Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2011
 
Mehmet Pamak: ´Despotlara ve Diktatörlere de, Arkalarındaki Demokratik Emperyalizme de Karşı Çıkılmalıdır´
Tarih: 29/03/2011
   


İLKAV’ın son (25.03.2011) Cuma Konferansı’nda konuşan Mehmet Pamak, bölgemizdeki despotlara karşı “adalet ve özgürlük” eksenli halk ayaklanmalarını ve bunlara yönelik emperyal planları değerlendirdi.

İLKAV’ın son (25.03.2011) Cuma Konferansı’nda konuşan Mehmet Pamak, bölgemizdeki despotlara karşı “adalet ve özgürlük” eksenli halk ayaklanmalarını ve bunlara yönelik emperyal planları değerlendirdi. Pamak, Afganistan, Irak ve Somali’den sonra Libya’ya saldıran emperyalist koalisyonun ve emperyalizmin silahlı terör örgütü olan NATO’nun, çıkar eksenli bu vahşetinin arka planında yer alan temel saikin, insanı insanın kurdu haline getiren seküler sapkın modern Batı kültürü olduğunu ifade etti.

 

Pamak: Son bir asırdır, dünyada gerçekleştirilen işgallerin, sömürülerin, yol açılan yoksullukların, dökülen kanların ve on milyonlarca insanın katledilmesine yol açan katliamların büyük kısmının müsebbibinin, despot sistemlerin de arkasındaki güç olan batılı demokratik sistemler olduğunu ifade etti. Üstelik bu sistemlerdeki, sömürgeci, işgalci ve katil hükümetleri seçenlerin de, o ülkelerin halklarının çoğunluğu olduğuna dikkat çeken Pamak, Sonuçta dünyadaki ıstırapların, yoksullukların, acıların, haksızlıkların, adaletsizliklerin en sahici müsebbibinin despot rejimlerden daha çok, aslında onları da ortaya çıkaran ve destekleyen, heva ve zanna dayalı demokratik rejimler olduğunun fark edilmesi gerektiğini belirtti.

 

“ABD ve Batının, asırlardırkanlı sömürgeciliğe sürüklenmesinin ve insanlığı kan ve göz yaşına boğmasının temelinde, tek dişi kalmış canavar olan ‘Batı medeniyeti’nin vahiyden, fıtri insani ve ahlaki değerlerden kopuşu yatmaktadır. Bölgemizdeki despot yönetimleri on yıllardır yerli halkların başına bela edenler, çıkarını ilah edinmiş Batılı emperyalist demokratik rejimlerdir. Şimdi yeni baskı, saldırı ve oyunlarla, mazlum halkları bölgedeki kâhyânın zulmünden ağaya sığınmaya zorluyor ve yönlendiriyorlar. Halbuki Batılı ağanın demokratik rejimleri ve halkın oylarıyla göreve gelen emperyalist hükümetleri, yıllardır kâh işgal ve katliamlarla, kâh bölgenin despotlarını, darbecilerini destekleyerek, bölgedeki her türlü zulmün, insan hakları ihlallerinin, soygunların, yolsuzlukların ve yoksulluğun doğrudan ve en önemli müsebbibi olmuşlardı. Şimdi de, halkların özgürlük arayışını destekliyormuş ve despot kâhyalarına karşı çıkıyormuş gibi yaparak, mazlum halkları yine kendi çıkarları ekseninde, Batı yanlısı demokratik rejimlere, yani yıllarca bunca kanı akıtan, bunca soygunu gerçekleştiren ağanın demokrasi rejimine doğru yönlendirmeye çalışıyorlar” dedi. Yapılması gerekenin ise, “mazlum bölge halklarının despotizme isyanının yanında yer alıp, diktatör, despot yönetimlere de, onların arkasında yer alan demokratik emperyalizme de, emperyalistlerin yeni oyunlarına, işgallerine, saldırılarına da karşı çıkmak, aynı zamanda da mazlum halkları kurtaracak ve gerçek adalete ulaştıracak Kur’ani yolu göstermek” olduğunu söyledi.

 

Mehmet Pamak, daha önce kimi yazılarında da açıkladığı gibi, bu konularda neden eylem yapmadıklarını şu şekilde izah etti:

 

“Bu konuları gündeme taşımak ve despotlara, zalimlere, emperyalistlere karşı itirazımızı yükseltmek amacıyla yaklaşık 15 yıldır meydanlarda gerçekleştirdiğimiz eylemliliklere bir süredir ara vermiş bulunuyoruz. Özellikle son üç yılda, gerçekleştirdiğimiz eylemlerin haberleri gerek yazlı ve görsel, gerekse internet medyası tarafından yok sayıldı. Buna rağmen bir süre daha devam etsek de, giderek eylemliliğin haber ağında yer almaması halinde anlamını yitirdiğini ve katılanların motivasyonunu da etkilediğini fark ettik. Çünkü bu tür eylemlerin, bir çok zahmet ve maddi külfete katlanarak gerçekleştirilmesinin en önemli sebebi, böylece medya vasıtasıyla mesajı daha fazla kimseye ulaştırmaktır. “Kartel” ve “Candaş” medya verdiğimiz mesajın yayılmasını istemedikleri, kendi ideolojileri ve çıkarları için tehdit ve düşman olarak gördükleri için yok saymaktadırlar. Bunlar, haber değeri olan eylemlerimizi bile, istisnai olarak eğer çarpıtacak, aleyhimize kullanacak bir nokta bulurlarsa, saptırarak haber yapmakta, genelde ise haber ahlaksızlığı yaparak görmezden gelmektedir. Geriye kalanlar da, liberallerin ve kendilerini İslam’a nispet edenlerin sahibi olduğu “Yandaş” medyadır. Liberaller, ülkede liberal demokratik bir değişim yaşanmasını, toplumun bu istikamette dönüşümünü arzu ettikleri, bizim bu değişim sürecindeki ilkeli, tevhidi etkinlik ve eylemliliklerimizin toplum tarafından fark edilmesinin ise, bu liberal demokratik dönüşüme engel olabileceği endişesiyle faaliyetlerimizi, eylemlerimizi haber ahlaksızlığı yaparak görmezden gelmektedirler.

 

“Yandaş Medya” ise, AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde gerçekleştirilen liberal-muhafazakâr-demokratik değişim ve dönüşüm sürecine aykırı düştüğümüz için yok saymaktadırlar. Liberal laik demokrasiyle İslam’ı sentez etmeye, tevhidi bütünlüğü tahrif ederek, siyasi, ekonomik ve hukuki alanları düzenleme iddialarından vazgeçip bireysel ibadetler alanına çekilmiş ve küresel emperyalist kapitalist sistemle entegre olmaya, uyum sağlayıp uzlaşmaya yönelik “ılımlı İslam” algısı oluşturmak suretiyle, bu uzlaşı üzerine inşa edilmek istenen yeni statükonun önünde engel olarak gördükleri için, akredite saymamakta, görmezden gelmektedirler. İslami kimlikli, tevhidi ilkelere sadakat göstererek gerçekleştirdiğimiz eylemleri, kendi dönüştürme projeleri için riskli saymaktadırlar. Önce kısmi olarak haberlerimize yer veren bir gazete ise, bizim söylemediklerimizi bize söyleterek, söylemlerimizi tahrif ederek, yani kendi projelerine uyumlu hale getirerek yayınlamayı ve böylece bizi de “ılımlılaştırmak” üzere “terbiye” edip, kendilerine benzeterek, demokratik söylemlere çekerek akredite yapmayı denediler. Adeta “haber olmak istiyorsanız, bizim İslam algımıza, bizim sistem içi değişimize uyum sağlayın, biz de sizi görelim” demeye getirdiler. Temel ilkelerimize, hatta akıdemize aykırı söylemleri bize ifade etmişiz gibi haber yaparak baş sayfadan verdiler. Bu haber ahlaksızlığına itiraz edip hesap sorunca, bir daha bu tarz bir müdahalenin yapılmamasını ve yapılanın da düzletilmesini istediğimiz için, daha sonra tamamen dışlamayı ve yok saymayı esas aldılar.

 

Biz de, ahreti, din gününü ve bu yapılanların Allah katında da hesabının verileceğini hatırlatarak Allah’a havale ettik. Bazılarına bizzat yazı yazarak, bazılarını ziyaret ederek ya da makalelerimizde ifade ederek, şunları söyledik: “Biz haber değeri olan bir etkinlik veya eylem yapıyorsak ve sizler de haberci iseniz, eğer haber ahlakınız varsa, bizi görmek ve haber yapmak zorundasınız. Medya sahibi olmak, onu kendi çıkar ve anlayışınız istikametinde istismar etmenize yol açmamalıdır. Çünkü medya kamu hakkıdır. Ayrıca sizler kendinizi İslam’a nispet etmekte samimiyseniz, bizler sizin de hiç değilse kalbinizde var olması gereken tevhidi ilkeleri, vahyi değerleri gündemleştirirken, dıştan sahiplenip yanımızda yer almaktan çekinseniz ve güttüğünüz maslahatlarınıza ve hesaplarınıza ters bulsanız da, kalben destekleyip, hiç değilse haber yapmaktan kaçınmamanız imani bir sorumluluğunuz değil midir?”

 

Neyse sonuç itibariyle, İslami kimliğimiz, tavize yanaşmayan tevhidi duruşumuz ve ülkede gerçekleştirilmek istenen liberal-muhafakâr-demokratik dönüşüm riskine dikkat çekip, darbecilere, çetelere, Kemalist zorbalığa, despotizme de, emperyalist projelere uyumlu liberal-demokratik dönüşüme de hayır deyip, İslami, tevhidi dönüşümü sağlama istikametindeki çabalarımızda ısrar etmemiz, Kur’ani alternatifi her şartta gündemde tutmaktan yana olmamız ve batılın bütün versiyonlarını toptan reddedip hiçbiriyle uzlaşmaya yanaşmamamız sebebiyle, kimi çok tıklanan internet haber portalları dahil, tüm yazılı ve görsel medya tarafından akredite sayılmadık ve dışlandık. Bu sebeple, yetkili kurullarımızda istişare ederek, çok büyük bir zaruret olmadıkça, bir sürü masraf ve külfete katlanarak meydanlara çıkmak yerine, (bunun vebalini de haber ahlakını yitirmiş olanlar üstlenmek üzere), hiçbir medyada yer almadığı için, sadece davetimize icabet edip eylemimize katılarak bizi dinleyecek olanların en az iki-üç mislinin dinlediği Cuma konferanslarımızı bu amaçla değerlendirmeye ve bunun haberini de eylem yapsaydık da sadece kendilerinin yayınlayacağı “İLKAV” ve “İslam ve Hayat” internet sitelerinde yayınlamaya karar verdik.”

 

Mehmet Pamak’ın son Cuma konferansının geniş özeti

 

“Batı medeniyeti” denilen canavar, sadece maddi çıkar ve sömürü üzerine kurulmuş, zaman içinde geliştirip kabul ettiğini iddia ettiği insani değerleri bile sadece bir kamuflaj malzemesi olarak kullanmaktan öte gidememiş, sürekli insanlığı ve insani değerleri tahrip eden uygulamalara imza atmış, insanlığın tanık olduğu en büyük vahşet ve soykırımları gerçekleştirmiş bir büyük sapkınlığı, azgınlığı ve fesadı temsil etmektedir. Batılı olmayan toplumların Batılılarca acımasızca sömürülmesi sonucunda, fakir ve güçsüz dünya halklarının kan ve göz yaşı pahasına Batı kapitalizmi gelişti ve ilk sanayi toplumları büyük oranda bu sebeple Avrupa’da ortaya çıktı. 3. Dünya diye nitelenen ve dünyanın büyük ekseriyetini teşkil eden fakir ülkelerin, ekonomik, siyasi ve sosyal yapılarını kemiren ne kadar dengesizlik ve sorun varsa, bunların neredeyse tamamının tohumları Batının sömürgecilik sürecinde ekildi.

 

Genelde Batı, özelde ABD insanının, para ve çıkar hırsı, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim azgınlığı o kadar gözlerini ve özlerini karartmıştır ki, içlerinden fıtratını koruyan erdemli istisnalar çıksa ve bu kötü gidişe samimi itirazlar yükseltip mücadele etse de, genel anlamda toplum olarak ve bu toplumun destekleyip iktidar yaptığı yönetici ve bürokrat kadrolar düzeyinde, en temel, insani, fıtri değerlerden bile çok uzakta olan vahşi bir saldırganlığı ve dünyayı kana bulayan bir azgınlığı hayat düsturu haline getirmiş ve ısrarla sürdürmüşlerdir.

 

İtirazı temsil eden erdemli istisnalara rağmen, genelde Batının, özelde ABD’nin bu kadar büyük bir fesadın kaynağı haline gelmesinin en temel sebebi vahiyden koparak hevanın ilahlaştırılması, ilahi mesajın dışlanması suretiyle heva ve zanna dayalı keyfiliğin anaforunda seküler bir dünya görüşünün esas alınmasıdır.Yani Kur’an’ın “onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvandan bile aşağıdırlar” (Furkan Suresi 43-44) diye vasıflandırdığı düzeylere düşülmesidir. Bir başka ifadeyle (ahseni takvim üzere) “en güzel bir biçimde” yaratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınarak onurlandırılmış olan insanlığın bu temiz ve güzel fıtratı bozup, kendisine sunulmuş insani erdem ve ahlaki değerleri yani vahiyle gelen “şerefi” dışlayarak “esfelesafilin”e (aşağıların aşağısına) düşmüş olmasıdır. (Bakara Suresi 30 ve Tin Suresi)

 

Batının vahiyden kopup, hevaya tabi olması sebebiyle bunalımlara yol açan bu serüveni, aslında insanın tanımı ve konumunda da büyük sapmalara yol açmış, insanın “yabancılaşma”sıyla, “insandışılaşma”sıyla sonuçlanmıştır. Batı toplumu ahlaki değerleri gitgide yozlaştıran, adeta hiçe sayan bir buhrana kapılmıştır.İnsanın tanımı ve konumunda sahih bilgiye dayalı doğru bir tespit yapılamayıp, heva ve zanna uyulunca, yani insan ilahlaştırılınca, Allah’ın şeriatı, hükümleri dışlanıp, bunun yerine egemeninsanların, diğer çoğunluk insanların uyması gereken kuralları belirlemesi esas alınınca, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları peşinde koşan güçlü ve egemen insanlar, yasa yaparken, yönetirken, ya da yargılarken, kendi çıkarlarını, hevanın ürünü sapkın değer yargılarını esas aldılar. Ve tabii olarak sonuçta zulüm ve insan hakları ihlalleri, sömürü ve emperyalizm yaygın bir hal aldı.

Batı, insanı ilahlaştırmasının doğal bir soncu olarak, insan iradesinin üzerinde, başka bir otorite tanınmadığı için, egemenliğin kayıtsız şartsız insana ait olduğunu iddia etti. Özgürlük iddiası ve mücadelesi, sadece yönetimlere ve diğer insanlara yönelik olarak gündeme getirilmedi. Allah’a karşı da özgürlük iddiası ile hareket edilince fücur, sapma ve fesad (bozgunculuk) kaçınılmaz bir sonuç oldu. Sadece Allah’a kulluktan kaçınan insan hemcinslerine kul oldu. Temel hak ve özgürlüklerini hemcinslerinin insafına terk temek zorunda kaldı. Hududullahı aşarak münkere yöneldi. Fücur, münker, kötülük, isyan adına ne varsa onları da insan hak ve özgürlüğüsaydı. Böylece temiz fıtratını kirleten, bozan, Allah’ın bütün insanları üzerinde yarattığı fıtratın yolundan uzaklaşan insan, fıtratlarına müdahale edilerek ot yerine et yedirilen danalar gibi çıldırdı, azgınlaştı.Yeryüzünde vekaleten Allah’ın hükümlerini egemen kılması gerekirken, asaletenhevasını egemen kılmak suretiyle hilafet misyonuna ihanet etti. İrade serbestisi emanetini kötüye kullanarak tuğyan etti. Yüklendiği emanete, sorumluluklarını reddederek ihanet etti. Allah’dan başka ilah tanımayacağı sözüne ve ahdine sadakatsizlik ederek, hevasını ilah edindi.

 

Ahseni takvim yaratılışına aykırı davranarak, “esfele safiline”, “aşağıların aşağısı”, “belhum adal”, “hayvanlardan bile aşağı” konumlara düşerek, egoist, çıkarcı oportünist, saldırgan, dünya perest bir sapkınlığa yöneldi. Yanlış tercihi sonucunda, hayvanlaşan, hatta hayvanlardan bileaşağı seviyeye inen (Furkan-44, Araf-179) insan, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları için diğer insanları sömürmeyi, ezmeyi haklarını gasbetmeyi kendisi için bir “hak” olarak telakki edebildi. Tüm bu sebeplerle batı düşüncesi, sadece kendi insanını insan sayan ve insan haklarını sadece kendi insanı için isteyen, diğer insanları ise sömürme, ezme ve kendisi gibi inanmaya zorlama “hak”kını kendisinde gören, zalim ve çifte standartçı bir konuma sürüklendi. Batı düşüncesine müntesip olup da, henüz fıtratları tam anlamıyla bozulmamış bazı birey ve gruplarda sınırlı bir erdemlilik zaman zaman tezahür etse de, bunun dahi sürekli olmadığı, konjonktüre göre değişebilen ve zaman zaman kaybolan bir haslet olduğu görülmektedir.

 

İşte Batı Medeniyetinin ve bu gün öncülüğünü yapan ABD’nin, dünya insanlığına dayattığı sömürüye dayalı haksız ve adaletsiz düzeni doğuran dengesizlikler, bu sapkın anlayışın kaçınılmaz eseri olarak ortaya çıktı. Dünya nüfusunun % 20 sinin dünya zenginliklerinin % 80 nini zorbalıkla ele geçirdiği, geniş halk kitlelerinin kendi kaynaklarından bile istifade ettirilmeyerek açlık ve sefalete mahkum edildiği, insan onurunun ayaklar altına alındığı, dünya insanlığının çok büyük ekseriyetinin bu egemen zorba güçlerce en temel insan hak ve özgürlüklerinden bile mahrum bir köleliğe düçar kılındığı bir dünya oluştu.

 

Batının sömürgecilik serüveninin merhaleleri

 

Bu serüven, 15. yy’da Portekiz ve İspanyol sömürgeciliği ile başladı. Denizlere hakimiyet ve donanma gücü ile yerli halklara zulmedilerek altın ve değerli madenleri çalınarak Batıya aktarıldı. Sonra Amerika olarak isimlendirilen kıta işgal edildi. Kızılderili soykırımı, Afrika’lıların kaçırılıp köleleştirilmesi bu süreçte yaşandı.

 

17 ve 18. yy boyunca, sanayi devrimi sonrasında oluşan burjuva sınıfının önderliğinde yeni sömürgeciliğe yönelindi. Artık ham madde hırsızlığına ilaveten, ürünlere yeni tüketici kitleler bulmak ve ürünlerini pahalıya satarak sömürmek üzere yeni “pazar” arayışları dönemi başladı. Ham madde kaynaklarını ve insan gücünü çok ucuza tedarik etmek, hatta zorla ücretsiz olarak gasbetmek, insanları köleleştirmek, toprak işgalleri ve ülkeleri istila acımasızca sürdürüldü.

 

19 ve 20.yy da İslam coğrafyasının pek çok bölgesi aynı sömürgeci amaçlarla işgal ve istila edildi. Bölgenin zenginlikleri talan edildi. Zamanla, kurtuluş mücadeleleri sonucundaişgal edilen ülkeler terk edilirken, ümmeti parçalayan suni sınırlar çizildi ve neredeyse her aşirete bir devlet kuruldu. Bu suni devletleri kendi yetiştirdikleri batıcı işbirlikçi kadrolara teslim ettiler. Ayrıca ileride ihtilaf oluşturacak pek çok fitne tohumu bu suni devletlerin arasına ekildi. Keşmir, Pakistan ve Hindistan arasında ihtilaflı bırakılarak, Pakistan ikiye bölünerek Pakistan’la Bangladeş hasım hale getirilerek, Kürt halkı dört ayrı devlet arasında bölünerek ve İsrail terör devleti zorla bölgeye yerleştirilip, Filistin toprakları ona peşkeş çekilerek, sürekli kan dökmesine ve yeni işgaller yapmasına destek verilerek ya da göz yumularak, bu tür çatışma noktalarının sürekli kanaması sağlandı.

 

Son dönemde ise, komünist sistemin yıkılışından itibaren, kapitalist emperyalizm, bir takım rötuş ve makyaj tazeleme yöntemleriyle kendisini yeni koşullar çerçevesinde yeniden üreterek, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” adı altında meşruiyet kazanmaya çalışıyor. Bu sefer daha yaygın ve daha yıkıcı bir küresel korsanlığı gerçekleştirerek, “Amerikan imparatorluğu” halinde ortaya çıkmaya ve bu amaçla çok daha büyük vahşetlere imza atarak küresel bir utancı dünya insanlığına yaşatmaya yönelmiş bulunuyor.

 

Batı ve ABD emperyalizmi, işte bu uzun sömürgecilik sürecinde, sömürü ve talanlarını, dünya halklarının kaynaklarını çalıp ülkelerine götürmelerini ve dünya insanlığını köleleştirerek emeklerini sömürmelerini kamufle etmek amacıyla hep bir şeyleri kullanmışlar, amaçlarının bu insanları kurtarmak, özgürleştirmek olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bu amaçla, kapitalist emperyalizm, ilk sömürgecilik döneminde “misyonerliği” kullanarak insanları “Hıristiyanlaştırmak” suretiyle kurtarma “kutsal” misyonunun kamuflajı altında sömürü amaçlı işgal ve istilalarını gizlemeyeve “meşrulaştırmaya” çalıştı.

 

“Sanayi devrimi” sonrasında başlatılan ikinci saldırı ve istila sürecinde kullanılan emperyalist jargon ise, bu sefer geri ve barbar olarak niteledikleri halkları “uygarlaştırmak”tı. Halbuki asıl yapılan, sömürgeleştirme, köleleştirme, köklü uygarlıkları tarih sahnesinden silme, beşeri ve doğal kaynakları yağmalama, talan etme ve Avrupa dışı kültürleri yok etmekti.

 

En son olarak da, son on- on beş yıldır dünya insanlığı, ABD önderliğindeki “Batı medeniyeti”nin yeni bir “küresel saldırısına”, “işgal ve istila”sına muhatap bulunmaktadır. Bu yeni saldırıyı kamufle edip, meşrulaştırmak üzere öne çıkarılan yeni söylem ise, “insan hakları”, “özgürlük” ve “demokrasi” sloganlarını kullanmaktadır. İnsan haklarını ve özgürlükleri temelden yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan sömürü, istila ve işgale yönelmiş vebüyük katliam ve soykırımlarla sonuçlanan operasyonların adı utanmadan ve dünya insanlığını aptal yerine koyan bir cüretkarlıkla, “Yüce Özgürlük”, “Yüce Adalet” ya da “Demokratikleştirme” olarak ifade edilmektedir. İnsan hakları ve adalet kavramları asıl ifade etmeleri gereken içerikten soyutlanmış, tam tersine dünyanın sömürgeci “efendi”leri tarafından, bizzat bu kavramların gerçek içeriklerini yok etmek için kullanılan bir silah haline dönüştürülmüşlerdir. Kapitalist emperyalizmin, sömürü amaçlı küresel saldırısını ve uluslar arası hegemonyasını meşrulaştırmanın araçları durumuna getirilmişlerdir. (Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Özgür Üniversite Kitaplığı: 31, Sh.69-72). İşte bölgemize yönelik son saldırı, işgal ve katliamlar, bu tür kavramlar kamuflaj malzemesi olarak kullanılarak gerçekleştirildi. Demokratik emperyalist ülkeler, kendi halklarının da çoğunluğunun desteklediği demokratik iktidarlar eliyle bombalarlar yağdırarak, milyonlarca insanı katlederek bölgeye demokrasi getirme projesini uygulamaya koydular.

 

Rabb’imiz Kur’an’da, dünyada fesad çıkaran zalimlerin özelliklerinden bahsederken, “Kendilerine: ‘ Yeryüzünde fesad çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz yalnızca ıslah edicileriz’ derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.”(Bakara 11-12)buyurmaktadır. Dünyada bozgunculuk, zulüm ve sömürüyü egemen kılanların bu gün de aynı konumda olduklarını ibretle görmekteyiz. Tarihte Firavun kendini, bölüp, güçsüzleştirerek zulümle tahakküm ettiği insanların kurtarıcısı olarak takdim ettiği gibi bu gün de çağdaş Firavunlar, yüzsüzce ve utanmazca, zulüm ve sömürü ile ezdikleri insanları, kurtarma, özgürleştirme misyonu ile hareket ettiklerini ilan edebilmektedirler. Paulo Freire’nin tespitiyle, “Egemenler kendilerini, (ezip, sömürerek) insandışılaştırdıkları (insanca yaşamaktan, insan onuru ve haklarından mahrum bıraktıkları) ve böldükleri (güçsüzleştirip, zulümle tahakküm ettikleri) insanların kurtarıcısı olarak sunmaya çalışmaktadırlar.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Sh 123).

 

İslam’a ve Müslümanlara yönelik küresel kuşatmave düşmanlık

 

Yukarıda izah edilen sebepler muvacehesinde, komünist sistemin çökmesiyle birlikte, NATO ve Batı açısından tehdit ve düşman algılamasında değişikliğe gidilerek, komünizmin yerine İslam geçirildi, düşman rengi de kırmızıdan yeşile çevrildi. Üstelik bu durum, (NATO Genel Sekreteri ve İngiltere başbakanı gibi) en yetkili ağızlardan cüretkarca açıklandı.

 

Komünizmin yıkılışı kapitalist batı medeniyetinin zaferi gibi algılanarak, psikolojik savaş politikaları çerçevesinde üretilen, dünya kamu oyunu batı çıkarları istikametinde yönlendirmeye yönelik, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” gibi tezlerle, batı medeniyeti ve onun sömürgeci zihniyetinin önünde engel olarak gördükleri İslam’ı, alternatif olmaktan çıkarma amaçlıprojeler gündeme getirilmeye başlandı.

 

Afganistan ve Irak’ın işgali ve oralarda 10 yıldır yaşananlar

Batılı emperyalistleri tanımak ve karşı çıkmak için yeterli olmalıydı

 

Afganistan’ın işgali ve katliamlar

Afganistan’da uzun süren Rus işgali ve katliamları sonrasında, Taliban yönetiminde, belli ölçüde de olsa adalet ve özgürlüğe, sakin bir hayata kavuşmuştu. Yine petrol ve silah şirketlerinin kâr hırsıyla yaptıkları tahrikler sonunda bu sefer ABD öncülüğünde batılı emperyalistler saldırdılar ve yüz binlerin üzerinde sivil insanı katlettiler ve sivil halka yönelik bu katliamlarına hala devam ediyorlar. ABD’li büyük Petrol şirketlerinin temsilcileri, Afgan topraklarını çok ucuza kapatıp, Orta Asya’dan gelecek petrol ve doğalgaz boru hatlarını buradan geçirme imtiyazını almak için Taliban hükümetiyle pazarlık yaptılar. Eğer Taliban çıkarını düşünerek, kendilerine sağlanacak imkanları Suud yönetimi gibi kaparak işbirliğine razı olsaydı, Afgan halkının haklarını peşkeş çekseydi, şüphesiz bugün hala Afganistan’ı yönetiyor ve aileleri, akrabaları ve yandaşlarıyla zenginlik, lüks ve israf içinde bir hayat sürüyor olacaklardı. Ancak onlar bu onursuzluğu kabul etmeyip, “bu ülke Afgan halkının, onun haklarını size peşkeş çekemeyiz” deyip, şartları kendileri dikte etmeye kalkınca, petrol şirketi temsilcileri, bir süre verip, “ya bu teklifimize razı olursunuz ya da sizi Afgan topraklarına gömeriz” diyerek toplantıyı terk ettiler. İstedikleri olmayınca da, bu imtiyazı ve daha fazlasını bizzat almak üzere silahlı terör güçlerini gönderdiler ve gerçekten de yüz binlerce sivil halkı ve direnişçi çocuklarını Afgan topraklarına gömerek tehditlerini yerine getirdiler. Tehdit ederken söyledikleri gibi bombalar yağdırarak gerçekleştirilen işgal sonrası kukla hükümetin başına, katil petrol şirketlerinin temsilcisi zelil bir işbirlikçi olan Karzai’yi atayarak, kendi çıkarlarını korumak üzere demokrasi getirmeye kalktılar.

 

İşte bu büyük soykırıma, insanlık suçuna Türkiye de askeriyle içinde yer alarak, lojistik destek sağlayarak doğrudan ortak olmuştur ve halen bu suça ortaklığını sürdürmektedir. Türkiye, işgalci NATO içinde yer alarak, bu vahşi Haçlı saldırısına meşruiyet sağlamaya, İslami direnişi kırmaya çalışarak, yıllardır dökülen kana ellerini bulaştırmaktan utanmamıştır. AKP hükümeti ve Başbakan, Gazze’deki Afganistan’dakilere nazaran daha az sayıda sivil ve çocuğun katledilmesini dert edinip, bunları uluslararası platformlarda dillendirip, söylemde de kalsa İsrail’e hesabını sorarak ortaya koyduğu ahlaki duruşu, NATO ve ABD’nin katil askerleriyle ve insansız uçaklarıyla Afganistan ve Pakistan’da sürekli ve çok daha fazla sayıda çocuk ve sivil katliamları gerçekleştirdikleri halde bir kez olsun ses çıkarmamış, itiraz etmemiş, hesap sormamış, askerlerini çekmeyi de gündemine almamış, bütün bu katliamlara ortak olmayı istikrarlı biçimde sürdürmüştür.

 

İşte bu emperyalist güçler işgalden bu yana, Afganistan’da bir takım madenleri çalmayı, Taliban döneminde neredeyse bitirilmiş ve bu sebeple de BM’in övgüsünü almış uyuşturucu üretimini ve ticaretini zirveye çıkarıp insanlığa en büyük zararı vererek, gözü dünmüşçesine para kazanmayı sürdürüyorlar. Bir an önce direnişi bitirip, bölgede istikrarı sağladıktan sonra, inşa edecekleri petrol ve doğalgaz boru hatlarının sağlayacağı büyük kazançların hayallerini kuruyorlar.

 

İşte bu hayvandan aşağı düşmenin ve insandışılaşmanın sonucu kabaran büyük azgınlık ve kazanç hırsıyla girdikleri Afganistan’da, bir yandan acımazsızca sivil halkın kanını dökmeyi sürdürürken, bir yandan da alçaklıkta sınır tanımayan katil askerlerin, tecavüzleri, işkenceleri, kendilerinin de cüretkarca itiraf ettikleri üzere “zevk için öldürdük”leri Afganlı çocukların cesetlerinin önünde saçlarından tutarak kaldırdıkları ölü başlarının yanına kendi sırıtan suratlarını yerleştirip fotoğraf çektirecek kadar ileri giden sapkınlıkları, kaçırılıp organ ve uyuşturucu ticaretinde kullanılan, mayın temizlemede aldatılıp öne sürülen çocukların yürek yakan serüveniyle ilgili onlarca haber, basına sızdığı kadar gündeme gelebilmekte, ama Türkiye’nin “one minute”cileri dahil tüm dünya utanmazca susmaktadır.

 

Irak’ın işgali ve katliamlar

Irak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgal hala kanamaya, hala binlerce masum insanı yok etmeye devam ediyor. Aynı emperyalist demokratik devletler, nükleer silah bulundurduğu yalanı üzerine bina edilen BM kararı ve emperyalist koalisyon saldırısıyla Irak’ta milyonlarca insan katledildi. Üstelik hemen yakınında İsrail terör devletinde bol miktarda nükleer, kimyasal ve biyolojik silah bulundurduğu belgeli biçimde açık olduğu, üstelik bunları kısmen Gazze saldırısında da kullandığı açıkça bilindiği halde hiçbir yaptırımları olmamakta, eleştirilmemekte.

 

İşgalden on yıl önceki saldırı da sözüm ona Kuveyt’i korumak amacıyla gerçekleştirilmişti. Ve bu saldırı ve sonrasındaki ambargo sürecinde 2 milyona yakın sivil insan ve çocuk katledilmişti. Halbuki, bunca katliama sebep olan saldırının görünür sebebi olarak öne sürülen Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesine yeşil ışık yakarak, onu teşvik eden de ABD idi. Daha önce Irak diktatörüne “kimyasal ve biyolojik silahlar” verip, kendi halkını bombalatan, Halepçe’de 5000, Enfal saldırısında 200.000 mazlum Kürt halkını, Güneyde on binlerce Şii Müslüman halkı, Sünni kesimden de Kürtler dışında ayrıca on binlerce masum Müslüman’ı katletmesini sağlayan, göz yuman, her türlü silahı vererek destekleyen, yine başta ABD olmak üzere, BatılıEmperyalist demokratik devletler değil miydi? Saddam’ı tahrik edip, silah desteği verip İran’ın üzerine saldırtan ve her iki taraftan 1 milyon insanın ölmesine yol açan da emperyalist ABD ve Batı’lı demokratik devletler ve onları oylarıyla iktidar yapan halklar değil miydi? Diktatör, despot Saddam, o zaman batılı demokratik emperyalist devletlerin çok yakın dostu, işbirlikçisi, onların bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarına hizmet sunuyordu. Bu sebeple yaptığı bunca zulüm görmezden geliniyor, hatta bizzat bu zulümleri gerçekleştirmesi için silah ve mühimmat desteği verilerek teşvik ediliyordu. Onlar için önemli olan, silah ve petrol şirketlerinin bol para kazanması, dünyanın kaynaklarını sömürme imkanlarının devam etmesi, bölgede ve dünyada hegemonyalarının sürmesi, bölgedeki ve dünyadaki sömürü düzenlerinin devamı bakımından riskli olacağına inandıkları İslami dirilişin, Kur’ani alternatifin, vahye dayalı modelin, tevhidi adalet sisteminin doğmasının engellenmesi, önünün kesilmesi ve yok edilmesi, bölgeye bilerek yerleştirdikleri ve çıkarlarının korunması, hegemonyalarının sürmesi için de orada kalıcı olmasını istedikleri İsrail terör devletinin güvence altında olmasıydı.

 

İşte bu tür sebeplerle, bölgemize yönelik emperyalist işgal, saldırı ve dönüştürme projelerini uygulamaya hazırlanan katil emperyalist demokratik ülkeler hep birlikte haçlı seferi adını da vererek harekete geçtiler. Kendilerinin yandaşlarına dayanarak uydurdukları bir nükleer silah yalanıyla gerçekleştirdikleri bu işgal sürecinde 1 milyonu çok aşan sivil insanı katlettiler. Hala her gün onlarca sivili katletmeye devam eden bir kaos vasatı oluşturdular. Bazı terör şirketlerinden kiraladıkları paralı askerlerle, pek çok provokasyona, sivil katliamına imza atmayı sürdürüyorlar. Felluce’de kimyasal silahlar da kullanılarak gerçekleştirilen, soykırım denebilecek kitlesel katliamlar,Ebu Gureyp’te yapılan işkenceler, tecavüzler, çok boyutlu zulümler, hala yüreklerimizi kanatmaya devam ediyor.

 

İsrail’in Filistin ve Gazze’deki işgali, sivil halka yönelik katliamları

hep görmezden gelindi

 

Aynı emperyalist demokratik devletlerce, kendi halklarının çoğunluğunun da desteğini alan demokratik hükümetleri eliyle, büyük bir hak ihlali yapılarak, yerli bir halkın toprakları gasp edilerek Siyonist terör devletine peşkeş çekildi. Yaklaşık 60 yıldır bu demokratik terör devletinin, yeni toprakları işgal edip zorbalık alanını genişletmesi, milyonlarca Filistinliyi sürgün etmesi, binlercesini katledip, on binlercesine zindanlara atması ve akıl almaz işkencelere, suikastlara imza atması, emperyalist demokratik devletlerce hep desteklendi. Bu emperyalist demokratik devletler, verdikleri silahları, bu mazlum halkı katletmek, kitlesel kıyıma, soykırıma uğratmak, kendi topraklarından sürüp çıkarmak üzere kullandığını bilerek, bu Siyonist terör devletine her türlü siyasi ve maddi desteği, silah yardımını sürdürdüler. Bu bağlamda, Gazzede yapılan soykırım da bütün dünyaca seyredilmişti, halen kuşatma ve katliam şu sırada bile sürüyor ve sivil halkı, kadınları, çocukları korumak için harekete geçmek kimsenin aklına gelmiyor.

 

BM, hep emperyalizmi meşrulaştırmanın ve zulmün aracı oldu

 

Bugüne kadar, terör devleti İsrail, yaptığı vahşetin artık görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaşan bir kısmını görmek ve aleyhinde kararlar almak zorunda kalan BM’in bu kararlarının yüze yakınını reddedip uymadığı halde, kendisine yönelik hiçbir tedbir ya da yaptırım BM ve uluslararası koalisyon güçlerinin gündemine gelmemiştir. Estirdiği terör ve katliamlar sebebiyle verilen BM kararlarına uymayan bu katil devlete yönelik hiçbir yaptırıma başvurmayan alçak demokratik emperyalistler, tam tersine terör devletine silah yardımını ve siyasi desteği sürdürmüşlerdir. Terör devletinin, Mavi Marmara’daki yardım gönüllüsü sivillere yönelik katliam ve uluslararası sulardaki korsanlığı bile görmezden gelindi ve hala hiçbir şey yapılamadı.

 

Batılı demokratik emperyalistler, BM'yi alet ederek son 15 yılda İslam dünyasında milyonlarca cinayet işlediler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) işgal öncesi Irak için aldığı kararın aynısının, bugün Libya için alınması ve Türkiye dahil birçok ülkenin destek vermesi, Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin ise “çekimser” kalarak, ikiyüzlülükle yeşil ışık yakmaları ibretlik bir manzara oluşturuyor. Tarih tekerrür ediyor ve demokratik dünya devletleri yeni bir işgalin gelişini ve bunu haber veren sivil katliamlarını her zamanki gibi ya umarsızca seyrediyor, ya da içinde yer almak ve bilahare pastadan pay almak için sıraya giriyor. Batı'nın BM eliyle Irak, Afganistan, Pakistan ve Somali'de işlediği cinayetler 3 milyona ulaştığı unutuluyor.

 

Bugün Libya'da olduğu gibi, geçmişte "Irak'ı özgürleştirme/demokratikleştirme operasyonu" adı altında yapılan müdahale ve işgal sonucunda, yapılan katliamlar dışında, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel hizmet sektörleri tamamen yok edildi. İşgal; açlık, yoksulluk ve ölüm getirdi. Mazlum halkın bir türlü istifade edemediği yer altı zenginlikleri, petrol ve doğalgazı yok bahasına gasp edildi, sömürüldü ve bu sömürünün sürekliliği için gerekli tedbirler alındı, işbirlikçi hükümetlere bunu sağlayacak kararlar aldırıldı.

 

Diğer yandan, ABD’nin katil askeri timlerinin, Orta Asya'da Müslüman avına çıktığı bildiriliyor. ABD Özel Kuvvetleri'nin, yerli despotizme ve emperyalizme karşı olan Müslümanlara yönelik olarak başlatılan Tacikistan, Özbekistan ve Kırgızistan'daki operasyonları bizzat yönettiği ortaya çıkmış bulunuyor. BM ve uluslararası kuruluşlar bütün bunları sadece seyrediyorlar. Yani emperyalist demokratik devletler, neredeyse tüm İslam coğrafyasında, çıkarlarına hizmet eden, İsrail’le işbirlikçisi olan, enerji kaynakları üzerindeki kontrol ve soygun hegemonyasına ses çıkarmayan, İslami dirilişi engelleyen yönetimleri destekleyerek ve bizzat askerleriyle bütün bu coğrafyada yer alarak, mazlum halkların emperyalizme karşı direngen unsurlarına yönelik insan haklarını ihlal etmeye, katliamlar, suikastlar yapmaya devam ediyorlar.

 

Ayrıca, Pakistan'a doğru genişletilen işgal hareketinde de on binlerce sivil katledilirken, Guantanamo gibi onlarca kampın kurulduğu Somali, Kenya ve Etiyopya'da, CIA ve İngiliz MI5 ajanları hücrelere yerleştirilen mazlum halkların çocuklarını işkenceyle sorguluyor. Bu ülkelerde her gün yüzlerce Müslüman işkenceye maruz kalırken, yüzlercesi de katlediliyor. 2006 sonundan bu yana Somali'yi işgal altında tutan Batı yüzünden en az 40 bin Somalili hayatını kaybetti, bir milyon Somalili de ülkeden kaçmak zorunda kaldı.

 

Bugün Libya’ya, geçmişte Afganistan ve Irak’a demokrasi getirme veya sivilleri koruma iddiasıyla hareket eden emperyalist koalisyon devletlerine ya da emperyalizmin terör örgütü NATO’nun katil ordusuna müdahale hakkı veren BMGK kararlarının, hiç de demokratik olmayan şartlarda alınmış olması da, önemli bir çelişki ve ironi oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, BM Güvenlik konseyinin tüm üyelerinin oyunu alan bir teklifin karar haline gelebilmesi, 5 daimi üyeden birisinin dahi veto etmemsine bağlıdır. Yani BM 5 daimi üyenin despotizmi, diktatörlüğü altında aldığı kararlarla, başka ülkelere demokrasi getirmeye kalkmaktadır.

 

Bahreyn, Yemen, Suriye gibi ülkelerde halkların adalet ve özgürlük arayışı eksenli ayaklanmaları sürerken, despot yönetimler yüzlerce kişiyi katlediyorlar

 

Batı destekli despot yönetimler on yıllardır devam edegelen uzun süreçte, Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkum ederken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler. Müslüman halklarını baskı, yasak, devlet terörü ve çok boyutlu zulümlerle sindirdiler, alimleri, düşünce adamlarını, eleştiri yapanları ya katlettiler ya da zindanlarda çürüttüler. Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkına uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi bir çok sebep de birleşince, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları kaçınılmaz hale geldi. İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik liberal demokratik batıcı sistemlere doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik liberal demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halkları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Kemalist İslam düşmanı radikal laiklikten ılımlı laikliğe, devletçi askeri vesayetten/bürokratik despotizmden liberal demokrasiye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü ilişkilerine devam ediyor ve ABD ile stratejik ortaklığını sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek Firavuni sistemlerden, despot yönetimlerden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlar.

 

Mısır ve Tunus’ta gerçekleşen “devrim” adı altındaki kısmi değişimlerden sonra, bu ülkelerde on yıllarca diktatörlerin bütün zulüm politikalarını desteklemiş ve halen bu ülkelere egemen olan orduları eğitmiş, işbirlikçisi haline dönüştürmüş, maddi destekleriyle kuşatıp yandaş kılmış olan katil emperyalist ABD’nin dışişleri Bakanı yakın zamanda bu ülkeleri zafer kazanmış bir komutan gibi ziyaret etti. üstelik “devrim” ateşinin tutuşturulduğu ve yüzlerce canın feda edildiği “Tahrir meydanı”nı bile ziyaret etmekten çekinmedi ve hiçbir muhalif “devrimci” bu katil devletin Dış İşleri Bakanı’na tepki göstermedi, emperyalizme hayır sloganı atmadı, “Mısır’dan yada Tunus’tan defol” demedi.

 

Diğer yandan, büyük petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan, Libya’daki halk ayaklanmasına yönelik diktatör Kaddafi’nin katliam yapması bahane edip, sivilleri korumak amacıyla operasyon başlatan batılı emperyalist demokratik devletler, aynı şekilde Bahreyn, Yemen ve Suriye’deki ayaklanmalara yönelik katliamlarda yüzlerce kişinin öldürülmesini sadece seyrediyorlar. Hatta halka karşı Bahreyn ve Yemendeki zalim despotlara yardım için harekete geçen ve Bahreyn’e asker gönderen Suud ve BAE’nin tutumu da hiçbir tepkiye yol açmıyor.

 

Suriye’deki despot rejimin bugünkü katliamlarına, bu rejime

meşruiyet sağlama çabalarıyla Türkiye de dolaylı katkı sağlamıştır

 

Suriye'de Beşar Esad iktidarına karşı devam eden gösterilerde, başta Deraa olmak üzere bir çok şehirde gerçekleştirilen saldırılarla, hak ve özgürlük isteyen halktan 100'den fazlasının hayatını kaybettiği haberleri geliyor. Babası Hama’da Müslüman halktan on binlercesini şehid etmişti, bugün de oğlu aynı yolda devam ediyor. Suriye’de on yıllardır, on binlerce Müslüman zindanlarda, yüz binlercesi sürgünde olduğu halde, Türkiye Suriye ilişkileri, sanki hiçbir sorun yokmuş, o ülkede Müslüman halka yönelik onca zulüm, baskı ve işkenceler söz konusu değilmiş gibi davranılarak, Suriye bu despot rejimiyle meşrulaştırılmaya ve sempatik gösterilmeye çalışılmıştı. AKP hükümeti, çok yakın ilişki kurduğu ve bu ilişkiyi neredeyse hükümetlerin birlikte toplantı yapmasına kadar ileriye götürdüğü süreçte, bu ülkede on yıllardır yaşanan ve en son Beşar Esad döneminde de devam eden insan hakları ihlalleri, baskılar, yasaklar ve zindanlardaki ve sürgündeki on binlerce mazlum Müslüman için tek bir eleştiri ve ıslah çabası göstermemiştir. Belki bu kadar pragmatik Türkiye’nin ve Suriye’nin çıkarları bakımından bu kadar hesapçı davranacağına, biraz da hak, hukuk ve adalet zaviyesinden ıslah edici çabalar gösterilmiş olsaydı, bugün bu ayaklanmalara ve katliamlara sürüklenmeden rejim kendisini sistem içi değişimle de olsa görece olarak ıslah edip yenileyebilirdi. Aynı şekilde, “Doğu Konferansı” da kanaatimce aynı vebalin altındadır. Çünkü onlar da, Suriye ile kurdukları ilişkiler sürecinde, mazlum Müslümanların zindanlardaki, sürgündeki ve ülkede hala geçerli olan baskı politikaları altındaki konumunu, sorunlarını, muhatap oldukları insan hakları ihlallerini araştırmak ve düzeltilmesini istemek gibi bir talep ve eleştirileri olmaksızın Türkiye ve Suriye ilişkilerini abartarak, olumluluğunu yücelterek, dolaylı olarak Beşar Esad rejiminin sempatik ve meşru gösterilmesine katkıda bulunmuşlardır.

 

Libya’ya yönelik emperyalist hesaplar ve aceleye getirilen müdahale

 

Daha geçtiğimiz yıl yapılan G-8 Zirvesi’nde Kaddafi’nin elini öpen ve Libya ile 120 milyar dolarlık anlaşma imzalayan İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile Kaddafi’yi “askeri tören”le karşılayıp Elize sarayının bahçesine çadırını kurmasına göz yuman ve on milyarlarca dolarlı ticari anlaşmalar yapan, bugün bombaladığı uçakları ona satan, Kaddafi’den seçim kampanyası için para alan Fransa Devlet Başkanı Sarkozy; şimdi kalkmışlar, sivilleri korumak adı altında, yeni dönemdeki çıkarlarını koruma altına almak için Libya’yı bombalıyorlar. İşte batılı demokratik emperyalist devletlerin ve demokratik seçimlerle seçilmiş hükümetlerinin, halklarının çoğunluğunun da desteğini alan çıkarcı ahlaksızlıklarının boyutları bu kadar büyük ve derindir.

 

Mısır ve Tunus'un toplumsal konumu, kesimlerin sosyal ilişkileri, eğitim seviyesi ve bu iki ülkede, üst komuta kademesi emperyalizmin hizmetinde de olsa, erleri halkın içinden gelen düzenli orduların varlığı gibi sebepler buralardaki halk ayaklanmalarının daha farklı ve daha az kan dökülmesiyle, halkın istediği adalet sistemini getiremese de, diktatörlerin gitmesini sağlayabildi. Libya’da ise, bu ülkelerdekinin tam tersi şartların varlığı ve Kaddafi’nin özellikleri, daha kanlı bir sürecin yaşanmasına yol açtı. Kaddafi’nin halkının üzerine gaddarca gitmesi ve tam bir kıyım yapacağı görünümü vermesi üzerine, emperyalist demokratik ülkeler, on yıllardır çıkar devşirip göz yumdukları bu despot rejime karşı sivil halkını koruma kamuflajı altında süratle, emperyalizmin hizmet örgütü BM’den karar çıkartarak operasyon başlatmalarına yol açtı. Tıpkı Irak gibi, oraya demokrasi götürme ve sivil halkı koruma amaçlı emperyal saldırıyı, Fransa, ABD, İngiltere ve İtalya öncülüğünde başlattılar. Üstelik yaptıkları saldırının haçlı seferi gibi algılanmaması için Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni de yanlarına aldılar. Onlar da, ironik bir çelişki yaşama pahasına uçakları ile operasyona katılarak, kendilerinde de olmayan “demokrasi”yi Libya’ya götürmek isteyen projeye destek sağladılar.

 

Halbuki, Libya’ya sivilleri korumak için saldırıya geçen ABD ve İngiltere Irak’taki, Fransa Cezayir’deki, İtalya ise yüz yıl önce saldırdığı Libya’daki işgaller sürecinde milyonlarca sivili insanın katlini gerçekleştirmişlerdi. Üstelik Fransa’nın gözetimi ve desteği altında Ruanda’da daha çok yakın zamanda Tutsi ve Hutu kabileleri arsındaki çatışmada, bir milyona yakın insanın katledilmesi sağlanmış ve bunun soykırım olduğuna dair ifadeler, Fransa tarafından BM kararından çıkarttırılarak, bölgeye müdahale engellenmişti. Şimdi ise, sözüm ona Libya’daki sivil insanları koruma kamuflajı altında benzer bir saldırıyı, bu soykırımcı demokratik ülkeler hep birlikte başlatıyorlardı.

 

Libya da, tıpkı Irak gibi petrol ve doğalgaz zengini. Libya’nın da başında Irak’taki Saddam gibi halkına silah çeken, halkına yönelik katliam yapmaktan çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bir despot-diktatör var. İkisinde de, yıllarca halkının sefaleti pahasına batıya çıkar sağlamış, bölge halkları aleyhine emperyalizmle işbirliği yapmış işbirlikçi despot yönetimler var. İkisinde de, saldırı ve işgale yönelen emperyalist devletlerin öncüleri bu yaptıklarını aynı zamanda “Haçlı Seferi” olarak tanımlamaktan çekinmeyecek kadar cüretkarlar.

 

Bu emperyalistlerin aynı şekilde hepsi birlikte saldırdıkları Afganistan ve Irak’ta yaptıkları mezalim ortadayken, bütün bu yaşananlar unutuluverdi.o günlerde de ortada görünmeyen, sözüm ona İslam Konferansı Örgütü misali bölgeye ait kuruluşlar, aynı zelil konumu sürdürerek, Mısır ve Tunus'ta yaşananlar sürecinde de ortada görünmedikleri gibi Libya’da dökülen sivil kanlarının hesabını sormak, Kaddafi’yi hizaya sokmak için de, emperyal saldırılara karşı herhangi bir tavır koymak için de ortada görünmüyorlar.

 

ABD bir taktik gereği Fransa’nın öne çıkmasına göz yumarak, bir taşla bir çok kuş vurmuş bulunuyor. Bir yandan aldatıcı da olsa Nobel barış ödülü sahibi barışçı konumunu koruyor görünmeye, bir yandan dünya kamu oyunda ve halkı nezdinde şahin görünmemeye, ilk riskleri başka ülkelerin üzerine yıkmaya, diğer yandan Türkiye ile Fransa arasındaki rekabeti kızıştırarak, Türkiye’yi bu emperyal pisliğin içine katmaya ve sonuçta NATO’nun tıpkı Irak’taki gibi bu saldırının öncülüğüne razı olması için ikna etmeye çalıştı ve başarılı da oldu.görünürde hangi insani gerekçeyi öne sürerlerse sürsünler, Afganistan, Irak, Sudan, Somali vb ülkelere yönelik vahşi uygulamalarından artık bütün dünya gerçeğin, Libya doğpal kaynaklarına yönelik bir paylaşım savaşı için harekete geçtiklerini çok iyi biliyor. Libya’ya “demokrasi ve özgürlük” götürmenin ne anlama geldiği artık çok iyi biliniyor. Sırbistan’ın Bosna Hersek’e saldırısı üzerine başlayan katliamlar tam 3 yıl sürdüğü ve 300.000’den fazla masum sivil insan katledildiği halde, BM dahil bütün batılı demokratik devletlerin kıllarını kıpırdatmadan neden beklediklerini artık herkes biliyor. Aynı “Haçlı ruhu”yla Avrupa ortasında Müslüman bir devletin doğması istenmiyor ve bunu engelleme görevi de Sırplara ihale edilmiş bulunuyordu. Öylesine taraf tuttular, mazlum Bosnalının ellerini BM barış gücü adı altındaki alçaklar dahil öylesine bağladılar ki, Sırplara bu elleri bağlı mazlum halkı kolayca katletmek kalıyordu sadece. Hatta hiç silahı ve örgütlü ordusu olmadığı halde Bosnalılara silah ulaşmaması için BM kararıyla çevreyi kuşatıp silah demetimi yapan bu alçaklar, güçlü ve silahlı ordusu olmasına ve zalim saldırgan taraf olmasına rağmen Sırbistan’a silah satmaya da devam ettiler.

 

Libya’ya saldırı için, bu ülkede yaşananların tırmanması, sivil halkın sıkışıp kendi yardımlarını talep etmesi için önceden yapabilecekleri kimi şeyleri yapmayıp, dökülen kanın artmasını, hatta bu konuda yaşananların ciddiliği ve müdahalenin gerekliliği hakkında dünya kamu oyunu ikna etmek için ellerindeki enformasyon gücünü de kullanarak, biraz abartaraksunma yoluna gittiler. Yani tıpkı Türkiye’deki darbecilerin şartların olgunlaşması için beklemeleri, beklemekle buna katkı sunmaları misali hareket ettiler. Ayrıca, Kaddafi'yi etkisizleştirmenin onlarca yolu varken, BM kararı üzerine bu yolların hiçbirisinin denemesine fırsat verilmeden, arabulucu taleplerine, ateşkes çağrılarına aldırmadan büyük bir acelecilikle saldırı başlatılıveriyordu. Çünkü bir yandan yeni silahlarını denemeye ve reklamını yapmaya, diğer yandan elde büyümüş silah be mühimmat stoklarını, bedelini tıpkı Irak’ta ve Suudi Arabistan’da ve Kuveyt’te yaptıkları gibi kat kat fazlasıyla daha sonra yine Libya’ya ödetmek üzere, eritmeye ihtiyaçları vardı. Petrol ve doğalgaz kaynaklarını paylaşmaya ve ucuza kapatmak için aceleleri vardı. Ayrıca, Kuzey Afrika’dan körfeze kadarki Arap dünyasında yaşanan halk ayaklanmalarını kontrol ve denetim altına almak, Libya üzerinden bölgenin hem despot yönetimlerine hem de mazlum halklarına mesaj vermek, dikkat edin bölgede bize rağmen ve bizim çıkarlarımıza karşı yapılanmalara müsamaha etmeyiz demek, halkların adalet ve özgürlük arayışını demokratik batı yanlısı yönetimlere doğru yönlendirmek, sonuçta Libya’da üstlenerek bölgedeki gidişatı kontrol altına almak, kendi emperyal planlarına uyumlu hale getirmek için aceleleri vardı. Nitekim, NATO Genel Sekreteri Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen, “Demokrasiye geçişlerinde NATO’nun Kuzey Afrika ülkelerine nasıl yardımcı olabileceğini düşünmeliyiz” diyerek, bu amacı da ortaya koymuştur.

 

ABD'li Demokrat Kongre üyesi Ed Markey ise, "Evet, biz petrol için Libya'dayız." diyebilniştir. Libya'nın 50 milyar varil petrol, 1,5 milyar metreküp doğalgaz rezervi var. Libya petrolü dünyanın en kaliteli petrolü, jet tipi uçaklarda kullanılıyor. Dahası Libya çöllerinin alt katmanlarında mevcut olduğu düşünülen su kaynakları Nil, Dicle ve Fırat'ınkinden yüzlerce katı fazla. İşte bütün bu konulardaki derin hesaplar batılı demokratik emperyalistleri aceleyle harekete geçirmiş bulunuyor.

 

Daha Libya bombalanırken ilk kazananlar silah şirketleri oldu

 

Libya’ya saldıran ABD, İngiliz, İtalyan ve Kanada’ya savaş malzemesi sağlayan şirketlerin hisselerinin tavan yaptığı haberleri medyaya yansıyıverdi. Bu haberlere göre, Birleşmiş Milletler güçlerinin Libya'ya askeri müdahaleyi başlatması piyasalarda bir istikrarsızlığa yol açmazken, dünyadaki dev savunma sanayi ve silah şirketlerini de her anlamda olumlu etkiledi. ABD borsasının tekrardan 12 bin puanın üzerine çıktığı, büyük silah şirketlerinin hisse senetlerinde üç işlem gününde yüzde 6'yı aşan artışlar yaşandığı bildiriliyor.

 

Nihayet Türkiye yeni bir tezkere imtihanı ile karşı karşıya kaldı ve bu seferki tezkere, iktidar ve muhalefetin büyük desteğini alarak kabul edildi ve maalesef Müslümanlardan da ciddi tepki almadı

 

Nihayet tezkere bu sefer kolayca ve büyük destekle çıktı. TC askeri emperyalizmin kanlı terör örgütü NATO’ya ve emperyalist emellere hizmet sunmak üzere yollara düştü. İngiltere Eski Dışişleri Bakanı Jack Straw NATO’nun devreye girmesini ve Türkiye’nin rolünü şöyle yorumluyor;“Operasyonun NATO’ya geçmesi gerekli bir adımdı. Türkiye'nin bu operasyona destek vermesi de çok önemli. çünkü Türkiye'nin operasyona katılması Arap ve Müslüman dünyasındaki imajı olumlu etkiler… Özellikle son yıllarda Türkiye'nin bölgedeki rolü de göz önüne alınınca Türkiye'nin bu operasyonda bulunması zorunludur. Ayrıca Türkiye NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip ve operasyonlar konusunda deneyimli. Müslüman ve demokratik yapısıyla bölge ülkelerinin gözünün çevirildiği bir ülke. Türkiye’nin operasyonda yer alması batının petrol için orada olmadığını, bu operasyonun bir haçlı seferi olmadığını da gösterecektir.”

 

Başta Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere Hükümet yetkililerinin, Fransız yetkililerin Libya saldırıları ile ilgili "Haçlı seferi" nitelemesini münasebetsizlik olarak nitelemeleri ise, işgali "AK"lama çabasının ulaştığı tirajik boyutu ortaya koyuyor. TBMM'de kabul edilen tezkereyle, Türkiye 31. kez emperyalizmin çıkarları uğruna askerlerini yollara düşürmüş bulunuyor. Üstelik Libya’yı bombalayacak olan uçakların sevk ve idaresi İzmir’deki NATO hava üssünden yapılacaktır. Tıpkı Irak ve Afganistan’a yönelik, oralardaki kardeşlerimizi katleden ABD ve NATO saldırılarının, Türkiye hava sahası ve üsleri kullanılarak gerçekleştirildiği gibi, Libya’ya yapılacak saldırılar da Türkiye topraklarından başlayacak.

 

Başbakan’ın ağzından, “Türkiye Irak’ta yaşananların tekrarlanmasını istemiyor” denilmesine rağmen, daha önce söylenen “NATO’nun Libya’da ne işi var buna asla müsaade etmeyiz” sözü yenilerek, aynı yolun takip edilmesi suretiyle emperyalist devletlerin projeleri arkasından sürüklenilmesi ibret vericidir. Üstelik bu yeni durum Afganistan örneğiyle daha fazla örtüştüğü halde, Afganistan’da yaşananların tekrarlanmasını istemiyoruz denilmemiş, orada yaşanan NATO eliyle sivil katliamlarına bu güne kadar sessiz kalınması yetmezmiş gibi, bir de oradakilerin tekrarında bir mahsur yokmuş gibi bir tutum içine girilmiştir. Halbuki, Türkiye’nin de içinde asker bulundurduğu NATO’nun katil ordusu Afganistan’da yüz bini aşkın sivil insanı, kadın ve çocukları bile katletmiş ve bu katliamını hala sürdürmektedir.

 

Nedense, AKP hükümeti için, NATO denilince akan sular durmakta ve her seferinde zelil bir teslimiyet kaçınılmaz sonuç olmaktadır. Bilindiği üzere, Peygamber’e (s) hakaret karikatürlerini sahiplenip savunduğu için Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasının asla kabul edilmeyeceği söylenmişti, sonuçta karşılıksız bir biçimde teslim olundu. Tıpkı terör devleti İsrail’in 20 yıldır beklediği OECD üyeliğinin, hem de “one minute” çıkışından sonra, Gazze’ye yönelik ambargonun kalkması şartı bile koşulmadan, hediye olarak sunulması gibi. Yine aynı şekilde, Afganistan ve Pakistan’da ABD ve NATO katil askerlerinin ve insansız/insafsız uçaklarının sivil insanlara yönelik katliamlarına hiçbir tepki gösterilmemesi, askerlerini çekeceğinin bile ima edilmeyip tam bir teslimiyetle desteğin sürdürülmesi söz konusu olmuştur. Bir başka örnek de şudur, ağırlıkla İran saldırılarına karşı İsrail’i ve batı çıkarlarını koruma amaçlı “Füze Kalkanı”nın Türkiye’ye yerleştirilmesinin asla kabul edilmeyeceğinin söylenmesine rağmen, sonuçta ileri sürülen şartların hiçbirisi kabul edilmediği halde, yine teslim olunmuş ve füze kalkanının Türkiye’ye konuşlandırılması prensip olarak kabul edilmiştir. Anlaşılan odur ki, bu zillet ve mazlum halkların kanına girmek suçuna iştirak zulmü, Türkiye, emperyalizmin kanlı terör ordusu NATO’dan çıkmadıkça bitmeyecektir.

 

AKP’nin öncülüğünü yaptığı demokratikleşmeye ve bunu hedefleyen anayasa değişikliğine “evet” çağrısı yaparak aktif destek vermede hep birlikte hareket eden meşhur “İslami Kuruluşlar”, sıra ABD ve NATO gibi emperyalist güçlerin “Füze Kalkanı”nı Türkiye’ye yerleştirmeyi protestoya gelince içlerinden bir grubu yalnız bırakıvermişlerdi. Şimdi de, halk ayaklanmalarını destekleyici basın açıklamalarını hep birlikte yapan aynı “İslami Kuruluşlar”, sıra Libya’ya yönelik emperyalist saldırıyı ve NATO müdahalesini de müdahaleye gelince, ucu AKP hükümetini eleştirmeye de varacak tezkereye karşı çıkmak da söz konusu olunca, yine aynı grubu meydanda yalnız bırakıveriyorlar. Böylece, tıpkı Kore, Somali ve Afganistan’da olduğu gibi TC Askerini emperyalizmin hizmetine veren ve halkımızın kardeşi olan bir halka karşı kullanmalarını sağlayan bu seferki tezkere, İslami camiadan ciddi bir tepki almamış oldu. Bağımsız İslami kimliğini ve tevhidi mücadele stratejisini terk ederek, sistem içi siyasete ve AKP politikalarına bu derece eklemlenmenin, sonuçta yeni statükoya entegre olmanın bu neticeyi doğurması kaçınılmazdı.

 

Dünyadaki en büyük ve en yaygın zulümlerin, sömürülerin, katliamların arkasında

hep demokratik ülkeler yer almıştır

 

İnsanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İslam’ın adaletine muhtaç bulunuyor. Tüm dünya modern paradigmanın ürettiği modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve adaletsizlik bataklığında çırpınıyor. İşgal, sömürü, katliam ve despotizm her yanda egemendir. Önce Despotları çıkar karşılığı destekleyerek, bugün de yine aynı saikle değiştirip yerine gelecek olanı yönlendirmeye çalışarak, demokrasiler dünya insanlığına her yanda kan kusturuyor. Yolsuzluk, yoksulluk, açlık, sefalet, ahlaksızlık, yozlaşma, bunalım küreselleşti. Rabbine yabancılaşıp fıtratını bozan modern insan hayvandan aşağı konumlarda yer alıp fesadı küreselleştirdi, insani değerleri, insanı tüketti. Buna rağmen Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmeden despotları da var edip destekleyen emperyalizmin rejimi olan demokrasinin peşinde koşuyorlar. İlim sahibi olanlar bile “denize düşen yılana sarılır” diyebiliyorlar. Feraset, basiret yok oldu, batılın peşinde sürükleniliyor. Karşıtına sığınarak var olmaya çalışılıyor. İnsanlığı kurtaracak alternatif olan Kur’ani modeli üretme sorumluğunu taşıması gerekenler, zalimlerin modellerine meylediyorlar.

 

Halbuki, despot, diktatör rejimler: Sömürgeci güçler tarafından tepeden atanmış ve desteklenmiş oldukları ve kendi halklarına zulmettikleri için, halklarına dayanmayınca da sürekli dış güçlere dayanmak zorunda kalan ve ülkenin kaynaklarını onlara peşkeş çeken durumunda olmuşlardır. Bu sebeple, kendi ülkelerindeki, zulüm, sömürü, yolsuzluk ve yoksullukların, insan hakları ihlallerinin, adaletsizliklerin arkasında, yerli despot yönetimler kadar, onları verdiği destekle ayakta tutan demokratik emperyalist devletler yer almaktadır.

 

Demokrasiler ise: Halka dayandıkları imajı vermelerine rağmen, onları kandırıp oyalayarak arkalarına alan,ama temsilcilerini (sermayedarların maddi desteği ve silahlı güçle) etkileyip yönlendirerek, egemenliği ellerinde tutan oligarşilerin tahakkümünde yöneten rejimlerdir. Sonuçta belli ölçüde kendi halklarına görece özgürlükler tanıyan, ama başka ülkelerde uşak despot yönetimleri destekleyerek ya da o ülkeleri işgal ederek, diğer dünya halklarını ezen, sömüren, insan halkları adına insan halklarını yok eden rejimlerdir. Bu yüzden despot diktatörrejimler, sadece kendi ülkelerinde zulüm yaparken, demokrasileronları da destekleyerekya da başka ülkeleri işgal edip sömürgeleştirerek tüm dünya halklarına zulmetmekte ve sonuçta diktatörlerin onlarca katı kan dökmektedirler.

 

Türkiye’deki darbecilerin de, bölgedeki diktatörlerin de arkasında hep batılı emperyalist demokratik devletler yer almıştır. Şimdi ise, artık öyle işlerine geldiği için, bu eski despotik yapılar çıkarlarını korumakta acze düştükleri ve çürüdükleri için tasfiye ediyorlar. Batılı emperyalistlerin bölgedeki durumları, bir bakıma Türk filmlerindeki kabadayıları andırıyor. Önce doğrudan sömürgecilikten, yeni sömürgeciliğe geçerken kendi adamlarına despot, diktatör yöneticileri tayin edip, on yıllarca destekliyor, halklarını ezilmeleri ve sefaletipahasına büyük soygunlar yapıyorlar. Şimdi de, artık ayakta kalamayacaklarını anlayınca, çıkarlarını koruyacak yeni planlar yaparak, sözüm ona yılarca ezdirdikleri halkları, kendi atadıkları, destekledikleri despotların elinden kurtarma rolüne soyunup, puan kazanmayave halkları bir daha aldatarak, bölgedeki çıkarlarını güvencealtına almaya çalışıyorlar.

 

Halbuki diktatörlük ve monarşi de, bugün yerine ikame etmek istedikleri demokrasi de batı seküler kültürünün ürünü rejimlerdir. Aslında her iki sistem de, vahyi dışlayarak, heva ve zannı esas almaktadır. Her ikisi de, halkı, egemen gücün çıkarlarını gözeten yasa ve kararlarla yönetir. Birisi tek kişinin, diğeri azınlığın hevasını ilah edinir. Kendine ve Rabbine yabancılasan insanların, vahyin adalet ölçülerini yok sayanların, sadece çıkar dürtüsüyle hareket etmesi ve sonuçta zulmetmesikaçınılmazdır

 

Vahiy ile fıtratın yolundan sapan insanlık, hevave zanna tabi rasyonalist, hümanist ve pozitivist düşünce zemininde, modern paradigmanın zihinsel kodları üzerinde kapitalizmi ve sosyalizmi üretti. Onlar da despot- monarşik yada demokratik rejimlerle dünya insanlarınakan kusturdular ve on milyonlarca insanı katlettiler, fesadı küreselleştirdiler, insani değerleri tükettiler. Uluslar arası emperyalist büyük sermayenin, petrol ve silah şirketlerinin emrinde daha fazla kazanç hırsıyla, gözü dönmüşçesine bir azgınlıkla her yana saldırdılar ve dünyayı kan ve göz yaşına boğdular. Yeni silahlarını denemek ve reklam edip satmak, mevcut silah stoklarını tüketip, faturasını bombaladıkları ülkelere yüklemek, enerji kaynak, yatak ve nakil yollarını kontrolleri ve denetimleri altına almak, başka ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmek, ürettikleri malları satacak pazarlar elde etmek, bölgeye fitne ve zulüm amaçlı yerleştirdikleri İsrail’i güvence altına almak, (ülkelerindeki Siyonist Yahudi lobilerinin etkisiyle, ki bunlar aynı zamanda petrol ve silah şirketlerinin de ortaklarıdır, yarıca emperyalist sermaye de büyük çapta bunların kornolunda ve etkisindedir), bölgedegerçek ve bütüncül adaleti tesis edebilecek ve kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajı modelleştirerek tüm insanlığa sunabilecek ve küresel korsanların sömürü düzenlerini başlarına geçirebilecekİslami adalet sistemini üretebilecek Kur’ani dirilişi durdurmak, engellemek üzere İslam coğrafyası üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek istemektedirler.

 

İşte bu büyük zulme, emperyalist saldırılara son verebilmek için, yapılacak şey, ‘denize düşen yılana sarılır’ sözünün gereğini yapmak veya bu minvalde yaşananlara meşruiyet kazandırıcı yorumlar yapmak değil, içine düşülen denizin de, sarılmak istenilen yılanın da emperyalizme ait olduğunun bilinciyle, hem bölgedeki despot yönetimlere karşı çıkmak, hem de onların arkasındaki emperyalist demokrasileri çok iyi tanıyıp, yeni oyunlarını da bozacak şekilde itiraz edip, onlara da isyan edip, kahyanın zulmünden ağaya sığınmak çelişkisine düşmeden, bu yılana sarılmayı da reddetmektir. İzlenmesi gereken doğru yol, bize izzet ve galibiyeti getirecek olan Allah’ın ipine topluca sarılıp, tevhidi ümmeti vahiyle yeniden inşa ederek, Allah’ın vaat ettiğiyardımını ve rahmetini üzerimize celp etmektir. İşte ancak o zaman, yani Hizbullah (Allah taraftarı ve Allah’ın yardımcıları, tevhid dininin hizmetkârları) olduğumuzda (Muhammed 7, Maide 56), tevhid bayrağı altında birleşip Hablullah’a topluca sarıldığımızda, inşallah Allah’ın yardımı gelecek ve işte o zaman Allah’ın izniyle bize galip gelecek olmayacak (Al-i İmran 160) ve o, çıkar ve iktidar uğruna dünyayı kana bulayan yerel ve küresel, diktatör ve demokratik zalimler nasıl bir inkilab ile devrileceklerini göreceklerdir. (Şuara 227).”




Bu içerik 2610 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon