kadrolarının da ipleri ABD’nin elinde, bir taraftan darbecileri salıyor korkutuyor, “bak öcü var” diyor, “haddini bil” diyor, ondan sonra birazcık darbecilerin ipini çekiyor, AKP’yi AB projesi çerçevesinde özgürlük demokrasi nutuklarıyla bırakıyor, bir miktar önünü açıyor. Böylece iki taraflı bir oyunla, ama ipler aynı gücün elinde, AKP daha çok teslim olmaya zorlanıyor, yani kendine özgü hiçbir ilkesi kalmasın, kendisine özgü hiçbir politika geliştiremesin, böyle bir risk tamamen ortadan kalksın ve tam bir teslimiyetle batıya teslim olsun isteniyor. İran’la ve Suriye ile yakınlaşmalar, Ortadoğu’da farklı bir politika izleme eğilimi sebebiyle bütün bunlar yapılıyor. Henüz ABD’den ve İsrail’den tam bağımsız bir politika izlenmiş de değil. Henüz takip edilen politikalar yine ABD nin ve İsrail’in bilgisi dâhilinde gerçekleştiriliyor, ama yine de böyle bir risk var, onu görüyorlar ve bu riski tamamen ortadan kaldırmak için AKP’nin yeni terbiye sürecini başlatıyorlar. Bu süreç muhtıra ve cumhuriyet mitingleriyle sürdürülüyor. Yani bir taraftan bir korku üretlip sopa gösteriliyor, bir taraftan da bir havuç uzatılarak, demokratik-laik batıcı bir çizgide adam gibi gidersen seni bırakırız, önünü açarız mesajı verilmeye çalışılıyor. Sözüm ona ulusalcı olduğunu iddia eden darbecilerin düştüğü hale bakın. Ulusalcılığa bile ihanet olan bir tutum ve davranış sergileniyor. Ulusalcılık, emperyalizme karşı, emperyalist projeler karşı itiraz eden, kafa tutan bir tavır içinde olmalı, kendi “ulusal çıkar”larını savunmalı değil mi? Ama öyle olmuyor. İzmir mitinginde emperyalizme hayır diyenler, tıpkı darbeye hayır deyip darbecilerle iç içe oldukları gibi, aslında emperyalizmle iç içe ve onların değerlerini yaşıyorlar. Onların emperyalist projelerine katkı sunuyorlar, onların seküler değerlerinin savunuculuğunu yapıyorlar. Halkın yerli İslami kimlik, kültür ve değerlerini, tehdit ve düşman ilan edip aşağılayarak, emperyalizme ve emperyalist külktüre en büyük hizmeti sunyorlar. Böylesine ikiyüzlü bir tutumla, emperyalizme karşı olduklarını söylerken ona destekçi konumda olduklarını bile fark etmiyorlar.

Oramiral Özden Örnek’in Nokta dergisinde yayınlanan günlükleri ile ortaya çıktı ki, 2004’lerde bir darbenin hazırlıkları yapıyorlarmış. Evet, bunlar ortaya çıktı ama darbecilerle ilgili suç duyurularına rağmen, hatta başbakan ve bakanlar seviyesinde dahi yapılan suç duyurularına rağmen, hiçbir savcı harekete geçmedi. Savcılar ve yargı kimin için harekete geçti, darbeleri ifşa eden nokta dergisi için ve nokta dergisi kapatıldı. Sonuçta kapanmak zorunda kaldı. Ama yeni süreçte ifşa edilen darbe projesi uygulamaya kondu. Muhtıra verildi. Arkadan darbecilerin tezlerini savunan “cumhuriyet miting”leri yaygınlaştırılmaya başlandı. İfşa edilen darbe projesinde bunların hepsi var. Yandaş STK’larla Dayanışma halinde kamuoyu oluşturulması isteniyordu, hatta bunların listesi bile hazırlanmıştı. STK değil aslında bunlar, her biri militarist, faşist kuruluşlar ve emekli generallerin öncülüğünde STK ne kadar mümkünse o kadar STK. İşte bunlar kışkırtılarak, yönlendirilerek, bunların öncülüğünde halk korkutulup kışkırıtılarak, darbe projesi yürürlüğe konuluyor. İnsanlar, üretilmiş suni korkular pompalanarak, “hayat tarzlarına müdahale edilecek” diye ürkütülerek cepheleşmeye sevk ediliyor, bu uyduruk korkuların tesiriyle darbecilerin yanında saf tutmaya zorlanıyor. “Bakın sizin hayat tarzınıza müdahale edilecek, ilerde öyle bir ihtimal var, bu ihtimale binaen ayağa kalkın” deniyor.

Top Yekun Toplumun Hayat Tarzını Jakoben Projelerle
ve Silah Zoruyla Dönüştürenler, Bugün Aynı Akıbetten Korkuyorlar

Yaşananlar tıpkı şuna benziyor. Hani hırsız kendinden pay biçer ve herkesi de hırsız zannedermiş veya katiller cinayet mahallinden uzaklaşamazlarmış. Cinayet işledikleri mahalle dönerlermiş. Bunlarda tıpkı bu katiller gibi, sürekli cinayet işledikleri alanda dolanıyorlar. Nerede işlediler cinayeti? Yaklaşık 80 yıldır, topyekün bir toplumun hayat tarzına müdahale ederek, hayat tarzını bir bütün olarak dönüştürerek, emperyalizmin değerlerini, batının kültürünü jakoben politikalarla ve silah zoruyla, kan dökerek dayatanlar, bir gün bunlar da uyanırlar da bizim hayat tarzımıza müdahale ederler korkusunu taşıyorlar. Tıpkı katillerin beni de öldürürler korkusu taşıdıkları gibi. Onun için sürekli suç mahalli olan, “hayat tarzına müdahale” söylemi etrafında dolanıyorlar. Sen önce kendi işlediğin cinayeti gözden geçir ve topyekûn hayatına müdahale edip büyük ızdıraplar yaşattığın halktan özür dile. Utanmadan bir toplumun üzerine topyekün çullanmış, silah zoruyla onun hayat tarzını değiştirmişsin. Onu kendisi olmaktan çıkarmışsın, İslam’i kimliğini, ahlaki değerlerini yok etmişsin, yozlaştırmış, çürütmüşsün. Bu toplumu ne hale getirmişsin, bir bak ve utan, başını utançla yere eğ. Hayır bu utanma duygusunu bile kaybetmişler. Onlar kendilerini ve yapageldiklerini gözden geçirip, insani erdemlere ve insanlık onuruna verdikleri büyük zarar sebebiyle ezilen halk kitlelerinden özür dileyeceklerine, tam tersine mazlum halklar kendilerine zulüm ediyormuş gibi, kendi hayat tarzlarına mazlum halklar müdahale ediyormuş gibi bir yaygara koparıyor, bir korku ve panik hali oluşturuyorlar.

Evet, katiller cinayet mahallinde dolaşıyorlar. İşledikleri büyük cinayet hiç akıllarından çıkmıyor çünkü. Kendilerinin de sonunun aynı olacağından, kendi hayat tarzlarının da, tıpkı bütün bir halka yaptıkları gibi müdahaleye uğrayacağından korkuyorlar. Çünkü jakoben bir avuç oligarşik kadro olarak, zorla ve baskıyla, hangi ırkdan hangi dinden hangi görüşten olursa olsun, bu ülkede yaşayan bütün halkların topunun hayat tarzlarına müdahale ettiler ve dönüştürdüler, dönüştürme projeleri uyguladılar, hem de emperyalizmin yönlendirmesi ve desteğiyle. Ve kendilerine zulme ve sömürüye dayalı bir hayat kurdular. İşte bunun için korkuyorlar. Ama bilsinler ki, kendilerinin korkmasına gerek yok. Evet, sömürü ve zulme dayalı hayat tarzlarının tehlikede olmasından korksunlar, ama kendilerine asla zulüm yapılmayacağından ve mutlaka adaletle muamele edileceğinden emin olsunlar. Bütün temel hak ve özgürlükleri bakımından emin olsunlar. Çünkü, bütün toplumsal kesimlerin, bireylerin özgürce tercih ettikleri ideoloji ya da din çerçevesinde yaşama hürriyetine sahip olduğu adalet vasatını biz temsil ediyoruz. Biz Müslümanlarız, adaleti ve merhameti temsil ediyoruz. Asla kimseye zulüm etmeyiz, asla onların yaptığı gibi kan dökmeyiz, asla onların yaptığı gibi cinayet işlemeyiz, biz şiddetten uzak silm’e çağırıyoruz. İnsanlara barışa girin diyor Rabbimiz, silm’e girin diyor, işte biz hep beraber gelin barışa girelim diyoruz ve bunu bile dayatmıyoruz. Fıtrat, evren ve hayatın uyumlu hale geldiği, hayatla insan fıtratının barıştığı bir zemine çağırıyoruz insanları ve biz tüm bu güzellikleri temsil ediyoruz.

“Öteki”ni Yok Edip Tüketerek, Sömürerek Kendini Var Eden “Hayat Tarzı” Yok Edilmesi Gereken Bir Canavardır

Değerli kardeşlerim!
“Hayat tarzınızı ve laikliği korumak için harekete geçin” diye çağrılar ve yönlendirmeler yapılıyor. İşte bu asılsız korkuların propagandasıyla sokaklara dökdükleri insanların, laik sistemin ve darbeci generallerin yanında yer almaları temin ediliyor. Gerçektende, bir takım insanların hayat tarzları tehlikede, onu da söyleyelim, itiraf edelim. Evet, zulüm ve sömürü üzerine hayatlarını inşa etmiş olanların, iktidar ve rantı ele geçirip, halka bütün bu alanları kapatmış olanların, halkın köle, kendilerinin efendi olduklarını iddia edenlerin hayat tarzları gerçekten tehlikede. Halk uyandıkça, halk itiraz etme kabiliyetini kazanıp hesap sordukça, gasp edilmiş hak ve özgürlüklerinin peşine düştükçe, hani benim haklarım diye zulme ve sömürüye karşı sesini yükselttikçe, muhalefet ve hak arama bilinci yükseldikçe, halkın çalınmış kaynakları, kan ve gözyaşı üzerine hayatlarını inşa etmiş olanların, sömürüye dayalı bu hayat tarzları tehlikeye girecektir, şimdiden haber verelim. Hayatlarını mazlum kitlelerin sefaleti pahasına, onların kan ve gözyaşı üzerine kurmuş olanlar ve zulme dayalı statükodan sürekli rant ve iktidar devşirerek ayakta duranlar, bu hayat tarzlarını tehlikede görmeli. Halktan çaldıkları, hortumladıkları üzerine, halkın kaynaklarını talan etme üzerine, lüks ve israfa dayalı yaşantılarını kuranlar bilsinler ki, ezilenler, sömürülenler bilinçlendikçe, bu hayat tarzları birgün mutlaka tehlikeye girecektir. İşte bu azgın gruba göre, zulme ve sömürüye dayalı bu hayat tarzlarının sürekliği için, darbeler yapılmalı, faşist rüzgârlar estirilmeli, halkın özgürleşmesi engellenmeli, halkın bütün kesimleri zulüm ve baskı altında köleleştirmeli ve hep köle kalmalıdır. Darbeci, statükocu söylemlerle yapılan mitinglerin, verilen muhtıraların anlamı budur. Bütün bu yaygara, statükoyu korumak için. Aslında, statüko kime rant ve çıkar sağlıyorsa onun çıkarlarını korumak, yani bir sınıfın hakimiyet mücadelesi için, geniş ezilen kitlelerin haklarını elde etmemeleri, özgürleşmemeleri için.

Egemen Sömürücü Elit, Ezilenleri de “rejim tehlikede”
adı altında Sömürücü Statükoyu Savunmanın Aracı Haline Getiriyor.

Egemen oligarşik elitin iktidar ve rantını korumak için sürdürdüğü bu mücadelede “laiklik elden gidiyor” diye bir yaygara kopartılıp, insanlar korkutularak egemen sömürücü sınıfın çıkarları için kullanılıyorlar. Seksen yıldır gaspedilmiş olan hakların, özgürlüklerin halk tarafından yeniden geri alınabileceği ihtimaline karşı korku ve panik içindeler. Ama kendi çıkarları için, bu ezilen halk kesimlerini de aldatarak kullanıyorlar. İnşallah korktukları başlarına gelecek, zulme ve sömürüye dayalı düzenleri değişecek, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseye kendi din ve ideolojisini dayatmadığı, kimsenin kimsenin hayat tercihine müdahale etmediği, kimsenin haklarının gasp edilmediği, herkesin özgürce barış içerisinde yaşadığı bir adalet sistemi mutlaka gelecektir. Allah’ın izniyle, yeter ki insanlar bu büyük değişime müstahak olsunlar.

Aslında “laiklik elden gidiyor” “rejim tehlikede” yalan ve yaygarasıyla egemen elit sınıf kendi çıkarlarını korumaya çalışıyor ve bunun mücadelesini veriyor dedik. Çünkü Anadolu insanı bu süreçte eline geçen bir takım imkânlarla, egemenlerin imkânı kadar olmasa da zenginleşmeye başladılar. Zenginleşen Anadolu insanı, bu ülkedeki iktidar ve ranttan payını istiyor ve haklıdır da. Siz iktidar ve rantı ele geçirdiniz, seksen yıldır ele geçirdiniz, gasp ettiniz ve saltanat sürdürüyorsunuz diye bu saltanat hiç değişmeyecek mi? Hiç sarsılmayacak mı? Bu insanlar da bu ülkenin insanları, bunlar da Anadolu insanları ve diyorlar ki bizde bu ranttan payımızı istiyoruz. Tabii ki, çoğunlukla sistemle çatışmayan ve çoğu kere dünyevileşmiş, sekülerleşmiş, eklektik Müslüman kimlikleriyle, sistem içinde iktidar ve ranttan pay alarak bulunmak istiyorlar. Nitekim Tayip Erdoğan bu konudaki misyonlarını Milliyette yayınlanan Taha Akyol’la mülakatında açıkça ortaya koyuyor. “Biz periferideki, çevredeki insanlarımızı ekonomik ve kültürel olarak da merkeze taşıma misyonunun partisiyiz… Merkez ile çevre arasında ekonomik ve kültürel farkların açılması; hak eşitliğinin gerçekleştirilmesi” siyasal alanda demokratik temsilin güçlendirilmesi; çağdaşlaşma bu değil mi?” İşte bütün mesele de bu ve bütün yapılmak istenen de buna engel olup, statükoyu korumak. Bu sebeple, kesinlikle İslam ve irtica bir bahane, yapılan kavga aslında iktidar ve rant kavgasıdır. Birileri İslam’ı getireceğiz falan demiyor, öyle bir şey yok, kimileri diyor ki biz iktidar ve ranttan payımızı almak istiyoruz ve bu talebinde de haklıdır, bende katılıyorum. Birileri de hayır biz gasp ettik, seksen küsür yıldır elimizde, asla bundan bir zırnık koklatmayız diyorlar veya çok cüzi bir miktar veririz diyorlar. Bu kavganın kamuflajı ise, atalar dinini korumak anlamında laik sistemi korumak oluyor. Kemalist ideolojiyi ve rejimi korumak oluyor. Korunmak istenenin ve korkulanın ne olduğu çok açık.

Tıpkı Mekke müşriklerinin uluları, kendilerine rant ve iktidar sağlayan statükoyu korumak, çıkarlarını, sömürü düzenlerini sürdürmek için, aslında tevhidin hakimiyeti ile kurulacak adalet sisteminde özgürleşip, hakkını alabilecek mustazafları statükonun dini olan “atalar dini elden gidiyor” diye aldatıp kendi sınıf ve çıkar mücadelesinde kullandığı gibi. Bugünkü statükonun dini ise, “resmi ideoloji ve laiklik”, işte bu elden gidiyor diyorlar. Bugün laiklik, kemalizim elden gidiyor diyerek aslında bu sistemin mazlumu konumundaki kimi halk kesimlerini bile kendi sınıf ve çıkar mücadelelerinin aracı olarak kullanıyorlar. Mekke şirk sisteminin önderleri, ezip sömürdükleri kitleleri aldatmak ve onlara zulmeden statükoyu korumak ve sınıfsal çıkarları uğrunda kullanmak amacıyla, Resulullah (s) için “bu adam sizin İlahlarınızı tek ilah yapmak istiyor, atalarınızın dinini yok etmek istiyor, sarılın atalarınızn dinine ve ilahlarınıza” diyorlardı. Aslında o atalar dininin temsil ettiği statüko, mustazaf/ezilen halk kitlelerinin menfaatlerine de aykırıydı, onları da eziyor ve sömürüyordu. Bugün de egemen oligarşik sistemin ezip sömürdüğü kimi insanlar, “laiklik elden gidiyor, hayat tarzınız ve rejim tehlikede” diye aldatılıp, korkutularak, oligarşinin rant kavgasının aracı kılınıyorlar. İşte bu aldatılma sebebiyle, mazlum/ezilen kitleler, aslında kendilerine bugün yaşadıkları ikinci sınıf hayatı, fakirliğe mahkûm, edilgen, itilmiş, horlanmış hayatı yaşatan sistemi koruyorlar mitinglerde. Meydanlarda gördüğümüz yüzbinlerce insanın hepsi statükodan rant kazanan insanlar değilki, bir kısmı da alt tabakadan bilinçsiz insanlar. Kullanılan, aldatılan insanlar. Tıpkı cahili Mekke dönemindeki mustazafların/mazlumların, şirk yönetiminin dolduruşuna gelip “atalar dini”ne sahip çıkarak statukoyu ayakta tutmak suretiyle kendi aleyhlerine çalıştıkları gibi davranıyorlar. Statükoyu ayakta tutmakla, aslında darbeci generallere arka çıkmış, egemenlere destek vermiş ve kendilerine özgürlük getirecek, kendilerine adalet getirecek vasatın gelişini engellemiş, geciktirmiş oluyorlar. Ortaya konan bütün söylemlere dikkat edildiğinde açıkça görülüyor ki, onları şöyle denmiş oluyor, “sizin seküler kutsallarınızı, elinize verdiğimiz modern putlarınızı yıkacaklar, şehvetlerinizi tahrik için yaygınlaştırdığımız çıplaklığınızı, sizi uyutmak/düşünemez hal getirmek için teşvik ettiğimiz sarhoşluğunuzu, zinayı serbestleştirip yaygınlaştırarak yozlaştırdığımız nesillerinizi ve azgınlaştırdığımız nefislerinizi” değiştirecek, ıslah edecekler, o halde onlara dört elle sarılın çağrısında bulunuyorlar. Bu çağrının arka planında ise, bu putperest, paganist Batıcı sistemin kendilerine sağladığı çıkarları ve sömürü düzenlerini ayakta tutma mücadelesi veriyorlar.

“Laiklik elden gidiyor” Yaygarasıyla Egemen Oligarşinin ve Uluslar arası Sermayenin Çıkarları Uğruna Sınıfsal Bir Mücadele Sürdürülüyor

Egemen oligarşi aynı zamanda uluslar arası sermaye tekelinin yerli işbirlikçisi olunca, birlikte dayanışma halinde çıkar ve sınıf mücadelesi veriyorlar. Türkiye’de egemen oligarşi sadece kendi çıkarlarının mücadelesini vermiyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir gariplikle OYAK üzerinden uluslar arası sermayeye eklemlenen silahlı bürokrasi ve TÜSİAD’çı büyük sermayedarlar küresel sömürücü sermayeyle bütünleşmişlerdir. “Laiklik elden gidiyor” yaygarasıyla korunmak istenen şey, işte bu işbirliğinin kaçınılmaz sonucu olarak aynı zamanda kapitalist emperyalist sermayenin Türkiye’deki ve bölgedeki çıkarlarıdır. Darbelerle, baskılarla ve üretilen korku krallığıyla yapılmak istenen, egemen olişgarşinin bir parçası olan büyük sermayenin ve sömürücü emperyalist sermayenin hegemonyasını güvence altına alıp sorunsuz sürdürmektir. Mustaz’af/ezilen kitleler de maalesef bilinçsizce onlara alet olabiliyorlar, ezenlerin sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanılabiliyorlar. Yerel ve küresel egemenler dayanışma halinde, işte bu çıkara ve sömürüye dayalı düzenlerini bir gün yıkabilecek bir İslami uyanışı da engellemek istiyorlar. Müslümanlar, küresel güçler ve yerli işbirlikçilerinin birlikte uyguladıkları baskılara ve sekülerleştirme projelerine boyun eğip, seküler bireysel bir dindarlığa çekilip onların düzenine tam entegre olurlarsa sorun kalmayacaktır. Sağlanmak istenen budur.

“Model Ülke”, ne Pahasına Olursa Olsun
Batı Çizgisinde Tutulmak İsteniyor

İşte bu sebeple, gerek Orta Doğudaki, gerekse “model ülke” Türkiye’deki çıkarlarını ve sömürü düzenlerini alt üst edecek bir adalet arayışının, bir İslami uyanışın önünü kesmeye çalışıyorlar. Gerekli gördüklerinde şiddete ve silaha başvurarak, gerektiğinde BOP ve “ılımlı İslam” çerçevesinde uzatılan havucu kullanarak terbiye etmeye, ikna etmeye çalışıyorlar. “Model ülke” Türkiye’deki ve bölgedeki halkları ve yönetimleri son müdahale, muhtıra ve mitinglerle kurulan baskılarla, böyle hizaya sokmaya, terbiye edip ABD’ye tam teslimiyete zorlamaya çalışıyorlar. Sistemin tıkandığı 1946’larda nasıl demokrat partiyi devreye sokup onun üzerinden memnuniyetsiz geniş kitleleri sağcılaştırıp, ulusalcı kimliklere razı edip sisteme eklemledilerse, bugün de aynı oyun sürdürülüyor. O gün bir Arapça ezanın serbestliği uğruna halkın 50 yılını nasıl çaldılarsa, ondan sonraki süreçlerde de her bir darbe ve sopa döneminin arkasından halka yakın ılımlı bir parti eliyle uzatılan havuçla, darbe ve baskı dönemlerinde gasp edilen haklardan bir kısmını iade ederek sağlanan memnuniyetle, memnuniyetsiz kitleleri nasıl sevindirip “Allah Razı olsun” dualarıyla sistemle bütünleştirdilerse bugün de aynı oyunun devam ettiğini unutmamalıyız. Ezilen halkları, memnuniyetsiz kitleleri, sisteme eklemleme misyonunu 27 Mayıstan sonra adalet partisi, 12 Eylülden sonra ANAP ve Özal üstlendi. 28 Şubattan sonrada AKP aynı görevi üstlenmiş gözüküyor ve şimdi 27 Nisan darbesi muhtırası sonucunda AKP üzerinden daha fazla Müslüman sisteme entegre edilmek isteniyor.

AKP Hem Kendi Değişiyor
Hem de Müslümanları Dönüştürme Rolü Oynuyor

Bir kısım bilinçli Müslümanlar birinci AKP döneminde sisteme entegre olmadılar. Hala sistemle bütünleşmeyen, sistemi sorgulayan İslami kimliklerinden taviz vermeyen önemli sayıda Müslüman var. Bunların da bir kısmını, mümkünse hepsini sisteme AKP üzerinden entegre edebilmek için şimdi 27 Nisan muhtırası sonrası mağduriyet kullanılarak AKP’leştirme ve onun üzerinden sekülerleştirme projesi sürdürülmek isteniyor. Bakınız Recep Tayip Erdoğan’daki değişimden birkaç örnek vereyim de kendisi değişmekle kalmayıp, bu tür söylemlerle nasıl kitleleri dönüştürme misyonu da gördüğünü anlayın. Gün geliyor, Oxford üniversitesinde yaptığı bir konuşmada; inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, MÜSİAD’ta yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, birkaç ay önce Cidde’de söylediği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan başka sözler sarf edebiliyor. Ya da yine Cidde’de söylediği gibi “İslâm Birliği diye bir şey olmaz! Hangi çağda yaşıyoruz?” şeklinde sözler ederek İslam’ın ümmet anlayışını reddeden yaklaşımlar sergileyebiliyor. Aynı şekilde, “Geçmişte dini siyasette istismar yanlışına biz de düştük” misali daha pek çok itiraf ve reddetme açıklamaları, nereden nereye dedirtecek büyük bir değişimin, adım adım nasıl gerçekleştiğinin yol haritasını ortaya koyuyor.

Bütün bunlar karşı tarafa kendini kanıtlama, “değiştiğini” ispatlama endişesi ile yapılıyor olsa bile, sonuçta bu değişimin muhatabı olan Müslümanların zihinlerini de baskı altına alarak, çıkarcı pragmatizme alıştırarak ya da özendirip dünyevileştirerek değişime yönlendiriyor. “Biz düşüncelerimizi değiştirerek, iktidar ve ikbale ulaştık, siz de artık 30 yıl geride kalması gereken bakış açılarınızı, iktidar, ikbal, kazanç gibi somut sonuçlara ulaştırmayan ilke, değer ve duruşlarınızı terk edip, zihninizdeki ahlaki, imani ölçü, değer ve ilkeleri değiştirirseniz hem riskten korunur hem de dünyevi çok boyutlu kazançlarla sonuç alırsınız.” mesajı veriliyor. Diğer taraftan bu yönlendirmeyle, CIA raporlarında çok uzun zamandan beri yazıla gelen, “Müslümanları dönüştürmek için onlara kredi, ihale verin ticaret yapsınlar, demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar” tavsiyelerinin amaçladığı dünyevileştirme, sekülerleştirme amacına da hizmet edilmiş oluyor.

Nitekim NATO da devreye sokularak BOP ile sağlanmak istenen sonuç da, İslam’ı tahrif edip sekülerleştirerek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm alanları düzenleyen hükümler vaz eden İslam’ı tüm bu iddialarından vaz geçmiş, vicdanlara ve camilere çekilmiş bir din haline getirerek, Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde dönüştürmek değil midir? Tayyip Erdoğan ve ekibinin değişmekle ilgili tüm eylem ve söylemleri de, işte tam bu amaca hizmet eden bir çizgide ilerliyor. Sonuçta Tayyip Erdoğan ve kadrosu, sadece kendileri değişmekle kalmıyorlar, kendilerini izleyen Müslüman kitleleri de aynı istikamette dönüştürüp, Batının ve yerli batıcıların gerçekleştirmekte zorlandıkları, uğruna kan döktükleri “Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde modernleştirip dönüştürme projelerine” de büyük katkılarda bulunuyor ve örneklik teşkil ediyorlar. Ve bu sebeple de hem yerli Batıcılar, hem de Batılı ülkeler tarafından alkışlanıp, teşvik ediliyorlar. İşte bazı Müslümanların da etkilenip peşine takıldıkları yanlış yöntemin ortaya çıkardığı sonuç bu. Israrla ve ne pahasına olursa olsun iktidar olmak isteyenlerin bu hazin sonu, herkesi düşündürmeli ve ibret olmalı. Bu kadar çok şeyi, en temel ahlaki, akıdevi değer ve ilkeleri feda etmek suretiyle, her şeyimiz olan ve her şeyimizi uğrunda feda etmemiz gereken İslami kimliğe bu kadar zarar verdikten sonra elde edilen böyle bir iktidarın ne anlamı ve değeri olabilir?

Değiştikçe daha çok değişiyor başkalarını da değiştiriyorlar. İktidar, ikbal, kredi, ihale ve milletvekilliği vs. gibi bir sürü imkânlar sağlayarak değiştiriyor, dönüştürüyorlar. Bu tür çıkarlar peşinde koşmayıp ilkelerini koruyanları, dönüşmeyenleri ise, “hâlâ orada mısınız?” deyip aşağılıyorlar. Bırakın bunları, öyle meydanlara çıkmakla, eylem yapmakla olmaz, gelin sistemle eklemlenip masaya oturun, ancak o zaman siz de bir şeyler elde edersiniz diyorlar. Değişmezseniz marjinal olursunuz, gelin işte uzlaşın, bütünleşin sistemle ve bizim gibi iktidar olun diyorlar. Nasıl iktidar oldularsa? 360 milletvekili alman bile iktidar olmanı sağlamadı, 500’le de gelsen bu sistem içinde yine iktidar olamazsın. Artık Müslüman halkı oyalamayı bırakın ve Allah’ın toplumsal yasasını fark edin. “Bir toplum özündekini değiştirmedikçe Allah o toplumun durumunu değiştirmez.” Esas sorumluluk, bu ilahi yasa gereğince topluma yönelip vahyin şahitliğini, kurtarıcı, aydınlatıcı ilahi mesajın davet ve tebliğini gerçekleştirmek ve asla imana zulüm bulaştırmadan, İslami kimlik ve ilkelerden tavize yanaşmadan, ölüme kadar dosdoğru yürümektir.

Geçen hafta üzerinde konuştuğum muhtıraya tepkiler çerçevesinde yapılan yeni bir takım açıklamalar üzerinde durmak istiyorum. Bir takım zulüm ve haksızlıklara tepki veren Müslümanların ölçüyü kaçırmamaları ve daha önce ifade ettiğim entegrasyon, asimilasyon projelerinin tezgâhına düşmemeleri konusunda bir daha uyarmak istiyorum. Yani biz AKP’ye onun bütün değişim ve dönüştürme çabalarına rağmen daha fazla teslim olmaya zorlamak amacıyla, yeni baskılara muhatap kılınmasına karşı çıkar, sistemi içi kurallar içerisinde bile haksızlık yapılmasını eleştiririz, yapılan haksızlığa itiraz ederiz. Özellikle de AKP üzerinden halkın sindirilmek istenmesine, halkın İslami kimlik ve değerlerine yönelik baskılar, yasaklar ve saldırılar gerçekleştirilmesine karşı çıkıp itiraz eder, hak, adalet ve özgürlükleri herkes için savunuruz. Kime haksızlık yapılırsa biz itiraz ederiz, ama asla onun mağduriyetinden kalkarak, vahyi belirleyici kılmayan ilkesiz bir duygusallıkla, aklı devre dışı bırakan bir tepkisellikle, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik küresel ve yerel dönüştürme projelerinin içerisinde yerimizi alamayız. İslam düşmanı küresel ve yerel düzene, onların belirledikleri kuralları içselleştirerek, İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vererek entegre olamayız. Allah’tan korkmalı ve ölümün çok yakın olduğunun bilinciyle, ahiret ve hesabı hiç unutmadan sadece Allah için hayatımızı yaşamaya ve İslami kimliğimizden asla taviz vermemeye çalışmalıyız. Karar ve amellerimizde, duygusallık ve inat belirleyici olmamalı, vahyin ölçüleri esas alınmalıdır.

Sol ve Liberal Aydınlarla İlkesiz Birliktelikler
Savrulmalara Neden Oldu

Kimi Müslümanlar sol ve liberal çevrelerle kurdukları ilkesiz ilişkiler sonucunda onlardan itibar görmek ve entelektüel sayılmak için onların kavramlarını kullanarak nasıl dönüştüler, acı bir tecrübe olarak biliyoruz. Onların kavramlarıyla kendilerini tanımlayıp, ifade ederek, nötr olmayan kavramların dönüştürücü tesiriyle zaman içerisinde nasıl dönüşüp, değiştiklerini çevremizdeki pek çok örnekte görmedik mi? Çevremizde tanıdığımız, dönüşüm serüvenine tanık olduğumuz birçok Müslüman İslami kimliğini böyle süreçlerde kaybetmedi mi? Değerli kardeşlerim özellikle insan hakları alanında vahyi belirleyici olmaktan çıkarıp Batının seküler insan hakları anlayışını evrensel sayıp onu referans alanların nasıl dönüştüğünü, nasıl değiştiğini, nasıl İslami kimliğini kaybettiğini görmediniz mi? Darbe süreçleri, Müslüman kesimler içinden İslami kimlik ve ilkelerin belirleyiciliğinde, kendi özgün kavramlarımıza dayalı bir muhalefetin ve özgün muhalefet yapan öncü kişilerin çıkmasına yol açması gerekirken, maalesef içimizden çıkabilecek böyle öncü kişileri, sisteme muhalif tavırlar koydukları zaman “sertsin” diye mahkum edip, “başımızı belaya sokacaksın” diyerek susturmaya kalkanlar oldu. Bu korkuyla kendi kardeşlerini mahkûm etmeye çalışanlar, sol çevrelerle, liberal kesimlerden çıkan yazarları, aydınları kanaat önderleri haline getirdiler. Onlar da kendilerini takip edenleri kendilerini kanaat önderi edinenleri zaman içinde etkileyip dönüştürdüler.

Bir gün Selam Gazetesinde çıkan sisteme yönelik bir eleştiri yazımdan dolayı, Ankara’da Müslümanların önde gelen yazar takımından biri beni arıyor ve ne yapmışsın, nasıl yazı bu, başımızı belaya mı sokacaksın diye eleştiriyor, ama birkaç gün sonra, aynı kişi, “Ahmet Altan’ın yazısını okudun mu?” diye arıyor ve aynı konudaki yazısı için “ne kadar cesur yazmış, çok yiğit bir adam” diyordu. Utanılacak bir hal bu, ben sistemin zulümlerine karşı koyduğumda başımızı belaya sokacaksın diye karşı çıkılıyor, Ahmet Altan ise yüceltilip babayiğit ilan ediliyordu. Yani onurlu ilkeli bir duruş sergilemeyi Ahmet Altan’a yakıştırıyor, ondan bekliyor, bir Müslüman’a zillet ve suskunluk yakıştırılıyordu. Zaman gazetesinde bir köşe yazarı “Ey çetin Atlan senin suçun büyük, Allah huzurunda nasıl hesap vereceksin” içerikli bir yazı yazmıştı. Hayret doğrusu ne demek istiyor diye yazıyı okuyunca, yine büyük bir zilletin ortaya konduğunu gördüm? Çetin Altan’a neden iki tane çocuk doğurdun diye kızıyordu. İki Atlan kardeşlerin sisteme yönelik itiraz ve eleştirileri, hak ve özgürlükleri cesurca savunmaları, tabii ki takdir edilecek erdemli bir tutumdur. Ancak kendi hak ve özgürlüklerinin mücadelesini kendileri vermek konusunda acz gösterenlerin, hak ve özgürlüklerinin savunuculuğunu başkalarına havale etmeleri zelil bir tutumdur. Öylesine zelil bir tutum ki bu, zulme ve adaletsizliklere karşı ben niye itiraz etmiyorum, ben niye onlar gibi onurlu bir tavır koymuyorum diye kendini hesaba çekmek bile aklına gelmeden, Çetin Altan bir tane daha çocuk doğursaydı da o da benim haklarımı, özgürlüklerimi savunsaydı diye bekliyor.

Liberal ve Sol Aydınları Kanaat Önderi edinmek
Büyük Erozyona ve Dönüşümlere Yol Açtı

İşte böyle bir süreç yaşandı ve gelinen noktada, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin, Nuray Mert, Gülay Göktürk ve Altan kardeşler gibi liberal ve sol yazarlar Müslümanların, hak ve özgürlüklerinin savunuculuğunu havale ettikleri, kanaat önderleri haline geldiler. Tabii ki, onların bunda bir suçu yok, onlar kendi konumlarına uyan insani sorumluluklarını ve özgürlük mücadelelerini yerine getiren fıtri erdemlerini koruyan insanlar ve bu yürekli duruşlarından dolayı ben de kendilerini takdir edenlerdenim. Ancak burada sorgulanması gereken Müslümanların edilgen ve ilkesiz duruşlarıdır. Vahyin ölçülerini belirleyici kılmadan, ilkesiz bir duygusallıkla onları okuyan ve haklarının savunuculuğunu onlara bırakmış ve onları kanaat önderi haline getirmiş olanlar, bu etkilenme sonucunda zamanla dönüş değişiyorlar, onlar gibi düşünmeye, olaylara onların seküler bakış açısıyla bakıp değerlendirmeye, onların kullandıkları seküler kavramları kullanmaya ve onların zihin yapısıyla üretilen seküler tavırları sergilemeye başlıyorlar. Zaten onlar da, sisteme ve egemenlere seslenerek, “serbest bırakın, önlerini açın kamu alanlarına çıksınlar, okullara gitsinler, ticaret ve siyaset yapsınlar, bu durum Müslümanları dönüştürüyor, sekülerleştiriyor, modernleştiriyor” diyorlar. “Serbest bırakıldıkça kendiliğinden modernleşiyorlar” diyerek bizim hak ve özgürlüklerimizi savunuyorlar. Yani biz Müslüman kalalım ve Müslüman’ca yaşayalım diye bizim hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmıyorlar. Bizi dönüştürme projesinin bir parçası, bir versiyonu olarak fonksiyon icra ediyorlar. Yazılarının satır aralarında da sürekli bu tezi işleyip, Müslümanları da bu istikamette etkilemeye ve bu anlamda değişime yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sebeple de onları ilkesizce okuyanların, zamanla İslami kimlik ve ilkeleri yozlaşıyor, tükeniyor, eriyor.

Gerçekten yüreğim yanarak ve Allah için uyarıyorum. Ölüm var, hesap var. Allah huzurunda bu uyarımı delil gösterip şahit tutarak, hiç olmazsa bir mazeret olarak “ben Müslümanları uyardım” diyebilmek amacıyla bugün bir daha uyarıyorum. Allah huzurunda hesap verme bilinciyle ve Allah rızası için hepimiz bu uyarıları gerçekleştirip, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğumuzu yerine getirip, yaygınlaştıralım. Bu savrulma sürecinde, İLKAV olarak, emri bil maruf görevimizi yerine getirmeye çalıştık, ama çoğu kez yalnız kaldık, yalnız bırakıldık. Çoğunluk ya dünyevi diyalogların devamı hatırına sustu ya da savrulmalara destek vererek meşruiyet kazandırdılar. Bu süreç bu şekilde sürdü geldi ve bugün gelinen noktada, sözde Müslümanlara ait birtakım kurumlar ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bazı kişiler, liberal ve sol çevrelerle birlikte muhtıra karşıtı bir bildiriye imza koyarken, artık açıkça İslam’ın akıdevi ölçülerini bile yok eden bir takım gayri İslami ifadelerin altını kolayca imza atabiliyorlar.

Kendini İslam’a Nispet Edenlerden Bazıları
Laikliği Cansiperane Savunur Hale Geldi

“Yurtdaş bildirisi” adı altında yayınlanan bildiride, İslam düşmanı ateistler, liberal ve sol görüşlü aydınlar ve Müslümanların kimi insan hakları kuruluşları ve genel başkanlarının imzaları var. İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi vermek üzere kurulan bir kuruluş, işte bu ilkesizlikler sonucunda ne hale getirildi? İlk kuruluştaki, İslami kişiliğinin oluşturduğu onurlu duruşa bir bakın, bir de bugün geldiği noktaya bakın, yüreğiniz yanacaktır. Bir takım “İslamcı yazar”ların geldiği noktaya bakın. Bildiride yer alan bazı cümleleri aktarayım: İmzacılar “Laik anlayış ortak paydasında buluştukları”nı söylüyorlar. Ateistler ve İslam düşmanlarıyla, kendini Müslüman olarak nitelendiren imzacıların ortak paydası olarak laiklik öne çıkarılıyor. Altında Müslümanım diyenin de imzası olan bildiride “bizler laik cumhuriyetin muhtıralara yaslanarak değil daha fazla demokrasi içinde yaşatılacağına inanıyoruz.”, “Özgür, demokratik, laik Türkiye’yi korumaya kararlı yurttaşlar” olduklarının altı çiziliyor. Biz bu savrulmaları fark edip uyarırken, İLKAV yönetimi olarak uyarırken, “siz de hep Müslümanları eleştiriyorsunuz” diye tepki verip bu hali görmezden gelenler, sapmaların zamanla kanıksanarak kronikleşmesine ve savrulmanın daha da ilerlemesine sebep olduklarını görsünler ve kendi nefislerini hesaba çeksinler, vallahi tövbe etmez, halinizi düzeltmezseniz Allah katında sizlerden şikâyetçi olacağım. Allah’ım bunlar sekülerleşenlere destek verdiler, göz yumdular diyeceğim.

1993’lerde de yine İslam düşmanlarıyla, liberal ve sol çevrelerin hazırladıkları bir bildiriye imza koymuşlardı ve o bildiride de şöyle bir ifade geçiyordu: “doğruyu bulmak için aklın üzerinde hiçbir otorite kabul etmiyoruz”. O zamanda aklı ilahlaştıran böyle bir bildirinin altına Müslümanlar adına imza atılmasına yine biz itiraz etmiştik ve sonraki süreçte yalnız bırakılmıştık. Bazıları yine günlük ilişkiler sarsılmasın diye ve nefsi birtakım beklentiler adına onlarla ilişkilerini sürdürdüler. Böylece Yahudileşme yaygınlaştı. Bildiğiniz gibi, İsrail oğullarının Yahudileşmesinde önemli etkenlerden biri de münkere yönelenlere karşı marufu temsil edenlerin uyarı görevlerini yerine getirmemiş olmalarıdır. Maruf ehli olanlar, münkere yönelenlere bir kere “emri bil maruf…” yaptılar, ötekiler değişmedikleri, hallerini düzeltmedikleri halde onlarla yeyip içmeyi, oturup kalkmayı ve ilişkilerini sürdürdüler, onun için kalpleri benzeşti ve Allah hepsini birlikte lanetledi ve helak etti. Bugün de Müslüman’ım diyenler bu tip savrulmalara göz yumarak “din Allah’ındır Allah dinini korusun bize ne” mantığı ile hareket ederek aynı cürümü işlemekten çekinmiyorlar. Ve birbirlerini uyarıp ıslah etmeye çalışmıyorlar. Böyle bir tutum sergilemeye hiçbir Müslüman’ın hakkı yoktur. Herkes Allah katında hesabını verecektir.

Bakın, laikliği benimseyen, laikliği savunan, laiklik uğrunda direnmeye kararlı olduğunu söyleyen, laiklik ortak paydasında buluştuğunu söyleyen, İslami kimliğinin de olduğunu ilan eden kişi ve kuruluşların utanç verici bir bildirisi ortada. Buna karşı Müslümanların bir itirazı olmayacak mı? Solcular, liberaller ve İslam düşmanlarının, Aziz Nesinin oğlunun bile imzasını taşıyan bir bildiriyle laikliği savunmaya kalkışan “Müslüman”lara karşı hiçbir sorumluluğunuz yok mu? İslam’ı savunmak için bir bildiri hazırlayın, Aziz Nesinin oğlu ve diğer sol ve liberal yazarlar sizinle beraber imza atarlar mı? Bundan vazgeçtik çok daha nötr bir bildiriyi hazırlayın, hem de içeriği batı standartlarındaki laikliğe de uygun olsun, şöyle yazılsın: “bu ülkede başta ordu ve devlet kurumları olmak üzere herkes, bu ülkede yaşayan Müslümanların İslami kimliğine saygı göstermek ve kendi dinlerinin özgün kaynaklarına dayalı eğitimini çocuklarına özgürce vermek ve İslam’ın bütün gereklerini bütün toplumsal alanlarda özgürce yaşamak hakkının olduğunu kabul etmek ve buna saygı göstermek zorundadır” densin, darbeye karşı çıkma adı altında, darbecilerin tezlerini sahiplenen ve laikliği savunan Yurttaş Bildirisini imzalayanlar böyle bir bildiri için imza atarlar mı? Kesinlikle atmazlar, bundan emin olun.

Senaryosu İslam Düşmanlarına Ait
“Demokrasi Oyunu”na Figüran Olmamalıyız

Darbelerin de, AKP’nin de arkasında, iki tarafın da iplerini ellerinde tutan batılı emperyalist güçler olduğunu unutmamız gerekiyor. Bir demokrasi oyunu oynanıyor, senaryosunu yazanlar tarafından galibi belirlenmiş bir oyun bu. Kim hangi rolü üstlenirse üstlensin, galibi ve hâkimi belli böyle bir oyun oynanıyor. Ne yaparsan yap, bu senaryoyu benimseyip içinde verilen role razı olup sistemle bütünleştiğinden itibaren oyunun bir parçası olarak oligarşiye çalışıyorsun ve sadece oyunu düzenleyenlere ve ipleri elinde bulunduranların projelerine hizmet ediyorsun. Oyunda kötü adama kızıp, iyi adama destek vermeye, ona oy vermeye yöneldiğinden itibaren sen de oyunu kuranların isteklerine göre hareket etmeye, sisteme eklemlenmeye ve bir süre sonra da kendini tamamen oyunu sahici zannedenlerin içinde bulmaya, dönüşmeye başlıyorsun. Bu oyunun bilincinde olması gerekenler ve oyunu bozarak bu esarete son verme, senaryoyu bozma, insanları özgürleştirme misyonunu yüklenmesi gerekenler, eğer dikkatli, ilkeli ve duyarlı davranmayıp pragmatik hesaplarla hareket ettiklerinde, maalesef bir müddet sonra bu misyonu unutup oyuna eklemleniyorlar. Bir gün geliyor, oyun kurucu yerel ve küresel güçler düdüğü çalarak oyunu bitiriveriyorlar. Olan o süreçte kaybedilen kimliklere, aşınan değerlere ve öğütülen şahsiyetlere oluyor. Müslüman, akıllı ve ferasetli davranmalı ve bu oyunu bozacak, halkı uyandıracak bir şahitlik yapmaya yönelmelidir. Oyunun bir parçası ve figüranı değil, oyunu bozacak, zulme son verecek adaletin temsilcisi olmalıyız.

“Şahid Olun Biz Müslümanlarız”

“Hayat tarzımız tehlikede” diye üretilen suni korkulara kapılan iyi niyetli insanlar korkmasınlar. Başkalarının hayat tarzlarını yok edip tüketerek, zulüm ve sömürü üzerine hayatlarını inşa edenlerin bu düzenleri tabii ki, sürekli tehlikede olacaktır. Ancak kimseye zulmetmeden, haksızlık yapmadan ve başkasına kendi tercihlerini dayatmadan kurulan tüm hayat tarzlarının ve tüm hak ve özgürlüklerin tek ve sahici güvencesi, bütün insanların yaratıcısı olan Allah’ın dini İslam’dır. Bizi seçen de, adımızı “Müslüman” olarak koyan da, kitabına mirasçı ve yeryüzüne halife kılan da, sizin, bizim ve bütün yaratılmışların Rabbi olan Allah’tır. Bizi Müslümanlar olmakla şereflendiren Rabbimiz, sizi de, bizi de yaratmış ve öldürecek olandır. O bize, insanlar üzerinde adil şahitler olmamızı ve herkese adaletle hükmetmemizi emrediyor. Biz Müslümanlarız, adaletle hükmeder ve vahye şahitlik yaparız. Biz Müslümanlarız, insanların hak ve özgürlüklerinin en sahici güvencesiyiz. İnsanlara hayırlı ve merhametliyiz, bu sebeple onları da kurtaracak, aydınlatacak mesajı taşırız. Biz Müslümanlarız, Rabbimizin emriyle “silm”e, barışa davet eder, insanların hayrına çalışırız. Bütün bu çabalarımıza ve adil tutumumuza rağmen yüz çevirenlere sözümüz şudur:
“Şahid olun biz Müslümanlarız”.

Değerli Kardeşlerim!
Sonuç olarak vurgulamak istiyorum ki; Biz Müslümanlar, karışık sentezci anlayışlara itibar etmemeliyiz. İslami kimlik ve ilkelerimizden tavize asla yanaşmamalıyız. Duygusallıkla gayri İslami sarflara savrulmaktan Allah’a sığınmalıyız. Vahyin şahitleri olma sorumluluğumuzu unutarak, imanımıza zulüm bulaştırma konumuna düşmemeliyiz. Allah’a sığınmalıyız, sadece O’na kulluk ve ibadet etme sorumluluğumuzla uyuşmayan hiçbir eylemin içinde bulunmamalıyız. İslami kimlik ve ilkelerimiz doğrultusunda dosdoğru bir duruşu ortaya koyarak, başka taraflara doğru dönüştürülmeye çalışılan halkımızın İslami kimliğe doğru dönüşümüne, ilkelerine bağlı onurlu bir İslami duruş kazanmasına ve muhalefet bilincini yükseltip tevhid ve adalet mücadelesi içinde yer almasına vesile olacak hayırlı çabalar göstermeli, güzel örneklikler oluşturmalıyız. Rabbimiz bu istikamette yardımcımız olsun, sıratı müstakimde ayaklarımızı sabit kılsın, İslami kimlik ve ilkeler uğrunda dolu dolu Allah için yaşanmış bir hayatın sonucunda mü’min olarak yaşayıp mü’min olarak ölmeyi nasip etsin. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum.









 

Bu içerik 2042 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon