Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   HABERLER  >  2011
 
Mehmet Pamak´ın Şehitler Gecesi´nde Yaptığı Konuşmasının Özeti...
Tarih: 05/06/2011
   


Mehmet Pamak, önce İsrail terör devletinin Filistin’deki 60 yılı aşkın bir zamandan beri süregelen kanlı işgaline karşı yürütülen onurlu direnişi gündeme getirdi.

Mehmet Pamak, önce İsrail terör devletinin Filistin’deki 60 yılı aşkın bir zamandan beri süregelen kanlı işgaline karşı yürütülen onurlu direnişi gündeme getirdi. Bütün Müslümanların sorumluluğu olan ve ümmetin onuruyla özdeş bulunan Kudür ve Mescid-i Aksa’nın savunulmasının, zayıf bırakılmış, imkansızlıklarla kuşatılmış, silahsız mazlum Filistin halkının ve onurlu çocuklarının omuzlarına terk edilmemesi gerektiğini ifade etti. İşte bu sebeple, bir yandan onlara dua ederken, ortak davamıza sahip çıkıp kamuoyu oluştururken, diğer yandan da maddi yardım başta olmak üzere her türlü imkanımızın seferber edilmesi, dünya kamuoyunun bu büyük vahşete karşı bilinçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılması gerektiğine dikkat çekti. Mavi Marmara’nın da işte bu amaçlarla yola çıktığını, Müslim, gayrimüslim insanların birlikte insani yardım için hareket ettiklerini, ancak uluslararası sularda korsan terör devletinin katil ordusunun saldırısına uğradıklarını ve 9 kardeşimizin şehid edildiğini, onlarcasının da yaralandığını ve Türkiye dahil bütün dünya devletlerinin bu katliamı canlı yayında izlemekle yetinip, tek bir itiraz ve uyarının İsrail terör devletine yöneltilmediğini hatırlattı.

 
Pamak, dıştan gelecek saldırılara karşı TC vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli TSK’nın da, saldırıya uğrayan insanların ödedikleri vergilerle bu amaçla görevlendirildiğini unutarak, bu katliamı sadece seyretmesinin, en hafif nitelemeyle görev ihmali, belki de İsrail ile stratejik ortaklığın bir gereği olduğunu ifade etti. Ayrıca, TSK’yı da harekete geçirmesi gereken hükümetin ise, son derece çirkin bir tutumla “kimse İsrail’e savaş açmamızı beklemesin” açıklaması yaparak, katillerin cüretinin artmasına yol açmasının utandırıcı bir zillet olarak ortaya çıktığını söyledi. Mazlum Filistin halkının yardımına koşmanın, işgalci terör devletine karşı çok yönlü bir mücadele içinde olmanın süreklilik arz eden sorumluğumuz olması gerektiğine dikkati çekti.
 
Daha sonra, Siyonist korsanların bu alçakça katliamında şehid edilen kardeşlerimizin şehadeti vesilesiyle “şehidlik ve şehadet” konusundaki tespitlerini aktaran Pamak’ın bu konuşmasının özeti aşağıya alınmıştır.
 
Allah’ı Hamd ile Tesbih Edip, Secde edenlerden olmak, Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik emridir
 
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır.” İsra/44
 
“Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” Furkan/58
 
Kainattaki her şey elektrona varıncaya kadar hepsi, Allah’ı tesbih (itaat) etmekte ve hepsi Allah’a secde (itaat) halinde bulunmaktadırlar.
 
“Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.” Nur/41
 
“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.” Hadid/1
“Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler.” Rad 15
Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.” Hacc 18
“Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Allah'ı tesbih ederler. Hükümranlık O'nundur, Övülmek O'na mahsustur. O herşeye Kadir'dir.” Tegabun/1
 
Tesbih kavramıyla ilgili dikkat edilmesi hususlardan birisi de Kalem suresindeki bahçe sahiplerinin tavırlarıdır: “Onların en mutedil olanları: «Ben size Rabbinizi tesbih etsenize, demedim mi?» dedi”. Kalem/28 “Rabbimizi tesbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz, dediler.” Kalem/29
 
Bahçe sahiplerindeki mutedil –vasat-kişi, onların aldığı karara uymak istemiyordu. Onlara Allah’ı tesbih etmeleri gerektiğini söylüyordu. Ama bu tesbihin, bizim bildiğimiz yani her gün ikame ettiğimiz namazdan sonra çekilen tesbih olmadığı aşikardır. Burada Rabbin tesbih edilmesi, miskinlere verilmesi gereken payın verilmesi, yani Allah’ın zenginin mülkünde fakir için takdir etmiş olduğu hakkın emanet olarak sahibine ulaştırılması suretiyle bu konudaki Allah’ın hükmüne itaat edilmesidir. Başka bir deyimle, tesbih Allah’ın emir ve iradesine teslim ve tabi olmaktır. Bunun aksi ise zulümdür.
Hicr Suresi98. Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! (Secde edenlerle birlikte secde et…) 99. Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!
Bu ayetlerle, Cenâb-ı Hak, başta Hz. Peygamber (A.S.) olmak üzere, bütün mü'minlere seslenerek üç emir vermiştir: Allah'ı hamd ile tesbîh etmek. Tıpkı evrendeki ve arşdaki bütün varlıklar gibi Hakk'a secde edenlerle birlikte secde etmek, onlara uyum sağlayarak, evrendeki ahenge ayak uydurmak, fıtrat (bütün fizyolojik-biyolojik yapımız) ve evrenle (evrendeki bütün varlıklarla) aynı frekansı yakalayıp, aynı ilaha kul olarak, aynı ilahı hamd ile tesbih ederek, aynı ilaha secde/itaat ederek) barışı sağlamak. Çocukluk dönemi dışında hayatın her gününde emredildiği şekilde ibâdete devam etmek, yakîn/ölüm gelinceye kadar ibâdetten ayrılmamak..
Bunların gereği ise, arşdaki ve evrendeki bütün varlıklar gibi, Allah’tan başka ilah tanımaksızın sadece O’na itaat ve ibadet edip, emirlerini harfiyen yerine getirme gayreti içine girerek, hayatın bütün alanlarında sadece O’nun hükümlerini esas alarak hayatı ibadet kılma çabasını ölene kadar terk etmemektir.
Akis takdirde insanın Rabbine ve kendisine yabancılaşması sonucunda fısk ve dalalet kaçınılmazdır. "Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir." (Haşr Suresi–19)
 
Yaratmak da, emretmek de Allah’a aittir.
 
Halketmek de emrinden oluşan şeritatla Hulk’un kurallarını vazetmek de Allah’a aittir
- Araf 54 - Yaratmak da emretmek de O’na aittir
- Casiye 18 - Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerinde kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevasına uyma.
- Casiye 23 - Hevasını ilah edineni gördün mü?
 
Rabbimiz Evrendeki bütün varlıkları yaratmış, ancak başı boş bırakmayıp hepsine emretme yetkisini de kendine has kılarak, hayatlarında yapacaklarına dair hüküm ve yasalarını da vazetmiştir. Bütün varlıklar bu ilahi yasalara uygun olarak hareket ederek, Allah’ı ham ile tesbih (itaat) etmekte ve sadece O’na secde (itaat) halinde bulunmaktadırlar. Bu bağlamda insanlara da emrinden bir şeriat vazederek, onların hayatlarının, davranışlarının bütününü, bireysel ve toplumsal, hukuki, ahlaki, sosyal, ekonomik ve siyasi bütün hayat alanlarını düzenleyen temel kuralları, çerçeve nasları vazetmiş, ancak imtihan sebebiyle, akıl nimetini, pek çok yetenek ve donanımları ve irade serbestisini vererek, ayrıca vahiyle uyarıp gitmesi gereken yolu göstererek, dileyen iman etsin dileyen inkar etsin hükmüyle dünyada tercih özgürlüğüne sahip kılmıştır. Ancak dünyada adalet, huzur ve ahrette kurtuluş, mutluluk ancak vahiyle fıtratın dünyada buluşması ve hicret cihad, şehadet, ibadet bilinciyle hayatın ibadet kılınması, bütün varlıkların iradesiz bir biçimde gerçekleştirdikleri gibi Allah’ı hamd ile tesbih etmenin ve hayatın bütün alanlarında yalnız O’na itaat ederek, bütün olarak hayatımızın her noktasında secde izinin görünmesini sağlayarak, Kur’an ile ahlaklanmanın ve böylece yaşarken vahye şahidlik yaparak Peygamber’in (s) bize yaptığı gibi bizim de insanlara şehid olmamız gerektiği hatırlatılmaktadır.
 
Mü’minin Hayatı : İman – Hicret – Cihad – Şehadet – İbadettir
 
Kulluk eksenli hayat tasavvuru
Yaratılış gayemiz yalnız Allah’a kulluk ve itaattir.
Zariyat : 56. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
 
Enbiya 25. “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: "Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım.”
 
Yusuf 40 : “… hüküm ancak Allah’ındır ve Allah yalnızca kendisine ibadet ve itaat etmenizi emreder. İşte dosdoğru din budur. Lakin insanların çoğu bilmezler.”
 
Kurtuluşa ermenin yolu, iman edip yalnız Allah’a rüku, secde, ibadet ve hayır işler işlemekten ve Allah yolunda hakkıyla cihad etmekten geçmektedir. İşte şehidlik de böyle gerçekleşmektedir. Hacc 77. “Ey iman edenler! Rükû edin; secdeye kapanın; Rabbinize ibadet edin; hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. 78. Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şehid/şahit olması, sizin de insanlara şehid/şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!
 
Şirke, küfre ve fesada karşı Kur’an ile büyük cihad

Furkan 52. (Fakat evrensel uyarıcılık görevini sana verdik..) O halde, kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad ver!
 
Büyük önemi dolayısıyla Rabbimiz, “elbisesi temiz” olanların, “kalk uyar” emri gereğince yaptıkları dışa, topluma, insanlığa dönük mücadeleyi büyük cihad olarak isimlendirmektedir. Evet Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, onlardan hicret etmek ve cahiliye toplumunu vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.
 
Arzda halife kılınmanın ve Emaneti yüklenmenin gereği de, Allah’ı hamd ile tesbih ve takdis etmek ve yeryüzünde vahyin ölçüleriyle adaletle hükmetmek, Allah’ın hükümleriyle tasarrufta bulunmaktır. Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında, yalnız Allah’a itaat ve kulluk yaparak, secde (itaat) izinin hayatımızın bütün alanlarında görünmesini sağlayacak bir cehd içinde olmak sorumluluğumuz vardır.
 
Ahirette kurtuluş, ancak dünyada, iman–salih amel bütünlüğü içinde vahye şahidlik yapmak, hayatı ibadet kılmakla mümkündür. Dünya hayatı ancak böylece anlamlı ve değerli kılınabilir. Peygamberler, çeşitli zindanların karanlığına gömülmüş insanlığı, vahyin aydınlığına, iç dünyada, kalplerde yaşanacak inkılapla şirkten tevhide hicrete çağırmışlardır. Sadece cahili değerlerden değil, tagutlardan uzaklaşarak, taguti otoritelere gönüllü itaati reddederek ve cahili toplumdan da koparak alternatif tevhidi cemaati oluşturmaya ve cahiliye toplumuna örneklik teşkil ederek onu dönüştürmeye davet etmişlerdir.
 
“Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36)
 
Yalnız Allah’a İbadet Etmek, O’nun Rengiyle Boyanmaktır
 
En geniş ve en basit tanımıyla ibadet; Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve yasaklarına uymak, O’nun koyduğu şartlar dahilinde hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine tabi olmak, dini, hayatı, ibadeti ve itaati sadece Allah’a tahsis etmektir. Kısaca ibadet, Kur’an’ın hükümleriyle ahlâklanmaktır. Yaratılış gayemiz olan “yalnız Allah’a ibadet etmek” emri, hayatımızın bütün alanlarını düzenlerken, sadece -hiç kimsenin kendisinden daha güzel hüküm koyması mümkün olmayan- Allah’ın hükümlerini esas almak, her konuda onu belirleyici kılmaktır. Allah bu durumu, başka renklere itibar etmeyerek Allah’ın rengiyle boyanmak olarak da ifade etmektedir.
 
“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin)”. (Bakara 138)
 
Rabbimizin bu ayetinden anlaşıldığı üzere, bu din, aynı zamanda Allah'ın verdiği bir renktir. Kim Allah'tan daha iyi, daha güzel bir renk verebilir ki? Allah’ın rengini ise, O’nun Kur’an’da vazettiği hükümleri belirlemektedir. Bu hükümlere iman edip gereğince amel eden, onlara tam bir teslimiyetle tabi olan Allah’ın rengiyle boyanmış olmaktadır. Bu hal, sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapmak demektir. Kendi rengi ile boyanmamızı emreden ve kendisinden daha güzel rengi vermeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eden Rabbimiz, aynı hususu bir başka ayette şu şekilde ifade etmektedir; Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?”(Maide 50)
 
Allah yolunda hakkıyla cihad
 
Kur’an’da emredildiği gibi hayatı ibadet kılıp Allah’ı razı edebilmek için:
- Allah’ı hakkıyla takdir etmeli (Hakka kadrihi)
- Kur’anı hakkıyla okumalı (Hakka tilavetihi)
- Allah’ın emir ve yasaklarına gereğince riayet ederek takvayı hakkıyla kuşanmalı (Hakka tukatihi)
- Allah yolunda hakkıyla cihad etmeliyiz (Hakka cihedihi)
- Ve böylece vahyin şahidliğini/şehidliğini yapmalıyız
 
Madem ki, Rabbimiz yaratıp emrettiği bütün varlıklar gibi bizim de kendisini hamd ile tesbih ederek, yalnız kendisine secde (itaat) etmemizi istemektedir, vahyini göndererek, peygamberleri vasıtasıyla örnekleyerek bize ulaştırdığı hükümlerine, şeriatına, emir ve yasaklarına iman ve itaat etmemizi ve bunları dünya hayatımıza egemen kılmamızı istemektedir, biz mümin insanlara düşen görev, bunlara teslim olmak ve vakit kaybetmeden uygulamaktır. Yani sadece Allah’a kulluk yapmaktır. Kim ki bunları yerine getirmez, Allah’ın şeriatından, Kur’an’ın hükümlerinden yüz çevirirse, hatta bu hükümlerin, İslam şeriatının bir tek kuralından yüz çevirirse, bir tek ölçü ya da hükmünü reddeder ya da değiştirirse Allah’a kulluktan uzaklaşmış, Allah’la birlikte başka şeylere de kulluğa yönelmiş, yani şirk koşmuş olur. Yeryüzü halifesi olmaktan da uzaklaşarak, hayvanlardan bile aşağı konumlara sürüklenen bu tür bir insan, İslam şeriatına, Allah’ın hüküm, kural, değer ve ölçülerine iman ve itaatten kısmen bile olsa vazgeçebilen, bireysel veya toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, siyasi ya da hukuki, herhangi bir alanını kısmen de olsa Allah’tan, Allah’ın dininden, şeriatından, hükümlerinden soyutlayabilen bir insan, Allah’a başkaldırmış, isyan etmiş bir insan olarak, halifelik, kulluk ve “şahidlik” mükellefiyetinden ve dolayısıyla “şehidlik”payesinden de uzaklaşmış ve yüklendiği emanete ihanet etmiş bir insandır. (Ahzab 72)
 
Allah’ın insana yüklediği halifelik (Bakara 30) görevi gereğince, Allah’ın arzu, istek ve emirleri, yani hüküm ve şeriatı insanların gözleri önünde bizzat yaşanarak hayata geçirilmek suretiyle yerine getirilecektir. İşte, İslam’ın, İslam şeriatının, Allah’ın hüküm, kural ve ölçülerinin böylesine bir hayat tarzı halinde yaşanması ve insanlara örneklenmesi, Kur’an’ın tabiriyle “şehadet”tir ve mümin olabilmek, mümin kalabilmek için kaçınılmaz, olmazsa olmaz bir gerekliliktir.
 
Hayat; Cihad ve Şehadettir
 
Rabbimiz bazı ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
“Böylece sizi insanlara ŞAHİD olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size ŞAHİD ve örnektir.”(Bakara 143)
 
“... Peygamberin size ŞAHİD olması, sizin de insanlara ŞAHİD olmanız için, O (Allah), gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘Müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın...”(Hac 78)
 
Müminler ve onların teşkil ettiği İslam ümmeti, Rabbine kulluk etmek ve diğer insanların da hidayetine vesile olmak için, Peygamber’in, ilk şahidliğini yaparak kendilerine ulaştırdığı vahyin şahidliğini üstlenmek, yani Allah’ın hükümlerini, şeriatını, dinini hayata egemen kılmak, yaşamak, hayatlarında örneklemek zorundadırlar. Ancak böylece “şahid” vasfını kazanabilir, “şehadet” kavramının içerdiği anlamla nitelenebilirler. Yine bu ayetlerden ve Kur’an bütünlüğünden de anlaşıldığı üzere, “şehadet”e ulaşabilmek, “şahid” ya da “şehid” vasfını kazanabilmek için, “Allah’a, Allah’ın dininin hiçbir hükmünü, kuralını dışlamadan iman edip, bu imanımızı hayata geçirmek, yaşamak, yani Müslüman olmak, Müslümanlar adını almamızın doğal sonucu olarak da teslim olduğumuz şeriatın, dinin şahidliğini üstlenmek” kaçınılmaz, vazgeçilmez, olmazsa olmaz bir gerekliliktir.
 
“Şehadet” Kavramının Anlamı
 
Şehid, “Şe-Hi-De” fiil kökünden türetilmiştir. “Şe-Hi-De”, “tanıklık etti, görme ve hazır olma (müşahade) yoluyla haberdar oldu” demektir. Şehadet ise, müşahade ve şuhûd demektir ve “Şe-Hi-De” fiilinden türetilmiş mastardır.
 
Şahid”, sözlüklerde, ortada, adil ve hakkı söyleyen, sözü dinlenen ve sayılan saygın bir kimse, gözleyen, tanık, dosdoğru, güvenilir haberci anlamlarına geldiği gibi, bilinçli hissedilip görülen, bütün gözlerin kendisine çevrildiği kimse, örnek alınan, bir olayı görüp bilen, bir olay hakkında verilecek hükmün şöyle veya böyle olmasını etkileyen, model edinilen ve kendisine tabi olunan kimse demektir. Kur’an’da şehid kelimesi, yukarıda zikredilen anlamları önceleyen bir çerçevede kullanılmıştır. “Şehid” olmak, aslında bu anlamda “şahid” olmanın bir sonucudur.
 
Mümin şahsiyetin, ancak iman ettiği değerleri hayata geçirerek yaptığı “şahid”lik ve Allah’ın hükümlerini yeryüzüne egemen kılmak, Allah’ın ismini yüceltmek uğrunda yaptığı fedakârlık sonucunda, kesin ilim ve mutlak adalet temeli üzerinde “şehid”lik söz konusu olabilir. Vahyin ne olduğunu ve nasıl yaşanması gerektiğini hayatında göstererek, Allah’ın şeriatını ahlâk edinerek yapılan vahye şahidlikle dolu bir hayatı sürdürürken, bu değerlerinden, tutumundan ve yaşayışından vazgeçmemek veya iman ettiği bu değerleri hayata egemen kılmak uğrunda yapılan mücadele sırasında canını feda etmek ise şahidliğin, imanın ispatı anlamındaki yeni bir boyutunu oluşturmaktadır ki, işte buna da şehidlik denilmektedir. İnandığı İslami değerler için, Allah yolunda ve Allah’ın ismini yüceltmek uğruna canını vererek yapılan son şahidliktir, şehidlik.
 
Kur’an’ın pek çok ayetinde açıkça ortaya konmuştur ki, şahid olmak veya şahidlerle beraber olmak, esas itibariyle; Allah’ın dininin, şeriatının savunucuları olmayı, Allah’tan gelen vahye inanıp yaşamayı, vahyin şahidleri olarak insanlara güzel örneklik teşkil etmeyi, Allah’ın hükümlerini ve buna dayalı adaleti yeryüzüne, bireysel ve toplumsal hayata egemen kılmak üzere mücadele etmeyi, bu uğurda can ve mal fedakârlığı yapmayı ve Allah’ın Resulüne itaat etmeyi gerekli kılmaktadır. “Rabbimiz! Biz, indirdiğine inandık ve resule uyduk. Bizi şahidler ile beraber yaz.” (Ali İmran 53)
 
“Böylece sizi insanlara şahid olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir.”(Bakara 143)
 
Hz. Peygamber (s) kendisine itaat eden müminlere güzel bir örneklik teşkil etmek üzere vahyin en güzel şahididir. Örnek şahsiyet, rehber ve önderdir. İslam’ın nasıl hayata geçirileceği, vahyin nasıl anlaşılıp nasıl uygulanacağı, Allah’ın nasıl razı edileceği ve Allah’a kulluğun nasıl yapılacağı hususunda tek ölçü ve örnektir. İşte Resulullah’ın yaptığı şahidlikte ortaya konan bu ölçü ve örnekliği rehber edinerek hayatlarını düzenleyen müminler de diğer insanlar için “şahid”lerdir, örnek şahsiyetlerdir.
 
Allah yolunda, Allah’ın hükümlerinin egemen kılınması ve Allah’ın isminin yüceltilmesi uğrunda” can feda eder hale gelebilmek, yani “şehid” olabilmek için, önce yukarıda ifade edilen anlamda insanlara şahidlik eden bir örnek hayatı kurmak ve yaşatmak lazımdır. O halde ancak, Allah’ın hükümlerini, şeriatını, İslam ölçü ve değerlerini tavizsiz bir netlikle benimseyip, hayata geçirmek suretiyle vahye şahidlik eden bir yaşayış ve mücadele içinde olanlar, yine bu uğurda yapılan İslami mücadele (cihad) sırasında ve bu niyetle canlarını verirlerse “şehid” olabilirler.
 
Vasat” olmak, ortada olmak ve herkes tarafından görülmek demektir. Vasat olmak, herkes tarafından görülecek ve örnek alınacak bir konumda olmaktır. Bu konum insanlar için kriter, ölçü ve yol gösterici bir konumdur. İşte bu vasat ümmetin şehadeti, insanların kendilerini ona göre ayarlayabilecekleri, doğruyu bulmakta ölçü alacakları bir örnekliği teşkil etmekle gerçekleşir. Bu “vasat ümmet”, şehadetiyle hak ve batılı ayrıştırıp, Hakk’a tabi olmakta ve bu anlamda insanlara rehberlik yapmaktadır. Ümmete rehberliği de vahye ilk ve önemli şahidliği ile Resulullah (s) yapmaktadır. Nitekim “vasat ümmet” kılınmanın bir başka açılımı da, Kur’an’ın başka bir ayetinde şöyle ifade edilmiştir: “Siz insanlar içerisinden çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten men eden ve Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”(Ali İmran 110)
 
Resulullah (s), nasıl ki, “Muhammedü’l-emîn” örnekliği ile müminlere, rehber ve model şahsiyet olmuşsa, müminler de bu görkemli örnekliği çağımıza taşıyarak, aynı şahidliği günümüzde gerçekleştirerek, emin, güvenilir, adil, doğru sözlü, dürüst ve iyi ahlak sahibi bir şahsiyeti ortaya koymak zorundadırlar. Allah’ın hükümlerini, vahyin gereklerini, hayatıyla, davranış ve ahlakıyla içselleştirip, mücadelesinin vazgeçilmez esası haline getirerek sürdürmek durumundadırlar. İşte gerçek şehidlik böyle bir şehadetin bedelinin canla ödenmesinin adıdır. O halde, yaşarken “şehid”, “şahid” olamayanın, ahlakıyla, mücadelesiyle, hedefiyle ve egemen kılmak ya da muhafaza etmek istediği değer ve ilkeleriyle “şahid” (şehid) olamayanın ölümüyle şehidliğe ulaşması mümkün değildir.
 
Hatta söylemleri Kur’an’a uygun olduğu halde, yaşayış ve mücadelesi, pratiği İslami olmayanın dahi “şahid” olamaması ve dolayısıyla “şehid” olamaması söz konusudur.
 
Ve Allah’ın en sevmediği hal böylesine tutarsız şahsiyet tezahürleridir.
“Sizler kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?”(Bakara 44)“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır...” (Saf 2-3)
 
Allah’ın sevmediği böyle kişilerin, İslami söylemleri olduğu ve hatta başkalarına da tavsiye ettikleri halde, bu değerleri kendi hayatlarında yaşamayan tutarsız şahsiyetlerin pratikleri şahidlik oluşturmadığı için, İslami olmayan bu mücadeleleri sürecinde ölmeleri halinde “şehid” olmaları da mümkün değildir. Çünkü şehidlik, ancak, Allah yolunda, Allah’ın dinini hayata egemen kılma uğrunda canını verenlerin vasfı olarak Kur’an’da ve sünnette ifade edilmiştir.
 
Mü’minler Allah yolunda, kafirler tagut yolunda savaşırlar
 
“Müminler Allah yolunda savaşırlar, kafirler ise tağut(tuğyan eden, şirk koşan, Allah’ın hükümlerini hayata hakim kılmaya karşı çıkan, Allah’ın şeriatına göre toplumsal hayatı düzenlemeyi engellemeye çalışan, İslam’ı vicdanlara hapsedip hayattan kovan, toplumsal, ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki hayatı Allah’tan, Allah’ın dininden ve İslam şeriatından soyutlamayı esas almış ve bunu dayatan otorite, sistem ve yönetimler) yolunda savaşırlar..” (Nisa 76)
 
Bu ayette de görüldüğü üzere, müminler Allah yolunda, mümin olmayanlar da tağutların (yani İslam dışı otorite, sistem ve yönetimlerin) yolunda savaşırlar.
 
Şehidliğe ve cennete müstahak olanlar ise, Kur’an’ın açık ifadesi ile Allah yolunda savaşanlardır, cihad edenlerdir. Cihad etmek” yani “Allah’ın dinini hakim kılmak, İslam nizamını egemen kılmak ya da savunmak” için mücadele etmek “şehadet”e ulaşmanın ön şartıdır. Allah yolunda “Cihad”ın olmadığı yerde “şehid”lik gerçekleşemez. (Cihad ise sadece silahlı mücadeleyi değil, hatta daha fazlasıyla, Allah’ın dinini öğrenme, öğretme, iman etme, yaşama ve yayma safhalarının hepsini kapsayan tüm cehd ve gayreti içine alan bir kavramdır.)
 
Pek çok insan Kur’an’ı hakkıyla okumayınca, Allah yolunda hakkıyla, gerektiği gibi cehd ve gayret göstermekten uzak düşmüş, nasıl ve neler yapması gerektiğinin, nefsine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluklarının bilincine varamamıştır. Halbuki, Kur’an’da açıkça ortaya konulan mücadele yönteminde, iman, amel, cihad, hayırlı işler işlemek gibi kavramlarla, iman eder etmez neler yapmamız gerektiği anlaşılır bir biçimde ifade edilmiş ve Allah Rasulü’nün (s) güzel örnekliğinde de uygulamaya konmuştur.
 
Ancak Kur’an’dan ve mesajından habersiz,sahih İslami akıdenin bilgi ve bilincinden yoksun insanlar, tagut yolunda, laik Kemalist sistem uğrunda, ulusalcılık ve “vatan” uğrunda yapılan savaşta ölenlerin de şehid oldukları yalanına kolayca inanmaktadırlar. Taguti sistem ve İslam şeriatını tehdit ve düşman ilan edip onunla savaşan ordusu, halkın çocuklarını kandırıp cepheye sürebilmek için din istismarı yapmakta, insanları Allah ile aldatmaya kalkışarak en büyük zulmü işlemektedir.
 
Mavi Marmara çevresinde yaşanan yanlışlara, bid’at ve hurafelere karşı çıkmak da şehid/şahid olma sorumluluğumuzun bir parçasıdır
 
Şehidlik ve şehadet üzerine konuşup da, Mavi Marmara çevresinde ortaya konan ve giderek dozu artan sapmalara, yanlışlıklara, bid’at ve hurafelere değinmezsek, şehidlik/şahidlik sorumluğumuzu hakkıyla yerine getirmemiş olmanın vebalini yüklenmiş oluruz. Bu sebeple hem aziz şehidlerimizin temiz hatıralarının, hem de uğrunda can feda edilen İslami kimlik ve sahih İslam algısının kirletilmesine engel olmak niyetiyle, emri bilr maruf ve nehyi anil münker sorumluluğumuz gereğince bazı uyarıları da gündeme getirmemiz önemli bir yükümlülüğümüzdür. Peygamber’in (s) bize şehid/şahid/örnek/model kılındığı gibi, bizim de insanlara şehid/örnek olmamız ilahi emri gereğince, vahye uygun davranışlar sergilemek sorumluluğumuz, bu tür vahye aykırılıkları ıslah etmeye yönelik cehd ve gayret içinde olmamızı gerektirmektedir.
 
Tevhidi kesimin bir çok öncü şahsiyeti, bütün bu sapmaları, bid’atları, yanlışları gördükleri halde, pragmatizm ve idare-i maslahatçılık yaparak, edilgen bir biçimde bu abartılı sapma sürecinin arkasından sürüklenmekte, hatta kimisi “Nuh’un Gemisi” benzetmesinde olduğu gibi kimi hurafeleri de bizzat kendileri üretmektedirler. Sadece tevhid ehlinin bindiği ve Hz. Nuh’un oğlunu bile bindiremediği tevhid gemisiyle, imanına şirk bulaştıranların, gayrimüslimlerin ve muvahhidlerin somut insani yardım ortak paydasında buluşarak bindikleri Mavi Marmara’yı özdeşleştirmek cehaletten kaynaklanmıyorsa, bu batıl yaklaşımın, pragmatizm ve duygusallığın vahyi ölçülere galebe çalmasından başka izahı yapılabilir mi? Bu sebeple de, bu konularda uyarı sorumluluğumuzu yerine getirmemiz, İslami ölçülere aykırılıkları ayıklamak, bu tür kirliliklerden arınmaya vesile olmak ve bu amaçla ıslah çabası göstermemiz, çok daha önemli bir zaruret halini almış bulunmaktadır. Yaralılardan bugün hâlâ, bir yıldan beri bilinci uyanmadan koma halini sürdüren İLKAV Kurucular Kurulu Üyesi Uğur Süleyman Söylemez kardeşimizin sadece Allah’ı razı etmek için göze aldığı bu fedakarlığının ve şehidlerimizin aynı istikametteki güzel niyetlerinin, Salih amellerinin, bir takım dünyevi hesaplara alet edilmesine, gölge düşürülmesine göz yumulmamalıdır. Rabbimiz şehidlerimize rahmet, Uğur Süleyman kardeşimize de, onun dünya ve ahreti bakımından en güzel olan sonucu takdir etsin inşallah.
 
Sistem içi demokratikleşmeye eklemlenmiş, AKP-Saadet Partisi-HASPARTİ üçgenine konumlanmış, ulusalcı kirliliklerle malül bir anlayışı temsil eden ve “İslami Kuruluşlar” adı altında sistem içi demokratikleşmeye aktif destek verenlerin içinde yer alan bir kuruluşun başkanı “Mavi Marmara komutanı” ilan edilmekte, sürekli abartılı yakıştırmalarla gündeme taşınmaktadır. Gemi haksız yere “Nuh’un Gemisi” olarak da tanımlanmaya çalışıldığı için, daha da ileri gidilip, komutana daha başka bir sıfat verilmediğine dua etmemiz gerekiyor. Katliamdan kurtulup Türkiye’ye dönüşteki ilk açıklamasında ve ondan sonraki süreçte de her fırsatta, yeni statükonun bânilerine teşekkür ve övgüler yağdırması, Mavi Marmara’nın kimi siyasi partilerin propaganda aracı haline getirilmesi anlamına gelmiyor mu? Mavi Marmara şehidlerinin bu Salih amellerinin, üstelik bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmeyen bir hükümetin, ülkede ve bölgede itibar kazanmasına malzeme kılınması doğru mudur?
 
Türkiye’deki cahiliye kültürünün, resmi ideolojinin, insanları saptırmak için kullandığı en önemli eğilim ulusalcılıktır. Hatta bu ülkedeki en büyük çatışma İslami kimlik ve ulus kimlik arasında cereyan etmiş bulunmaktadır denilebilir. Bu kadar önemli bir sapmayı teşvik edici, bu alandaki kirlenmeyi besleyici bir gayretle, ulusal bayrak ve şiarları, İslami duyarlılıklarla karıştırıp öne çıkarmak asla müsamaha edilmemesi gereken bir sapmadır. Mavi Marmara, farklı etnik köken ve inançtan insanların vicdani ve fıtri bir eğilimle, Müslümanların ise buna ilaveten İslami kimlik ve ümmet bilincinin belirleyiciliği ve Allah’ı razı etme amacıyla yola çıkmıştı. En zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma düşürülmüş mazlum Filistin halkına reva görülen alçakça kuşatmayı yarıp, bir miktar yardımı ulaştırmak, aynı zamanda da bu vahşi kuşatmaya dair kamuoyu oluşturmak amaçlanmıştı. Buna rağmen geminin içi büyük boy ulusal bayraklarla donatılmıştı, ulusal bir çaba görüntüsü egemen kılınmıştı. Daha gemideki o çatışma sırasında bile unutmayarak, sanki önceden hazırlık yapılmış imajı veren bir biçimde hemen ilk şehid olanların üzerine büyük boy ulusal bayrak örtmek duyarlılığı göstermek ne anlama gelmektedir?
 
Aynı şekilde Mavi Marmara organizatörlerinin, Türkiye’de de, şehidlerin cenazelerini ulusal bayraklara sararak, devlet törenine benzer bir törenle kaldırmaktaki ısrarı, cenaze kortejine arabalar dolusu yüzlerce ulusal bayrak dağıtma, hastanede yatan yaralıların her birinin baş ucuna (bir odada kaç yaralı varsa o kadar sayıda) büyük boy ulusal bayraklar asmak suretiyle hastanenin o katını, resmi ideolojinin ulusal bayramlarının tören alanına çevirme gayretkeşliği neyle izah edilecektir? Aynı kuruluşun ve hatta kimi şehid yakınlarının, bütün bunları normal karşılayıp kanıksayarak sürdürmeleri ve siyonist işgal rejimine bu katliamın bedelini ödetme anlamında tek bir somut adım atmayan hükümetin, meseleyi “özür ve tazminat” pazarlığına indirgemesine seyirci kalmaları ve buna rağmen övgülerini sürdürmeleri ne anlama gelmektedir? Üstelik hükümetin bu basit şartları konusunda bile bugüne kadar hiçbir somut sonuç alınamamıştır.
 
Böylece, Mavi Marmara şehidlerinin kanı bile, onlar için hiçbir şey yapmadan, sessizce katledilmelerini seyretmiş olan yeni statükonun palazlanması, ülkede ve bölgede itibar kazanması için istismar edilmiş olmuyor mu? Bölgeye model olarak sunulan, liberal-demokrat-“ılımlı İslam” sentezi yeni statükonun lideri, meseleyi çok basit bir tazminat ve özür pazarlığına indirgeyip bunda ısrar ederek, İsrail’e karşı tavizsiz bir lider imajı verirken, siyonist rejim ile askeri anlaşmaları iptal etmeye, tüm ilişkileri kesmeye ve yaptığı bu katliamın bedelini ödetmeye ve katillerin cezalandırılmasına yönelik tek bir adım atmamaktadır. Bu tür eklemlenmiş kuruluşları “İslami kuruluşlar” olarak adlandırmak suretiyle sistem içi değişime aktif destekte sürekli birlikte hareket edip, Mavi Marmara’ya iştirak edenler ve ondan sonraki süreçte de, bütün bunları yaşanmamış sayıp, onlarla birlikte hareket etmekte beis görmeyenler de sonuçta bu istismara katkı sunmuş olmuyorlar mı? Mavi Marmara, ülke ve bölge Müslümanlarının, hatta HAMAS’ın da AKP’lileştirilmesi, dönüştürülüp demokratikleştirmesi ve İsrail’in hamisi küresel sisteme entegre edilmesi istikametinde yönlendirilen bu süreçte, Mavi Marmara’nın da bir malzeme olarak kullanılmasına göz yumulmamalı ve bunun önüne geçecek uyarılar yapılmalıdır.
 
Mavi Marmara’nın türbeleştirilip, kutsal bir ziyaretgah haline dönüştürülmesi ve bunun medya aracılığıyla teşvik edilmesi, giderek sapma açısı genişleyen hurafelere zemin hazırlamaktadır. Muhterem şehidlerimize zulüm anlamına gelen pek çok eylem gerçekleşmekte ve tevhidi kesim bütün bunlara rağmen edilgen bir destekle arkadan sürüklenmektedir. Bu tür bir sürükleniş, sadece Filistin duyarlılık ve duygusallığına verilip geçiştirilecek gibi değildir. Daha çok pragmatizm, İslami kimlik ve ilkeler konusunda kafa karışıklığı ve başka hesaplarla izah edilebilir. Mavi Marmara Derneğinin genel kurulunun Vakit gazetesindeki ilanında gündemin ikinci maddesinin “saygı duruşu” olarak duyurulması ne anlama gelmektedir? İstanbul Sultangazi Belediyesi’nin, adını verdiği bir parka Mavi Marmara Gemisin Maketini yapması ve üzerine 9 şehidimizin büstlerini dikmesi, şehidlerimize zulüm değil midir? Bugün bunlara itiraz edilmezse, yıllar geçtikçe birileri de buraları kutsal ziyaretgah edinip çaput bağlamaya, mum yakmaya, şefaat ve medet ummaya başlarsa, bunun vebali, bugün suskun kalan Müslümanların olmayacak mıdır?
 
Mavi Marmara’yı ve şehidlerimizi ve en önemlisi de zihinlerimizi bu kirlenmelerden korumalı, bu yanlış gidişatı vahyin ölçüleriyle arındırıp ıslah ederek, insanlara şehid olma sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. Bir yandan Siyonist terör devletinin işgal ve katliamlarına karşı mazlum Filistin halkının yanında yer almaya, dua ve çok boyutlu yardımlarımızla, var olan imkanlarımızı kardeşlerimizle paylaşarak, işgale karşı direnişin sorumluluğunu birlikte omuzlamaya çaba göstermeliyiz. Diğer yandan da, HAMAS’ın İslami kimlik ve ilkelerinden taviz vermediği, demokratikleşmediği, İsrail’i tanımadığı ve direnişi bırakıp uzlaşmadığı için başına gelenler sebebiyle onlara yardım ederken, onların vermediği tavizleri onlara yardım adına bizler vermeye kalkışmayalım. Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın gerçek kurtuluşunun, ancak orada Allah’ın hükümleriyle hükmedilen bir Kur’ani adalet sistemi kurulduğunda mümkün olacağını unutmayalım. Bu sebeple de, hiçbir sebeple ve hiçbir zanna dayalı maslahat ve hesapla, vahyin ölçülerini, İslami kimliği kirletecek, batıl ile karıştıracak eğilimlere alan açmayalım. Ancak böyle bir duyarlılık ve ilkeli duruşla Allah’ı razı etmek ve Filistinli kardeşlerimize gerçek anlamda yardımcı olmak mümkün olabilir.


 

Yazar Mehmet PAMAK
Bu içerik 2098 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon